1 Aralık 2009 Salı

9.PADİŞAHIN GAZABI

Seneler akıp gidiyordu. Mimar Ahmet’in aşkı, Fahriye ile ilişkisi Enderuna yayılmıştı. Safiye Sultan yaymıştı. Önce Nasuh’a duyurmuş, sonra da önüne gelene anlatmıştı. Nasuh’ta damatlığı Ahmet’e kaptırmamak için Onu gözden düşürmeğe çalışıp, dedi-kodu yayıyordu.
Nasuh Trakya taraflarından devşirlmiş, Manisa Sancağına gönderilmişti. Çocukluğu Manisa'da Veliaht sarayı acemi oğlanları mektebinde geçmişti. Akranlarından biraz irice, eli yüzü güzel bir çocuk olduğu için göze batıyormuş. Bir kaç kere büyük çocukların tecavüzüne uğramış, hırpalanmış, kinlenmiş, sevgisiz ve korumasız büyümüş. Zülüflü Baltacılar ocağında yetişmiş, Enderuna alınmıştı. Enderunda Divan-ı hümayun çavuşluğuna yükselmış sonra kapıcılar kethüdası olmuş ve küçük imrahurlukta (padişah ahirlarina ve onlarla ilgili arac ve gerece bakmakla gorevli kimse) bulunurken Mimar Ahmet ile Fahriye Sultan arasındaki ilişkiyi dillendirmişti de Ali Rıza ile aralarında kavga çıkmıştı. Bu kavgada Nasuh Saray ve Padişah yanlısı görünmüş, Padişahın takdirini kazanarak Paşa rütbesiyle Enderundan ayrılmıştı

Nasuh bir gün enderunda, ulu orta:
-Ahmet her daim hareme sızarmış, haremde adamları varmış, Efendimizin cariyeleri ile meşk edermiş, diyip dalga geçiyor, alay ediyordu. Ali Rıza:
-sen Allah'tan korkmaz, kuldan utanmaz mısun? gözlerinle gördüğün var mudur? Bu laf Ahmet’in kulağuna giderse senin başun kopartur.
-cümle alemin bildiği sözdür, konuşurum...ben dahi elden duymuşum.
-sen avrat gibi dedi-kodu doğurursun, yalan söylersün..
-her yerde olan konuşuktur...ben…Ali Rıza sözünü keserek,
-tiz varup sorula, kimden duymuşun, heman söyle, diyip, kolundan tutup, kaldırdı,
-bana konuşan adem makam mansıp adamudur. Bana güvenmiştür, sana neden söylerüm, sen de kimsün?...sana ne ola , demiş. Ali Rıza Nasuh’un suratına öyle bir yumruk indirmiş ki; Nasuh’un ağzından burnundan oluk oluk kan akmaya başlamış, Ali Rıza hırsını alamayıp, bükmüş, altına almış yoğurmuş, arkadaşları imdadına yetişmiş, Ali Rıza’yı çekip ayırmak için yere yıkmışlardı. Ali Rıza fena halde sinirlenmiş önüne çıkanı da tepelemiş, bir iki yumruk ta kendisi yemişti, etrafı kalabalıklaşmış, araya girip, ayırmışlardı.
-insafsız ve vicdansız adem, bir dahi böyle avratlar gibi konuştuğun duyar isem seni tepelerim. Nasuh,
-Ahmet’in Fahriye Sultan’la meşk etmesi reva mudur?
-var get işine, bunlar eksietek ağzudur. Konuşacaksaz erkek ağzuna uyan konuşuk edün...hem sarayın namusu senden mi sorulur..?
Nasuh’un kafadengi, arkadaşı Borçkay kavgaya karışmamış ama söze karıştı ve,
-sarayın namusu helbet bizden sorulur…biz ne güne Enderun-u Humayun'a aınmışuk sanarsız?
Araya giren diger öğrenciler kavga ve dalaşmayı dağıtmışlar.
Bu olay ve bu sözler sarayda yayılmış, taa padişahın kulağına kadar gitmişti....
Genç Padişah Sultan Ahmet Han siyaseti dedikodularla yönlendiriyordu. Bu olayı bir dedi-kodu biçiminde duymuş, çok öfkelenmiş ve,
-Sarayıma aldığım kulum hanedanlığımın bir eksüeteğine nasıl kem gözle baka?... bu ırz ve namus meselesidür, heman Enderundan def edilsün, diye irade buyurmuştu. Buyruğu derhal yerine getirilmiş, Ahmet Enderun’dan kovulmuştu. Nasuh’ta sarayı koruduğu için taltif edilip, “Paşa” rütbesi ile ödüllendirilmişti.

Enderundan birinin sarayında, hanedanlıktan bir hanım efendi ile adının çıkmasına canı fena halde sıkılan Sultan Ahmet Han, Fahriye Sultanı huzura çağırtmış :
-nedür bu enderundan bir kula zebun olmak, sevdalanup, Osman Oğlu'nun yüce şerefini iki paraluk itmek ? Allah'tan korkmaz, kuldan utanmaz musun? Padişah Ahmat Han kendisinden küçüktü, Fahriye hiç bir şeyden çekinmeden,
-Ben de bir kulum yüce Hakan’ım. Bir gönül taşırım ve onun içine giren bir kula ben dahi mani olamam. O gönlümün sevdasıdır. Bunun için sizden ferman mı gerekir? Ben ne kendimin ne de sizin yüzünüzü kara edecek bir amel işlemedim, işlemem de. Mimar kulunuzu sevdi isem bu ne benim, ne de Mimar kulunuzun kabahatidir. Çünkü sevmek bir suç değil. Sevilmeye layık olan birini sevebilmek bir fazilettir, hem de yüce dinimizin emri değil midir. Bunda ne kötülük vardır?...sükunetle dinleyen Sultan Ahmet Han aniden öfkelenip, sözünü keserek:
-Yüce dinimizi karuşturmayasun kendi süfli emellerine. Sen nice bilirsün de bana dini emir diye bilmişlik edersün.Yüce dinimizin emri Allah ve Rasulünü sevmektir, Mimar kulumuza zebun olmak değildür..
-Estağfirullah, size karşı ukalalık haddimize mi? Ben, Yaratılanı sevmeyen, yaratanı da sevemez bilirim. Sevgi engin bir deryadır. Orada yaratan da vardır, yaratılan da..Biz yaratanı da severiz, yaratılanı da...bu bir kaderdir. Buna bir aciz kul nasıl mani olabilir?.. Sen dahi Haseki Mahpeyker Sultan’a sevdalısın, bunu cümle harem bilmez mi?
-Ne gune kendinizü benim yrime koyarsuz?
Padişah Fahriye Sultanı huzurdan çıkattı, bir müddet yalnız kaldı. Söylenenleri aklında tarttı, olayları düşündü, Fahriye’yi haksız buluyordu, bir yanda koskoca hanedanlık, Ali Osman, diğer yanda enderundan bir kulu vardı, hiç te denk değildi...Hocası Mustafa Efendi ile görüşmek istedi, hoca huzura alındı.
Mustafa Efendi, Ahmet Han’ı şehzadeliğinden beri eğiten hocasıydı. Dini ve dünyevi bilgi ve düşüncelerinin oluşmasında etkili oluyordu. Aydın ve bilgin bir kişiydi..
-Hân’ım (Ahmet Hana böyle hitabederdi) bir yaramazlık mı vardı, niçün hiddetli durursuz.?..
-bir kusur mu ettik hocam, hiddet mi vardır üzerimizde ?
-ben seni bilmem mi yüm Han’ım, sen de bir hal var, Allah hayırlara tebdil eylesün.
-sarayımızda canımızı sıkan şeyler olur hocam, duymuşluğunuz yok mudur?
-Bir kötü haber duymadık biz aciz kullar gaipten bilemeyiz. Allah bilir yüce Han’nım,Siz lutfeder isez o zaman bize ayan olur ne olduğu. Ahmet Han biraz sıkılarak, biraz çekinerek
-demek siz duymaduz, sarayımda olup bitenden haberdar değilsüz, Mustafa Efendi tedirgin oldu, meraklandı, Sarayda herkesin duyupta, benim duymadığım ne ola ki diye, Ahmet Han devam etti,
-Muhterem pederinizin karındaşı Fahriye Sultan Enderun mensubu bir kulumuza sevdalanmışdur. Bu iş hanedanlığımızı zedelemişdür, beni halkımın nazarında küçük düşürmez mi, enderunda ağalar paşalar birbirleri ile nizaya tutuşmuşlardur. Aklım çok karışmışdur, sence bu nice karmaşuk işdür bir de senden duymak dilerüm . Hoca ferahladı
-Yüce Hân’nım, Osmanlı hanedanı ve Yüce Zatınız muhterem pederinizin karındaşı Fahriye Sultan kızımızın değerli bir sanatkar kulunuza sevdalanması ile zedelenecek kadar zayıf ve nahif değildür. Şom ağızların kışkırtmalarına, dedi-kodularuna kulak asmamak gerekür. Bu bir kader midür diye sual idersez el cevap, kaderdür. Mevla yazmasa, sevgi tecelli etmez, yaprak dahi dalından düşemez. Yüce dinimizde dahi sevginin yeri pek büyüktür. Sevgisiz ne din ne de iman olamaz. Önce Allah ve Rasulüne, sonra da Allahın yarattığı her bir şeye karşı sevgi ile dolu değil miyüz. Yunus Taptuk Emrenin kapusunda kırk yıl odun taşıdı, pişti ve “yaratılanı severiz, yaratandan ötürü “ diye öğüt vermedi mi? Halbuki enderunda mimarluk ilmi alan kulunuzun da niyeti halis olsa gerektür.
-Bu nasıl halisane niyettür ki Ali Osman’ın sarayına girüp, bizi küçük düşürmüştür.
-Yüce Hân’um, Cenab ı Hakkın ilim, irfan ve feyz verüp, bunca zenaatı icra etmeyi nasip ittiğü bir kulunun kalbine, aynı zamanda ihanet ve su’i niyeti, kötü niyeti koymaz. Iki kulun bir birine masumane sevdalanmasından siz Zati aliniz huzursuz olmayınuz. Hatta eğer imkan varsa bütün kullarun bir birini sevmesini emir irade buyursanuz yeridür.
-Ben insanların biri birlerini sevmelerine nasıl irade buyururum. Sevmek işi fermen işi midür?
-Yüce Hân’um, öyleyse cümle ademin biri birlerini sevmemelerine de ferman ve irade edilmez. Bize düşen hoş görmekdür. Sevginin Allah’ın bir lütfu olduğuna inanmakdur.
-Hocam ben ne sevginin la yüselliğinde, sorgusuzluguna, ne onun gücünün inkarındayım ve de sevgisiz bir hükümdar değilüm. Amma bura benüm sarayumdur. Buradaki her bir fert bana emanettür, benim namusumdur. mimar kulum da, sarayuma aldığum, canımu emanet ettiğüm kulumdur. beni aleme küçük düşürür, bunun cezası yok mudur, herkes haddini ve de hududunu bilmeli.
-Bu dünyada men etmeğe hatta ortadan kaldırmaya gücünüz var da, eğer Allah isterse öteki dünyada beraber olmalarına kimin gücü kudretü yeter?. Bencileyin sizin Padişahlığınıza yaraşan ceza virmek degildür, bu iki ademi baş-göz etmenizdür, Yüce Hân’um..
“-Ben bu işi biraz daha düşünüp, taşınmalıyım..Çıkabilürsüz Hocam..
“-Varup düşünün Yüce Han’um, amma hayra düşünün.
Padişah yumuşamıyordu. Sarayda ve haremde, cümle sultan ve cariyelerin suçlaması Fahriye Sultanı çok üzüyordu. Mimar Ahmet ise baskılara dayanamamış, izini kaybettirmişti. Yalnız besteleri ile şiirleri dillerde dolaşıyordu. Fahriye Sultan kimse ile konuşmuyor, Ahmet’in şiir ve besteleri ile yatıp klalkıyordu. oymalı mücevher kutusuna sarılıyordu, Ahmet’e sarılır gibi, mektuplarını okuyordu tekrar tekrar. Çok yalnızdı... Içini dökecek bir dostu yoktu. Zaten kimse ile paylaşacağı bir şeyi de yoktu.
Annesi Naz-Perver haseki hanım ve nedimesi Dilhun ile Bursaya kaplıcalara gitti. Ne annesiyle ne de nedimesiyle dertleşmiyor, oturup konuşmuyordu. Hele Ahmet’ten bahsedilmesini hiç istemiyordu. Aslında hep Onunla beraberdi...gecesi gündüzü, hayali ve gerçeği hep oydu.... sevgisi ve aşkı için her şeyi göze aldığı Mimar Ahmet ile beraber yaşıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder