1 Aralık 2009 Salı

1. H İLALLERİN BATIŞI

1.TANRI TÜRK MİLLETİNİ YARATTI

ve korudu.
Türk milletinin adı ve ünü yok olmasın diye Tanrı onlara iyi Kaganlar gönderdi.

Gök-Türk Hükümdarı İstemi Kağan,
“ EyTürk Oğuz Beyleri!...Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin ilini töreni kim bozar? Bil ki Türk Milleti, Türk Yurdu,Türk Devleti, Türk Töresi bozulmaz. Ey ölümsüz Türk Milleti! kendine dön! Su gibi akıttığın kanına, dağlar gibi yığdığın kemiklerine layık ol! ” diye yazdırdı kitabeye.
16 imparatorluk, yüzlerce devlet kurdu…Bir Türkler vardı cihanda bir de diğerleri…
Türklerde halk ile toprak devleti meydana getiren iki unsurdu. Topraksız devlet, devletsiz millet düşünülemezdi.
Güneş devletsiz Türk Milletinin üstüne hiç doğmadı.
Türkler atlı kavimdi. Atlı kavim, at yetiştiren ve hayatı at üstünde geçen, hatta yere atın ayaklarıyla basan kavim demekti. At hız demek, savaş demek, savaşta galibiyet demekti. . At sahibinin rütbesine, makam ve mevkiine uygun giysilerle giydirilip, kuşandırılan, süslenip bezenen insanlaşmış bir dosttu. Kaderi insan kaderine bağlı olan bu duygusal hayvanları Türkler adam yerine koymuşlardı. Onun için de ordular yalnızca insan demek değil, biraz da atlar demekti. Türkler devrin en hareketli ve en etkili askerine sahipti. Çünkü ordularının çoğu atlıydı.

Miladi dokuzuncu asırda, Türkler İslam’ın Hilali ile tanıştı. Karahanlı hükümdar ailesinden Bezir Han’ın oğlu Satuk Buğra Han on iki yaşlarında, Maveraün Nehir ve Horasan bölgesine hakim olan Müslüman Samanlı Devleti şehzadelerinden Nasır Bin Ahmet’le Artuç’ta tanışıp, Ondan İslamiyeti öğrenmiş, “Abdülkerim” adını almış, yirmi beş yaşına kadar orada ki Müslümanlarla birlikte yaşamıştı. Daha sonra Müslüman olduğunu açıklamış, Karahanlı Devletinin Hükümdarı olan amcasını tahttan indirip kendisi hükümdar olumuş, Türk ülkelerinde İslamiyeti hızla yaymaya başlamıştı.
Bu ırk, bu gözü pek, yiğit ve savaşçı millet, ruh yapısı olarak ta yumuşak ve uysaldı. İslamiyet'te fıtratının karşılığını bulmuştu. AyrıcaTürkler ruha ve ruhun ölmezliğine, öldükten sonra dirilmeye, Gök Tengri’ye, yani tek Tanrı'ya inanıyor, Tanrı’ya kurbanlar kesiyorlardı.Türklerin yaşayışlarının İslamın yaşayışına, Türklerin “Tanrı” inancının, İslamiyetin “Allah” inancına yakınlığı, yani “Tevhit İnancı” bu yeni dinin Türkler arasında kolayca yayılmasına, İslamiyeti severek, isteyerek kabul etmelerine neden olmuştu. Abdülkerim Satuk Bugra Han da bu dini Türk imparatorluğunun resmi dini ilan etmişti.
Rivayet olunur ki:*
“Hz. Muhammed Burak'a binip, göklere yükseldiği "Mirâc Gecesinde" gök katlarında kendinden önceki peygamberleri görür, bunların kim olduklarını Cebrail'den sorar öğrenirdi. Bunlardan başka aralarında biri daha vardı Cebrail'e bunun kim olduğunu sorar. Cebrail : " Bu peygamber değildir. Bu sizin ölümünüzden üç asır sonra dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan'da sizin dininizi yayacak olan bu ruh "Abdülkerim Satuk Buğra Han" adını alacaktır. Hz. Muhammed miraçtan döndükten sonra hergün islâmiyeti Türk ülkesine yayacak olan bu insan için dua ederdi.
Bu olaydan üç asır sonra Satuk Buğra Han, Kaşgar Sultanının oğlu olarak dünyaya geldi.
Satuk Buğra Hanın doğduğu gün yer sarsılmış, mevsim kış olduğu halde bahçeler, çayırlar çiçeklerle örtülmüştü. Falcılar bu çocuğun büyüyünce müslüman olacağını söyleyerek öldürülmesini istemişler. Satuk Buğra Hanı, annesi :" Durun hele daha çocuktur. Büyüsün gerçekten Müslüman olursa o zaman öldürürsünüz." diyerek ölümden kurtarmış.
*Ozturkler.com

Selçuk Bey’in kurduğu Büyük Selçuklu Devleti kısa zamanda tüm Orta Asya’ya hakim olmuştu. Türk Hakanlığı tahtına oturan Selçuk Bey’in oğlu Tuğrul Bey zamanında, baş komutan olan kardeşi Çağrı Bey Anadolu kapılarına dayanmıştı. Çağrı Bey’in oğlu Alpaslan bin yetmiş bir yılında, Malazgirt'te Bizans İmparatoru Diyojeni'in ordularını hezimete uğratmış, bir daha çıkmamak üzere Malazgirt’ten Anadolu’ya girmişti. Anadolu Hilal’le tanışmış, Onu çok sevmiş, Hilal de Anadoluyu yurt edinmeyi aklına koymuştu.
Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın akıncıları atlarını Ege Denizinde durdurabilmişlerdi. Bu çağda Anadolu “Türkiye" yani Türk Ülkesi olmuştu. Bu inanılmaz güce karşı Hırıitiyan Avrupa birleşerek, “Haçlı Seferleri” ni başlattılar. Başlattılar da ne oldu? Kılıçarslan’lara, Selahaddin i Eyyubi’lere çarpıp, param parça oldular. Tek kazançları İstanbuldan geçen haçlı askerlerin Ayasofyayı talan etmeleri, götürebilecekleri ne varsa çalıp götürmeleri olmuştu...

Anadolu’ya Türk göçü durmuyor, oba oba akıyordu. Oğuz’ların Kayı aşiretinden Süleyman Şah dört yüz çadırlık oymağını alıp, Anadolu’ya yöneldi. Fırat’ı geçerken öldü. Yerine oğlu Ertuğrul Bey geçti. Tarih bin ikiyüz otuz idi, Anadolu’ya girmişlerdi. Erzincan dolaylarında Yassı Çeşme medyan muharebesinde iki ordu vuruşuyordu.. Ertuğrul Bey bir Türk geleneği olarak zayıf olanın yanında yer aldı, ona destek verdi. Ertuğrul Bey'in destek verdiği ordu, Celalettin Harzemşah’a karşı Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat’ın ordusuymuş. Savaşı Selçuklular kazandı. Sultan Alaattin Keykubat Ertuğrul Bey’e Söğüt- Domaniç yöresini yurtluk olarak verdi.
Selçukoğulları'nın başlattığı Türkiyede ki Türk tarihinin akışını Söğüt-Domaniç yaylasına yerleşen Ertuğrul Gazinin çocukları üstlenmişti. Türkler yeniden bir cihan devletine sahip olabilecekler miydi? Gazi Dervişler müritlerine bu ülküyü telkin ediyorlardı. Bu ülkü bir masalımsı hayal gibiydi. Allah isterse bu Ülkü’nün gerçekleşmesini kim önleyebilir ?

Ertuğrul Beyin ölümü üzerine Beyliğin başına Kara Osman geçmişti.
Daha yirmi üç yaşındaydı. Ertuğrul Gazi gibi, Anadoluyu yurt yapmakta kararlı ve israrlıydı. Dini bütün, yüreği katı, kılıcı keskin Osman Bey ve arkadaşları kısa zamanda çevrelerinde ün yapmış, Selçuklu hükümdarı ve Bizans Kayser’lerinin dikkatini üzerine çekmişti. Selçuklu hükümdarı Osman Gazi’ye Beylik beraatı, kös, tug vererek onu “Bey” yapmıştı. Tarih bin iki yüz doksan dokuzu gösteriyordu. Bu tarih, tarihin unutulmaz bir tarihi olarak tarihe geçti. Böylece dört bin atlı bir orduya sahip Osmanlı Beyliği kurulmuş, bir Uç Beyliiği olarak tarih sahnesine oturmuş, Hilal Anadoluyu yurt edinmişti.

Şeyh Edebali'nin müritlerinden Kumral Dede anlatıyor, “ Tefekkür halinde idim... Birden yanımda Hızır aleyhisselâm belirdi! Osman Gazi’yi kastederek. “O yiğidin istikbali çok parlak” dedi, “Var bul onu ve müjdeyi ver!”
-Nasıl bir müjde?
-Yakında rüyasını görür!..
Abdal Kumral, dergâha koşar. Tekkeye vardığında sohbet başlamıştır. Bir köşeye sokulur, diz çöker. Osman Gazi de oradadır. Genç mücahid kelimesini kaçırmadan şeyhini dinlemektedir...
Edebâlî Hazretleri
-Toprağa bağlanın! der,
-Su kullanın, ağaç dikin, bahçelerinizi elden geçirin.
- Fukaraya sahip çıkın, âlimlere hürmet edin...der,
Gecenin ilerleyen saatlerinde Osman Gazi el öper, müsaade ister. Edebâlî hazretleri gözlerini kısar, geceyi dinler. Sonra nedendir bilinmez.
-Sabah ola hayrola der, “gelin kalın burada!”...
Bu diyarda ona itiraz ne mümkündür.
-Başüstüne der, baş eğerler.
Derhal döşekler serilir... Osman Gazi ayağını uzatıp yatamaz. Zira odanın duvarında Mushaf-ı Şerif asılıdır... Bir köşeye bağdaş kurar, tesbihi ile baş başa kalır. Ama bir ara içi geçer, "Edebâlî Hazretlerinin göğsünden çıkan bir nurun kendini kuşattığını görür. Sonra vücudu çınara döner. Dallanıp budaklanır ve çok büyür. Yaprakları bulutlara varır, kökleri kıtaları tutar. Dağlar ovalar, nehirler, şehirler... İnsanlar bölük bölük gelir gölgesine girerler. Huzurlu ve neşelidirler..."
Osman Gazi rüyanın heyecanıyla gelir kendine... Müezzinin yanık sesi odayı doldurur. Sabah ezanı okunur, Mescide geçerler. Osman Gazi rüyanın tesirindedir hâlâ. Abdal Kumral sorar.
-Ne oldu sana?
-Bir rüya gördüm hocam. Garip bir rüya!
-İyi ya, işte fırsat. Şeyhimize arzeyle!..
-Doğru söylersün!
Osman Gazi, mahcup mahcup rüyasını anlatır. Edebâlî Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından
-Ey oğul. Sana müjdeler olsun! der,
-Göğsümden çıkan nur kızımdır (Bâlâ Hatun). Seni kuşatması evleneceğinize işarettir... Ağaca gelince: Sen büyük bir devlet kuracaksın. Evlatların adaletle hükmedecekler. Allahü teâlâ seni ve neslini insanların İslâm’la şereflenmesine vesile edecek...
Abdal Kumral heyecanlanır.
-Vallahi doğru söylüyorsun! der: Hızır aleyhisselamın bildirdiği müjdeli olay buydu. ialıbu olmalı!”
Osman Bey’in iki kanadı vardı, bir yanına Tekkenin temsicisi Şeyh Edebali’yi, öbür yanına Medresenin temsilcisi Dursun Fakih’i alıp öyle uçmuştu. İslam şuuru ve Türklük gururu Osmanlının kuruluş hamurunun özünü teşkil etmişti...

Şeyh Edebali Osman Gazi’ye şöyle nasihat etmişti,
“ Ey oğul! Beysin!
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana...
Güceniklik bize, gönül almak sana...
Suçlamak bize; katlanmak sana...
Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana...
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak, bütünlemek sana.
Üşengeçlik bize, gayretlendirmek sana,...
Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş yalnızca Bey için yapılmaz.
Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!...
Yalnızlık korkanadır.
Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!...
Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.
Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.
Nereden geldiğini bil ki, nereye gideceğini unutmayasın…Ey Oğul !...
Osman Bey kuruluş yıllarında Allah’a ve insanlara olan yakınlığını, ahenk ve adaletini devlet yönetimine de yerleştirmiş örnek bir, MüslümanTürk Devlet’i kurmuştu.
Osman Bey vefat edip Bursa'da defnedildikten sonra Osman Bey’in oğulları, devlet büyükleri ve Edebali'nin oğlu Ahi Hasan toplanıp,Osman Bey'in mirasını hesapladılar. Koca Osman Bey'den geriye birkaç at, bir kat elbise, ceylan derisinden bir çift çizme, gümüş eyer takımı, tuzluk, kaşıklık ve yüz kadar koyunla birkaç çift de öküz kalmıştı. Osman Bey'in hiç parası yoktu.
Osman Bey’in büyük oğlu Alaaddin Bey: "Atlar Bey’e kalır, koyunlar beyliğin malı olur; geriye paylaşacak bir şey kalmadı ki, neyin payını edelim!" dedi. Orhan Bey,
-Beyimizi belleyelim. Sen büyüğümüzsün, babamızın yeri sana uygundur, diye teklif etti
Alaaddin Bey,
-Karındaşım, cengi sen daha iyi bilirsin, kılıç eline yaraşır, Beylik senin hakkındır. Ben ilimle uğraşarım bu yeter bana, diyerek herkesi yerli yerine koymuş, işi kolayca çözüme kavuşturmuştu. Orhan Bey’den sonra gelen hükümdarlar ve kardeşleri de böyle çözmüşlerdi devlet ve millet işini.

Osman Bey de Orhan Bey’e:
“-Ey Oğul, dinimizin şanını koru. Tuttuğumuz yolu boş bir cenk yolu sanma…..
-Beytül Mali (devletin hazinesini) koru.!.
-Askerinle, malınla gururlanma. Zira onlar Allah yolunda cihat için, milletin işlerinin yerinde görülmesi için verilmiş emanettir.
-Halkından hiç kimsenin malına tecavüz etme...
-Sen de benim yolumdan git ve Kelime-i Tevhid-i çok uzaklara götür...Ve senden sonrakilere böyle nasihat etmekten geri durma…diye vasiyet etmiştir.

Bu vasiyetler Osmanlı Devletinin yasaları gibi olmuştu. Osman Bey ve onun oğulları ve onlardan sonra gelenler Allah'a, ve Onun yüce Peygamberine, son derece bağlı, hatta sevdalı idiler. Bu değerleri kılıçları ve kalkanları, kanları ve canları ile korumuş, emirlerini yaymayı görev bilmişlerdi.
Orhan Bey Bursa’yı feth ettiği zaman dört bin atlı serdengeçtiden, otuz sekiz bin süvariye kumanda ediyordu.
Murat Hüdavendigar’ı Çanakkale Bogazı'nı geçip, Trakya’ya, oradandan da Balkanlar’a yerleştiren ruh “İlay’ı Kelimetullah” Allah’ın adını daha öte ufuklara yayma" sevdasıydı. İstanbul'u feth etmek her Osmanlı Padişahı'nın ideali idi. Çünkü Yüce Peygamberimiz'in:

“ Kostantin (İstanbul) mutlaka feth edilecektir. Onu feth eden hükümdar ne güzel hükümdar, onu feth eden ordu ne güzel ordudur.”
Methiyesine ulaşmak sevdası yatıyordu gönülerinde. Yıldırım Bayazit bu övgüyü kazanmak için Bogaz’ın Anadolu yakasına bir hisar yaptırmıştı. Anadolu Hisarı-Güzelce Hisarı yptırarak fetih hazırlıklarına başlamıştı. Timur belası olmasaydı belki de İstanbul’un fatihi Sultan Mehmet Han'a değil, Yıldırım Bayazit Han'a nasip olacaktı.
Osmanlı Tarihi'nde fetihler kadar, belki de fetihlerden de önemli başka uygulamar da vardı.

Bunların birisi "Töre" ye bağlılıklarıydı:
Osmanlı bir Töre devletiydi. Buna "Kanun-u Kadim" denirdi. Padişahlığın Osmanlı Hanedanlında kalarak, babadan oğla geçmesi bir töre dir. Türkler Orta Asya’dan getirdikleri âdetlerini, gelenek ve göreneklerini Anadoluda da yaşamaya ve yaşatmaya devam etişlerdir

Önemli uygulamalarından bir diğeri; Osnamlı bir " Kanun Devleti" idi.
Osmanoğlu bütün faaliyetlerini Fetva'ya dayanarak yapmıştı. Her uygulama için bir fetva gerektiriyordu. Fetvayı Şeyh-ül İslam veriyordu. Fetva Kitap ve Sünnete dayanıyordu.
Padişahın iki dudağının arasından çıkan söz, yani “ferman” kanun olmuyordu. Her ferman mutlaka bir fetvaya bağlanıyordu. Ferman ile fetva değiştirilemiyordu. Padişah Şeyhül İslamı görevden alamıyordu, fakat Şeyhül İslamın vereceği Fetva Padişahın "hal" edilmesine yani tahttan indirilmesine yetiyordu.
Bursa Kadısı Emir Sultan şahit olarak mahkemeye gelen Sultan Yıldırım Bayezıt Han'a,
-senin içün halk indinde bi namaz, yani namazını kılmayan söylentisü vardur. Bu söylentiyü giderene kadar şahitliğin muteber değildür, şahitliğin geçersizdir. diyecek kadar cesur ve yetkiliydiler.

Önemli uygulamalardan bir başkası;
Devletin "Hakka ve Halk'a" dayalı olmasıydı. Balkanlarda fütuhat yapan Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezıt Han'a Macar elçisi,
-hangi hak ve yetkiye dayanarak Balkanları işgal ediyorsunuz ? diye ukalalık yapmış, Sultan Yıldırım Bayezit Han kendisine yakışan şu cevabı vermişti: Sağ eline Kuran-ı Kerimi, sol eline de kılıcını almış,
-hakkı, aha bu Kitabımız Kuran-ı Kerim'den, yetkiyi de kılıcını kaldırarak, aha bu kılıcumuzdan alıruk. demişti. Yani Osmanlı Devleti'ni yöneten padişahtan, Veziri Azama, Şeyhül İslamdan en küçük sancak kadısına kadar, yetki sahibi herkes yalnız Allah'tan korkar ve yalnız Ondan yardım isterdi.
Fatih Sultan Mehmet’in Kanunname’si deTürk İslam mefkuresinin canlı bir örneğini teşkil ediyordu... Bazı maddeleri şunlardır:
*Zulum ve işkence, işkence ile adam öldürmek yasaktır.
*Fiilen savaşmayan küçükleri, kadınları, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır.
*Verilen söze veya sözlesmeye aykırı hareket etmek yasaktır.
*Katliam (soykırım) yapılması yasaktır...
*Zina ve gayr-i meşru münasebetler yasaktır.
*Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez.
*yaş kesenin boynun keserim.
Ecdadımız On Beşinci çağda, soy kırımını, işkenceyi yasak eden, savaşta ve barışta insan haklarını, yaşlı, çocuk ve kadının korunmasını yasa güvencesi altına alan bu anlayışı ile bugün ki dünyadan altıasır öndeydi!!!
Osmanlıdan çağlar üstü bir uygulama da. “İktisâb Kanunnâmesi” dir.*
Bu kanunnâme, ilk belediye kanunudur. Aynı zamanda dünyada ilk tüketici haklarını koruyan kanun, ilk gıda maddeleri nizâmnâmesi, ilk standartlar kanunu, ilk çevre nizâmnâmesidir.. Bu kanun Sultan İkinci Bayezit Han zamanında hazırlanmıştır.
*İktisap Kanunnamesinin bazı maddelerini kitabın sonunda görebilirsiniz.
Yavuz Sultan Selim Han : “Bir hükümdara bir dünya az dur” demişti… bu bir “Cihan şümul” düşünme biçimidir. Bir hükümdarın Cihan İmparatoru olması için cihan şümul düşünmesi ve cihan şümul yönetmesi gerekirdi. Fatih de,Yavuz da, Kanuni de böyle düşünmüş ve devleti böyle yönetmişlerdi.
Osmanlı Hükümdarları'nın davası, kendi tabirleri ile “nizam-ı âlem” yani dünya barışı davasıydı. Varlık sebebi ve savaşları da, insanî esaslara bağlı bulunan bir cihan hakimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Sistem, insanları sömürmek, varını yoğunu almak, üzerine değil; vermek, tasadduk etmek, hakimiyeti altındaki tüm insanları güven, huzur ve mutluluk içinde yaşatmak üzerine kurulmuştu. Başka bir ifadeyle, İslamın hak ve adaletini "Darul Cihat" olarak ilan edilen Avrupa'ya ulaştırmaktı. Buna İslamda "Cihat" deniliyordu. Kuranı Kerim " Fitne def edilip, yalnız Allah'ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın...." 1/193, diye emretmişti. Bu cihatı müslümanların üniformalı askerleri yapıyordu, buna Yüce Peygamber "Küçük Cihat" demişti. Cihatın büyüğünü de nefisle savaşmak olarak belirtmişti. Zor olan cihat, işte bu nefisle yapılan cihattı. Cihatın temelinde Allah'a güven yatmaktadır. İster büyük, ister küçük cihat olsun, Allah yardım ederse başarılı olur, daha doğrusu olmak zorundadır.
Cihatın sonunda şehadet vardır. Yani "Şehitlik". Allah uğruna ölenler şehittir. Şehit ölümü yaşamaya tercih ettiği için şehit olmuştur. Çünkü şehide cennet ikram edilmiştir. Şehitler ölmez, şehit olur. İşte Ayet "Allah yolunda ölmüş olanları ölü sanmayın, bilakis Onlar Rableri katında diridirler. "3/169
Her şeye rağmen İslamda barış esastır. Müminler birbirlerine her selam verişte, huzur, esenlik diler, barış içinde olmayı temenni ederler. Peygamberimizin adına eklenen "Sallalahü aleyhi ve sellem," yani " barış ve esenlik, huzur üzerine olsun" demektir.

Sonuç olarak, “Müslüman Türk Devleti” kuramuş olan Osmanoğulları İslamiyeti en uzak diyarlara götürmek, Allah’ın gönderdiği son din olan Müslümanlığın yayılmasını sağlamak gibi İLAHİ bir misyon üstlenmişlerdi..
Osmanlı Halkı genel olarak: Müslüman Türkler (Türkmenler), Hıristiyanlar ve Yahudiler' den oluşmuştu.

Türkmenler,
Osmanlı devletinin kurucu unsuru olan Oğuz boyunun Kayı Aşireti idi, Osmanlı Beyliği kurulduktan sonra Orta Asya'dan boy boy, oba oba göç eden diğer Türkmenler idi. Her göç, Osmanlı Beyliği'ne dahil olmuştu. Orhan Bey Bursa'yı feth ettiği zaman dört bin çadırlık Kayı aşiretinden, otuz sekiz bin süvariye ulaşmıştı. Bu süvariler orta Asya’dan gelen Türkmen’lerdi. Türk’ün töresini, İslam’ın faziletini en iyi yaşayan ve yaşatan Osmanlı’lardı. Bu nedenle Orta Asya’dan dalga dalga gelen bütün Müslüman Türk boyları da Osmanlı Beyliği'ne katılmışlardı. Yirmi yedi senede kendiliğinden bu kadar çoğalabilen bir ordunun nelere kadir olabileceğini tahmin etmek güç olmasa gerek. Selçuklular zamanında ve Onlardan önce Anadolu’ya gelen Türk beylikleri Anadolu da ki varlıklarını devam ettirdiler. Osmanlı Devleti büyürken Osmanlı’ya karşı koyan bazı beylikleri, Karaman Beyliği gib, Avrupada feth ettikleri yeni yerlere yerleştirmişlerdi.
Yeniçeri teşkilatı kuruluncaya kadar Osmanlı ordusunun omurgasını bu göçlerle gelen Türkmenler oluşturmuştu. Gençler Gazi Dervişler Tekkesi'nde eğitilmişlerdi. Bu eğitimlerde, İslami düşünceye göre "cihad" ın önemi, uç beyliği olmanın gerektirdiği birlik, disiplin ve cengeverlik veriliyor, talim ettiriliyordu. Savaşmak zorundaydılar. Yani "savaş" yaşamın bir parçası idi. Devlet kurulduktan sonra bu asıl unsur Anadolu'da toprağa yerleşmiş, ziraat ve hayvancılıkla uğraşmış, Anadolu'nun sahibi olmuştu.
Hıristiyanlar:
Feth ettikleri topraklarda yaşayan hıristiyan halk dini inanış ve ibadetlerinden dolayı hiç bir şekilde zorlanmamış, Onlar yaşayışlarında tamamen serbest bırakmışlardı. Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan cemaat kilise ve patrikler tarafından yönetilmişti.. Osmanlı’da ki Hıristiyan halk, her işi görebilmiş, hatta hazine dahil, devletin her türlü memuriyet ve yazışmalarını yapabilmişlerdi. Bilhassa Osmanlı’nın dış politikası ve elçilikleri yakın tarihe kadar Ermeniler tarafından yürütülmüştü ve Ermenilere Kavmi Sadıka "sadık millet" demişlerdi.
Yahudiler:
Yahudiler Selçuklulardan beri Anadoluda ticaret merkezlerinde yaşıyorlardı. Onbeşinci asırda Yahudiler Fransada, Bavyerada ve İspanyada büyük baskı görmeye başlamıştı. Öyle ki ülkeyi terk etmek için gün verilmiş, verilen günde ülkeyi terk etmeyen veya edemeyen Yahudi hemen öldürülürdü. Osmanlılar her nereden ve her ne sebeple gelirse gelsin bütün Yahudiler'i ülkeye kabul etmiş, topraklarında barındırmışlardı. Osmanlı topraklarına gelen yeni göçlerle Yahudiler hayli çoğalmışlardı. Daha çok İstanbul, Selanik, İzmir ve Kayseri çevrelerine yerleşmişlerdi. sağlanmıştı. Bütün Yahudi cemaatini Osmanlı merkezi yönetimine bağlamak için İstanbul Hahambaşlığı kurulmuştu. Bazı Valide Sultanların himayesinde Yahudi kolayca “Divana hulul ve saraya duhul" olmuş, yani divana sızıp, saraya girmiş, Osmanlı hazinesinin yönetimi Yahudilere peşkeş çekilmişti. Yahudiler de Onları mücevhersiz bırakmamışlardı.
Yeniçeri, Halk ve Türk ticaret erbabı buna fena halde kızmıştı. Yahudilerin akçeleri kırkarak, akçenin kıymetini bozmalarına karşı “kızıl ve kırkık akçe” geçmez olmuş, giderek paranın alım gücü düşmüştü. Akçe Orhan Bey zamanında kesilmiş, her biri beş yüz yetmiş beş dirhemdi. Kızıl kırkık akçenin her biri üç yüz yetmiş beş dirheme düşmüştü. Ekonomik alanda ki kargaşa ve isyanların sebebi bu Yahudi oyunu idi (enflasyon idi).
Tarihin tanık oldugu acı bir gerçek şudur; Yahudiler çeşitli ülkelerin içinde azınlık olarak ve dağınık yaşadıkları için hiç savaşmamışlardır. İçinde yaşadıkları memleketlerin ekonomik ve siyasi yapısı üzerinde etkili olmuşlardır. O ülkeleri tekellerine almak tarih boyunca değişmez taktikleri olmuştur. Bu nedenle ne zaman bir ülkenin önemli kademelerinde fiilen görev almışlarsa, o ülke giderek zayıflamış, felaketlere düçar olmuştur. İşte eski Mısır, Kenan ülkesi, Çarlık Rusyası, İspanya’nın ve Almanya’nın Yahudileri ülkelerinden sürgün etme, hatta yok etme sebebpleri de bu degil miydi? Osmanlı’da da ne zaman ki Yahudiler devletin içine sızmaya başlamış, hazineye el atmış, yavaş yavaş her şey bozulmaya, kurumlar çürümeye, giderek başta ekonomi olmak üzere bütün devlet batmaya başlamıştı.
Sultan Ahmet Han padişah olduğu zaman Osmanlı imparatorluğu o çağın en kudretli imparatorluğu idi. Öyle bir ülke ki:
Bosna’dan Budin’e, Kefe’den Mora’ya, baştan sona tüm Rumeli.
Akdeniz adaları Kıbrıs, Girit. Kafkasya’dan, Bağdat’a, Yemen’e, tüm Anadolu.
Habeşistan, Mısır,Trablus, Tunus ve Cezayir’i kucaklayan Afrika .
Erdel Krallığı, Eflak ve Boğdan Beylikleri, Belgrat, Budin, Viyana kapılarına kadar Avrupa.
Kırım Hanlıgı, Karadenizin cevresi ile Rusya.
Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları… üç kıtaya yayılan bu sınırlar on altıncı asrın en geniş sınırları idi, Yirmi iki milyon kilometre kareydi. Üç kıta Üç Hilal ile sembolize edilmişti..
Osmanlı kanunnameleri ve İslam hukukunun kuralları devletin içinde yaşayan bu farklı milletlerin milli ve yöresel prensipleri ile beraber yürütülmüştü. Hiçbir ırk ve ya millet asla asimile edilmemişti.
Bu kadar değişik milleti, bu kadar büyük bir cografyada, bu kadar süre birlikte yöneten, birlikte yaşatan bir imparatorluğu ancak, tarihte bir çok imparatorluk kurmuş olan bir ırk başarabilir.
Divan’ı hümayun Avrupanın her işine direk karışıyor, her devlete sözünü geçiriyordu. Ne haçlı ittifakı, ne de her hangi bir devlet Osmanlının kaderi ile asla oynayamıyordu.
Oysa Avrupalı Hıristiyanlar; Türkler Anadolu kapılarına dayandığı günden beri her fırsatta birleşip, haçlı orduları oluşturup, Müslüman Türkleri Anadoludan atmak için çok uğraşmış, ancak Viyana kapılarında durdura bilmişlerdi...
Avrupalı yardım dilenip, el açıp, etek öptüğü Osmanlıya, güç ve kuvvetin simgesi bildiği Türke; kilise başta olmak üzere , güçlerini birleştirip, ha bire saldıracak çökertmeye çalışacak...binayı çökertemezse, içerden yıkmaya çalışacak, duvardan tuğla çekecek, kendine benzemeye zorlayacak...Türkler Avrupa'da nereye varacak, nasıl kök salıp, ne kadar yaşayacak? üç kıtaya hükmeden bu ırkın çocukları yarın dört kıtayı yönetme başarısı gösterecek mi ??? bütün bunları tarih ibretle izleyecek…

1 yorum:

  1. Merhaba hocam
    aslında filmini ararken yazınızı buldum heyecanla okuyorum.

    YanıtlaSil