1 Aralık 2009 Salı

5.ŞEYHLER VE TEKKELER

Sultan Ahmet Han Şeyhi, Şeyh Aziz Mahmut Hüdâi Efendi’ye,

-Aziz Şeyhim, memleketimizde şeyhler, tekkeler ve daha nice tarikatlar faaliyet gösterirler. Bu müesseseler hangi vazifeleri ifa ederler bunları görürüz, duyarız. Amma bir de zatınızın bu mevzularda ki engin bilginizden istifade etmek isterim. Bizden esirgemezsez memnun olurum.

-Sultanım, siz isteyin, biz vermeğe her daim hazırız, deyip, anlatmaya başlamıştı.

”Şeyhler; Tek olan gerçeğin yani Allah'ın sırlarını keşfetmeye çalışan, Allah'ın insanlara şah damarından daha yakın olduğunu ve insanın en gizli düşüncelerini bildiğine inanan, hayata sevgiden başka hiçbir şeyi gözetmeden bağlanan, dinin mistik, tasavvufi, bir bakıma gizliliklerine gömülen düşünürlerdir. Halktan kişilerdir. İslamiyetin halk arasında yayılmasında etkili olmuşlardır. Temel ilkeleri inancı kin yaratmadan yaymaktır.

Tekkeler; Islami düşünceye nüfuz ederek; ibadette, kültürde, sohbette, ahlakta, edebitatta ve felsefede etkili olmuşlardır. Şiir, müzik, sema ve güzel sanatları günlük hayatın içinde değerlendiren birer rehber ve zikrin merkezleri olmuşlardır. Devletin kuruluşunda tekkeler toplumun önünde olmuşlar, sosyal hayatı yönetmişlerdi. Esnaf ve sanatkar da bu örgütün içinde, sivil toplum örgütleri olarak yaşarlar. Tekkeler yeniçeri ocağının kurulmasından önce devletin askeri örgütlenme yeriydi. Bursada kurulan bu tekkelere “Gazi Dervişler Tekkesi” adı verilmişti. Tekkelerin önemli işlevlerinden biri de fakir fukaraya ve yolculara, misafir ve gariplere aş vermekti.

Bir tekkede şeyh veya halifesi ile çeşitli mertebelerde bulunan müridleri (öğrencileri) vardı. Bunlara "derviş"te denirdi. Dervişler desrlerinin yanında, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işleri de görürlerdi. Ayrıca Tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezaret eden yöneticiler vardı. Buraların düzenli biçimde çalışması ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar, bir çeşit yöntemler koymuşlardı.

Osmanlı'nın kuruluşunda ve İslamiyet'in yayılmasında Şeyhler ve Tekkeler her zaman devletin ve ordunun önünde olmuşlardı. Feth edilecek yerlere önce Şeyhler dervişlerini gönderir. Dervişler halkla iyi ilişkiler kurar, onlardan biri gibi oraya yerleşir, insanlara sevgi ve saygı temelinde, ürkütmeden, horlamadan islamiyeti yaşayarak anlatmaya çalışır, dinin yayılmasını sağlarlardı. Peşinden ordu gider o ülkeyi Osmanlı topraklarına katardı.
Sultan Ahmet Han
-Medreseler ne işlerdi? Oralarda da ayni hizmetler görmez mi idi?
-Hayır Sultanım, Medreselerin hizmeti biraz daha farklıdır. Medreseler ilim ve irfanın merkezidirler. Medreselere “İlmiye Kurumları” da deyilir... Medreselerin amacı şeriati öğretmek ve uygulamaktı. Selçuklu ve Osmanlılar'da medrese egitimi hemen hemen devletin kuruluşu ile başlamıştı. Osmanlıda ilk medreseyi İznik’te Orhan Gazi kurmuştu. Ulûm-i Aâliye denilen Kur'an ilimleri ile hadis ve Islâm hukuku (fıkıh) gibi ilimler okutulurdu.
Daha sonraki Osmanlı padişahları önemli medreseler kurmuştu.
Fatih Sultan Mehmed'in Istanbul'da Sahn-i Semân Medreselerini kurmuştu. Dâruş-şifa olmakla beraber henüz tıp ve matematik fakülteleri yoktu.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde kurulmuş olan Süleymaniye Medreseleri Osmanlı'nın en önemli medreselerindendir. Kanunî devri, her sahada olduğu gibi medrese teşkilâtinda da zirveye çıkmıştı. Süleymaniye medreselerinde tefsir, hadis, kelâm ve edebiyat gibi derslerin yanında tıp, matematik, geometri, astronomi gibi dersler de veriliyordu.

Devletin kurumları şeriat hükümlerine göre düzenleniyordu. Bu kurumun başı Şeyh-ül İslam idi. Derecesi Vezir-i Azama eşitti. Divan üyesi değildi ama manevi bakımdan vezirlerin üzerindeydi. Verdiği Fetvalar kanun sayılırdı, padişah dahil olmak üzere tüm Osmanlı halkı uyar ve Osmanlı topraklarında uygulanırdı. Şeyhül İslam’dan sonra gelen makam Kazaskerdi. Rumeli kazaskerliği Şeyhül İslamlık namzetiydi. Osmanlı yönetiminde Kadılık Makamı önemli bir vazife ifa eder. Kadılık makamı medereseden mezun olan Danişmendler (medrese bitiren kimseye verilen addır) imtihana girerler. İmtihanı kazanan danişmend “Kadı” olarak Sancaklara tayin edilirler. Kadı Efendi tayin edildiği sancağın en yetkili yöneticisidir. Vakıflara bakar, vergileri toplar, kale dizdarını, şehreminini teftiş eder. Hem dinin hem de adaletin temsilcisidir.
Tekke şeriat hükümlerine çoğunlukla karşı çıktığı için genel teşkilatın dışında kalmıştı. Bu yüzden Osmanlı Devletinde şeriata dayanan İlmiye kurumlarıyla, tasavvufa bağlı Tekke arasında çıkan uyumsuzluk sürüp gitti. Arada bir yapılan ağır baskılara, yasaklamalara, idamlara, rağmen tekke iç işlerinde bağımsız olarak varlığını sürdürdü.
Anadoluda, Türk yerleşim birimlerinde Şeyh ve Derviş’lerin sayıları ve etkileri giderek çoğalmaya başlamıştı. Her Tarikat kendi tasavvufi eğilimine göre yüksek yönetim çevrelerinden, ulema ve tüccardan, esnaf ve köylülerden taraftar bulmuştu. Şeyhler kendilerine bağlı olan çevrede çok büyük nüfuz ve etkiye sahipti... Toplumu istedikleri gibi yönlendire biliyorlardı.
Türkler Müslüman olduktan sonra Orta Asyada da İslami fikirler yayılmaya İslamla Türk düşüncesi gelişmeye başlamıştı. Bunun için bir çok medrese açılmış, büyük bilim adamları yetişmişti. Bu düşünürlerden biri de Ahmet Yesevî idi. Ahmet Yesevî düşüncelerini anlatmak için, o dönemde ki geleneği bozarak, Arapça veya Farsça’yı deiğil, Türkçe’yi kullanmıştı. Hece vezniyle yazdıgı şiirlerle görüşleri hızla yayılmıştı . Yesevi’nin “Hikmet” olarak adlandırılan ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, kutsal bir kitap olarak elden ele dolaşmıştı.
Ahmet Yesevî Hocamızın,
Benim hikmetlerim hadis hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir.
Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı,

diye başlayan şiirini bilirdiz he m i? Diye sormuştu Ahmet Han’a
-beliğ şeyhim helbette biliriz, deyü cevap verdi Padişah…
Şeyh Hüdai Efendi anlatgmaya devam etti, Ahmet Yesevî Hocamız da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir ve ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir. O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir. Çünkü; Aşk'sız kişi gerçek insan değildir.

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
Aşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin
Gönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayın
Ağlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim.

Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,
Resûlullah sözün dedim mânâ hani.
Diyen Yesevî, Hikmet adlı eserinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini,insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak şöyle anlatır.
Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,
Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,
Muhabbetin şevki ile can vermese,
Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok.
…………………………
Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,
Ondan sonra erenlerin yolunu sor,
Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,
Bu yollarda can vermesen, imkânı yok.
"İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir. " diyen Yesevî, bir hikmetinde:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.
……………………….
Demektedir.
Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdi. İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir. Herşey insan içindir. O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır. Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir. Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir. Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir.
Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı verir. Bunlara karşı,
"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsız
Namahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;
Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil saf
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.
Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;
Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;
Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.
…………………………….. der
Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır. Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır. " demiştir. Bir başka Hikmet'inde ise
İlim, iki inci, beden ve cana rehberdir
Can âlimi Hazret'ine yakındır
Muhabbetin şarabından içer
Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,
demiştir.
Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:
1. Allahın varlığına ve tekliğine inanmak,
2. Kur'ana uymak,
3. İslâm'a dayalı yolda yürümek,
4. İnsanın kendisini disipline etmesi,
5. Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak
olarak özetliyebiliriz.

Ahmet Yesevî Türk dünyasında ilk tarikatı kuran bir fikir ve düşünce adamıdır. 12. yüzyılın başlarında yalnız Türkistan'da değil, bütün İslâm Asyası'nda fikirleri yayılmış, şiirleri ağızdan ağıza dolaşmıştır. Bilinen ilk mutasavvıfımızdır. Türklerin dinî ve edebî tarihinde bu kadar geniş bir çevreye tesir etmiş başka bir şair ve mutasavvıf yoktur.
İslam’ın değerlerini Türk kültürünün değerleri ile kaynaştıran Yesevi’nin görüşleri, özellikle bozkırlarda yaşayan Türk boylarının İslamiyet’i benimsemesini kolaylaştırmıştı.

Ahmet Yesevi, görüşlerini “Dört Kapı” olarak bilinen şu ilkeler üzerine kurmuştu: “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat” Dört Kapı’yı, İslamiyet’ten önceki kutsal sayılanTürk inançlarıyla bağdaştırmıştı. Bunlar Doğu, Batı, Kuzey ve Güney yönleridir, dört renk; Mavi, Beyaz, Siyah, Kızıl ve dört kutsal varlık; Ağaç, Demir, Su ve Ateş ile simgeleştirilmişti. Eski Türk inancına göre, evrenin ve insanın özünü oluşturan dört öge de: Adalet, Kudret, Akıl ve Uyum dur.
Dört Kapı ilkesi Hacı Bektaş Veli’nin görüşlerinin de temelini oluşturmuştu. Hacı Bektaşi Veli her bir kapıya onar makam eklemiş ve “Dört Kapı, Kırk Makam” olarak adlandırılan ilkeler bütününü ortaya çıkmıştı.
Bu şeriat güç olur
Tarikat yokuş olur
Ma’rifet sarplık durur
Hakikattir yücesi
Dört Kapıdır Kırk Makam
Yüz altmış menzili var
………………..
Erenlere velayet derecesini açan Dört Kapı Kırk Makam, Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaş Veli’ye uzanan çizginin somut örnegidir.
“Kul Tanrı’ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur” der.
Hacı Bektaş Veli, eski Horasan topraklarının merkezi sayılan Nişabur’da doğmuş ve yetişmişti. Sufiler olarak adlandırılan bu zümre, İslam inancının dış anlamlarının değil, özünün ya da iç anlamının önemli olduğunu ve bu iç anlama yalnızca bilgi yoluyla ulaşılamayacağını, insanoğlunun gerçek bilgiye sezgi yoluyla erişebileceğini savunmuştu. Bunun için de islamiyet’i sadece katı kurallardan ve bu kuralların dış anlamlarından oluşan bir inanç sistemi olarak değil, iç anlamlarına erişilmesi gereken bir inanç sistemi olarak görmüştü.
Hacı Bektaşi Veli “makam”ları şöyle anlatır:
Tarikatın, tasavvuf yolunun ilk makamıdır. Bir alime canı gönülden bağlanıp, tövbe etmektir. Tövbe, canı gönülden olan pişmanlıktır ve mutlaka yapılmalıdır. Tövbe ederken gözyaşı dökmelidir. Tövbeyi kabul edecek Allahü Tealadır. Tövbe ettikten sonra O'na tevekkül etmelidir.
İkinci makamı, talebe olmaktır.
Üçüncü makamı, mücahede, nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Dördüncü makamı, hocaya hizmettir.
Beşinci makamı, korkudur.
Altıncı makamı, ümitli olmaktır.
Yedinci makamı, şevktir ve fakirliktir.
Marifetin,
birinci makamı edep,
ikinci makamı, korkudur.
Üçüncü makamı, az yemektir.
Dördüncü makamı, sabır ve kanattır.
Beşinci bakamı, utanmaktır.
Altıncı makamı, cömertliktir.
Yedinci makamı, ilimdir.
Sekizinci makamı, marifettir.
Dokuzuncu makamı, kendi nefsini bilmektir."

Hacı Bektaşi Veli’nin temsil ettiği hoşgörü anlayışı ile din, dil, ırk farklılıklarını çatışma aracı olmaktan çıkaran yaklaşımı, Anadolu’daki herkesi kucaklamaya başlamıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişme yıllarında Osmanlı Padişahları ile Hacı Bektaş Veli’ye gönül verenler arasında yakın bir işbirliğinin kurulduğu görülmürştü. Bu işbirliği, daha çok “Savaşçı Gazi Dervişler” olarak belirmişlerdi. Düşman üzerine atılan korkusuz evliya hüviyetli bu dervişler Orhangazi zamanında tekkeden ayrılarak gazalara katılmak üzere Osmanlı topraklarının genişlemesine katkıda bulunmuşlar, hatta Bursa’nın fethinde ön saflarda cenk etmişlerdi.Yeniçeri teşkilatının Bektaşi kültürüne bağlılığı da buradan kaynaklanmaktaydı.
Osmanlı ordusunun çekirdeğini teşkil eden yeniçeri askerinin Hacı Bektaş Veli görüşlerinin manevi niteliklerini taşıması istenmiş ve bunun için de dönemin postnişi, yani bektaşiliği temsil eden Şeyh, Hacı Bektaş Veli adına kutsanmış ve eğitilmişti..
Ahmet Han
-Aziz Şeyhim, Hacı Bektaşi Hazretlerinin, yeniçeri ocağında ezberletilen öğütlerinini bize ezberletmişlerdi.
-Sultanım, bazı öğütleri akızda kalmış mıdur? Say gelsün,

• Doğruluk dost kapısıdır.
• Düşmanızın bile, insan olduğunu unutma.
• Düşünce, davranış ve sevgiyi, Allah lezzeti olarak tadın.
• Edeb elbisesini, sırtızdan ölünceye kadar çıkartmayasuz.
• Elden gelen her iyiliği, herkese yapasuz.
• Eline, diline, beline sahip ol.
• Hakikatın ilk makamı, toprak olacağımızın bilinmesidür.
• Hamı pişiremezsen bari, pişmişi ham etmesün.
• Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayasuz.
• Hükümdar (idareci), ancak adâleti ile muaffak olur.
• İçi murdar kimseyi ne kadar dıştan yıkasaz arınmaz.
• İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktur.
• Îmanın kemâli, âhlak güzelliğidür.
• İncinsen de, incitme. İnsan dilinin arkasında gizlidür.
• Nefsine ağır geleni, kimseye tatbik etmesün.
• Oturduğun yeri pâk et, kazandığun lokmayı hak et.
• Özünde ve sözünde temiz olmayanların, îmanı tam değildür.
• Sevgi ve acıma, insanlık; hiddet ve şehvet ise hayvanlık vasfıdur.
-sultanum, tarikatlarla ilgili bazı rivayetler vardur. Doğruluğu tartışılur, amma gene de bilip, rivayet olduğu, akıldan çıkarılmamalı.
-meraklandım Şeyhim, ne imiş bu rivayetler?
-şöyle derler: “ Hacı Bektaşi Veli tarikatına girmeyi kabul eden her dervişin kulağına delik açılarak bir küpe takıldığı, bu küpeye Menkuş dendiği, Yavuz Sultan Selim Han’ın kulağındaki küpenin de aynı tarikatın sembolü olduğu rivayet edilir. Gene rivayete göre tarikatın şartlarından biri de hiç evlenmemekti. Eger biri gizlice evlenirse, bu da duyulursa Pir Balım Sultan küpeyi çekerek alır, müridin kulağı yırtılırdı. Yırtık kulaklılara da « Kulağı Kesik » denirdi.”
Osmanlı Devletinin kuruluşunda beylikle yakın ilişkisi olan, hatta Osman Beyle kızını evlendiren Ahi şeyhlerinden Şeyh Edebali ve onun dervişleri olan Kumral Dede, Geyikli Baba, Somuncu Baba ve diğer Rum Abdalları bu yolla da Hacı Bektaş Veli’nin görüşlerini benimsenmişlerdi..
Ahi Şeyhliği'nin Şeyh Edebali’den sonra kime geçtiği bilinmemekle beraber daha sonra Sultan Murad Hüdavendigar’a geçtiği tesbit edilmiş; Sultan Murad Hüdavendigar bir icazetname ve vakıfname ile Ahi Şeyhliğini Gelibolu’daki Ahî reislerinden Ahî Musa’ya vermişti.
-”. ahilerimden kuşanduğum kuşağı Ahî Musa’ya kendü elümle kuşadup Malkarada ahî diktim ve bu Ahî Musa veya evlâdlarından kimesneyi ihtiyar idüp ya akrabalarından veya güğeygülerinden ahilik icazetin virüp bizden sonra yerümüze ahî sen ol diyeler ki bunlar fevt olduktan sonra şerhle sabit ve zahir ola....” kaydı buıunmaktadır.

*Hacı Bektaş Veli’nin öğrencileri arasında Taptuk Emre’nin de önemli bir yeri vardır. Söyleyişe göre, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre’yi yetiştirme görevini Taptuk Emre’ye vermiş.
En büyük tasavvuf erlerinden ve Türk dili ve edebiyatı tarihinin en büyük şairlerinden biri olan Yunus Emre'nin hayatı ve kimliğine dair hemen hemen hiçbir şey kesin olarak bilinmemektedir. Yunus'un bazı mısralarından ve kendisine ait olan, Risalet-ün-Nushiyye adlı eserini 1241 yılında yazmış olması ve 1321 tarihinde vefat ettiği bilinmektedir.
Yunus Emre kültürümüzün en değerli yapı taşlarındandır. Zira Yunus Emre, sadece yaşadığı devrin değil, çağımız ve gelecek yüzyılların da ışık kaynağıdır. Allah'ı ve cümle yaradılmışı içine alan sonsuz sevgisinden kaynaklanan fikirleri, dünya üzerinde insanlık var oldukça değerini koruyacaktir
Yunus Emre'nin, Yunus Emre oluşu şöyle anlatılır: Yunus adında, rençberlikle geçinir, çok fakir bir adam vardı. Bir yıl kıtlık oldu.Yunus'un fakirliği büsbütün arttı. Nihayet birçok keramet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip yardım istemeyi düşündü. Sarığının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) toplayıp dergaha gitti. Pirin ayağına yüz sürerken hediyesini verdi; bir miktar buğday istedi. Hacı Bektaş ona lütufla muamele ederek, bir kaç gün dergahta misafir etti. Yunus geri dönmek için acele ediyordu. Dervişler Pir'e Yunus'un acelesini anlattılar. O da: "Buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi?" diye haber gönderdi. O buğday istedi. Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: "İsterse o alıcın her tanesince nefes edeyim!" dedi.
Yunus:
-buğday isterim, diye ısrar ediyordu.Hacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi:
-İsterse o alıcın her çekirdeği sayısınca himmet edeyim" dedi.Yunus yine
-buğday istiyorum, diye ısrar edince; Veli emretti, buğdayı verdiler. Yunus dergahtan uzaklaştı. Yolda yaptığı kusurun büyüklüğünü anladı. Pişman oldu. Geri dönerek kusurunu itiraf etti.
O vakit Hacı Bektaşi Veli,
-onun kilidi Taptuk Emre'ye verildi. İsterse ona gider, dedi. Yunus bu cevabı alır almaz hemen Taptuk Emre'nin dergahına koşarak kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı.
Salihli kazası civarında "Emre" adlı, yetmiş evlik bir köyde. taştan bir türbenin içinde,
Taptuk Emre ve çocukları ile torunları yatmaktadır. Türbenin eşiğinde de, bir başka mezar vardır. Bu,Yunus'un bir çok mezarlarından biridir. Yunus Emre kapı eşiğine kendisinin gömülmesini vasiyet etmiş...Şeyhini ziyaret edecekler, kendi mezarını
Babam, Kabe’yi yaptı,Taşı aldı Dünya’dan.
Ben geldim, Gönül yaptım, Kapısı Bütün İnsan.
Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük düşünürlerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sisteminden, görüşlerinden kısa bir iki örnek:
"Bu inanç sisteminde tek varlık Allah'dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur. Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir. Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket, iş, oluş onun güzel isimlerinden birinin belirişidir.

Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez

Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur.

Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden,
Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım."
"Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım,
Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım."

* 3.gazi.edu.tr

Yıldırım Beyazıt ile Emir Sultan arasında da çok olumlu bir ilişki vardır. Horasan Erenlerinden olan Emir Sultan, Bursa’ya yerleşmiş,. Beyazıt kendisine gönül vermiş ve yoldaş olmuşlar. Emir Sultan’a Yıldırım tekke inşa edmiş, bu da Osmanlıda padişahın bir şeyhe yaptırdığı ilk tekkedir. Yıldırım Beyazıt’a “yıldırım” lakabının Emir Sultan tarafından verildiği söylenir.
Mevlana Celalettini Rumi’nin kurduğu “Mevlevilik” ölümümden kısa bir süre sonra “Tarikat” olarak ortaya çıkmıştır. Mevlana Muhyiddini Arabi’nin “Vahdeti Vücut” anlayışını benimsemişti (çoklukta teklik). Mevlana, İnsanları sevmenin Allah’ı sevmek olduğunu, sevginin temel kurallarının da hoşgörü ve bağışlamak olduğunu ifade etmiştir. Mevlana Şemsi Tebrizi’den etkilenmiş, Mevlevilik te sünni bir tarikat olarak daha çok aydın çevrelerin ilgisini çekmişti. Padişahlarımızın bile bir çoğu Mevlevi tarikatındandı.
Osmanlı Ülkesinde, Orta Asya’da, Buhara’da sünni çevrelerce Mogol Prens’lerine tepki olarak doğmuş olan Nakşibendi’lik Osmanlı Sultanları’nın da iltifat ettiği bir tarikat olarak yaşıyor.
Sultan Ahmet Han, Şeyhin sözünü keserek,
-Aziz Şeyhim benim yüreğimi yakan, acısını hep içimde hissettiğim Alevilik, Kızılbaşlık yani Ehli Beyte yapılan haksızlıklar İslam tarihinin en talihsiz olayıdır bilirsiz.
-Çok haklısız Yüce Sultânım. Alevilik olayı İslam Aleminin acı bir kaderidir. Taa altıncı asırda, daha Türkler Müslüman olmadan önce, Hz. Ali ile Hz Muaviye’nin “hilafet” sırası ve tercihleri üzerine, Mekke’de Haşimi ve Emevi kabilelerinin görünmez rekabeti, boy ölçüşmesi ve Sıffin savaşı ile müslümanlığın kaderi olarak su yüzüne çıkmış, Emevi Müslümanlığı bu ayrılığı derinleştirmiştir.
Sultan Ahmet Han Şeyhinden,
-Şeyhim bu meseleyi senden ilk kez duyarum. Sizin gibin ilim irfan sahibi, ufku geniş şeyh Hazretlerimin bakışı, görüşü, deyişi bencileyin çok mühimdür. Biraz daha teferruatlı bahseder misiz?
-Sultanum, “Türkler’in islamiyeti kabul edişlerinde Ehli Beyt sevgisine dayalı akımlar daha etkili olmuştu. Bir başka deyişle, Türkler islamiyeti Ehli Beyt yaklaşımı doğrultusunda ortaya çıkan tasavvufi akımlar aracılığıyla tanımış, benimsemiş, kopuzla terennüm etmişti. Buna rağmen Müslüman Türklerin çoğunluğu Sünni idi. Ancak kimesne ne Sünnilik iddiasında bulunmuş, ne de Aleviliği reddetmişti. Türkler sadece Müslüman olmuşlardı. Bu nedenle İslamın yüceliğini içlerine sindirmeleri kolay olmuştu. Selçuklu döneminin sonlarına kadar Şiilik’e pek rastlanmamıştı. Müslüman Türkler Hz. Peygamberin Ehli Beyt’ine (ev halkına, yani Hz. Fatıma, Hz.Ali, Hz.Hasan ve Hz. Hüseyin’e) özel bir yakınlık duymuş, Onların şehit edilmesine, haksızlığa uğramış olmalarına gönülleri asla razı olmamıştı.
Safevi devletinin kurucusu Türk asıllı Şah İsmail, Osmanlı yönetimden hoşnut olmayan, fakir konar-göçer Türk köylülerini koruyordu. Onların Ehli Beyt’e karşı olan saygı ve sevgilerini, Hz.Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, on iki imam, Kerbela matemi gibi motiflerleri işliyordu. Halife denilen adamlarını Anadolu’ya salarak, eski dinleri olan Şaman’lıktan kalma inançları ile de süsleyerek, dünyada mutlu bir hayat, ahirette de cenneti müjdeliyordu. Giderek Halifeler baskı ve telkinlerini artırmış, Aleviler süni topluma ve merkezi yönetime karşı olmuş, bu karşı oluş zamanla düşmanlığa dönüşmüştü.
Bu olayda Osmanlı yönetiminin de hataları vardı. Osnamlılar Hıristiyan, Yahudi ve diğer gayri Müslimlere tanıdıkları tolerans ve hoşgörüyü Alevilere göstermemişlerdi. Kendi soyundan gelen bu asil ırkın çocuklarını bir takım sapık emelli şahısların istismarına terk etmiş, sonra da sırf Alevi oldukları için hem aşağılamış, hem de toplumdan tecrit olmalarına sebep olmuşlardı. Zaman zaman meydana gelen isyanlar kanla bastırılmış, böylece Alevi denilen Müslüman Türk ile sünni denilen Müslüman Türk arasına kan girmiş, düşmanlık girmiş, din ve mezhep davası yerine kan davası güdülür olmuştu… her şeye rağmen Osmanlıda Aleviler üstüne şiddet baskı hiçbir zaman devlet politikası olmamıştı.
Ehli Sünnet peygamberin yolundan gitmektir. Bu manada hiç bir Alevi Peygamberin yolunu (Ehli sünneti, yani sünniliği) inkar etmemiştir, Aslında Aleviler’de ehli sünnete bağlıydılar.
Yezitliğe gelince; Yezit, Kerbela'da Hz Hüseyin'i şehit ettiren ve Hz Hüseyin'in kafasını kestiren Emevi hükümdarı dır. Peygamberimize ve ilk Müslümanlara büyük işkenceler yapan Ebu Süfyan ile Hz Hamza’nın ciğerini kemiren Hind’in torunudur. Onun Ehli Beyt’e karşı işlediği kötülüğü, yüklendiği günahı hiçbir müslüman asla affetmez. Aleviler’in Sünni dedikleri müslümanlar en az Aleviler kadar “Yezit” ten nefret ederler.
Alevilerin de Kitabı, Kuran’ı kerim, peygamberi Hz. Muhammet’ir, Sünnilerin ki de.
Türk Alevilerle, Türk Sünniler hem ırk olarak, hem din olarak birdirler. Aralarında, görünürde hiçbir ayrım yoktur. Ama Türk birliğini parçalamak isteyen bozguncuların kışkırtmaları sonucu, birbirleri ile asla anlaşamayacak gibi görünen iki mezhep oluşmuştur. Bu konuda tamamen suçsuz olmalarına rağmen en çok zararı "Türk"ler görmüş ve hala görmektedirler. Aynı Allah’a, aynı Peygambere ve aynı Kitaba inanan, Hz. Ali’yi, Ehli Beyt’i canı kadar seven, Kerbela’yı matem edinen, Yezidi lanetleyen tüm Sünni ve Alevi Türkler kardeştirler. Kardeşliklerini unutmayıp, aradaki bozguncuların maskelerini düşürmelerinin zamanı çoktan gelmiş ve geçmiştir. Gerçekten kendini Türk sayan ve Türklüğüyle mutlu olan her kesin aramıza nifak tohumu eken bu bozguncuları tanıyıp, kendi nifak denizlerinde boğulup yok olmalarını sağlamalıdırlar.
Sonuç olarak Sultanum, bugün Alevilik bir Türkmen yorumudur. Ahmet yesevî, Hacı Bektaşi Velî ve Yunus Emreler bu yorumun yetiştirdiği birer abidedirler. Onlar İslamın ruhuna ulaşıp, dünyaya oradan bakmış, oradan bizlere imanın zevkine varıp, sevgi ile yaşamayı öğütlemişlerdir.
Başka bir ifade ile, sonradan monte edilen bazı saçmalıklarını saymazsaz, Kitap ve Sünnetten ödün vermeyen, bir Türk yorumu olmuştur.
Şimdi yapılması gereken en mühim iş, Alevileri horlamadan, katiyyen ayırım yapmadan en az gayri Müslimlere reva görülen tolerans ve hoşgörüyle bakmalıyız.. İnançların Allah ile kul arasında olduğunu unutmayup, kimesnenün bizim gibin düşünmek zorunda olamayacağını bilmeliyiz.
“Türk hükümeti”, “Türk ordusu”, “Türk ülkesi” deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. Çünkü, Osmanlılarda “Türklük ve millyetçilik” gib kavramlarla alevi türkmenleri kastediliyordu. Osmanlı’yı idare eden bu devşirme yöneticiler kendilerini asla devletin sahibi görmüyor, devletin asıl sahibi olan, küçümseyip horladıkları Türkmenleri kendileri için ciddi bir tehlike sayıyorlardı.
Oysa Türkler hiçbir zaman beraber yaşadıkları ırk kavim ve şahısları kendilerinden ayırmamış, Onları soyutlamamış, azınlık gibi bile görmemişlerdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder