1 Aralık 2009 Salı

3. 4. AKINA UÇANLAR

Türkler'in Avrupa’da altı yüz yıl gibi uzun bir süre hüküm sürmesini sağlayan sebeplerden biri de yeni fethedilen yerlere, önemli şehir ve kasabalara; Orta Asya'dan Anadolu’ya göç eden Türkmen göçmenleri yerleştirmek olmuştu. Bunlar İslam'ın güzel ahlakı ile bezenmiş ailelerdi, alperenler, dervişler, ahîlerdi. Yerli halk bunların yaşayışını bizzat izleyerek İslamiyet'i tanıdı. Kendi yaşayışları ile Müslümanların yaşayışları arasındaki farkı görerek severek müslümanlığı seçenler oldu. Bunlar devletin gönüllü savunucuları idi. Zaten feth edilen toprakların ekserisi mîrî mülk (hazine arazisi) ve vakıf yapılmıştı. Bu arazilerbilimsel ve sosyal çalışmalar yapan kuruluşlara tahsis edilmişti. Bu isabetli siyaset Rumeli'de o kadar beceri ile uygulanmıştı ki, yerli halk yeni komşularını yadırgamak bir yana bu dayanışma ve hoşgörü içinde kaynaşmış birlikte mutlu olmuşlardı.
*”Osmanlıların hoşgörüsü ister siyaset, ister insaniyet, isterse İslamiyet'in verdiği bir anlayıştan meydana gelmiş olsun, doğrusu şu ki Osmanlı, milliyetlerini oluştururken din özgürlüğü ilkesini temel taşı olarak almış bir devletti. Dünyanın şahit olduğu, Yahudilere zulmeden ve engizisyona çanak tutma lekesini taşıyan Avrupalı ve Hıristiyanlık, Müslümanlar’la tanıştıktan sonra ahenk ve barış içerisinde yaşamıştı.” Osman lı Asırları.1 S.Ayverdi.
Türkler Rumeli'de işgal ettikleri geniş ülkeleri bir avuç kuvvetle elde tutmuşlar ve bu sayede Timur'un saldırısıyla Osmanlı devleti Anadolu'da parçalandığı halde Rumeli'de dimdik ayakta kalmıştı.
Onbeşinci yüz yılda Rumeli'yi gezenler Türklerle Balkan milletlerinin sosyal yaşamlarını karşılaştırdıklarında, Türklerin her konuda Avrupalılardan üstün olduklarını görmüşlerdir. Broquiere adlı gezgin şunları yazmış:
"Gerek şehirde, gerek köyde Türkler kendilerinden emin, kuvvetli, cengâver, kanaatkar, namuslu tüccar, sadık arkadaş ve himaye edici efendilerdi. Kısaca, dürüs ve samimi insanlardı.”
Oğuzların Üç Ok boyundan Boğaç’ın oğlu Yağmurla, Bayböri’nin oğlu Yağız ve kardeşi Alper atlarına bindi, sürdüler günbatımına. Oğuzların Kayı Boyundan bir boy, Rum ili diye günbatımında bir yerde büyük devlet kurmuş. Otlakları çokmuş, etrafı küffarla çevriliymiş, çokcva şavaşırlarmış. Osmanlı koymuşlar Devletin adını.. Oraya varıp, Onlara yardım ederiz, düşmanları ile savaşırız, hayvan alır, otlaklarında otlatırız, diye akıllarına koyup, sürdü gittiler.

Asya steplerinde nice medeniyetler kurmuş olan bu asil ırk İslam’ın gönüllerini ve beyinlerini dolduran ışıltısıyla batıya akmaya böylece devam etti. Türk’ün ikinci yurdu olan Anadolu’ya göç hiç kesilmedi.

Yağmur, Yağız ve Alper Bursa’ya geldiler. Bursa da Gazi Dervişler Tekkesinde misafir oldu, bir süre konakladılar. Bu üç yiğit ne yer, ne yar istiyordu. Sevdaları batı illerini titreten Türk Devleti’nin neferi olmaktı.
Bursa’da kendilerini dinleyecek, isteklerine cevap verecek kimseyi bulamadılar. Bunun için daha batıya, İstanbul’la, pây’i tahta gitmelerini önerdiler. Onlar da atlarına binip pây’i tahta vardılar. Padişah orada, vezirler orada, yeniçeri ocağı orada, asker oradaydı.Yüreği cenk aşkıyla coşan bu Türkmen yiğitlerinin de orada olması gerekiyordu. Saraya kadar ulaştılar. Vezir Sinan Paşa çıktı karşılarına.
-dileyün benden ne dilersiz?
-ülke sınırlarını koruyabilme şerefi dileriz. Dedi Yağız.
-öyleyse sizi Bosna Beylerbeyi Bıyıklı Mehmet Paşa’ya havale ettüm getti. Diyerk yerliyerince, hersin gönlünce tayinlerini yaptı.
Bıyıklı Mehmet Paşa bu Üç Yiğit Türkmen Savaşçı’yı savaşın hiç bitmeyen yeri olan sınır boyuna, akıncı birliğine yolladı. Akıncıların, Osmanlı’nın ileri karakolu vazifesi gören bu gözü pek yiğitlerin hudutları, köyleri kasabaları, kale yahut hisarları yoktu. Kolları bütün hududu kavrayacak kadar uzundu. Bu serhat akıncıları öyle gözü pek, öyle serden ve yardan geçmiş savaşçılardı ki, her biri bir orduya bedeldi.
Akıncılar düşman üzerine akın yapmalarının yanında, düşmanın durumu ve kuvveti, çevre, yollar hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esasa bağlayan kanunları vardı. Akıncılık, Türklere has askeri bir sınıftı.

Akıncılar harp zamanında düşman arazisine girer, orduya yol açar, kurulması muhtemel pusuları ani ve süratli hareketleri ile bozarlardı. Bundan başka ordunun yolu üzerindeki ekili arazileri ve ekinleri muhafaza eder, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında bilgi toplar; köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutarlardı. Akıncılar ordunun önünde vuruşurlardı. Bazen de ordunun arkasını sağlama almak için arkada kalırlardı. Barışta ise guruplar halinde bir memlekete akın edip, derinlemesine dalarlardı.

Akıncı birlikleri şu şekilde yönetilirdi: On akıncıya “onbaşı”, yüz akıncıya “subaşı”, bin akıncıya da “binbaşı” kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan “Akıncı Beyi” tamamlardı. Akınlara Akıncı Beyi’nin katılması ve ya Akıncı Beyi’nin talimatı gerekirdi; aksi takdirde bu harekata akın denmezdi.
Akıncılar, serhat boylarında ocaklar halinde teşkilatlanırlardı. Her bölgenin kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensub oldukları kumandanların sülale isimleriyle anılırlardı. Osmanlı Devletinde ilk akıncı beyi Evranos Beydir. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncılarıdır.

Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu; malları mülkleri, paraları köleleri olmamıştı, akınlarda elde ettkleri ganimetlerle yetinirlerdi. Elde ettikleri ganimetin beşte birini hazineye ( Pençik) verdikten sonra, kalanla geçimlerini sağlarlardı. Sefere çıkarlarken düşman sınırına kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi.

Akıncıların kullandıkları silahlar en çok kullandıkları silahlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Akıncıların zırh kullananlarının sayısı oldukça azdı.
Genel olarak üç, yedi ve kırk kişilik guruplar haline hareket ederlerdi. Küçük mekanlarda en etkıli vuruşu üç kişilik birlikleriyle yaparlardı. Büyük akınları bin atlı akıncılarla gerçekleştirirlerdi. Aslında akıncı tek kişilik orduydu. Deliydi akıncı, kanı da kendi de deli, birkaç müfrezenin başındaki akıncıya Deli Baş, Serhat Kulu gibi adlar da verilirdi.
Başlarında samur yahut kaplan postundan, önleri altın teller yahut turna tüyleri ile süslü kalpakları, kıymetli taşlarla süslenmiş mintanlarının üstünde kadife cepkenleri, çuhadan sırmalı ve işlemeli şalvarları, geniş kuşakları, ceylan derisinden çizmeleri, kaplan kuyruğundan kamçıları ile bulut gibi süzülen küheylanları üstünde, koltuklarının altına bağlanmış karakuş kanatları, doludizgin giderken açılır, bir ejderha gibi süzülürdü. Akan binlerce atlı geçtiği yerlere dehşet, korku bırakır, insanları ürkütürdü. Avrupa’lının yüreğine “Türkler geliyor kaçın” korkusunu böyle koymuşlardı...

Kılık kıyafetleri, kılıç ve kalkanlarının şakırtısı etraflarına dehşet saçıp, “gökten inen bela” gibi düşmana göz dağı verirlerdi. Kaleden kaleye uçan, dur durak tanımayan bu cenk sevdalısı yiğitlerin sıcak döşeklerinde ecel şerbeti içtikleri hemen hemen görülmemiştir. Yani ecelden korkuları yoktu. Günlerini sazlı sözlü eğlenceli yerlerde geçirirlerdi. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen ve şakrak yaşarlardı.
Bisburg hanında Avustuaryalı hancı Vitali, öğrenmek zorunda kaldığı kırık dökük Türkçesiyle Türk akıncılarına hizmet veriyordu. Hancı Vitali’nin, (akıncılar Ona müslüman olana kadar "İt Ali" derlerdi, müslüman olduktan sonra sadece "Ali" diye çağırıyorlardı.) Sofiya adında ki kızı ile Sara adında ki karısı da akıncılara hizmet etmekten zevk alıyorlardı. Akıncılar buraya bazen birkaç saatliğine ugrardı, bazen de haftalarca takıldıkları olurdu.
Yağız akıncıların en yakışıklısı en ağırbaslı ve en akıllısıydı. Savaşta panter yırtıcılığı, handa hamamda kuzu uysallığıyla dikkat çekerdi. Sözü sobeti dinlenir, hatırı sayılırdı. İslam’ın iç (mistik) duygularını, tasavvufi yönünü daha çok benimsemişti.
Yağmur deli-dolu, çok atılgan, çok gözü kara, çok haşin, hiçbir zorluktan yılmayan bir savaşçıydı. Şarabın yıllanmışını, atın huysuzuna benzetirdi, ikisini de çok severdi. Serhat boyları tam ona göre bir yerdi. Yüzünden tebessümü, gözünden ışıltısı eksik olmazdı. Dostlarının arasında hayatını gönlünce yaşıyordu.
Alper dindardı. İslami motiflere bayılırdı. Narasından kederine her duygusunda Müslüman ifadeler vardı. Her işe besmeleyle başlar, Her fırsatta namazını kılar, orucunu tutar, İslamı yaşamaktan zevk alırdı. Savaşırken Hz. Ali’yi örnek alırdı. Kılıcını küffara “Allah’ü Ekber” siz vurmazdı.

Üç Türkmen yiğidi de Hacı Betaşi Veli dergahındandı.

Han’a gelen beş şövalye sahanda yumurtalarını yemiş, şaraplarını yudumlarken hancının karısı Sara’ya, sonra da kızı Sofiya’ya sarkıntılık etmeye başlamışlardı. Kadınlar hizmet etmek istemedikleri halde zorla kadehlerini doldurmalarını ve kendilerıni eğlendirmelerini istiyorlardı. Bir köşede tek başına demlenen Yağmur,
-höst hööööst, diye dikleşti. Silahşörün biri sesin geldiği tarafa yönelip, kılıncına davranmasıyla bileğine Yağmur’un kamasını yemesi bir oldu. Hepsi ayaklanmıştı. Yağmur sırtını duvara verip, kılıcını sıyırdı. Dört silahşörün kılıcı bir Yağmur etmiyordu. Yağmur’un her hamlesi bir rahmet gibi ışıldıyordu hanın loş havasında. Silahşörler kirli tahta masaların altına üstüne birer birer düşüyordu. Sofiya telaş içinde öteki Türkmen yiğitlerin odasının kapısını yumruklamaya başlamıştı. Kapıyı açan Yağız,
-bu telaş nedir Sofiya diye sordu, Sofiya’nın nefes nefese kalmış, cevabını beklemeden aşağı fırladı, yerde yatan beş silahşörün üzerindan atlayıp, Yağmur’a,
-niçün gene tek başına gaza edersin, bize haber iletmezsin? Bu nasıl kardaşlıktır Yağmur’um?
Yağmur her zamanki şirinliğine biraz da öğünme katarak,
-beş on küffar içün etrafı velveleye virmeğe ne hacet vardır ? Sen olsan “ durun hele kardaşlarım gelsinler de ondan sonra vuruşalım mı derdin?
Yağız,
-gazân mübarek olsun, dedi, boynuna sarıldı .
Bir köşede Sofia burnunu çeke çeke hala ağlıyordu. Yağız elinden tutup kaldırdı, işaret parmağı ile çenesini dokunarak yüzüne baktı.
-Biz burada iken ne size ne de bu hana bir kötülük bir uğursuzluk olamaz. Biz Türkler hatunların ağlamasına da dayanamazık. Sen susmazsan şimdı ben de ağlarım, dedi. Sofiya ıslanmış mas mavi gözlerini, gülen yüzünün çukurlaşmış gamzelerini, yüzüne sarkan sarı saçları ile örterek, nazlı nazlı,
-sizi kim ağlatabilir ki…kimse ağlatamaz…siz Türkler asla ağlamazsız bilmez miyim…
-Dışımızdan ağlamasak bile içimiz ağlar Sofiya deyip başını gögsüne yaslaslayıp alnından öptü. Sofiya bir kedi uysallığı içinde Yağız’ın gögsünde huzur bulup, iki eliyle tuttuğu Yağızı’n elini yalar gibi ıslak ıslak öpmeye doyamıyordu…O’nun yiğitliğine mi, olgunluğuna mı, yakışıklılığına mı, Türklüğüne mi?...yoksa bu seçkin özelliklerin hepsinin bir vücutta bulunuşuna mı, vurgundu bilemiyordu ama sevdadan öte bir tutku ile bağlıydı Ona. Yağız da bunun farkındaydı ama bir akıncının sevgilisi, aşkı ve ailesi olmazdı. Bunun için O’na ümit vermek te istemiyordu. Oysa Yağız’ın da içine sıcak duygular akıyor, Sofiya’nın mavi gözlerine dalıyor, orada huzur buluyor, sarı saçlarının arasında gezinen parmakları O’na savaşmanın dışında başka zevklerin de olduğunu yaşatıyordu. Sofiya Yağız’ın elini gögsüne bastırdı. Yirmili yaşın diri vücudu Yagız’ın beyninde kamçı gibi şaklayıp, umulmadık bir anda umulmadık duyguların girdabına soktu. Elini yüzünü ateşbastı, kanı dellendi. Elleriyle Sofiya’ya çivilenmiş gibi orada kala kaldı. Neden sonra kendisini süzen Yağmur’un başının masaya düştüğünü fark etti. Sofiya’nın kıskacından kurtulup, Yağmur’un başını kaldırdı.

Yağmur kendinde degildi. Daha doğrusu Yağmur Sofiya’nın Yağız’a davaranışına dayanamamış kendinden geçmişti. Yağmur Sofiya’ya öyle yatkın, öyle tutkundu ki; Ona kimsenin bakmasına, dokunmasına ve Onu sevmesine dayanamıyordu. Sanki hancı Vitali’nin karısı Onu Yağmur için doğurmuştu. Şimdi gözünün önünde Sofiya’nın Yağıza sarılmasına, Yağız’ın Ona sarılıp öpmesine nasıl dayanabilir di? Hem de Yağız, canı ciğeri olan Yagız dı...çaresizdi başı masaya düşecekti ve o başı Yağız'dan başkası kaldıramayacaktı. İşin en acımasız yanı da Yağız’ın, Yağmur’a Sofia arasında böylesine derin bir duygusallık yaşadığını aklına bile getirememesi idi. Yağız Yağmur’un saatlerdir içtiği şaraptan çarpıldığını düşünerek O’nu kaldırıp yatırmak istemişti. İki eliyle Yağmur’un başını kaldırıp, şefkat ve sevgiyle,
-bu akşamlık bu kadar yeter, iyi demlenmişsin, gayri yatman gerekir, diyip, koltuğuna girip yukarı taşımak istedi, Yağmur direnmedi, kalkmak ta istemedi, bir süre öyle kaldılar. Sofia’nın,
-çok içiyorsun ama...demesi, Yağmur’un tepesini attırmış, silkinip, Yağız’dan kurtulmuş, elindeki kupayı masaya „güm“ diye vurarak
-doldur...demişti... zihninin derinliklerinde çakan bir şimşek vardı "erkeğin kılıcı ve atı kadar avradı da özeldir." Yağmur başını döndüren bir alçak gönül içkisiyle sarhoştu...
Macaristan’da bir kaya kitlesi üzerinde kartal yuvasına benzeyen Filek Kalesi denilen bir kale vardı. Akıncı Başı Demirbaş Hasan Pehlivan, Yağmur, Yağız Alper ve kahraman kırk yiğit arkadaşı ile bu kaleyi düşürmeğe gittiler. Gece kalenin bir mazgal deliğine merdiven dayamışlar, Demirbaş Hasan Pehlivan Merdivene tırmanmıştı. Önce bu deliği kapayan 80 kantarlık bir topa göğsünü vererek itmiş, sonra başını koyup ikinci hamlede topu içeriye atmış, kaleye dalmıştı. Peşinden yağız, Yağmur ve Alper, daha sonra onları takip eden öteki Akıncılar yalın kılıç kaleye girmişlerdi. Sessizce nöbetçileri hallettikten sonra kaledeki askerlerle vuruşma başlamıştı. Yağmur kendisini karşılayan üç Nemçelü'nün işini bitirmiş, güneş doğduğunda Filek Kaşlesi bir Osmanlı kalesi olmuştu. Ancak Yağmur'un sol eli karnındaydı. Parmaklarının arasından kan damlıyor, barsakları sarkıyordu. Yağız bunu görmüştü,
-kan revan içindesün Yağmurum. Yat hele şuraya da bir bakak,
-yok bi şey karındaşım, küçük bir sıyrık aldım.
Yağız gördüğüne inanamamıştı
-amma sıyırmışın görmez miyim...barsaklarun yerlerdedir.
Yağmurun barsakları avucuna sığmıyordu yerlere dökülmüştü.
Yağız, Yağmurun kesilen karnından dökülen barsaklarını içeri tepip, börkünde taşıdığı iğne iplikle karnını dikerken, Alper'de Yağmur'a moral vermeğe çalışıyordu,
-Yağmur Ağam ne uzun barsağın varmış, tep tep bitiremedi Yağız Ağam. Sen bu barsakları doldurmak içün sabahtan akşama, akşamdan sabaha şarap içersün hemi?
-var get başımdan Alp, bir şişe şarap bul gel heman, daha durur musun? kop get hadi..Yağmur'un terslemesiyle Alper kalenin dehlizlerinden iki şişe şarabı kapmış, getirmişti, ne var ki Yağmur karnı dikilene kadar çoktan baylmış, sızmış kalmıştı.











4.MEKTEBİ ALI OSMAN’İ ENDERUN

Hoca Mustafa Efendi Sultan Ahmet Han’a gene önemli gördüğü saray âdetleri ve devletin çeşitli kurumları hakkında bilgi veriyordu.
-hocam bugün bana şu bizim her şeyimizi emanet ettiğimiz Enderun u Hümâyun’dan bahser misiz? Gerçi Enderun’un ne olduğunu bilir ve ne yaptığını görürürm, amma gene de benüm göremediğüm ve dahi senün diyeceklerün vardur.
-helbet bahsederüm Yüce Hân’ım.
Enderunu Humâyun devşirilen çocukların zeki ve kabiliyetli olanlarının Acemi Oğlanları eğitiminden sonra ve Anadoludaki sancaklara veya önemli kişilerin yanlarına verilen devşirmelerden de uygun görülenlerin alındığı, Osmanlı’nın yüksek rütbeli komutan ve paşaların, idarecilerinin, sanatçılarını, bilim adamlarının yetiştiği yüksek dereceli okulu idi. Bunlardan daha önemlisi de Enderunda odalar yükseldikçe padişaha yakınlık artıyordu. Has Odaya kadar yükselebilen otuz dokuz kişi olurdu, kırkıcı kişi de padişahtı. Bu odada bulunanlar asker ise Paşa (general), sivil ise Ağa rütbesi alır, ordu kumandanlığı, sancak beyliği gibi yüksek görevlerde bulunurlardı, valiler, şehreminleri hatta vezirliğe tayin edilenler bile vardı.
Enderu'unu Hümayun’un eğitim kalıbı devşirme çocuklarına Osmanlı hanedanlığına hizmet aşkı aşılamaktı. Yönetici sınıfının sosyal ve politik temelini oluştururdu. Hem erkek hem de kadınlar için ana hedeflerinden biri hükümdar ve hanedana sadakatin aşılanmasıydı. Padişah Enderundan çıkan her adamını hiç bir tereddüt duymadan, tam bir güvenle vezir, serdar yapabiliyordu. Sadakatin odağında sadece padişahın kendisi değil, aynı zamanda sultan hanesinin kadınları, yani bir bütün olarak hanedan ailesi vardı. Bu sayede Hükümdara ve Hanedana yaklaşabilmek hedefti. Hiyerarşik olarak Harem Ağalığına kadar giden bu hizmetten amaç hükümdara yaklaşabilmekti.
Enderun Ağalığının birincisi Kapıağası idi. Sonraları Bâbüssaâde Ağası ünvânını alan bu makam, topyekün Enderûn memûriyetinin âmiri olurdu. Emrinde Padişahın hizmetini gören Has Odaya kadar yükselmiş Kapıoğlanları bulunurdu. Bunlardan; Miftâh(anahtar) Ağası, Peşkir Ağası, Şerbet Ağası, İbrik Ağası en büyüklerindendi ve doğrudan baş ağanın maiyeti sayılırlardı. Kapıağası her zaman pâdişâhın yakınında bulunurdu. Yalnız pâdişâh seferde ve avda buluduğu zaman yanında bulunmaz, sarayın muhâfazası ve hizmetini îfâ ederdi.
Ahmet Han,
-Sinan Ağa gibin mi?
-beliğ Hân’ım, Sinan Ağa gibin..
Enderun Ağalarının ikincisi Hasodabaşı idi. Pâdişahın en yakın hizmetini görenler bunun emrindeydi. Emri altında Hasoda Gılmanı ismi verilen İçoğlanları vardı. Hasodabaşı da dâimâ pâdişahla berâber bulunurdu. Saraydaki emânet-i mukaddesenin muhâfazası da Hasodaya âitti. Ayrıca Hırka-i saâdetin bulunduğu yerde Kur’ân-ı kerîm okurlardı.
Hasoda Ağalarının ikincisi Silahtar Ağa,. Sarayda pâdişaha âit kılıç, tüfenk, ok, yay, zırh gibi eşyâları bu ağa muhâfaza ederdi. Bu oda ağalarından Çuhâdâr Ağa, alaylarda ata binerek pâdişahın gerisinde gider ve yağmurluğunu taşırdı. Rikâbdâr Ağa padişah atla bir yere gideceği zama ata biniş ve inişinde üzengileri tutmak suretile ata binmesine yardımcı olur. Tülbend Gulâmı da pâdişâhın husûsî eşyâyarını taşımak ve hizmetini görmekti. Bu ağalar ve emrindekiler üzerlerine düşen hizmetleri görürlerken, eğitimlerini de aksatmadan devâm ettirirlerdi. Bu ağalar saray içi terfilerde sıraya göre birbirilerinin yerine terfi ederler, saray dışına çıktıklarında da vezir pâyesini alırlardı.
Enderûn Ağalarının üçüncüsü aynı zamanda hazîne-i hümâyûn görevlilerinin başı olan Hazînedârbaşı idi.
Enderûn Ağalarının dördüncüsü Kilercibaşı idi. Pâdişah yemek yerken hizmet-i hümâyûnda bulunur, kilercilere nezâretlerle berâber sofra araç-gerecini muhâfaza ederdi.
Enderun ağalarının Beşincisi Saray Ağası idi. Saray Ağası, Enderûn-ı Hümâyûn adını alan, has oda, hazîne, kiler ve seferci odası, doğancı koğuşu ile büyük ve küçük odaların muhâfazasına nezâret ederdi. Maiyetinde kırk ağala bulunurdu.
Enderunda bütün bu hiyerarşinin yanında en çok öneme haiz olan “samimiyet” idi. Yani bu hizmet erbabı önce çok samimi olmak zorundaydı. Hizmeti içinden gelerek, isteyerek, severek yapmalıydı. Çünkü hizmet verdiği makam padişahtı. Devletin başıydı. En ufak bir ihmal veya ihanet saltanata zarar verebilirdi.
Bu yüzden enderûnda çok sıkı bir düzen vardı. Kıdemli olmak büyük bir meziyet teşkil ederdi ve her ağa kendinden eski olana hürmet etmek mecbûriyetinde idi. Kurallar küçük bir ihmâlkârlığa bile yer vermeden uygulanır, en küçük bir disiplinsizliği görülen derhâl saray dışına çıkarılırdı.
Enderûn halkı gün doğmadan önce kalkar, abdest alıp topluca sabah namazını kılardı. Pâdişah Efendilerimiz de ekseriyâ sabah namazını Enderûn Câmiinde edâ ederdi.
Enderûnluların elbiseleri Hünkâr tarafından tedârik edilirdi. Ağalar, başlarına som sırma takke ve takkenin altına iç fesi giyerlerdi. İki kollarının yanından enlice siyâh kadifeden zülüf denen uzun birer alâmet sallandırırlardı. Üstlerine, mevsime göre kaftan ve altlarına entâri giyer, bellerine ağır sırma işlemeli, kapaklı kemer takarlardı. Pâdişahla dışarı çıktıklarında kalıp işi denilin kavuk giyerler ve bellerine lâhûrî şal sararlardı. Eskiler mücevherli bıçak ve hançer takarlardı.
Kuruluş ve devletin yükselme devrelerinde Enderun gerçek bir eğitim-öğretim yeri olmuştu. Enderûn’dan, yüze yakın sadrâzam, onlarca şeyhülislâm, kaptan paşa, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi, kazasker ve diğer yöneticiler yetişti. Osmanlıyı sırtına aldı götüre bildiği yere kadar götürdü. Gücü yetmediği yerde arkasından gelen Enderunlu bayragı kaptı yoluna devam etti. Üç kıtaya böylece yayılıp, sayısız zaferler kazandırdılar, hepsi Osmanlı sevdalısı yöneticilerdi...
Enderun’u Humayundan yetişen Veziri Azamlardan en önemlilerin başında Cennet Mekan Koca Veziri Azam Sokullu Mehmet Paşamız gelir.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryalığı ve gene Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Selim ve Üçüncü Murat devirlerinde toplam 14 yıl, 3 ay, 17 gün Osmanlı İmparatorluğu'nun Veziri Azamlığını yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. Kanuni Sultan Süleyman'ın son vezir-i azamı olmuştur. Hem Osmanlı İmparatorluğu'nun zirvede bulunduğu dönemi simgelemesi itibariyle hem de icraatları, projeleri ve kişiliği nedenleriyle en büyük Osmanlı sadrazamlarından biri kabul edilir
Bosna'nın Rudo kasabasının Sokoloviçi köyünde doğmuştur. Devşirme sistemi ile çocuk yaşta Edirne Sarayına getirilmiş, Mehmet adı verilerek Türk ve Müslüman kültürü ile yetiştirilmiştir. Ardından İstanbul'a gönderilmiş. Topkapı Sarayı'nın Enderun Bölümünde çeşitli görevlerde bulunmuştu. Kapıcıbaşılığa yükselmiş. Daha sonra Kaptan-ı Derya olmuştu. Trablusgarp Seferi'ne katılmış, İstanbul Tersanesini genişletmiş. Daha sonra vezirliğe yükselerek Rumeli Beylerbeyliğine atanmıştı.

Sokollu Mehmed Paşa, Kanuni'nin oğulları arasındaki mücadeleler sırasında da hep Selim'in yanında olmuştu. Hürrem Sultan’ın baskısından kurtulamadığı için mi, yoksa Sultan Selim’in iyi bir tahsil almış olmasından mı bilinmez. Yaşı hayli ilerlemiş olan Kanuni çok güvendiği Sokullu'ya geniş yetkiler vermişti. Üçüncü vezir iken Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu ve Sultan İkinci Selim'in kızı Esmehan Sultan ile evlendi.
15 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun idaresini fiilen elinde tuttu. Kanuni Sultan Süleyman'ın son seferi olan Zigetvar kalesi fethini, padişah öldükten sonra o idare etti. Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümünü askerden İkinci Selim geliceye kadar saklayarak onu tahta çıkarmayı başardı. İkinci Selim döneminde sürekli sadrazamlıkta kaldı ve devlet işlerini idare etti.
Skullu Mehmet Paşa Hint Okyanusu'nda Portekiz’in artan etkiniğine karşın Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi'ndeki Osmanlı gemilerinin sayılarını attırdı. Hindistan ve Endonezya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Sokollu ayrıca Tunus'u Osmanlı himayesi altına sokarak,Kuzey Afrika'yı da denetlemek istiyordu. Kıbrıs'ın alınmasını sağladı.

Don ve İdil ırmakları arasında bir kanal açarak Osmanlı donanmasına Hazar Denizi yolunu açma, Süveyş Kanalı'nı açma, İzmit Körfezi-Sapanca Gölü-Sakarya Nehri üzerinden Karadeniz'e alternatif bir boğaz açma gibi çağının ötesinde projeleri vardı. Don-İdil kanalı için gerekli işgücü seferber edildi, ancak hava şartları nedeniyle çalışmalar sürdürülemedi. Süveyş Kanalı düşüncesiyle ön adım olarak Sudan zaptedildi. Ancak bu proje de sonuca ulaşamadı. Devlet teşkilatı içinde de önemli düzenlemeler yapmıştır.
Üçüncü Murat döneminde de sadrazamlığını sürdürdü. Fakat artık eski gücü yoktu çünkü padişah da artık onun karşıtlarıyla işbirliği halindeydi. Sokullu yine de bazı siyasal başarılara imza attı. Fas'ı Portekiz akınlarından kurtardı, Avusturya'nın saray içine dönük oyunlarını etkisiz hale getirdi. Fakat baskılar artık iyice artmıştı, amcasının oğlu Budin Beylerbeyi Mustafa Paşa sudan bir nedenle idam ettirildi. 1579 yılında ise 3. Murat' ın eşi Safiye Sultan tarafından tutulan ve derviş kılığına girmiş bir yeniçeri tarafından hançerlenerek öldürüldü.
Padişah, hocasına;
-Lala, maalesef cennet mekan Sokullu Mehmet Paşamıza ulaşamadım. Keşke bizim zamanımıza kadar yaşasaydı da tecrübesinden feyz alsayduk. Demiş, hocası da
-hakkı aliniz vardur sultanum. Koca veziri azam heç boş işlerle iştigal itmedü. Diyerek tasdik etmiş ve anlatmaya devam etmişti.
Vezirlikten katipliğe kadar; gözü gönlü açık, üstün devlet anlayışına sahip, adil, hak ve hukuku gözeten, devlet malına sahip çıkan, rüşvet ve irtikaba bulaşmamış, kendisini Osmanlı’ya adamış, dini bütün yöneticiler devleti büyütmüş, sınırları kıtaları aşmış, halkını mutlu etmişti.

Hoca Mustafa Efendi, burada önemli bir konuya dikkat çekmek istemiş ve,
-Yüce Hanım, Enderunu Hümayunda öz be öz Türk çocuklaruna yok sayılacak kadar az raslanmıştur. Bunlardan biri, şu anda sizin hizmeti alinizde bulunan Kara Mehmet Paşadur.
Kara Mehmet Paşa’ya, Öküz Kara Mehmet Paşa derler. Kara Hasan yahut Kara Hüseyin adında bir öküz nalbandının oğludur. Bundan dolayı Öküz Mehmet Paşa diye şöhret bulmuştur. Aslen TÜRK'tür. Bir yolunu bulup enderunda yetişerek orada iyi tahsil görmüş Hasoda Ağalarından olarak silâhdarlığa kadar çıkmış vezirlikle Mısır valisi olup deniz yoluyla iskenderiye'ye gitmiştir
Mısır valiliği zamanında gerek Mekke'de ve gerek Hicaz ve Şam yollarında sular temini, kaleler tamiri ve diğer icraatı vardır. Devlet hizmetlerinde doğruluğu, hakşinaslığı, cesareti ve cömertliği ile tanınmıştır. Vakur ve ciddî olup. Mısır'daki icraat ve ıslahatı ile meşhurdur.
Bir mecliste bulunduğu sırada dışarıda bir öküzün bağırması esnasında meclisçe bir gülüşme olduğunu görünce:
-"Cinsinden başkası ile niçin ahbabplık, arkadaşlık edersün diye öküz beni azarlıyor " sözleriyle oradakileri mahcub etmiştir
Türk asıllı ender vezirlerden biridir. Ancak belki de Türk asıllı olduğu içinm hem isim olarak hem de yaptığı hizmetlerde ciddiye alınmamışrır.
Çevresindekiler gizliden gizliye "Öküz" olarak adlandırılmış olan Mehmet Paşa'nın komuta ettiği ve İran'a karşı düzenlenen bir seferde, ordu komuta heyeti kışlak çadırında toplanmış taarruz planlarını gözden geçirirlerken, birliklerin iaşesi ve taşıma işleri icin getirilmiş öküzlerden biri çadırın aralığından kafasını uzatıp gözlerini Öküz Mehmet Paşa'ya dikmiş. Çevresindekiler gülmemek icin kendilerini zor tutmuşlar, biraz tebessüm ederlerken, ökuz gitmiş. Ancak bir süre sonra tekrar gelip, başını yine içeri uzatmış ve yine uzun uzun Öküz Mehmet Paşa'yı süzmüş. Bu sefer çevresindekiler artık kendilerini tutamayıp kahkahaları basmışlar. Herkes gülmekten kırılırken, Ökuz Mehmet Paşa,
"Buhayvan bana ne diyor biliyor musunuz?" diye sormuş.
“Hadi senin kim olduğunu anladım da, bu yanındaki eşekler neyin nesi?' diye soruyor."demiş.
Padişah,
-Bizce de Türk çocuklarının Enderun girememesi bir eksikliktür. Hocam sen Kara Mehmet Paşayı bize hatırlat, layık olduğu makam ve mansıba getürelüm, demişti.
-Sultanım, el an sizin hizmetkarlarınuzdan, Enderunu Hümayundan yetişen bir sadık kulunuzdanbahsetmekisterim.
-kimdür,namınedür?
-ÇağalazâdeYusufSinanPaşa,
- Helbet duymuşluğum vardur. Amma nicedür sen kadar bilemem, hakkında ne bilirsen anlat, mutlak bir faidesi olur.
-Çağalazâde Yusuf Sinan Paşa Mesinalı kaptan Cacala (Çagala) nın oğludur adı Don Sıpion'dır. Kaptan Çağala, 12 yaşında bulunan oğlu Don SİPİON ile Mesina'dan İspanya'ya giderken Türk leventleri tarafından yakalanarak Kanuni Sultan Süleyman'a takdim edilmiş ve Sipion saraya alınarak Yusuf Sinan adı verilmiş, sarayda yetiştirilmiştir. Babası Çağala da İstanbul'da kendini zehirlemek suretiyle ölmüştür.
Yusuf Sinan sarayda yetiştikten sonra yeniçeri ağalığıyla enderundan çıkmış, sonra Van’da, Bağdat’ta beylerbeyliklerinde bulunmuştur. Van beylerbeyi iken Özdemiroğlu Osman Paşa ile İran seferinde Tebriz'i zabtetmişti.
Çağalazade bundan sonra Bağdat valiliğine gönderilmiş ve oradan Erzurum valiliğine tayin edilerek Uluç Hasan Paşa'nın ansızın vefatı üzerine kaptan paşa olmuştur. Yusuf Sinan Paşa sonra kubbe vezirliğine getirilmiştir.
Allahın takdirinde Muhterem Pederiniz, cennet mekan Sultan üçüncü Mehmet’e –yüce Tanrı’nın rahmeti üzerinde olsun-. Padişah hazretleri ordusuyla birlikte Macaristan seferine çıktı. Macaristan'ın kuzeyinde kuşatılan Eğri Kalesi Osmanlıların eline geçti. Kalesi'nin ele geçmesinden sonra Osmanlı birlikleri ilerleyerek Haçova'da Avrupa ordusuyla karşılaştı. Bu orduda Avusturya ve Erdel kuvvetlerinin yanısıra Alman, İspanyol, Fransız, Çek ve Leh kuvvetleri de vardı. Avusturya Arşidükü Maximilien komutasındaki Avrupa kuvvetleri ile yapılan savaşta Osmanlı birlikleri, düşman birliklerinin tüfek atışlarına maruz kaldı. Yeniçeriler çok sayıda kayıp verdi.
Padişahımız savaş meydanından geri çekildi. Ancak bu gelişmelerden haberi olmayan Çağalazade Sinan Paşa, ordunun sağ kol kumandanı idi. Yaptığı taarruzlarla yarım saatte düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetini imha ederek, kaybedilmek üzere olan Haçova savaşının kazanılmasına sebep olmuştu. Yalnızca bu akıncı birliklerinin mücadelesi bile Avrupa ordusunun dağılmasına yetti ve Osmanlılar kaybedilmek üzere olan savaşı beklenmedik bir şekilde kazandılar.
Eğri Kalesinin fethi dolayısıyla Çağal-zâde şu tarihi düşmüştür.
“Nemseden Sultan Mehmed aldı Eğre Kalesin (1005)”
Çağalazade Sinan Paşa, Hoca Sadeddin Efendi ile kapıağası Gazanfer Ağa'nın tavsiyeleriyle Damat İbrahim Paşa'nın yerine vezir-i âzamlığa getirilmiştir. Çağalazade Sinan Paşa, meydan muharebesinden sonra askeri yoklatarak (yoklama yaparak) savaş alanından kaçmış olan tımar ve zeamet sahipleriyle kapıkulu ocaklarından otuz bin kişinin dirliklerini (gelirlerini) kesip ele geçenleri ve bu arada bazı günahsızları da katlettirmişti. Bu olaylar aleyhinde dedikoduya sebep olmuş, sadarete gelişinden 45 gün sonra makamında gözü olanların da etkisiyle Pâdişâhın itimadını kaybetmiş, azledilmiştir. (Vezir-i Azamlıktan alınmış)
Yusuf Sinan Paşa, azlinden sonra bir müddet Akşehir'de oturtulup sonra Şam valiliğine tayin edilmiş, sonra ikinci defa kaptan-ı deryalığa getirilmiştir. Çağalazâde Sinan Paşa bu defaki kaptanlığında validesini Mesina'dan İstanbul'a getirmiştir.
İki defada 10 sene süren kaptan paşalığında tecrübeli denizcilerle görüşerek iş görmüş, kadırgalara iyi kürekçi yetiştirip her küreğe üçer forsa (esir kürekçi) ile üçer Türk kürekçisi koymak suretiyle forsaların isyan çıkarmalarını önlemeye muvaffak olmuştur.
Çağalazade Sinan Paşa gayretli, cesur fakat kimseden haksız bir şey kabul etmez, asabi ve aynı zamanda haşin görünüşlü ve mağrur biridir.
-Cağal oğlu Yusuf Sinan kulumuz bize çok gereklidür. Onun cesaret ve tecrübesinden mutlak faidelenmemiz gerekür. Demişti Ahmet Han.
Veziri Azamlar önemli olduğu kadar da güvenli olmak zorundaydılar. Padişah’ın mührünü taşıyorlardı. Yönetimin başıydılar. Büyük bir çoğunluğu devşirme idi. Bu en yükse rütbeli devlet adamları, devleti “devlet adamı” gibi yönetselerdi, kuruluştan Zatı Alilerinize kadar gelen padişahlarımız yirmi veziri boğdurtup öldürtmezlerdi. Hiçbir hükümdar sırtını döndüğü, mühürünü emanet ettiği ve hizmetinden memnun kaldığı en yakınındaki kulunu, kendi vezirini boğdurtur mu?
-haklısız hocam…bu mevzu pıçak sırtı gibi keskündür. O tarafa da olur, bu trafa da düşer, Allah devletimizi beterinden korusun.
-Yüce Hanım, zatı devletlilerinize, bu dediklerimin afaki olmadığını isbat idecek, devletimizi yıllarca nafile yere uğraştırmış, yüzlerce Müslüman kanının akıtılmasına sebep olmuş bir veziri azamdan bahsetmek isterüm.
-seni dinlerim hocam, buyurun anlatasuz. Siz anlattıkca zihnimde insanlar ve olaylar şeküllenür.
-Yemişçi Hasan Paşa* duymuş musuz?
-duymaz olur muyuk, Arnavutluk devşirmesü Paşa...
-Sarayın Zülüf Baltacılar Ocağı'ndan yetişerek çaşnigir (sofracı) olmuş, kısa sürede kapıcılar kethüdalığına(sofra hizmetleri) yükselmiştir. İki defa yeniçeri ağası (general) olmuş ve vezirlik rütbesi ile Şirvan valisi, daha sonra kubbe vezirliğine getirilmiştir. Vezir-i âzam Damat İbrahim Paşa’nın serdarlıkla Avusturya seferine gitmesi üzerine sadaret kaymakamı olmuştur. İbrahim Paşa’nın vefatı üzerine de Valide Safiye Sultanın tavsiyesiyle vezir-i âzam tayin edilmiştir. Damat İbrahim paşa’dan dul kalan, Sultan Murat Han’dan olan Safiye Sultan’ın kızı Ayşe Sultan’la evlenmiştir.
-ne hazindür ki hocam bu işlerün altından hep hâtun parmaklaru çıkar,
-hakku âlinüz var Sultanum. Hem de kökü, yedi yabandan gelme valide sultanlar…İşte Damat İbrahim Paşa’nın hem makamına, hem de karısına göz koymuş olan Yemişçi Hasan Paşa, Safiye Sultan sayesinde ikisini de elde etmişti.
Eski şeyhülislam Sun’ullah Efendi başta olmak üzere sipahi subayları, padişahtan, halkın nefretini kazanan ve Almanya cephesinde bulunan Yemişçi’nin azledilmesini talep etmişlerdi.
Yemişçi Hasan Paşa Serdar olarak Macaristan seferine çıkmış, bu harekatta düşman eline düşmüş olan İstuni Belgrat’ı alamamış, mağlûp olarak Belgrat’a dönmüştü. Bu sırada İstanbul’da kendi aleyhine tertibat alındığını duyup kendisini himaye eden Valide Safiye Sultan’ın çağırması üzerine acele İstanbul’a geldi. Aleyhindeki harekâtın sadaret kaymakamı Mahmud Paşa tarafından tertip edildiğini ve bu hususta sipahilerin (kapıkulu süvarilerinin) kullanıldığını gördü;
Damadı Yemişçi’yi şiddetle savunan Valide Safiye Sultan sadrazamın azledilmemesi için oğlu Sultan Mehmet Han’ı ikna etti. İstanbulda Yemişçiye vekalet eden ve onun adamı olarak tanınan sadaret kaymakamı vezir Saatçi Hasan Paşa azledildi. Yerine Yemişçinin muhalifi olarak bilinen Güzelce Mahmut Paşa kaymakam oldu. Sun’ullah Efendi de şeyhülislam oldu. Ancak sipahiler Yemişçinin azlinde israr ettiler. Yemişçinin zulmünü padişahın yüzüne karşı anlatmak için “Ayak Divanı” istediler. Ayak Divanı Türklerde Müslümanlıktan önce hakanların yüzüne karşı şikayetleri dinledikleri bir gelenekti. Türklerde her vatandaş Hakana şahsen şikayette bulunma hakkına sahipti.
Sultan Mehmet Han Topkapı Sarayının avlusuna altın tahtını kurdurdu ve zorba elebaşları olan Sipahi subaylarını huzuruna kabul ederek dinledi..Subaylardan Hüseyin Halife Padişah’ın yüzüne karşı devlet idaresinin aksaklıklarını ve Yemişçi’nin zulümlerini bir hükümdara karşı ağır sayılacak tabirlerle anlattı. Hatta padişahın anasının Yemişçi gibi hainleri müdafa ettiğini söylemekten çekinmedi. Poyraz Osman ve Katip Cezmi de söz alıp, zalim vezirlerin ve beylerbeyinin Anadolu halkına reva gördükleri zulümlerden misaller verdiler. Babüssade ağası Macar Gazanfer Ağa ile Darüssaade Ağası Habeş Osman Ağanın rüşvetle mevki ve rütbe sattıklarını anlattılar. Sultan Mehmet Han her iki ağanın derhal idam edilmelerini irade etti. Bununüzerine asiler padişah lehinde tezahürayt yaparak saraydan ayrıldılar.
Bundan sonra cesaret bulan Sun’ullah Efendi Sadrazam Damat Yemişçi Hasan Paşa’nın katlinin caiz olduğuna fetva verdi. Fetvayı her iki kazaskere de imzalattı (Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri) Bunu haber alan Yemişçi İstanbula yetmiş iki bin akçe göndererek, yeniçeri ocağının ileri gelen subaylarına dağıttırdı. Birkaç gün sonra da kendisi İstanbula gelerek At Meydanında ki Ayşe Sultana Ait olan İbrahim Paşa sarayına indi. Sipahilerin fetva hükmünü uygulamak üzere sarayı basmaları üzerine arka kapıdan kaçarak, Yeniçeri Ocağına sığındı. Yeniçerilerden başka Topçu, Cebeci, Sekban gibi diger Kapıkulu Ocakları’nı, hatta Tersane Leventlerini ayaklandırmak için harekete geçti. Bu arada padişaha bir arz göndererek Sun’ullah efendinin hilafet makamına göz diktiği iftirasını bulundu.
Sultan Mehmet Han sipahilerin azınlıkta kaldığını anlayınca Sun’ullah efendiyi azletti. Yemişçi Yeniçerileri,cebecileri, topçuları, toparabacılarını, lağımcıları, leventleri, acemi oğlanlarını, bostancıları, sipahiler dışında tüm askeri kışkırttı, şuursuz bir şekilde sipahilerin karargahı olan Kurşunlu Han’ı bastırdı. Binlerce sipahi, bu barada Poyraz Osman, Hüseyin Halife, Burnaz Mehmet, Kazaz Ali gibi asi subaylar öldürüldü. Sun’ullah Efendi Rodos’a sürüldü.
Yemişçi Hasan Paşa bu suretle vaziyetini kurtardı. Artık Pâdişâhı hiçe sayarcasına sorumsuzca hareket etmeğe başladı, etrafı hırpalayarak bir çok adamı katletti; hattâ dostlarını dahi kırdı. Gösterdiği şiddet ve hazinenin darlığı dolayısıyla koyduğu bazı vergiler halkı bezdirdi. Hakkında ki şikayetler ayyuka çıktı. Sonunda karşı çıkanların baskıları üzerine görevden alındı.
Yemişçi ne serdarlığında ne de vezirliğinde hiç bir başarı elde etmemişti. Giderek yeniçeriyi paraya doyuramadığı, Safiye Sultan’ın da bunca rezalete, haksızlık ve ihanete direnmesi yetmediği için Yemişçi’yi kurtaramadı sonunda Sütlücedeki malikanesine üç bostancıyla, bostancıbaşı gönderildi. Bostancılar Yemişçi’yi malikanesinde temiz topraklar pis kanı ile kirlenmesin diye, kementle boğup bırakrılar..
* Y.Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi.
İşte Sultanım, Yüce Hân’ım, Enderunu Hümâyun da giderek bozulma başlamıştı. Kurt girmişti her bir şeyin içine. Başta Vezir-i Azamlar taşıdıkları mühr-ü Hümayun’u, rüşvetin, haksızlık ve ihanetin üstüne üstüne basmışlardı. Tüm Vezir vüzera, Yeniçeri Ağaları, Beylerbeyi, Şeyh-ül İslam, Kadı ve en küçük katibe kadar devleti yönetenlerin külli azamisi kokuşmuş, Enderun bozulmuştu. Eğitim süresince Türklük gururu ve İslam şuuru gereği gibi işlenmemişti. Artık Enderundan ülkücü, yürekli ve sevdalı yöneticiler yetişmez olmuştu.
Halk ; haksızlıklar, isyanyalar, sefalet, kan, göz yaşı ve acılar içinde kıvranıyor. Devlet günden güne zayıflıyor, her şey durdu. Asker zafer kazanmıyor. Maazallah sınır boylarındaki kaleler teker teker düşecek. Devlet toprak kaybetmeye, millet kan kaybetmeye başladı mı bunun önü sonu gelmez. İmparatorluğun nimetlerinden faydalanan ve bu nimetleri salyalarını akıta akıta yağma eden bu devşirmeler; dinini ve milliyetini benimseyemediği Osmanlı’nın çöküşüne sebep olabilirler. Bağışlayın beni haddimi aşıyorum..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder