1 Aralık 2009 Salı

32..REFİK’İN ÇIRPINIŞI... 33. SABIR TAŞI

Mimar Ahmet Ağa her sabah işbaşı yapmadan önce Şantiye(çalışma) odasına gider iş elbiselerini giyer, İş Başı Duasını yapardı.
İş başı duası; Allah'a sağlık ve sıhhat verdiği, çalışacak bir mübarek iş nasip ettiği, işinde becerikli ve başarılı olduğu için şükreder ve işine hile, yalan katmaması, nankör olmaması için de Alla'a sığınırdı.
Ahmet duasını ederken kapının kapatılış biçiminmden, odanın havasından, etrafındaki eşyaların kendisine bakışından ürktü, kötü şeyler hissetti, Mahir'i çağırdı, Mahir'i ara sıra odasından birşeyler getirip-götürmesi için gönderirdi,
-sen bu sabah odaya girmiş misün?
-ben işimin başındayım Ağam,
-başkası girmiş midür?
-ben görmemişim, ben kendi işime bakarım Ağam, Tevfik Ustam seni arardı, belki O gelmiştir...
-bana Tevfik Usta'yu çagır, diyip gönderdi, kendisi masanın üzerindeki projeleri, etrafındaki eşyaları kontrol etti. Sanki bir uğursuzluk vardı odada. Biraz sonra Tevfik Usta geldi. Ahmet yerine oturmamış, etrafı yoklamakla, havayı koklamakla meşguldü.
Mimar Ahmet Ağa'nın çalışma odası iki gözlü bir şantiye odasıydı. Giriş kapısının solunda büyükçe bir pencere, pencerenin önünde çalışma masası, sandalyesi, masada proje ve tuttuğu günlük defterleri vardı. Köşede bir dolap, bitişiğinde bir peyke, üzerinde yumuşak minderler vardı misafirleri rahat etsin diye koyulmuştu. Kapının sağında abdest almak için ibrik, leğen, seccadesi seriliydi. Öteki odada bir divan, üzerinde yatağı, yatağın ucunda abdest ve banyo için kullandığı bir yunnuk (küvet), köşede bir dolap, içinde elbise ve çamaşırları vardı. Yemeğini amelelerle birlikte, amele koguşlarının bitişiğindeki yemekhanede yediği için mutfakla ilgili tertibatı yoktu.
Tevfik Usta Ahmet'in odasına girdiğinde yatak odasından bir tıkırtı geldi, odanın penceresi açılır gibi oldu. Ahmet Tevfik'e odayı işaret etti, " içeri dal" der gibi. Durumu fark eden Tevfik içeri daldı. Pencereye tırmanmakta olan bir yabancının ensesinden yakalayıp aşağı indirdi. Yabancı belindeki kamasına davrandı, Ahmet üzerine atlayıp, kamayı avuçladı tuttu, elinden çekip aldı, attı, avucu kan revan içinde kalmıştı.
-zaptiyelerin aradıği celali buraya saklanmış, dedi, yüzünü çevirdiğinde gözlerine inanamadı. O adamdı. Kervansarayda kendisini öldürmek için saldıran celali haydutu idi.
-hala peşimdesin…ölmediğimi öğrendin, illa beni öldürecek misin? ölümüm senin elinden mi olacak?... Artık olmayacak. Şimdi elime düşmüşün, dedi. dolaptan işliğini çıkartıp yırttı, avucunu sımsıkı bağlayarak kanını durdurmaya çalıştı. Yabancı, Tevfk'in güçlü kolları arasında sımsıkı kenetlenmişti, hareket etmekte bile güçlük çekiyordu ve hiç tepki koymuyor, çırpınıp, debelenmiyordu. Ahmet' te bessümle bakarak,
-gene seninle karşılaştık. Hiç karşılaşmak istemediğim birisin sen..Allah'a şükür yaşarsın. Bundan da memnun oldum.
-sen kimsin be adem? neden içün ha bire karşıma çıkarsın?
-ben kimim, neye buradayım, her bir şeyi anlatacam, dinleyesüz, bana ne yapacaksaz, ondan sonra yapasuz.

Ahmet Tevfik'le yabancının bir birine ne kadar benzediğine şaştı. Yabancı biraz daha iri ve yaşlıydı. Günlerdir aç susuz ve uykusuz kaldığı için bitap düşmüştü. Ahmet, Tevfik'le göz göze geldi, bir yandan avucundan akan kanı dindirmeye çalışırken bir yandan da Yabancıyı merak ediyordu.
-Çabuk de, ne diyeceksen…yoksa adam yollayacağım, zaptiyeyi çağırtacam..
-benim namım Sekban Refik dir. Sekbanlıkta başına gelenlerden başlayıp, celali oluşundan, Damat Nasuh Paşa ile karşılaşmasına kadar her şeyi anlatmış, haksızlığa, zulme karşı savaş verdiğini, bilerek kimseyi öldürmediğini, öldürmeyeceğini ifade etmişti.
-demek seni bana Nasuh Paşa yollamıştı. Ben Nasuh'un yolladığını anlamıştım, neden yolladığını da tahmin ederim, Sen de bilir misin?
diye sordu Ahmet .
-Bana bir şey dememişdir, ben de üstelemedim. Amma yanarım yanarım da Nasuh yılanına kandığıma yanarım. Aslında ben celali olacak adem degilim, talih işte, neyse de celali sayılmaktan bıkmıştım, karşıma bu yılan çıktı. Bana Sancak vaad etti. Hem sancağın yöneticisi olacağım, hem de bagışlanıp, celalilikten kurtulacaktım. Kim istemez ki böyle bir şansı ?...Ben de kandım...sersem kafam, tuttum da sana dalaştım...Amma canı veren alır. Ben kimseye can vermedim, kimsenin de canını almadım. Mimar Ahmet Ağa'ya
-isteseydim seni orada öldüremez miydim? Ben diyecegimi dedim. Gayri şimdi ne istersez yapasız.
-beni öldürmeğe gelmemiş miydiz?
-asla ve kat'a...ben seni asla öldürmek istemedim...ben heç adam öldürmedim, öldürmem de, ben Nasuh'a verdiğüm söz yüzünden sana zarar verdim. Bu mevzuda sen mâdursun ve haklısın. Amma velakin ben seni tanımam, bilmem, ben seni seçmedim bilerek hayatına kasdetmedim.neye öldüreyim ki. Nasuh'a öldürdüm dedim. Şayet öldürmek isteseydim, öldürürdüm. Bunları beni zaptiyeye vermeyesiz deyin demiyorum, doğrusu budur.
Tevfik gene şaşmış, şaşkın, şaşkın konuşmaları dinlerken, dayanamayıp, Refik'i dirsekleriyle mengeneye sıkıştırmış gibi sarsarak,
-o zaman öldüremedin bari şimdi, burada öldürmeye mi kasdettin? Bunun içün mü buraya kadar sokuldun?
-ben zaptiyeden kaçarım. Günlerdir peşimdeler. Akşamları gelip bu inşaatta yatıp, günaş doğmadan kalkıp gündüz saklanacak yerlere giderim. Bu sabah uyanamadım. Amele sökün etmişti ben tahtaların üstünde yatardım. Heman kalkıp, can valiyle kendimi bu haneye attım. Buranın ne olduğunu, kime ait olduğunu bilmem etmem. Bu Mimar Ağa'nın yeri olduğunu bilsem gelir miyim heç?
Mimar Ahmet Ağa Tevfik'e, Refik'i bırakmasını işaret etti. Tevfk kollarını gevşetmiş, Refik'i kontrol ederek hepten salıvermişti. Refik omuzlarını kaldırıp indirmiş, yüzlerine ürkek ürkek bakarak,
-benden endişez varsa bildiğizi yapasuz, diye itimat kazanmaya çalışmış,
Ahmet,
-kendini temize çıkarmak içün dil mi dökersin? Dediklerine nasıl inanmaklıgımuz gerekir ben dahi şaşırmışım.
Tevfik ayağı kalkmış,
-bana kalırsa bu Sekban Başı çok yaman bir adem imiş. İmdi bizi alt etmeğe mecali kalmadığı içün alttan alır, buna güvenmesek yeridir.
Ahmet,
-anlattıklarına bakarsaz ben ona bir can borçluyum. Eğer O namert Nasuh belası benim üstüme başka bir celali yollasaydı belki de beni öldürecekti. Benim içimden Sekbana karşı düşmanlık geçmez...Sekbana,
-şimdi sen ne yapmayu düşünürsün, diye sordu.
Refik,
-Ağalar, ben kaçak göçek yaşayan bir ademim. Damat Nasuh Paşa veziri Azamdur ve de benim peşimdedür. Ben kendimi Bosna'ya atmak isterim. Bana buralarda hayat hakkı yoktur.
Tevfik,
-Bosnada kimin kimsen var mıdır?
-hısım akrabam yoktur, tanıdıklarım, arkadaşlarım vardır. Oralarda kimesne peşime düşmez. Orada bir uğraşım olacak.
Ahmet,
-nasıl bir uğraş, Bosna'da ne yapmayı düşünürsün?
-akıncı tayfasına girmeyi düşünürüm.
-Bosna'ya nasul gideceksün?
-bir yolu bulunur helbet. Mimar Ahmet, Tevfik'i kenara çekip, " biz çıkıp işimizin başına gidek. Sekban burada kalsın. Hem biraz daha düşünme fırsatı buluruk, hem de Sekban ne edecek ona bakaruk" demiş, Sekban'a dönmüş,
-bizim işimizin başına dönmekliğimiz gerekür. Sen burada kalasun. Karnın açdır, sana biraz taam yollaruk. İş bitiminde gene bakaruk duruma, demiş. Sekban'ı odada bırakmış, Mimar Ahmet'le Tevfik odadan çıkmışlardı.
Tevfik mutfaktan bir miktar yiyecek, bir ibrik su alıp, Mimar Ahmet'in odasına getirmişti, Refik yanız kalmıştı. İçinde zaptiye korkusu yoktu. Mimar Ahmet'e güvenmişti. Ahmet'in canını alamamışmıydı, yoksa onu bu günler için mi bağışlamıştı?
bilemezdi tabii ama bildiği tek şey, şu anda Ahmet'in Onu bağışlamış gibi görünmesiydi.
Refik, Mimar Ahmet Ağa'nın çalışma odasında tek başına kalmış, rahatlamış, peykeye uzanmış, hemen uykuya dalmıştı. Tevfik kapıyı açmış, elindeki nevaleyi masanın üstüne koymuş, Refik'e bakıyordu, Refik uyuyordu, kimseden haberi yoktu. Zaptiye de basabilir, başkası da sıkar ümüğünü canını çıkarabilirdi. Tevfik'in bu adama karşı düşüncesi değişmişti. "Bu adem doğru söyler. Eğer yalan dolanla kendini kurtarmaya çalışsaydı şimdi kaçıp giderdi. Ama yatmış uyuyor. Bize güvenmiş, bizi dost bilmiş ki içi rahat etmişte uyuya kalmış...yazık" dedi, acıdı, üzüldü ve Refik'e karşı içinde sıcak ürpertiler duymaya ve Onu sevmeye başladı. Odadan çıktı, işine giderken,
"Hz. Musa’yı Firavunun sarayında büyüten büyük Allah'ım sen nelere kadir değilsi ki? Aha bir can düşmanı, canını alacağı ademin yatağında uyuya kalmış. Kim kimin canını alacak ancak sen bilirsin" diyerek hayretini ifade ediyordu..
İş bitiminde Ahmet'le Tevfik odaya geldiler. Refik hala uyuyordu. Günlerce peşine düşüp öldürmeğe teşebbüs ettiği, hatta nara atarak kamasını salladığı, kendisine sunulan Mimar Ahmet Ağa'nın odasında uyuyordu. İkisi de şaşmıştı, amma Tevfik daha çok şaşmıştı. Getirdiği nevale masanın üzerinde duruyordu, el değmemişti.
-Sekban kaç gün uyumamış acep, dedi Ahmet. Kapının açılışını ve konuşmaları duyan Sekban asırlık uykusundan uyanmış, bu iki ustayı gene başında bulmuştu.
Tevfik,
-Sekban Başı, sana taam getirdim, sen uyuyakalmışın. Ben de dokunmadım Akşama kadar uyumuşun besbelli ki.
-he ya, kaç gice var gözümü yummadum. Allah sizden razi olsun. Bana bu fırsatı verdiz.
Ahmet ,
-taamı da yememişin
-yemeylen içmeylen derdim yokdur. Bir kaç gün yemesek te olur. Amma uykuyu alamazsak sersemlerik, şirazemiz bozulur. Biraz gerneşir, "müsade edrsez ben iki lokma bi şey alam" der, buyur edilir, sekban nevalenin başına oturur. Günlerce aç kalmış insanların aç gözlülüğü yoktur üstünde, tam tersi tokluk, tok gözlülük gözlenir yiyişinden.
Ahmet'le Tevfik konuşmuş, aralarında şu karara varmışlardı. Sekban Refik ne edecekse, etsin. Nereye gidecekse gitsin. Bir iki gün Onun bu odada kalmasına izin verelim. demişlerdi.
Bunu Sekbana şöyle anlattı Ahmet,
-bir kaç gün. Ona göre sen de tedbirini alasın, ne işleyeceksen işleyesin. Bu bir kaç gün ben bu odada yatmam, sen yek be yek yatarsın. Sana nevale de buluruk. Amma bir kaç gün. Fazlası hata olur. İnsanlar buraya girer çıkarlar. Maaz Allah görür mörürler de başımız ağırır. Sana da ziyanımuz dokunur. Uykusunu almış, karnı doymuş, rahatlamış Refik,
-ne diyem Ağalar siz daha eyisini bilirsiz. Nasıl dersez öyle olur.
Tevfik,
-tanıdık, bildik birileri var mı, habar verülecek, yardım istenecek gibin ?
-peşimde koca Vezirü Azam vardır, kim yardım edebilir, kim tanışlık verir? bir yolunu bulup, kimseye görünmeden, yakayı ele vermeden istanbuldan çıkmaklığım lazım.
Ahmet'le Tevfik Refik'i yalnız bırakıp dışarı çıkmışlardı. Tevfik bir at lazım derken, Ahmet Ona bir "vesika" gerek diye düşünüyordu. Vesika, yani belge gerekti. Elinde belgesi olmadan bir adım bile atamazdı. Vesikasız istanbuldan dışarı çıkabilemez.
Mimar Ahmet, ertesi gün inşaata geldiğinde Sedefkâr Mehmet Ağa'nın yanında iki zaptiye gördü. O da selam verip yanlarına gitti. Sedefkâr zaptiyelere Ahmeti tanıttı.
-İnşaatta olup biten her şeyi Mimar Ahmet Ağa bilir, dedi. Zaptiye Ahmet'e ,
-bir celalinin peşinde koşaruk. Elimizden kaçırdık. Gece inşaatta görülmüş. Siz dahi duymuş musuz, yahut görmüş müsüz?
-biz işimizin başındayık. Celali ilen işimiz olmaz.
-yanlış anladız Mimar Ağa. Buralarda saklanur, size bir ziyanı dokunur deyu habar vermeğe geldik. Hadi kolay gelsin diyip inşaaten ayrıldılar.
Zaptiyeler gittikten sonra Ahmet durumu Mimar başı Sedefkâra anlattı.
-esasen ben Onu epey önce tanıdım. Dün sabah geldiğimde odamda buldum. Zaptiyeden kaçarken odaya girmiş, kimin yeri olduğunu bilmeden. Bosna taraflaruna gitmeyi düşünür. Kendimi Ona yardım etmeye mecbur hissederim. Onu zaptiyeye vermeklliğimin heç mümkinatı yok. Aramızda önemli bir hukukumuz vardır. dedi. Sedefkâr sadece dinlemekle yetindi. Durumdan hiç memnun olmadığını belli ediyordu. Ahmet Sedefkar'a
-Ağam bir kaç gün zaptiyeye bu mevzuuyu açmasak yeridür, diyerek bu işin gizlili kalmasını istemişti. Sedefkâr gene cevap vermedi, gene memnun kalmadığını belli ediyordu. Ayrıldılar.
Az sonra Tevfik'le Ahmet yan yana geldiler, Ahmet Tevfik'e zaptiyenin inşaata geldiğini, bir celelinin peşinde olduklarını, Sedefkâr Mehmet Ağa'ya anlattıklarını söylemiş, Tevfik'te telaşlanmış,
-Sedefkar Ağam biliyor mu? diye sormuştu.
-he ya her bir şeyi anlattım deişti, Ahmet,

Tevfik
-Sekban'ın başına bir iş gelir mi diye sordu.
Ahmet,
-bilemem. İnşallah gelmez...
-Mimar Aga'ma niye dedin?
-Buranın başı O dur. Sedefkâr Ağa'mız baş Mimarımızdur. Burada olan her şeyden O sorumludur ve Onun bilgisi olmak gerekkir. Belki de Sekbana faydası dokunacak, içimde öyle bir his var.
İkisi de işinin başına gitmiş, öğlen paydosunda Tevfik Sekban'a nevale götürmüştü. Sekban artık uzanıp yatmıyor, yiyip içmiyordu. Şantiye odası Onu sıkıyor ve de korkutuyordu. Tevfik'te, Mimar Ahmet'te belki Ondan yana tavır koyuyorlardı, belki güvenini kazanmışlardı ama peşinde Veziri Azam Nasuh Paşa vardı. Buraya sığındığı kulağına ilişirse, gelip eliyle koymuş gibi alır götürür. Yani bu şantiye odası Ona kafes gibi geliyordu, kendini kafese kapatılmış kuş gibi hissediyordu. Bu şantiye odasından bir an önce kurtulmalıydı. Kurtulmalıydı da nereye gitmeli, ne yapmalıydı onu bilemiyordu. Uyuyamıyor, gece gündüz tetikte bekliyor, beklemekten de yoruluyordu. Refik rahatsız ve huzursuzdu.
Tevfik Usta
-hayırdır, kötü bir şey mi oldu?...niye huysuzlanursun? Taamını ye, uykunu uyu, Mimar Ağam senin için münasip bir şeyler düşünür. Bizden yana emin ve rahat ol.
-kaçak ve göçek yaşayanlar kimseden emin olamazlar. Ben gibin...bu eşyanın tabiatındandur.
Mimar Ahmet Ağa akşam Hüsrev Paşa'ya, makbul bir tanıdığının zor durumda olduğunu, Ona ne yatacak yerinin, ne de, bir işi, bir uğraşının olmadığını, Ona yardım etmek istediğini anlatmıştı.
-konağa çagırsak, seyislerle birlikte kalsalar, izin ruhsat verir misiz? diye sordu.
-Mimar oğlum, bu konak benim kadar senün de konağundur. Kimi nasıl uygun görürsen, öyle eylersin. Bana danışmaklığın grekmez, dedi.
Ahmet şantiye odasına giderken; Refik'i Hüsrev Paşa'nın konağına alabileceğini, ama iyi mi, kötü mü olacağını kestiremiyordu. Şantiye odasına girdi, Refik'e seslendi, bekledi, aradı...Refik odada yoktu. Refik odayı terk etmişti. Niye gitmiş, nereye gitmiş, ne zaman gitmişti? Refik'e "git" diyen mi olmuştu. Refik bu şantiye odasından daha emin bir yer mi bulmuştu, yahut kendilerinden daha emin birilerine mi yaslamıştı ardını? Ahmet karma karışık duygular içindeykenTevfik girmişti odaya.
-Refik gitmiş. Haberdar mısın?
-haberim yoktur Ağam. Dün biraz huzursuzdu. Neden huzursuzsuz dedim de, "kaçakların hali budur" dedi..." kaçak hep şüphe içinde yaşar, herkesten, herşeyden kuşkulanır, pipiriklenir...adamın içine kurt düşmüş gibi, kemirir içini bitirir...şüphe işte...sağlamla çürüğü mü ayırır, bilemem. Amma kaçak mısın içindeki şüphe herkezsi çürük gösterir" diyerek bizden bile kuşkulandığını anlatmaya çalışmıştı... getirdiğim nevaleyi de almış, gitmiş demek. İnşallah kendi getmiştir, zaptiye gelip almamıştır.
33. SABIR TAŞI

Tevfik Konağa her gelişinde; Gülnaz Onu kapıda karşılar, birlikte içeri girerler, Tevfik ayaklarına dolaşan Aybike'yi kucaklar, Kucağında Aybike, arkasında Gülnaz oadalarına girerler. Fahriye Sultan uzun süre Tevfik'i görememişse odasının kapısında Tevfik'i görüp selamlığa geçer sohbet ederler.
Tevfik Usta bir kaç gündür Fahriye Sultan ile görürüşemediği için gene Fahriye Sultan ile karşılaşıp, selamlığa geçmişlerdi. Tevfik Usta, Fahriye Sultana,
-bir iyi, bir kötü habarım var. Önce hangisini verem?
-kötü haberi ver de iyi haberle kalalım.
-kötü habarım şu: Bizim inşaatta saklanan, sonra da şantiye odasına sığınan bir sığıntı vardı. İsmi Refik miş. Sekban başıymış. Dün oadadan kaçmıştı. Bu gün zaptiyeye yakalanmış.
-neresi kötü bu habarın? Kaçak yakalanmış. cezasını çekecek.
-aslında Sekban kötü adam değil. Amma ne hikmetse kaşığına hep acı gelmiş. Refik tek başına kötülerle savaşmış. Haksızlıklarla savaşan bir adam Celali diye aranır olmuş, zaptiye peşine düşmüş. Biz yardım edek dedik, onu da istemedi. Kaçtı gitti. Şimdi Nasuh Paşa'nın eline düştü. Asacak Onu.
-Nasuh Veziri Azam, kaçak devlete karşı suç işlemiştir. Celali diyorsun. Celaliler Anadoluyu kana buladılar. Varsın assın suçluysa tabii.
-Refik devlete ve millete karşı hiç bir aksül amel işlememiş. Onun düşmanları haksızlık edenler, adaletsiz ve namussuzluk yapanlar olmuş. Onlarla ve celalilerle savaşırken, Nasuh Sekban Refik'i Ahmet Ağam'ı öldürmesi içün vazifelendirmiş, buna karşılık ta bir sancak beyliğ vermeyi taahüt etmiş,
-“paşa sözü” vermiş.
Refik, Ahmet Ağam'ın izini sürmüş, Onu bir handa kıstırmış, Onu yaralamış ve öyle bırakmış. Refik Nasuh Paşa'ya gelmiş, "iş tamam. Hadi sen de verdiğin “paşa sözünü yerine getir" demiş. O gün bu gündür Nasuh Paşa Sekban'ın peşindeymiş. Bize sığındığı zaman Bosna taraflarına gitmeyi hayal ediyordu. Belki bize de güvenemedi. Bana demişti ki, "kaçakların içinde hep şüphe vardır. Şüphe adamın içini kurt gibi yiyip bitirir" yani herkesten bizden bile hep şüphelenmiş, sonunda kaçtı mı zaptiye mi aldı kesin bilmem. Ahmet Ağam da ben de yandık Sultan'ım. Ellerimiz öyle boş kaldı ki...Sekban asılacak adem değil Sultanım..biz buna yanarık. Sencileyin belki eyü olmuş gibin gelir, amma sen Sekbanı bilmezsiz, bilsez belki sen de yanardın Sekbana...
-bu iş bana karışık gibi geldi. Bu Sekban hem Sekbanlıktan kaçmış, hem celali olmuş, hem senin Ağanı öldürmeye kasdetmiş, hem gene Onun odasına girmiş...siz kalkmış O ademi savunursuz.
-Sultanım, sözü bir başından, bir sonundan anlatınca böyle karışık gibi oldu. Ben beceremedim. Hakkaten O da kendini anlatırken biz de karışmıştık. Sonra anladık ki Sekban Refik tahmin ettiğimiz gibin değilmiş. Demişti.
Fahriye Sultan,
-Eyü haber neymiş, bakalım o da böyle karışuk bir haber mi yoksa?
-Ahmet Ağam eviynen barıştı.
-Ahmet Ağa'nın evi burada mıdır? Bursa'da değil mi?
-evi dediysek o evi değil...zevcesiynen, Hüsrev Paşa'nın eviyle.
-Hüsrev Paşa kim?
-Sultan'ım kusurumu bağışla. Evvela Ahmet Ağam'ın evlendiğini, Hüsrev Paşa’nın kerimesi ile izdivaç ettiğinü demeliydim.
Fahriye Sultan, balı çalınmış, petekleri sönmüş bir kovana dönmüştü. Genç kızlığının bütün hayallerini yüklediği, gönlünde kurduğu dünya yıkılmıştı. Rüstem Paşa'yı bile bu dünyanın dışında bırakmıştı. Bu dünyada, yaşattığı taze baharı birden soldu, umutlarını yok etti...
Refik anlatmaya devam ediyordu. " İzdivaç sanki uyuşmamıştı. Ağam aylardır şantiye odasında yalnız kalırdı. Şimdi erkenden işten ayrılıp, evine gider oldu. Yüzü gülüyor. Bizi sevindiriyor..." iyi habar”
Fahriye kötüleşmişti. Omuzları çöktü, kolları boşaldı aşağı sarktı, yüzü soldu.
-sultanım...rengin uçtu, yüzün soldu, bir şey mi oldu?..." Gülnaz Sultanıma su ver...Sultanıma bir şey oldu "...Fahriye sedirin üstüne sırt üstü düştü. Nefesi sıklaştı, bayıldı. Zehra koptu geldi, evi bir telaştır aldı.
-ne olmaktadır orada? Fahriye'in sedire sırt üstü yatmakta olduğunu ve yüzünün solduğunu görmüş, " Sultanımm " diye bir feryat koparmış ki sesi ayyuka çıkmıştı. Ağlıyor, kızıyor, yalvarıyor...Tevfik'ten sebep bekliyordu, Tevfik,
-sohbet ederdik, rengi uçtu, Sultanım düştü Zehrana.
Aybike olanlardan ürkmüş, bir köşede "Sultanaaaa" diye avaz avaz ağlıyor, hepsinin eli ayağı dolaşıyordu. Zehra Kadın Fahriye'yi sedire uzatmış, başının altına yastık koymuş, bileklerini sirkeyle ovuyor, Gülnaz su getiriyor, havlu tutuyor, elinden başka bir şey de gelmiyordu. Herkesin gözü Fahriye'de idi. Fahriye yavaş yavaş gözlerini açmaya başladı. Başında toplaşmış ev halkına dup duru baktı. Bakarken, hareketsiz, tepkisizdi. Sanki neler olduğunun farkında değildi de, aklının arkasında çakılı olan Mimar Ahmet Ağa'yı ötelemeye çalışıyordu. Çünkü, artık Mimar Ahmet Ağa ile izdivacı ölmüştü. Artık yıllarca gönlünü dolduran, ruhunu okşayan aşkı bitmişti. Artık beraber olmak için beklediği bir sevgilisi yoktu. Artık Fahriye'nin umutları bitmişti. Artık Fahriye Sultan için bu dünya tükenmişti.
Zehra Kadın,
-sultanım, canımı iste vereyim, nolur sen eyi ol. ohhh gözünü açtı. Şükürler olsun...kolundan tutmuş, "Sultanım kaldırayım mı? Fahriye yavaş yavaş kalkmaya başlamış,
-biraz fenalaşmıştım. Şükür rahatladım.
Zehra Kadın merakını gidermek için,
-sultanım, ne oldu?
-damarlarımdan kan çekilir gibi oldu, başım keçeleşti, gözlerim karardı.
-sultanım yediğin bir şey mi dokundu?
-yok Zehra...önemli değil, bırak getsin, unutalım bunu...eyim ben...
Zehra, Gülnaz'a ,
-sultanım'a içecek şey getür. Meva suyu mu, ayran mı, sıcak bir şey mi istersin Sultanım?
-bir şey istemem, ben iyiyim. Biraz su içsem mi?
Gülnaz hemen,
-iç Sultan'ım, ahaa...iç, diyerek elindeki su dolu maşrapayı uzatmış, etrafında kümeleşen ev halkının yüzünde güller açmıştı. Fahriye'nin su içişini zevkle izliyorlardı. Fahriye, suyunu içmiş, maşrapayı Gülnaz'a uzatmış, karşısında sümüğünü çeken Aybike'ye
-sen de mi buradasın, gel bakiim cici kuşum, gel bana, diyerek kucaklamış, Tevfik’e
-Tevfik ne anlatıyordun, her şey birbirine karıştı. Kendisini izleyenlere, siz işize bakın Tevfik'e
-sen bir daha de, orada neler olmuştu? Zehra ile Gülnaz oadadan çıkmış,
Tevfik,
-Sultan'ım benim anlattıklarım mı çarptı seni, anlatmaya korkar oldum.
Fahriye tebessüm ederek,
-senin bir günahın olmamıştır. Benim içim geçti.
-Sultanım demem o ki, Mimar Ahmet Ağam, Hüsrev Paşa'nın kerimesiyle izdivaç etmek istememiş. Araya giren hatırlı şahısların ve de Ahmet Ağa'mın atası, validesi zorlamış, izdivaç olmuş, ancak Ağa'm bu izdivaçtan hoşnut olmamıştı da şantiye odasında yatıp kalkardı. Şimdilerde eve gider oldu. Yüzü de güler oldu. Biz de bundan memnun kaldık, dedim. Bu mu seni rahatsız etti, anlamamışım.
-hayır Tevfk, senin ağanın izdivacından ben niye rahatsız olurum? dedi. Ama içi ağlıyordu. Mimar Ahmet Ağa, Fahriye'nin ilk ve son ümidi idi, şimdi böyle bir ümidi yoktu. Ama kimseyi suçlamıyordu. Bir suçlu varsa, o da ancak kendisi olabiliedi. Sonuna kadar sabretmiş, sabır taşı çatlamış, yüreğindeki özlem akıp gitmişti.
Sabahleyin Tevfik evden biraz buruk ayrılmıştı. Fahriye Sultan'ın bayılmasını pek hayra yormamıştı. Ama dillendiremiyodu da...aklında Fahriye'ye anlattıkları, Fahriye'nin neden etkilenmiş olabileceği gibi düşüncelerle ayakları Onu Kadırga Emniyet teşkilatı binasına götürmüştü. Zaptiyelere "Sekban Refik’i" sordu.
Zaptiye,
-senin nene gerek Sekban celalisinden?
Tevfik,
-O celali değildür. Ben şahid olmaya geldim.
Zaptiye,
-Onun mahkemesi görülmüşdür, şahitliğe de lüzum hasıl olmamıştır.
Tevfik,
-Veziri Azam Nasuh Paşa'mız da bilir celali olmadığını.
Bu israrlı şahidin Nasuh Paşa'dan falan bahsetmesine iyice canı sıkılan zaptiye, anlattıklarını Nasuh Paşa'ya ulaştırmak için, Tevfik'i tutuklayıp, kapı arkasına koymuştu.
Tevfik gündüz inşaata, akşam da evine gidememişti. İnşaata Ahmet, evde Gülnaz merak etmişlerdi. İkinci gün de ortalarda görülmeyince Gülnaz gene dellenmiş, gene kötüye yormuş, gene Zehra Kadına ağlamış,
-Zehrana, nolur bi bak...Onun başına bi iş geldi. Ben Tevfik'siz neylerim Anam? Benim anam Tevfik'i kim netti? daha nice yakarmalarla israr eden Gülnaz'a dayanamayan Zehra Kadın gene feracesini giymiş, düşmüştü yollara. Önce inşaata gitmiş, Mimar
Ahmet Ağa ile konuşmuştu.
Ahmet,
-Tevfik işini hiç bir gün aksatmadı, mutlaka bir yerde tutulduğunu zan ederim. Eğer zaptiyede değilse, başına bir iş gelmiş demekdir.
Büyük bir kuşku ve korku içine düşen Zehra Kadın, doğru Kadırga Emniyet Teşkilatına başvurmuştu. Tevfik'in zaptiyede tutulduğunu öğrenmiş, ancak Onu Nasuh Paşa'nın serbest bırakabileceğini, başkaca kimseye verilemeyeceğini duymuş, ağlayarak konağa dönmüş, konakta kendisini merakla bekleyen Gülnaz'a bu acı haberi, saklanacak bir yanı olmadığı için, olduğu gibi anlatmıştı. Tevfik'in bir celali mahkumu ziyaret etmesinden şüphelenen zaptiye,Tevfik'i de tutuklayıp olayı Nasuh Paşa'ya
bildirmiş. Nasuh Paşa'da, "ne olduğu anlaşılıncaya kadatr salınmasın, tutuklu kalsın" deyu emir vermiş. Tevfik başını çok büyük bir derde sokmuştu. Hem " celali ", hem de "suçluyu saklayıp, Ona yataklık etmek" le suçlanıyordu. Sakladığı suçlu da Veziri
Azam Nasuh Paşa'nın aradığı bir celaliydi.
Nasuh Paşa Tevfik'i karşısına almış, merakını gidermek için sorular soruyordu.
- sen Sekban Refik'i nasıl tanırsın?
-iyi tanırım
-nereden tanırsın deyu sorarum.
-Refik benim çalştığım caminin inşaatında ki şantiye odasına sığınmıştı, orada tanımıştım.
-sen o kaçakla konuşmuş musun?
-konuşmuşum Paşam.
-başkaca kim konuşmuştur? Tevfik bir an duraklamış, Ahmet Ağasını söyleyip söylememekte tereddüt etmişti, bu duraksaması Nasuh'un gözüden kaçmamıştı,
-sualimi duymamış mısın? şantiye odasına bu kaçak Sekbanı nasıl koduz, nerede gördüz?
-şantiye odasına sığınmıştı, orada gördüm. Başkaca kim gördü, o şantiye odasını kim kullanırdı?
-Mimar Ağalar kullanırdı. Başkaca bilmem, diye kestirme cevap vermeye çalıştı.
Nasuh Paşa, Sekban'a yataklık eden, Tevfik'ten başka birilerinin de olduğunu tahmin etmiş, inşaata zaptiyeleri gönderip, şantiye odasını kullanan kim varsa kapıp, derdest edip getirmelerini emretmişti. Zaptiyeler inşaata gelip, Baş Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa ile konuşup, Mimar Ahmet Ağa'yı alıp götürmüşler, Kadırga Emniyet Teşkilatının nezaret hanesine koymuşlar, Nasuh Paşa'ya haber vermişlerdi.
Nasuh Paşa, uzun zaman sonra tekrar Mimar Ahmet ile karşılaşacağını asla aklından geçiremezdi. Ta Enderunu Hümayun sıralarından beri rekabet ettiği, kıskandığı, hırs ve kinini büyüttüğü Ahmet'i ölmüş biliyordu. Sekban Refik onu öldürdüğünü söylemişti. Fakat şimdi en iyisi olmuştu çünkü pençesine düşürmüştü. Bir taşla iki kuş vurmuştu. Hem Sekban celalisinin "Ahmeti öldürdüm" diyerek kendisini aldattığını öğrenmiş, hem de Sekban'ın öldüremediği Ahmet için, eşkiyaya yataklık yapma suçundan ölüm fermanı çıkarma fırsatı yakalamıştı.
Ancak Nasuh Paşa'ın aklında bir üçüncü kuş vardı ki, "Anka Kuşu" gibi önemli ve görkemliydi. Kurt politikacı üçüncü kuşu yakalamanın heyecanını hayal ediyordu. Üçüncü kuş Fahriye Sultan olacaktı.
Nasuh’un hiçbir zaman ulaşamadığı, her seferinde kendisini reddeden Fahriye Sultan şimdi; Mimar Ahmet Ağa'nın zindana atılmış olduğunu duyup, vezaret makamına gelecek, ayaklarına kapanacak, Nasuh'tan Ahmet için "af" dileyecek. Hep kaybeden Nasuh Paşa, bu kez kazanacaktı. Nasuh Paşa'nın avuçları kaşınıyor, gözleri gülüyor, kapıyı bekliyordu, Fahriye Sultan ha geldi, ha gelecekti.
Satrançta "Şah" diye bir taş vardır. Çok anlı. şanlı bir taştır. Satranç oyunu bir savaştır. Amaç karşı takımın Şahını düşürmektir. Şahı düşen takım "Mat" olur, yani oyunu kaybder. Bazan Şah zayıf düşer bir asker gelir O anlı, şanlı Şah'ı mat eder. Ulaşılamayan Fahriye Sultan da Ahmet'i ipten almak uğruna bu piyona teslim mi olacaktı? Nasuh Fahriye'yi Mat mı edecekti? Paşa'nın avuçları kaşınıyordu.
Konaktaki ağlaşma Fahriye Sultan'ın odasına taşınmış, olay ortaya koyulmuş, iki kadın elleri böğründe Fahriye'nin yaklaşımını merakla bekliyorlardı. Fahriye Osmanlı Hanedanlığı'nın bir üyesi olarak bu işi kaynağından çözebilir, Tevfik'i evine getirebilirdi. Bu güvencelerini akıllarının bir köşesine yerleştirmişlerdi ama kimse böyle bir çözüm önermemişti. Yıllardır saraya uğramayan, hatta saraydan gelecek her türlü teklifi peşin olarak reddeden Fahriye Sultan'ın sarayın yolunu tutacağını da uzak görüyorlardı.
Fahriye Sultan Tevfik'i nezarethanede, Nasuh Paşa'nın insafına bırakamazdı. Ancak kendisinin, Tevfik'in koruyucusu olduğunu anladığı takdirde, Kesinlikle Tevfik'e zararı dokunabilirdi, yahut olmayacak şeyler talep edebilirdi. İstediğini almadan da salmaya bilirdi. Fahriye Sultan bu riski göze almalı mıydı?

Sultan Ahmet Han'a gidemezdi. Ucunda, kıyısında köşesinde "celali" bulaşığı bir konuşuk etmek Ahmet Hanı'ın tüylerinin ürpermesine, midesine ağrılar girmesine ve hiddetlenip en olmayacak şeyi yapmasına sebep olabilirdi.
Üçüncü bir yol da Sultan Ahmet Han'ın kıramayacağı hatırlı birini ricacı yollamaktı. Bu ricacı kim olabilirdi? Bu rica, bir celali yataklığının bağışlanması ricasıydı, bunu da her babayiğit kişi kabul etmezdi.
Ama gene de Fahriye Tevfik'i oradan kurtarmak zorundaydı. Gülnaz'ın akan göz yaşları yüreğini sızlatıyordu. Tevfik suçsuz ve günahsızdı. Tevfik tertemizdi. Tevfik'in yeri orası değildi, bunu cümle alem bilirdi..
Fahriye Sultan her şeye rağmen Nasuh paşa ile görüşmeğe karar verdi. Tevfik'in evine dönmesi için, hayatında hiç bir zaman görmeyi aklından bile geçirmediği Nasuh Yılanı ile görüşecekti. Sağlayacağı imkan buna değerdi. Odada bulunan gözü yaşlı Zehra ve Gülnaz'a,
-artık göz yaşızı silin, oturup dua edin. Ben Veziri Azam'a gidip, Tevfik'i almak içün uğraşacağım. Şimdi beni yalnız bırakın, biraz düşünmeliyim. dedi. Ötekiler odadan çıktı. Fahriye konuşacaklarını, kendisinin ve karşı tarafın isteyeceklerini kafasında tarttı, ölçüp, biçti.
Koca Devlet-i Osmaniye'nin Veziri Azam makamında, ülkenin belkide en ucuz, en basit hesaplarını yapan, kin, haset ve ihtiras yüklü bir adamının oturmasına hayıflandı. Şimdi ayağına gideceki. Bu adamın salyalarını akıtarak kendisinden en olmayacak şeyler isteyeceğini biliyordu, ama gene de gitmek zorundaydı.
Gitti.
Sadaret makamının gerektiği saygı ve geleneğe uyarak içeriye haber gönderip bekledi. İzin ruhsat çıktı, iki bostancının yedeğinde içeri alındı. Veziri Azam, hınç alırcasına, Osnamlı hanedanlığının genç bir hanım üyesine ne oturacak bir yer gösterdi, ne yanındaki bostancıları dışarı çıkardı ve ne de en basit ve en önemli Türk geleneği olan "hoş geldin" diyişini esirgeyip, gelişi "hoş" karşılamadı. Fahriye Sultan, bir Osmanlı sultanı olarak durması gerektiği gibi dimdik, vakur ve birazda kibirli duruşuyla; devletin sahibi olduğunu hatta o makamı isterse elinden alabileceğini ifade eder gibi duruyordu. Üzerinde baskı kurmayı düşünen Nasuh Paşa öyle bir baskı yedi ki, neredeyse koltuğundan kalkıp, Fahriye Sultanı elini, ayağını öpecekti. Alçak ve yumuşak bir sesle,
-ney emredersiz Sultanum, buyurasuz,
-nezarethaneye tıktığınız ademi almaya geldim.
-bir celali eşkıyasınu kurtarmaya mı geldiz?
-senden olmayan her kes celeli midür?
-Senin Mimar bellegiğin O Ahmet Ağa bir celali eşkıyasını korumuş, kollamuştur. Ona yataklık itmiştür. O da bir celali sayılır ve de fetva çıkartılıp, asılacaktur
-Ahmet Ağa mı? hiç bir şekilde duymak istemediği bu ismi Nasuh'tan duymuş olmasına nefret etmiş, kuşkusu bir kat daha artmış, direncini kaybetmemek için önemsemez tavır takınmak istemişti. Gene ayakta durabiliyor, gene karşısında öç almak isteyen hasta ruhlu Nasuh Paşa Ona oturmasını teklif etmiyordu.
-ya sen ne içün gelmişsiz
-Tevfik içün
-onlar birlik olmuş, mübararek cami inşaatında celali iskan etmişler, ikisi de asılacaklardur. Fahriye Ahmet'i duyduğuna inanmak istemiyordu. Ahmet için ricacı olursa, sırf Fahriye'ye inat Ahmet'i asabilirdi. Fahriye karma karışık olmuştu. Aklı karışmış, duyguları karışmıştı. Nasuh'u da küçük görmek istemiyordu. Karşıki dağlar küçük küçük taş ve toprak parçacıklarından meydana gelmiş, ama kocaman bir dağ olmuştu. O da bu makamda oturduğu sürece ulu bir dağdı. Bir türlü aşmak gerekiyordu.
-senin asıl recan Mimar Ahmet'dir, bilmez miyim. Amma onu zikretmeye dilin varmaz nedendir acep, Ahmet kuluza artık sevdalanmaz mısız?
Fahriye Sultan,
-Ahmet Ağa izdivaç itmiş, ayrı ev ocak kurmuş. Ben ayrı ev ocak kurmuşum. Ahmet Ağa ile bir ilgim kalmamıştur. Bu ademler sana ne itmişlerdir? Benim yüzümden Onlara bir ziyan eylersen bilesin ki bu günahdır, ayıpdır, Allah indinde vebal sahibü olursun.
-sen kapı arkasına koyulan celali bulaşıklı ademlerü almak içün gelmişin. Bu günah değil midür? Bırakın günahı vebali de, gelin anlaşalım. Benim dahi senden istediğim bir recam var,
-ben senin rica nı dahi bilirim. Benimle izdivaç etmeyi unut. Bundan başkaca ne istersen iste, bende elimden gelen herşeyi vaparum.
-ben seni nikahıma almak isterim. Başkaca bir dileğim yoktur Sultan'um. Mimar kulun evlenmiştir. Sen daha nice bekleyeceksün ve kimi bekleyeceksün?
-................
-var get eyi düşün, doğru düşün, en çok üç gün müsaden vardur. Bostancıya misafiri dşarıya çıkarmasını işaret ederek, Fahriye Sultanı göndermişti.

Mimar Ahmet Ağa'da elindeymiş...Baştan başa yeryüzünün saltanatı, hayatı ve bütün varlığı Onun yere damlayacak bir tek damla kanına değmezdi. Onu Nasuh gibi bir kan içicinin elinde bırakamazdı. Ahmet Ağa'nın evlenmiş veya evlenmemiş olması da fark etmezdi. Fahriye ruhuyla, bedeniyle, aklıyla ve kalbiyle Ahmet'indi. Bu dünyada olmazsa öbür dünyada Ahmetin olacak, Ahmet'te Onun olacaktı.
Fahriye başına gelecekleri biliyordu. Nasuh Paşa ile konuşması tam da tahmin ettiği gibi sonuçlanmıştı.
Fahriye iyi düşünmeliydi. Sevdiği iki gencin hayatı Fahriye'nin karar ve davranışına bırakılmıştı. Belki sevdiği iki genci kurtarabilecekti ama kendini yakacaktı. Yani mutlaka birileri yanacaktı. Nasuh birilerini yakmak için ha bire odun taşıyor ve ateşi körüklüyordu. Sultan Ahmet Han'ın üç yaşındaki kızı ile evlenmiş, saraya damat olmuştu. Konağında başka bir eşi daha vardı. Buna rağmen tutukluların salıverilmesi için Fahriye Sultan'ın kendisi ile evlenmesini şart koşmuştu. Nasuh Fahriye Sultanın asla evlenemeyeceği biriydi. Fahriye'nin düşünceleri üşüyordu.
Yoluna kocaman bir kaya çıkmıştı. Tek başına bu kayayı yolundan kaldırmaya gücü yetmecekti, yardıma ihtiyacı vardı. Ellerini açtı
-Allah'ım bana yardım et, Senden başka yardım isteyeceğim, el açacağım kimsem yoktur. Günahsız insanların zulme uğramalarına izin verme Rabbim.
Eleri yüreklerinde, ümitle yolunu bekleyen seyisinden Aybike'sine bütün Konak halkı, Fahriye'nin tek başına gelişi ile matem havasına girmişti. Gülnaz, Zehra Kadın'ın güçlü kolları arasında sesi ta uzaklardan duyulan bir feryatın içindeydi. Göz yaşları Zehra Kadın'ın göğsünü ıslatıyordu. Fahriye Sultan, Sultanlığını gösterememiş, Tevfik'i çekip alamamıştı zindanlardan. Gülnaz'ın başkaca bir güvencesi kalmamıştı. İş başa düşecek, kendisi gidecek yumruklarıyla savaşarak Tevfik'i zaptiyenin elinden alacaktı. Artık zaptolmuyordu.
Fahriye Sultan herkesi konağa almış, onlara,
-Tevfik ve Mimar Ahmet Ağa celali Refik adında birini caminin şantiye odasında bir kaç gün korumuşlar. Bu işi bilerek yapmışlar. Önce Celali yakalanmış, sonra Tevfik kendisi gitmiş, Ona şahitlik yapmak istemiş, Onu da içeri almışlar, daha sonra da Mimar Ahmet Ağa'yı tutuklamışlar. Bir kaç güne kadar kadıya çıkacak, Kadı Efendi'nin vereceği fetvaya göre muamele yapılacakmış. Veziri Azam bana birkaç gün sonra tekrar gelirsez, durumlarını bir kere daha konuşuruk dedi. diye özetledi. Ağlaması inlemeye dönen Gülnaz, atıldı,
-Tevfik'i ne vakit salacaklar Sultanım?
-sen benim ne anlattığımı dinlemedin mi?
-Sultan'ım ben Tevfik'i isterim, başkaca bi şey istemem...Gülnaz'ın kimseyi dinlemesi, anlaması mümkün görünmüyordu. Varsa yoksa Tevfik'ti, başka hiç bir söz kulağına girmiyordu. Fahriye ümit vermek istemiyordu,
Zehra da merakını gidermek için,
-sen gene gidecek misin Sultanım, diye sordu.
-tabi gidecem, bir kere de gidecem iki kerede, üç kerede, Onları alana kadar gidip gelecem...Artuk bu meseleyi bırakın. Susun, gidip dinlenin. kendisi de tek başına kalıp, bu karmaşık meselenin içinden nasıl çıkacağını düşünmeye başlamıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder