1 Aralık 2009 Salı

21.VURGUN YEDİ

Diyaribekir sancağı muhafızı Hüsrev Paşa, Diyaribekirde mimarlık hizmetleri yaptıracaktı, iyi bir mimar ve ustalara ihtiyacı vardı. Bunun için Hafız Ahmet Paşa’dan adam istemişti. Hafız Ahmet Paşa, bu iş için Kabe’nin tamirinde Sedefkar Mehmet Ağa ile güzel işler yapan Mimar Ahmet Ağa’yı tavsiye etti. Mimar Ahmet’in kale teftişinde kendisine haksızlık edildiğini, asıl mesleği olan mimarlık hizmeti için Hüsrev Paşa’nın mahiyrtinde iyi işler yapabileceğini düşünüyordu, Uyvar kalesinde uğradığı rezaletten dolayı telef edilmesine gönlü razı olmuyordu. Durumu Hüsrev Paşa’ya anlattı. O da Ahmet Ağa hakkında bilgi topladı. Enderun çıkışlı, Sanatkar, dülger, mimar, şair ve müzisyen olduğunu, öğrendi, çok beğendi. Diyaribekir’e gelmesi için haber saldı.

Mimar Ahmet Ağa Bursa’ya uğradı, Ali Rıza Paşa ile bir iki gün beraber olacak, Fahriye’den yeni haber alacak ve Diyaribekir’e gitmek üzere yoluna devam edecekti. Ali Rıza Paşa’nın konağına gitti, oturdu kahve içti, hoş-beş ettiler. Fakat Ali Rıza’nın davranışlarından, bakışlarından daha doğrusu gözlerini kaçırıp, Ahmet’in yüzüne bakmayışından kötü haber sezdi, Fahriye’nin hasta olduğunu biliyordu ve ilk sorusu
“-öldü mü? Oldu.

Ali Rıza Ahmet’e Fahriye’nin kaçırılmasını nasıl açıklayacağını düşünüp dururken, Ahmet’in olaya en uygun yorumu yaptığını gördü ve hiç tereddütsüz
“-Evet Fahriye Sultan öldü !!!.. dedi.
Buz gibi bir hava oldu... zaman durdu... havada uçuşan toz duman, böcek, kuş, herşey durdu...kimse bir şey konuşmadı, yahut konuşamadı...
Mimar Ahmet Ağa vurgun yemişti...böyle bir cevaba hazır değildi...böyle bir kadere de müstehak degildi...insafsız avcının beyninden vurduğu bir av gibi sendeledi, çırpınmadan can verdi. Yere yığılmadı ama kendini de dik tutamadı, iliştiği sekinin ucunda kaldı... Başkaca soru sormayı hiç düşünmedi... o yoktu artık, Ahmet’i ilgilendiren hiç bir şey de yoktu...bom boş, manasız ve yalın bir dünya kalmıştı geride. Ahmet bu ölüme sebep olan her ne ise her şeye lanet ediyor, herkezi suçluyordu. Ali Rıza’yı da suçluyordu, evden hoşnutsuz ayrıldı. Kendi evlerine gitiğinde Annesi Behiye Hatun’u kendisini bekler buldu, İbrahim Ağa epey yaşlanmıştı, erken yatıyordu, çoktan uykuya dalmıştı. Annesiyle de konuşmadı, erken yattı, uyku tutmayan gözlerinin önünden Fahriye’de hiç ayrılmadı, yaşmağını örtmemiş, yüzünün kızarıklığı gitmemişti, yüzünü avuçlarının içine alıp, gözyaşları ile karışık gülüşünü görebilmek için ölmek dahil ne varsa verecekti...günler boyu düşündüğü Fahriye yok olmuştu, O da yok olmuş gibi hissediyordu kendini …
Mimar Ahmet Ağa günlerdir at sırtındaydı. Geceyi geçirmek için kervansarayda mola verdi. Kervansaray altlı üstlü odalardan oluşan, ocaklı, mescidli, hamamlı, ahırlı, haremlikli ve selamlıklı, demir kapılı , eyvanlı bir taş bina idi. Her gün her gece kapıcıları, bekcileri, ahçıları, sağlıkçıları yolculara hizmette kusur etmezlerdi. Eli açık , kapı ardına kadar dayalı idi. Içinde birer ay kalanlar dahi dua dan gayri bir kuruş ödemeden konup göçerlerdi. Atı tımar edilmiş, dinlenmiş, azıkları kuzu dağarcıklarına koyularak sırtlarına bağlanırdı. Her günün azığı kervansarayda ki alet- taam yemek ıdı.. Yani o gün konan da göçen de o taamı, o yemeği yiyecekti...ekmek, peynir, tereyağı, tuz ve ayran sabit tarife idi, bunun yanında ya bir tatlı olur, ya bir etli olurdu..azığını beline bağlayıp kervansaraydan ayrılacak olan yolcuya
“- eşyaların tamam ve saglam mı” diye sorulurdu, olumlu cevap alınrsa dua edilerek yola vurulurdu. Değil ise tazmin olunurdu. Ancak hiçbir kervansarayda kimsenin malı eksik çıkmamıştı.
Burası Selçuklulardan kalma Aksaray daki Sultan Kervan Sarayı idi. Revakları sivri kemerlerle bir birlerine bağlanmıştı. Eyvanda sohbet ederek dinlenen yolcuları eyvanın iki yanında iki asma agacı şemsiye gibi gölgeliyordu …önlerindeki havuzda küçük küçük yuvarlaklar oluşturan sular huzur, fiskiyesinde oynaşan sular canlılık , neşe veriyordu. havuzun ettrafındaki gülden karanfile, renga renk çiçekler eyvanda oturanların dünyalarını renklendiriyor, akşamları güneşin batışını izlemek doyumsuz bir güzellik ve rehavet katıyordu.
Ahmet yorgundu…kalbi Bursa’da gömülmüş, ruhu uçmuş, bedeni boş kalmıştı. Gülmüyor, sevinmiyor, üzülmüyor. .. bazen kervansarayın mimari yapısına gözü takılıyor inceliyor, daha çok eyvanda akşamın son güneşini seyre dalıp, akşam namazı vaktinin girmesini bekliyor, güneşin renkleri ruhunda solup gidiyordu….
Refik Mimar Ahmet Ağa’yı aramaya başlamış, Bursa taraflarında izine rastlamış, takibe alıp, birkaç kere pusu kurmuş, Ahmet her seferinde kurulan pusudan kurtulmuş ama takipten kurtulamamıştı, çünkü peşinde kimin ve neyin olduğunu bilmiyordu. Anadolu'da buna "Çiğ yememiş, karnı ağırmıyordu" derler. Refik adamlarını Ahmet’in peşine takmış, bu handa kıstırmıştı. Ahmet saçı sakalı birbirine karışmış, asker kaçağı, eşkıya kılıklı adamları fark etmiş, biraz şüphelenmiş, daha tedbir almaya fırsat bulamadan, çevresini saran haydutların arasında kalmış, sonunda Ahmet Refk’in eline düşmüştü.
Refik,
-sen kimsün, nesün?
-benim kim olduğum senin üzerine vazife midür? Hadi diyelim ki mimarım, ne var bunda? Ahmet’in pervasızlığı Refik’in hem hoşuna gitmiş, hem de Onu ürkmüştü.
-sen ne denlü mimarsun ki ahalinin başuna bela olurmuşun.
-Ben kimesnenin başuna bela olmadım. Kimseyle de bir nizam yoktur. Sen yanluş adam bellemişün.
-devletün koca vezirü yalan mı söyler?
-devlet-i Osmaniye’nin vezirlerine yalancı diyemem amma, bana atılan iftirayu kim attu ise o yalancıdur. Seni benim üstüme salan Vezir Nasun Paşa ise durum daha başkadur.
-başka olan nedür?
-bunu sen dahi anlamazsun

Refik hızlıca kamasına davranıp,
-heeet breeeh…diye nara atarak Ahmet’e yüklenmiş..
Sen koca Nasuh Paşa’ya yalancı dersün haa? senün katlin vacibtür, deyip saldırmış. Ahmet bu eşkıya sürüsünü tanımadığı için saldıracaklarını da hesaba katmamıştı. Refik’in adamları da yardım edince birkaç hançer darbesiyle Ahmet’i yere yıkıp kanlar içerisinde bırakmışlar, etraftan yetişenler araya girip kurtarmışlardı. Refik, Ahmet'in ölmeyecek yerlerine vurmuştu. Kervansarayın adamları ile Refik’in adamları bir süre vuruşmuş, sonunda Refik ve adamları kervansarayı terk edip, kaçmışlardı.
Ahmet ikinci vurgunu yemişti.
Kervansaray’ın tabibi Cem Efendi Ahmet’i tedavi etmeye başladı. Yaralarını yıkadı, temizledi, sardı. Ahmet özel bakıma alındı. Ahmet’in hayatı kurtulmuştu ama yaralıydı. Bir hafta tedavi gören Ahmet ayağa kalktı, ikinci haftada tamamen iyileşti ve yoluna devam edecek duruma geldi. Üçüncü hafta Kervansaraydan ayrıldı, Kervansaraydan yanına bir bekçi kattılar birlikte yolculuk ettiler. Bekçi ondan sonraki kervansaraya teslim edip, geri döndü. Diyaribekir’e kadar yolculuğu böyle devam etti.
Mimar Ahmet Diyarıbekir’e geleli epey olmuştu. Günler geçiyor hiç bir iş yapmıyor, nereden ve nasıl başlayacağını henüz kestiremiyordu. Asıl kafasını karıştıran konu da Nasuh Paşa’nın bir kader gibi, bir gölge gibi Onunla beraber olması, her gittiği yerde Ona raslaması, yahut Onunla ilgili bir şeylerden etkilenmesiydi. Şimdi Ahmet Diyaribekirde idi, birkaç yıl önce Nasuh Paşa bu kışlanın komutanı idi.
Hüsrev Paşa yamacına alıp,
-bu ne haldür bre Mimar oğlum. Sen ki yaman bir mimar, eyi bir sanatkarsun. Çok methini işitmişüm …adam de, adam vereyüm, zeman de, daha bekleyeyüm , aklunun arkasında ne varsa onları de bana, gücüm kuvvetim elverdiğince halledeyüm , seni böyle mahzun görmek istemezük. Keder, üzüntü, ayruluk olmasa ; onlarun tersi olan neşe, muhabbet ve vuslatta olmazdı…Korkarak yaşamayasun…korkunun bir sürü çocuğu vardur. Kıskançlık, kin, nefret, bütün kötülükler onun gardaşlarudur…benim yanımda heç bir şeyden ve heç bir kimesneden korkmayasun sakın. Gayri göster kendini dedi.
Ahmet hem sıkıldı, hem de utandı ve kısa zamanda Diyaribekir kışlasının yıkılan burçlarını onardı…Hüsrev Paşa yapılan işi beğendi, Ahmet’in de kendine gelmesine sevindi.
Diyaribekir’de askerin rahat edeceği bir kışla yoktu. Mevcut kışla çok eskimiş, her tarafı dökülüyor, hem de askere yetmiyordu. Askerin yattığı bina ayrı, yemek yediği bina ayrı, talimgah ayrı yerdeydi. Hüsrev paşa iyi bir kışla binasına ihtiyaç olduğunu, bunun için gerekeni sağlanacağını söyleyip Mimar Ahmet Ağa’dan yeni bir kışla yapmasını istedi. Ahmet bu hizmeti memnuniyetle karşılayıp ihtiyaçlarını bildirdi. Taş ustası, marangoz, demirci ve amele gerekti. Taş bina yapacaktı. Bolca taş ve diğer gerekli malzemeyi tesbit etti. Hüsrev Paşa hepsini halletti. Ahmet, Paşa’nın istek ve gayretine karşı kendisi de gayrete gelip işe sıkı sarıldı. Paşa’nın istediği planda ve istediği ölçülerde ordumuza yaraşır güzel bir kışla binası inşaatına başladı. Günler, aylar, yıllar geçiyor Paşa inşaatta akşam edip, sabah namazı ile amelenin başına dikiliyor. Mimar Ahmet Ağa, taşın yontulmasından horasanın hazırlanmasına, ustanın istirahatinden, amelenin gayretine kadar her şeye vaziyet ediyor, ölçüyor, biçiyor, koyup kaldırıyordu. Ahmet Ağa’nın büyük mimar olduğunu anlamamak mümkün değildi. Hüsrev Paşa akşamdan sabaha Mimar Ahmet Ağa'yı izliyor, izlemekten zevk alıyordu...
Önce camisini yaptı kışlanın. Kocaman kubbesi olan, beşyüz askerin ibader edebileceği görkemli bir cami oldu. Hüsrev Paşa çinisini de buldu, renga renk vitray camlarını da. Cami insana huzur veren, ibadetin zevkini tattıran bir güzel mekan oldu. Ahmet’in’ın namı Istanbula kadar yayıldı...Cuma günü ibadete açıldı. Kılınan ilk namaz Cuma namazı oldu ve Hüsrev Paşa kendisi kıldırdı, içine sindire sindire...
üç yıl gibi kısa bir sürede kışla binası da yavaş yavaş şekillenmeye başladı... Subayından erine herkese yetecek kadar bir kışla binası bütün heybetiyle kendini gösteriyor, her gün Hüsrev paşanın hayranlığı artıyordu.
Hüsrev Paşa Mimar Ahmet Ağa’yı çok beğeniyor ve çok seviyordu. O’nu çok büyük bir mimar, yaman bir sanatkar olarak görüyordu.
Hüsrev Paşa’nın Hasan Keyf’te bir külliyesi vardı. Koca Sinan Ağa’ya yaptırmıştı. Camisi, medresesi, Çarşısı ve hamamı olan çok görkemli ve kullanışlı, çevreye nam salmış güzel bir külliye. Hüsrev Paşa’nın palanladığı, Sinan Ağa’nın inşa ettiği külliye zaten görkemli olmak zorundaydı ve öyle de olmuştu. Ahmet orayı gördükten sonra hem Paşa’ya eser beğendirmekten, hem de Sinan Ağa ile boy ölçüşmekten çekinir olmuştu. Ama sanattan anlayan ve işin kalitesini bilen Hüsrev Paşa Mimar Ahmet Ağa’yı yabana atamadı, Sinan Ağa kadar olmasa bile, kötü olmadıgını düşündü.
Paşa, Mimar Ahmet Ağa’yı evinde ağırlıyor, Ahmetle’le daha çok beraber oluyordu. Kendisi de şair ruhlu olan Hüsrev Paşa onunla şiir, musiki ve mimariden konuşarak hoş vakit geçiriyordu Hüsrev Paşa’nın oğlu olmamıştı, dört kızı vardı. İkisi evlenmiş, her birinden ikişer üçer torun sahibi olmuştu. İki yetişkin, bekar kızı ile eşi Türkan hatun İstanbul’daydi, tez tez de gidemiyordu, O da Ahmet gibi bekar yaşıyordu. Ahmet’i oğlu yerine koydu, evladı gibi sevmeye başladı. Onu koruyor, seviyor ve yakınında tutarak akıl danıştığı da oluyordu. Bir gün Ahmet Hüsrev Paşa’ya
-Sen Paşa’sun, amma görürüm ki çok alçak gönüllüsün. Ne subayına, ne de neferine karşı büyüklük , yükseklük duymazsın, bunlara böyle davranırsın senin sözünü nice kâle alurlar?
Kış bastırmış, kışla inşaatı beklemeye alınmıştı. Hüsrav Paşa, kocaman yün minderin üzerinde biraz daha yayıldı, yün yastığa sırtını iyice yerleştirip, gülümseyerek Ahmet’in yüzüne baktı,
-ben birilerinden yüksekteyim doğru. Amma şu ağaca bak, benden de yüksek, dalları bulutlara ulaşmaya çaluşur. Aha şo bulutlar ağacın üstünden hep uçup gider. Ya bulutların içinden çıkan şimşek, bulutları hiç kâle alır mı? almaaaz. Ruh daha da yüksektedür. Ne bulut, ne şimşek ve ne de kainat ona asla ulaşamaz. Demem o ki, yüksekliğin hududu yoktur evlat. Kim kimden yüksekdür, onu da ancak Mevla bilür. Bizim yüksekliğimiz, kendini Milletine, memleketine adamış, şahadet şerbetini içmeye gelmiş üç garibana mıdur? Varsun onlara da yükseklük olmasun, onlar Paşa’sınu bilir meraklanma sen. dedi,
Hizmet neferini çağırdı,
-Nasır,
kapının arkasında emre amade bekleyen asker, koşar gibi içeri düştü,
-bize içecek ne verürsün, neyin vardur evlat? Selama çakılan nefer bir çırpıda saydı;
-Gül suyu, vişne suyu, limonata, tarçın, karanfil suyu, soguk. Ihlamur, adaçayu sıcak. Paşa Ahmet’e baktı, sıcak içelüm de içimiz ısınsun, Ahmet’te tasdikledi ve iki tas ıhlamur geldi, höpürdeterek içilmeye başlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder