1 Aralık 2009 Salı

23. GÖK MAVISI SULTAN CAMII

İslamiyette; insanların faydalanması için bırakılan her bir eser hizmet verdiği sürece, o eserin sahibinin ismi dünyada kalıcı olur, ahirette de amel defteri kapanmaz, yani dünyası da ahireti de mamur olur. Hayrat için yapılmış olan tüm esrler, yazılan kitaplar, okutulan öğrenciler, yapılan hayırların yüzlercesi sahibinin hem dünyasını, hem ahiretini mamur etmeğe devam eder. Osmanlı Padişah'ları sayısız camiler, mescitler, medreseler, yollar, körüler, hanlar, hamamlar, aş haneler gibi imaretler yaptırmışlardı. Bunlar tüm insanların hizmetine sunulmuş sosyal müesseselerdi.
Ilk imareti Orhan Gazi açmıştı. Iznik’te dağ gibi yığdığı kalaylı döğme bakır tepsilerin içinde kalaylı döğme bakır sahanlara üç kap aş vermişti. Bütün Iznik’li yemişti bu aştan. Aş almak için sıraya dizilen bütün iznik’linin sahanına Orhan Bey ve Nilüfer Hatun kendi elleri ile aş koymuştu, aşı alan yemiş, kapları da evine götümüştü beylik armağanı olarak herkesin kendinde kalmıştı...
İznik’te Çandarlılara mahsus üç imaret daha yapılmış olup buradaki imaret mevcudu yediyi bulmuştu. Bursa’da Birinci Murat, Yıldırım Bayazit , Çelebi Mehmet ve İkinci Murat’a ait geniş ve zengin vakıflı imaretleri vardı. Bunlardan başka vezir ve beylerle vatandaşların yaptırdıkları imaretler de bulunmakta idi.
Fatih Sultan Mehmet Han, Sultan Bayazit Han, Sultan Selim ve Sultan Süleyman hatta şehzade Mehmet Han’ın bile imaretleri bütün istanbul'a, Anadolu'ya, Rumeli sancaklarına kadar uzanmıştı, sınırları yopktu.
Sultan Ahmet Han avrat pazarı civarındaki Haseki imaretini açmıştı. Çorbası, yemesi boldu. Kimse aç kalmayacak ve dilenmeyecekti. Hastalara derman veren, yoksulların ve divanelerin çoğu bu şifa yurduna getirirlermiş, burada şifa bulmuştu.
Haseki Şifahanesinde hastalar müzikle tedavi edilirmiş. Müzikle tedavi Türk tarihinde çok eskilere dayanmaktadır. En son Selçuklu şifahanelerinde uygulanmış, Osmanlı'da da buna devam edilmişti. Türk müziğinin her makamının bir hastalığa şifa verdiği kanıtlamıştı. Nihavent makamı akıl hastalarına iyi gelirmiş. Rast makamı denge bozukluklarını iyileştirirmiş. Hüseyni makamı güzellik ve iyilik sağlarmış. Rehavi makamını baş ağrılarısı çeken hastalara dinletilir, hasta rehavet bulurmuş. Hicaz makamını sıkça dinlemek alçak gönüllülük sağlarmış. Acemaşiran makamı, ilham, düşünce duygu zenginlği verirmiş. Uşşak makamı kalp rahatsıklarına iyi gelirmiş. Saba makamı cesaret, kuvvet ve rahatlık sağlarmış. Mehter marşlarının bir çoğu saba makamında bestelenmiş olmasının sebebi de bu olsa gerek.
Osmanlı padişahlarının, vezir ve padişah anne ve hanımlarının, İstanbul’a ve Anadolu’ya yaptırdıkları, inci gibi dizdirdikleri camiler bu yurt parçasının Turk Islam mührleridir ve bu mühür sonsuza kadar silinmeyecek. Bu camiler başta İstanbul olmak üzere, bir çok şehirde zamanın çok büyük mimarları tarafından yapılmıştı. Bunların en ulaşılmazı da Mimar Sinan ve onun yaptığı camilerdi.

Sultan Ahmet Han'ın Şeyh'i Aziz Hüdai Mahmut Efendi,
-Bakasun Sultanum, Zaman serveti de şöhreti de silip süpürür, alıp götürür. Amma eserler yüzlerce yıl dim dik ayakta kalır, yapanın ve yaptıranın namı yürür. Bundan içün servet hayrın hizmetçisi olmalıdır", demişti.
Ahmet Han da her fani gibi öldükten sonra amel defterinin kapanmasını istemiyordu; bıraktığı hayır ve hasenatı, yaptırdığı camii, o camide namaz kılan her bir müslümanın işlediği hayır, Sultan Ahmet'in amel defterine işlensin istiyordu… Bu sohbet esnasında, Şeyh Hazretleri,
- Sultan Ahmet Hân'ın olarak padişahlığının azametini yansıtan bir selatin camii yaptırmalısız. padişah cami yaptıracaksa o yapı böyük ve azametli olmalı...erişilmez olmalı...din gibi yüce olmalı ve din ile örtüşmeli, din ile eşleşmeli, demişti. Sultan Ahmet Han’ın kafasından hiç atamadığı şeyler söylemişti.
Sultan Ahmet Han’ın culusunun üzernden üç sene geçmişti, hayır ve hasenatında cömert olan Sultan Ahmet Han hayratına ilave olarak bir ulu cami yaptırmaya karar verdi. Divan’ı Hümayum’u topladı, cami inşaatı, caminin yeri, caminin büyüklüğü süslemsi, etrafına yapılacak diğer hizmet binaları uzun uzun konuşuldu. Bu ulu caminin baş mimarı kim olacaktı, Mimar Sinan’ın varisi sayılacak kim vardı memlekette…bir çok isim söylenmiş, hepsinde de birçok eksiklik bulunmuştu. Mimarbaşı Dalkılıç Ahmet Paşa Padişaha bu hayırlı eseri Sedefkâr Mehmet Ağa’ın mimarbaşı olarak hak edebileceğini israrla vurgulamıştı..
Sedefkâr Mehmet Ağa İstanbulun Su Nazır idi. Su kanallarını onarıyor, yeni su kaynakları bulup, su yolları yapıp, İstanbulu suya kandırıyordu. Kabenin tamirini yapmış, onlarca salatin camisinin mimarı olmuştu. Kimse de aleyhte fikir beyan etmeyince Caminin Mimar başı Sedefkâr Mehmet Ağa olmasına karar verilmişti. Sedefkâr saraya çağrılmış, Dalkılıç Ahmet Paşa ile konuşmuştu..
Dalkılıç Ahmet Paşa:
-ben dahi senün böyle bir eserü hak idecegüne inanırum. Amma karşundaki Ayasofya’yı, üstündeki Koca Sinan’ın Süleymaniye’sini yabana atamazsun, sen eyü Mimarsun bilirim, ne edip edip onlarla boy ölçüşüp, Sultan Ahmet Han camisine haklu bir itibar verebilecek misüz?
“-Allah nasip müesser ederse…
Dalkılıç Paşa lafı uzatmadı,
“-bu hayırlı hizmet senindür, hadi göreyim senü deyip, beraberce Şeyh Aziz Mahmut Efendiye gitmişler, Aziz Mahmut Efendi’yi de alıp, Ahmet Han’ın huzuruna çıkmışlardı.
Ahmet Han Sedefkâra,
-bakasuz, divan’u Humayunumdaki bu makbul zevat senin bu hizmeti görebileceginü derler. Sen ne dersün, kendine güvenür misün?
-Allah izin fırsat verürse güvenirüm Han’um.
-izin ve fırsatun vardur, amma bu mübarek eserin altundan kalkabilecek misüz?.
-ben kendüme güvenirüm, tevfik ve muaffakiyet Allah’tandur..
Sultan Ahmet Han:
-Istanbulun neresine, nasıl bir eser yapalım ki; şu Bizans’ın, .Ayasofya’sının gölgesinde kalmasun ve dahi Istanbulun tepesinde bir taç gibi duran atam Kanuni Süleyma’nın camisi, Süleymaniye gibi görkemli olabilsin. Varun gidip arayup bulun gelin bakalım demişti.
Padişah’ın dediği gibi, sarayın yanı başında yıllara meydan okuyan Bizans eseri Ayasofya vardı. Ayasofya’yı geçmeli idi, geçmeli de karşısında ki Süleymaniye’yi ne etmeliydi.. Koca Sianan Ağa’yı tahtından indirebilir mi, o şaheseri, Süleymaniye’yi geçebilir miy di??
-Mümkinatı yoktur…dedi kendi kendine
Sedefkar yapacağı camiye ne Ayasofya, ne de Süleymaniye kadar yüksek ve geniş kubbe yapmayı düşünmüyordu. Yapacağı caminin kubbesi onlardan küçük te olmayacaktı. Sedefkâr’ın inşa edeceği sultan camisinin bu iki şaheserden daha süslü, çok tabiatı, baharı, gök kubbeyi canlandıracak. Sedefkâr Sultan Ahmet Camisinin daha dinsel ve daha mistik olmasını düşünüyordu. İçinde kıyama duran Müslüman kendini cennette bulmalı ve Allahın huzurunda hissetmeliydi.…yani Allaha layık bir güzellik bir ulaşılmazlık olmalıydı…
Gündüzü, gecesi beyninde çakan şimşekleri toparlamak, netleştirmek, şekillendirmekle geçiyordu. Camiler Kubbeler, minareler, iki, dört, altı minare, her birinin ikişer üçer şerefesinden okunan ezanların biri bitip, öbürü başlıyor, Sedfkâr hepsini dinliyordu… Ezanı Muhammedi'lerden bir ilahi orkestra hazzını alıyordu…
Günlerce Istanbulu gezip dolaşmış, yer aramıştı...Her yere bir kusur buluyordu. Gözünü At Meydanındaki Sokullu Mehmet Paşa’nın sarayına dikmişti. Ama orayı nasıl isteyecekti? Evvel emirde Serdar Sokullu Zade Lala Mehmet Paşa vardı. Kendisine saygısı çoktu, sonra baba yadigarı idi.. Gene de sıkılarak gidip düşüncesini bir bir anlattı. Lala Mehmet Paşa bu işe çok sevindi, çok memnun oldu, babası Sokullu’nun adının cami ile beraber yaşayacağını ifade etti ve Padişaha arzetmesinde hiç bir sakınca olmadığı söyledi.
Sedefkâr Mehmet Ağa’nın sırtından çok ağır bir yük kalkmıştı.
Padişaha sundu.
Sultan Ahmet Han teklif edilen yeri çok beğendi. Hemen ferman eyledi, Sokulu Zade’den sarayın yeri otuz yük dinar halis ayar altın verilerek satın alınıp, saray yıktırıldı.
Ancak aynı yerde çok çocuklu fakir insanların küçük te olsa iki üç evleri vardı. O insanlar evlerini vermek istemiyorlardı. Padişah,
-değerleri neyse ödeyüp aluna, demişti.
Ama adamlar kabul etmemişlerdi.

Şeyhül İslam Mehmet Efendi,
-bu aileler hıristyandur. Biz daha Söğüt-Domaniç yaylalarına gelmeden önce bu adamlar burada yaşıyorlardı. Kendisi de bir yetim olan peygamberimiz “ Rıza dışı alınan şey gasp sayılır” demiş. Camii gasp ettiğin toprak üzerine mi yapacaksun?
Cami inşaatını zora sokan bu arazi işleri bir türlü halledilemiyordu. Peygamber merhametine sığınarak direnen bir iki Rum evi kalmıştı. Onlar da Müslüman ahalinin gözüne diken gibi batıyordu. Ancak evlerini almaya ne cihan padişahının, ne de etrafını çeviren yüzlerce müslümanın gücü yetmiyordu. Sonunda Sedefkar Mehmet Ağa araya girip, bu ailelere İstanbul’da, beğendikleri bir semtte hemen birer ev yapmaya, hem de bir yıllık ev iaşelerini karşılayacak kadar para vermeye hazır olduklarını söyledi. Rum aileler evlerinin yıkılmasına razı oldular, evleri yıkıldı.
Ahmet Han, cami yaptıracağını ferman buyurdu…
Tellallar memleketin her köşesinde:
-Padşahımız, Ulu Hakanımuz Sultan Ahmet Han Hazretleri Ulu bir Cami yaptıracaktır...Her kim ne ustası ise ve her kim ne maharet sahibi ise toplanıp gelsün..Allah’ın evi sayılan, caminin yapılmasına yardım itsün, emeği geçsün, eseri görülsün, Allah onlardan razı olsun padişah onları ihsanlara boğsun” diye.. -
Memleketin dört bir yanında sada bulan fermanına cümle ulemadan, fukahadan, zümeradan, ağalardan, beylerden cevap geldi;
-“buyruğunuz başımız üstünedir” diye.
Her bir mahir usta, her bir köşeden çıkıp geldi.Taş ustaları, bezemeciler, marangozlar, duvarcılar, dökümcüler üçer beşer toplandılar. İçlerinde Ermenisi de vardı, Rumu da, Yahudisi de Türkü de…Osmanlı’da yaşayan her bir usta, kalfa çırak ve amele sökün edip el attı Sultan Camii inşaatına
Bin altı yüz yedi yılının baharında mübarek cuma günü, cümle üstad mimar ve mühendisler toplanıp, Şeyhül Islam Üsküdari Mehmet Efendi’nin duaları ile Caminin temelinin kazılmasına başlandı. Evvela Padişah Sultan Ahmet Han eteğine toprak doldurup,
-Ya Rabbi Ahmet kulunun hizmetidir, kabul eyle..deyip, amelelerle birlikte, eteği ile temelden toprak taşıdı…” Şeyhulislam, Vezir’i Azam, öteki vezirler, ulema, kazasker, askerler, ahali hep bir yürek olup, toprak taşıdı, temele harç koydular.

Sedefkâr Mehmet Ağa yanına mahir bir yardımcı mimar almıştı. Mimar Ahmet Ağa.. Mimar Ahmet Ağa padişahın affına mazhar olmuştu ve Diyaribekir’de Hüsrev Paşa’ya kışla cami ve diğer müştemilatı yapmış, bitirmişti. Oradan İstanbula gelmişti. Sultan Ahmet Han, Mimar Ahmet’i Sedefkar’ın yanında görünce ona gizli bir hayranlık duymaya başladı. Hem Fahriye’yi düşündü ve acıdı, hem de Mimar Ahmet’in münasip bir damat olabileceğini düşündü ve kendini suçladı. Ahmet Han’ı kışkırtan herkesi suçladı ve bunu tecrübesizliğine verdi. Mimar Ahmet Ağa’yı gereksiz yere enderundan kovdurmuş olmasından da pişmanlık duyudu. İyi ki içini okuyan yoktu diye düşündü.
Kireç taşından granite yığın yığın mermeri gönyesine getirebilmek için ağaç gibi yontan taşçılar…Kirecini, kumunu kalıplarından boşaltıp, yumurta akıyla karan horasancılar karınca gibi çalışıyorlardı. İşçiler arı kovanına girip çıkan arılar gibi inşaata taşımadık şey bırakmıyorlardı. Arşın çekip şakul tutan ustalar, göz-kaş işareti ile işçilerinden yardım alıyordu. Terleri tozla karışıp, güneşte pişiyor, renkleri tunca dönüşüyordu. Testilerine buz parçaları koymuş çocuklar bu yüzlerce yanık yüreğe soğuk su taşıyor, onları serinletiyordu. Sucuların, şerbetçilerin, tatlıcıların ve haşarı çocukların naraları ortalığı dolduruyor, aşağıdan yukarı iskele iskele koşturup duruyorlardı.
Aş zamanı aşa, iş zamaı işe koşuyorlardı. Bu hengame, bu uğraş inşaaten çok ibadete benziyordu…her taş besmele ile yerine koyuluyordu.
Sedefkar Mehmet Ağa inşaatın baş ucunda çimenliği seccade yapmış, beş vakit başını çimenlere gömüp, secde ediyordu. Barakasındaki plan ve projeleri kör ışıkların aydınlığında çizip, geliştiriyordu. Zamanının çoğunu inşaat sahasında ustalara iş tarif etmekle, işçilere geyret vermekle geçiriyordu. Zamanının kalanını da bir elinde arşın , bir elinde tesbih, yapılanları kontrol edip incelemekle geçiriyordu. Bu muazzam eser Osmanlı medeniyetinin şahidi, Sultan Ahmet’in İstanbul’a bastığı Mühürü olarak şekilleniyordu.
Cami inşaatı, taş üstüne taş koymak degildi, taşlara ruh vermek, taşı toprağı eleyip, onlarla şiir yazmak, beste yapmaktı…işte Sedefkârın, işte Mimar Ahmet Ağa'nın yaptığı buydu. Bu işini ibadet bilen Sanatkârlar, ustalarını, işçilerini gayretlendiriyor, büyük bir coşku ve özveri içerisinde çalışmalarını sağlıyor, onların işle savaşmalarını öğütlüyorlardı,

Mimar Ahmet Ağa cami inşaatına kendini kaptırmış, Fahriyeyi, o tertemiz aşkını eseri ile yaşatmaya çalışıyordu. Aşkını mermere çiniye, ahşaba işliyerek, bu büyük eserine dekor yapıyordu.
Bektaş Usta, taş ustası.. Duvara göre taş yontar, elindeki her taşa duvarda yer bulurdu. Koca binanın bütün taşları O’nun elinden çıkar olmuştu. Bektaş Usta’nın ellili yaşını, kırlaşmış pala bıyıkları ile, bıyık uçlerının sınırladığı, iri elmacık kemiklerinin altında başlayıp, alt dudağının ucunda biten oyuk çizgiden tahmin edilebilirsiniz. Ama O’nun işe meylini, taşla boğuşmasını izleyen hiç kimse Ona ne elli, ne de kırk yaşını yakıştıramazdı. Sabahın ilk ışıkları ile taşla selamlaşan Bektaş Usta, akşam hava kararana kadar, bir ucu keskin öbür ucu yuvarlak, yedi okka ağırlığındaki tokmağını gün boyu elinden düşürmezdi. O’nun ibadeti, varı-yoğu tokmağı, bir de gözüne kestirdiği, bir çocuk büyüklüğündeki şekilsiz taşdı, mermerdi. Hayatı boyu eliyle yoğurduğu taşlarla birlikte yaşadığı için pek taş olmuş, taşlaşmış, eskilerin deyişiyle “ismiyle müsemmah” olmuştu. O ağır, kocaman nasırlı elleri “Ferhat” gibi güçlüydu. Buna rağmen Bektaş Usta’nın ince bir ruhu, yüksek göz zevki olduğunu her taşa külünk vuruşundan, her duvara taş yerleştirmesinden anlamak mümkündü. İnşaatta Sedefkâr’ın en çok hoşlandığı şey, Bektaş Usta’nın taş yontuşunu seyretmek oluyordu, kudüm çalar gibi tempo ve ritim veriyordu işine…
Bektaş usta Balkanlardan devşirilip, yeniçeri olmuş. Ocakta isthkama ayrılmış, köprülere, yollara, binalara taş yontmuş, kırk yıl hizmet vermişti Osmanlı ordusuna. Sonunda ocaktan emekli olmuş. Ama ustalıktan emekli olunmuyor ki…O da taş yontmaya devam eder olmuş. Evlenmiş, ev ocak kurmuş. Oğulları, kızları olmuş. Sultan cami inşaatı fermanını duymuş, kopmuş gelmiş, oğlu Mahir’i de yanında getirmişti. Bektaş Usta Mahir’de bulduğu beceri, kabiliyet ve isteği geliştirmek, O’nu büyük bir sanatkar yapmak için çanta gibi hep yanında taşıyordu.
Mahir on beş yaşına ya basmış ya basmamıştı, ancak iri pençeleri, geniş onuzları ve sert yüz hatlarıyla, kimse onun yirmiden aşağı olduğunu söyleyemezdi. Mahir’de taşı seviyor, taşla güreşmeye bayılıyordu. Fakat Mahir daha çok taş oymacılığına meyletmişti. Oymacılık işini daha estetik buluyor, oymacılık sanatını beğeniyordu. Mahir’in daha küçük bir tokmağı, irili ufaklı, geniş , dar ve sivri uçlu murçları vardı. O mermere geometrik şekiller çiziyor, sonra da onu murçları ile kalem gibi işliyordu. Kitabeler yazıyordu. Oyun yaşında olmasına rağmen, olgun insanlar gibi işinin ciddiyetini vakıftı. Mahir’in o yaşta yaptığı, dantel gibi ördüğü eserleri binaları süsleyordu, asırları eskitecekti.
Sedefkâr Mehmet Ağa Mahir’i çok sevdi. Onu mutlaka enderuna yollayıp, orada bilgi ve sanatını geliştirmesi çin Bektaş Usta’dan Mahir’i istedi.
-eti senin kemiği bizimdür Ağam. Sen ki mimarsun, sedefkârsun, sanatın ne oduğunu bizden eyü bilirsün. Oğlan senündür dilediğİn gibin eyle, dedi. Sedefkar’ın Mahir’e el atmasına dünden razıydı. Sedefkar’da Mahire sanat ile ilgili öğrendiği, bildiği, her şeyi vermek istiyordu.
-Sanat yalnız maharet degildür. Doğruluk, dürüstlük ve devamlılıkdur. Sevgi, saygı ve de hoşgörüdür. Bize hocalarımuz işlerün bir ölçüsü olduğunu (standartlar) anlatmışdur. Sedefkâr, Mahire caminin kitabesini yazması gibi çok önemli bir iş yaptırmayı aklına koymuştu.. Kitabe yazmak, büyük bir beceri sanat ister. Çünkü O kitabe cami durdukça, onun künyesi olarak okunacaktır.
Mahir’in enderuna kaydını yaptırdı. Halef selef olacakmış gibi içini ısıtıyordu Mahir.
Sedefkâr akşam iş bitiminde, el ayak çekildiğinde yazılan defterleri alır, bir bir incelerdi. Çalışanların ücretleri gündelik olarak ödenirdi. Çünkü peygamberimizin:
-işçinin alın teri kurumadan ücretini ödeyin, öğüdüne uyması gerekiyordu.
Her gün kaç işçi çalışmış, kaç testi su içilmiş, testilere ne kadar buz koyulmuş ve serinleme işine kaç akçe ödenmiş..demirci, taşçı ve duvarcılara veriken para değişmiyordu, sadece o gün izin alıp işe gelemeyen ustalar ücret alamıyorlardı. Kaç yüz yumurta kırılmış, yumurtaya kaç akçe ödenmiş, Her defteri inceleyip, yapılan ödemeleri alt alta yazıp, o günki maliyeti çıkarıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder