1 Aralık 2009 Salı

34.HER BEDELİ ÖDEYECEK...35. HAYATA DÖNÜŞ

Fahriye'nin gene başı ağırıyordu. Çok yalnızdı...Niye kimseyle dertleşemiyor, niye bir "bilen" arkadaşı yahut gönüldaşı yoktu? karanlık gecelerde tek başına ışıyan, yanıp sönen, bazan kayan, karanlığa gömülen, çoğu kere bir hüzme ışıkla karanlıkta kalmış insanlara yol gösteren yıldıza benziyordu. Tek başına olmak, yalnız olmak bazan öyle acı veriyordu ki; buna dayanmak çok zordu. Bir dosta, yalnızca bir dosta ihtiyacı vardı. Onu içten seven, sevdasıyla yaşama gücü veren bir dosta...O dost şimdi Nasuh'un zindanında boynuna geçecek yağlı ipi bekler olmuştu.
Konuyu değiştirmek, aklını toplamak istiyordu. Ama her konu dönüp dolaşıp, zindana çıkıyor, Nasuh'a çıkıyor, ipe, idama, dayanılmaz acılara çıkıyordu. Fahriye'nin önünde hiç seçenek yoktu. Nasuh Paşa'ya gidip, " senin nikahına girmeye karar verdim, sal O ademleri " diyerek tek seçeneği uygulamaktan başka yol görünmüyordu
Gerçekten Sekban Refik iyi bir insanmıydı? Tevik'in heyecanına kanıp, yanlış bir adama arka çıklmasın, yanlış bir adam yüzünden iki günahsız, iki tertemiz insana zarar gelmesin. Ahmet Ağa Nasuh'a ne etmişti ki, Nasuh Refik'e Ahmet Ağa'yı öldürtmek istemişti. Refik, Ahmet Ağa'ya nasıl kıymışta belindeki kamayı saplamıştı. Refik kimdi? nasıl oldu da böyle bir celali ailemize girdi? Sultan Ahmet Han:
-sen bu ademi nice tanırsun, bu ademe nasıl kefil o lursun? dese ne cevap veririm? Bıraksak da her eşkiya gibi asılsa memleketimiz bir celaliden kurtulmuş olmaz mı?

Yahut, hakikaten suçsuz, günahsız bir insan mı? Beyler paşalar, cümle zenginler; yoksulu, fakiri ezip, ciğerinden, çıkarını söke söke alırken onlara arka çıkan bir yiğit Sekban Başı mı? Böyle bir yiğitin öldürülmesine seyirci kalmakta bize yakışmazdı. Bizim insanlığımıza sığmazdı. Tevfik'in de Ahmetin de gönlü razı olmamış, kendilerini ateşe atmışlar..

Nasuh gerçekten "Paşa" sözcüğüne layık biri değildi. Hele Veziri Azamlık makamı, Onun asla ulaşamayacağı bir yerdi. O, olsa olsa kapısındaki Bostancılardan biri olabilirdi. Ama Paşa oldu, yetmedi, Veziri Azam oldu. Hey Yüce Rabbim, bu "Ulu Çınar" hala dim dik ayakta durabiliyor...Sen nelere kadirsin Allah'ım?... Biliyorum, Sen tutuyorsun bu devleti ayakta...Sen tutmasan, her baltada bir dalını, bir kolunu, bir bacağını kesen bu hainler çoktan yok edeceklerdi, Bu Ulu Çınar'ı ...
O bir Osmanlı Hanedanlığı kızıydı. Soyunda, genlerinde bulunan asalet ve yiğitlik, sevdikleri için kendini feda etmeyi uygun görmüştü. Ertesi gün kalktı Nasuh Paşa'ya gitti.
Nasuh Fahriye'yi bekliyordu. Nasuh Paşa, gösterişli, zeki, etkili bir hatipti.
Fahriye'yi kapıda karşılayıp, Onu en seçkin misafir divanına otutturdu. Ellerini oğuşturuyor, sinsi sinsi planlar kuruyordu.
-hoş geldiz, sefalar getirdiz. Geleceğizü bilirdim. Demek destü nikahımu kabul eydin.
-Ben nikah olmaya değil, elinin altındaki günahsuz ademlerü almaya geldim.
Nasuh Paşa’nın hiç beklemediği bu cümle, kafasına balyoz gibi inmiş, zevkini kaçmıştı. Hiddetlenmesi de korkusu gibi aniden oluşurdu. Gene aniden parladı, hiddetlenmişti.

-uzun söze ne hacet. Sen dahi o ademleri feda ettin. Gayri beni dahi fazlaca meşgul ettin. Görüşmemiz bitmişdür. Bosatncı seni çıkartsun.
Suratı dağılmış, kendini dağıtmış, Fahriye'yi bir döğmediği kalmıştı.
Fahriye Sultan,
-Ben geldiğim gibin getmesini de bilirim, amma adamlarımı almadan bir yere gidecek değilim.
Fahriye Nasuh'u bir dilenci gibi görüyordu. Ona sadaka olarak nikahını vermeyi kabul etmişti, sadaka verir gibi verecekti. Fahriye'nin bu dilenciyi, nikahını vererek, gururu ile ezmesi gerekiyordu. Bu dilencinin istediği bir hayat hakkı değil, padişaha karşı hayatta güçlü kalmak isteği idi. Bu dilencinin hak etmediği sadakayı, suratına şamar gibi çarpmıştı
-bu işin bir ceremesi olduğunu bilirim ve de ödemeye geldim...Yüzsüz dilencinin gene gözleri gülmüş, gene neşelenmiş, hiç beklenmedik şu cevabı vermiş,
-dışarıda bir Hoca Efendi bekler, içeri alıp, nikahımızı kıysun?
Fahriye eline kör bir testere alsa, bu adamı kıtır kıtır kesse gene de yüreği yumuşamazdı.
-her şeyin bir zamanı ve bir zemini vardır, bilmez misin? Ben buraya gelirken senin isteğine uyacağımı bilerek geldim. Ancak burası Vezaret makamıdır, nikah yeri değildir. Önce zindanda tuttuğun O masum insanları sal, sonra da senin konağına gidip nakah işlini halledelim. Uygun olanı budur.
-senin, bana adamları salıverdirip "hayır " demiyeceğini nerden bilirim?
-insanlığımdan bil, sözümden bil. Asaletimden bil. Biz senin gibin "paşa sözü" verip caymazuk. Lafı uzatmaya gerek yoktur. Ver adamlarumı götüreyüm.
-üçünü de vermem. Bir adam alabilirsün. Hangi birini istersen onu al.
Fahriye’nin tepesi atmış, hızla yerinden fırlamış,
-sen var ya sen, çok namert bir ademsin. Ben kendimi veririm onlar için de, sen tutmuş birini verirsin. Deyip, odayı terk etmek istemişti.
Veziri Azam,
-neden içün padişaha varup, celali bulaşuklarunun affını dilemezsün? Çünkü O affetmez değil mi? Hepsini asar.
Fahriyenin önüne gene kocaman bir engel çıkmıştı. Kendini feda etmesi yetmemişti. Ne berbat bir adama çatmıştı? Tünelin ucunda ışık görme ümidi sönüyordu, son sözlerini söylemesi gerekiyordu.
-O adamların birinin kılına bir helal gelsin, senin sonunu getiririm, dedi. Nasuh'un gözleri çakmak çakmak oldu, her şey güzel başlamışken bu tehdit te nereden çıktı, diye endişelenmeye başladı. Fahriye de ağzından nasıl böyle bir tehdit çıktığına şaştı, ama lafının sonunu da öylece getirdi,
-ben padişaha varayım. Sultan Ahmet Han hepsini asar mı, salar mı hep beraber görürük. O zaman bu dünya, ya senin olur, yahutta, günahsız insanların, dedi.
Nasuh Paşa telaşlanmakta haklıydı, çünkü Fahriye Padişaha gitmekte kararlıydı, ayağı kalkmıştı, Nasuh yalvar yakar tekrar oturttu. Fahriye'nin kararlılığı karşısında başkaca bir seçeneği kalmamıştı. Ayağına kadar gelen bu kısmeti tepmek istemediği için, kapıdaki bostancı'yı çağırdı,
-mahkumları içerü al,
İkisi de susmuştu, içerde ölü sesizliği vardı. Fahriye heyecandan titriyordu. Dünya gözüyle Ahmet Ağa'yı bir kere daha görmek için yaptığı fedakarlığa değmişti.
Henüz mahkumlar içeri girmemişlerdi, Reisül Küttap (yaver) içeri girip, Veziri Azama bir şeyler söylemiş, Nasuh'un rengi kaçmış, Fahriye ye,
-benim heman şimdi gitmekliğim gerekir, birazdan gelirim. Bostancılara, mahkumları geru kapatın papı arkasına, diye emretti ve çıktı.






35.HAYATA DÖNÜŞ

Hüsrev Paş'nın konağında da endişe ve belirsizlik yaşanıyordu. Yıldızhan’ın tam da araları düzelmiş, mutlu bir hayat yaşamaya başlamışlar ken Ahmet'in iki gündür ortadan kayıp olmasına çok üzülmüş, babasından Ahmet'i aramasnı rica etmişti. Aslında kimsenin bu işe aklı ermemişti. Ahmet konağa bu kadar alışmış, eşiyle mutlu görünürken gene ayrılık mı çıkarmıştı? Hüsrev Paşa inşata gelmiş, Sedefkâr Mehmet Ağa ile konuşmuş, olanı biteni öğrenmiş, O da işin ne derece ciddi, tehlikeli ve korkunç olduğunu anlamıştı.
Hüsrev Paşa Mimar Ahmet Ağa'ya hiç kıyamazdı. "Onu Allah Hüsrev kuluna erkek evlat olarak verdi," diyor, kendi evladı gibi görüyordu. Üzüntü içinde makamına gitti.
Hüsrev Paşa'ya göre sürekli kuyusunu kazmaya çalışan Veziri Azam Nasuh Paşa, Ahmet’in kendisinin damadı olduğunu öğrenirse mutlaka Onu asar. Çünkü Nasuh'a göre Ahmet Ağa bir celali eşkıyaya yataklık etmiş, Onu saklamıştı. Hatta konakta kalabilir mi diye kendisinden de yardım istemişti. Demek konakta bir celali saklayacaktık. Vah vah...Benim oğlum niye bu kadar yufka yüreklilik edüp, yüzeyden düşünür? Benim oğlum niçün insanlarun görünmeyen yüzlerini görmez, yahut bakmak istemez? Böyle düm düz bakar ve içindeki karasınu göremez, başınu belaya sokar.
Ahmet Ağa'yı ancak Padişah bağışlayabilirdi. Ama Padişaha ne diyecekti? Ondan nasıl yardım isteyecekti? Padişah,
-bir Mimarın zindanda ne işü vardur ? diye sorarsa ne cevap verecekti?

Gün görmüş, yıl yıllamış, nice içinden çıkılmadık işleri becermiş, çiğ yememiş, karnı ağırmamış bu Osmanlı Paşası bu işin de üstesinden çıkmayı bilecekti.
Şeyhül İslam Mehmet Efendi'nin yanına gitti. Her şeyi açık açık anlattı. Mimar Ahmet Ağa'yı Mehmet Efendi de tanıyordu. O da hayli üzülmüştü. Paşa, durumu münasip bir şekilde Padişaha anlatmak gerektiğini, bunun için yalnız gitmesinin uygun olmayacağını, Şeyhül İslamın da yanında gelmesini isteyerek,
-hocam, senin ağzın eyü laf eder, biz savaşmaktan mada bir şey beceremezük, Yüce Padişahımızın kaşısında dilimiz dolaşur. Bu şahıs kendü damadımız olunca iş eyice sarpa sarar. Bundan içün senin dahi gelmekliğin talep iderüm. diye boyun bükmüş, Şeyhül İslam Mehmet Efendi'den,
-sen ki nice umuru devlette bulunmuş, bu devlet içün kılıç kuşanmış bir paşasun. Elimden ne gelürse âmâdeyüm, cevabını almış, birlikte Sultan Ahmet Han'ın huzuruna kabul edilmeyi dilemişlerdi.
Önce Şeyhül İslam Mehmet Efendi padişahın huzuruna çıkmış, yer etek öpmüş, peşinden Vezir Hüsrev Paşa girmiş yer etek öpmüştü. Söze Şeyhül İslam başlamıştı,
-Sultanum, cümle günahları af eden Cenab-ı Allah'tan sonra, Halife-i Ru-i Zemin olan zatı şâhânelerinizin affu dergahına sığınmaya geldük. Sultan Ahmet Hah,
-sefalar getürdüz, buyurasuz, hocam...diyerek konuşma izin ve ruhsatı vermişti. Sözü Hüsrev Paşa alıp, olayı kısaca anlatıp,
-affunuza mazhar olacak, Mimar Ahmet Ağa kulunuz ve öteki ademlerdür.
Sultan Ahmet Han karşısına gene Mimar Ahmet Ağa'nın çıkmasını pek hoş karşılamadı. Ancak bir yanda devletin Şeyhül İslamı, bir yanda kendisinden memnun kaldığı veziri Hüsrev Paşa vardı. Onlara şöyle dedi,
- Ahmet Ağa'yı bir kere cezalandırmışduk. Eyü etmedük. İçimizde hicran bırakmıştur. İmdi, bizim cami inşaatımuzun eyü bir mimarudur ve siz değerlü zevatun yüksek hatırlaru içün son kere olmak üzere nasul bilirsez öyle olsun derüm.
Hüsrev Paşa'nın kendisi ipten kurtulmuştu sanki. Yeniden hayat bulmuş, yeniden yaşama dönmüştü. Hemen Padişah'ın eteğine yapıştı, üç kere öptü. Padişah Nasuh'u çağırttı.
Nasuh Paşa Padişahın huzuruna gelmiş, yer etek öpüp, sağ dizi yerde, sol diz diklemesine bir zaman öylece emir beklemeye başlamış, içerideki Şeyhül İslam ve Hüsrev Paşa'dan da hiç hoşlanmamıştı. Sultan Ahmet Han
-bizüm camii inşaatundan üç adem almışun. Ol ademlerü heman salasun, halas bulsunlar.
Nasuh dikleşmeye başlamış, padişah'a itiraz edmek zorunda kalmış,
-hangi vakittür celeli kullaruz salunur oldu Hakanum? Oltaya takılmış balık gibi çırpınmaya başlamıştı.
Padişah sözünü keserek,
-heman salasun, ben dahi avf eyledüm...
Nasuh töre, terbiye ve seviye sınırlarını zorlamaya başlamış,
-salabilemem sultanum...deme ukalalığını göstermişti.
Padişah Nasuhu sarayda tutmuş, Bostancı Başı'nı gönderip, mahkumları saldırmıştı. Şeyhül İslam sarayda kalmış, Vezir Hüsrev Paşa çıkmıştı.
Sultan Ahmet'e karşı kafa tutarcasına hareket ederek işinde bağımsız olmak istemesi ve bazı olayları Pâdişâhtan saklayarak yalan söylemesi Sultan Ahmet'i kendisinden soğutmuştu Hatta padişaha,
“-ya ben, ne dersem amel edüp, hayır hahlığıma itimat ile dediğimü yaparsuz, veyahut bana sadaret lazım degildür, mührü başka kulunuza verirsüz; aksi takdirde kendimi zehirlerim. Demiş,
Bu sözler Sultan Ahmet Han’ı fena halde öfkelendirmiş,
“-Hey bre hain, senün içün Murat Paşa Lalamı zehir verüp, öldürdü dediler, meger doğruymuş dedüklerü. diyerek içinde ki kararsızlığı netleştirmişti. Gerek celaliye yenilmesi, gerek sağda solda insanlardan rüşvet alarak onların işlerini takip etmesi, gerekse Sultan Ahmet Han’ına kafa tutması suyunu ısıtmasına yetmişti.
Sultan Ahmet Han Şeyhülislam dan fetva almış 3 sene 3 ay sadarette kalan Damat Nasuh paşayı devşirme Bostancı Başı Ohrili cellat Hüseyin Aga’ya vermişti. Herkes gibi Nasuh Paşa’ya kin dolu olan Bostancı Başı, Cellat Ohrili Hüseyin Ağa büyük bir zevkle Nasuh’u boğarak yaşamına son vermiştir.
Ohrili Hüseyin Ağa’da bu becerisinden dolayı daha sonra vezarete terfi etmiş, Nasuh’a yardım ve yataklık eden yanındaki adamlardan yakalananlar asılmış, kaçanlar takibe alınmıştı.
Padişahın Vezarete yolladığı Bostancı, tutuklu bulunan Mimar Ahmet Ağa'yı, Tevfik Usta'yı ve Sekban Refik'i, padişahın emri ile serbest bırakmış,
-padişahımuz sizi azat etti, hadi yallah...demişti.

Üç mahkum bir birlerine bakmış, bostancı başına bakmış, öteki bostancı muhafızlara bakmış, kapıdan çıkıp, gitmişlerdi. Ne önlerini kesen, ne de bir şey sorup sual eden olmuştu. Bir iki saat içinde olanlara kimse inanamıyordu. Her şey bu kadar kolay mıydı? Nasuh Paşa'ya ne olmuştu, niye elinden kaçırmıştı. Bil hassa Sekban Refik için yıllarca peşine adamlar salıp, kovalamış, bir türlü eline geçirememiş; tam kapana kısılmışken, serbest bırakılmıştı. Padişah nasıl affetmiş, niye azat etmiş, Refik'in celali eskisi, ötekilerin de yataklık ettiğini bilmez mi?

Padişaha kim rice etmişti? Ahmet Ağa, Hüsrev Paşa'sını düşünürken, Tevfik'te Fahriye Sultanı'nı düşünmüştü içinden...sonunda asılmayı beklleyen bu üç mahkum hayata dönmüştü. Vezaretten çıkar çıkmaz keyfe gelmiş, üçü de bir birlerine öyle sarılmışlardı ki kemiklerinin çatırtısını duymuşlardı. Az sonra gözden kaybolmuşlardı.
Ahmet inşaata, Tevfik Gülnaz'a gitmeye can atıyordu, Refik öylece ortalarda kalmıştı. Bir birine bakıştılar, Ahmet Refik'e,
-bundan gayri sen bizim arkadaşımız, garundartaşımız oldun. Şimdi şantiye odasına gidek, akşama Hüsrev Paşamızın konağına misafir olursun. demişti,
-ben sizin başınıza kafi dert açtım. Artık benden uzak durmaklığız gerekür. Bırakın beni, ben kendime gidecek yer bulurum, diye itiraz etti Sekban Refik.

Ahmet’in bırakmaya hiç niyeti yoktu,
-Refik bir yanış hesap oldu, Bağdat'tan döndü. Artık bir daha kimse yanlış etmez, kimsenin de başı belaya girmez. Zaten girmedi de. Sana bir yer, bir uğraş bulana kadar beraber olmak isterük.

Tevfik'te Refk'e destek vermek istedi,
-Refik gardaş, istersen beraber bize giderik. Konakta seni yatıracak yatağımız ve karnını doyuracak bir tas çorbamız bulunur.

Refik ikisine de teşekkür edip,
-şimdi beni buradan azat eyleyin, bir kaç gün sonra inşaatta sizi bulur, durumu görüşürük, diyip, vedalaştı, gitti. Tevfikle Ahmet de ayrıldılar. Tevfik konağa, Ahmet inşaata gitti.

Kimsenin beklemediği bir anda Tevfik konaktan içeri girmiş, doğru odasına geçmişti. Dal boylu Tevfik içeri girince, Kara Gözlü Gülnaz baka kalmış, yeniden mi doğmuş, hayal mi görmüş, bu iş nasıl olmuş bir türlü aklı ermemiş, neden sonra kendisine gelmiş, Tevfik'in üstüne öyle atlamış ki, Aybike arada ezilmekten zor kurtulmuştu.

Fahriye Nasuh'u beklemekten sıkılmış, buralarda çok görünmekten utanmıştı. Konağa dönmeyi düşünüyordu. Ancak konakta Onu bekleyen gözü yaşlı konak halkına ne diyecekti? Onları nasıl ikna edecekti. Gülnaz kalkıp kadın başına buralara gelirse o zaman hali nice olurdu?
Bir kaç gündür Vezaret makamına gelmesi de gururunu incitmişti. Ya insanlar Onun kim olduğunu öğrenirse, bir hanedanlık mensubunun Veziri Azam ile bu kadar beraber olmasına ne der? Diye kendi kendini ayıplıyordu. Gitmeye karar verdi, kimseye de bir şey söylemeden çıktı gitti.

***
Konakta kimse yolunu beklemiyordu. Hatta gördüğü bazı görevlilerin yüzleri gülüyordu. İlk Zehra Kadın teşekkür etti.
-ben biliyordum senin Tevfik'i göndereceğini Sultanım. Konuşmaları duyan Tevfik'le Gülnaz dışarı çıkmış, Gülnaz koşarak Fahriye Sultan'ın eline yapışmış, başına yastık ediyordu. Fahriye neler olup bittiğini bir türlü anlamamıştı. Tevfik karşısındaydı. Nasuh odasına bile gelmeden mahkumlar nasıl salınmışlardı? Nasuh Paşa bu işe nasıl razı olmuştu? Ya Ahmet Ağa, O da salınmış mıydı?
Gülnaz bırakmış, Tevfik almıştı Fahriye'nin elini o da öpmüş, minnetle gözlerine bakarak,
-size ne kadar çok yük olduğumu bilirim. Amma billah bir kusurum yoktu. Başımı derde soktum, size zahmet verdim.
-ne zahmeti Tevfik. Sen benim oğlumsun. Sizin içün yapabileceğim her şeyi yapmaktan zevk alırumm. İnananasız vede mahcup olmayasız. Hepinizi saldılar mı?
-he ya, saldılar.
-Nasuh Paşa mı saldı?
-Padişah affetmiş sultanum. Siz padişahımıza rica etmişsiz, Padişahımız da bizi affetmiş, onlar da saldılar geldik.

Fahriye Sultan'na bu iş çok karışık gelmişti. Nasuh bu kadar önem verdiği bu kadar değerli mahkumları bir karşılık almdan asla salmazdı. Mutlaka Padişaha çok önemli birileri ricacı olmuşlar kim ricacı olmuştu da Nasuh'un inadını kırmıştı? Onu da bilmiyordu. "Ben padişaha gitmedim " de diyemedi. Ahmet salınmıştı ya, nasıl salınmış olmasının pek te önemi yoktu. Konakta herkesin yüzü gülüyordu, yaşam normale dönmüştü, gene bir hüzme ışıkla etrafını aydınlatmış, buna en çok sevinen de kendisi olmuştu Fahriye’nin.

***
Akşam Hüsrev Paşa'nın konağında yüzler gülüyodu, herkes mutluydu, Yıldızhan uçuyordu. Bu akşam Hüsrev Paşa Ahmet ile beraber konağa gelince, Yıldızhan Hüsrev Paşa'nın yanaklarını öpmeğe,
-paşa babam, candan aziz paşam...Allah senden razı olsun...Ahmet Ağa'mı çektin çıkardın o zindandan.
-herkez üzerine düşen vazifeyi yapar. Ben dahi benden bekleneni yaptım. Allah Padişah'ımızdan ve Şeyhül İslam Efendimizden razi olsun. Onların sayesinde oldu.

Ahmet kendini biraz mahcup, biraz suçlu buluyordu,
-size karşı mahcubum. Ancak utanacak bir iş yapmadım, bilesiz.

Türkan Hatun bu seranomiye fazla dayanamayıp,
-her ne olduysa oldu, gayri her şey bitti. Taam hazır, sofrayı bekletmek doğru olmaz, buyurun...deyip yeğe oturdular.

Yemek boyunca Yıldızhan gözlerini Ahmet 'ten ayıramıyor, ağzına bir lokma yemek koyup, Ahmet’i süzüyordu. Ayıp olmasın diye sofraya oturmuştu, Ahmet yanında ya yemese de olurdu.

Yemekten sonra Ahmet ile Hüsrev Paşa kahvelerini selamlıkta içiyorlardı.

Hüsrev Paşa merakını gidermek için Rrefik'i sordu,
-Refik kimdür? senin ol ademle münasebetin nice dür? Bu soruyu Ahmet bekliyordu
-Refik eski bir sekban başıdır. Oradan ayrılmış Anadolu'da hırsız huysuza, halkı ezen, zulmeden, soyguncu beylere paşalara karşı koymuş yiğit bir ademdir. Ancak Nasuh Paşa'nın tuzağına yakalanıp, celali damgası yemiş, başına bin türlü bela gelmiş, en son bizim cami inşaatındaki şantiye odasına sığınmıştı. Biz de, Tevfik Usta ile ben,
Onu koruduk. Hata mı ettik, sevap mı gayri bilemem.
-eğer Nasuh Paşa'nın insafına bırakılsaydız O celali, siz dahi yataklıktan asılacaktınız.
Bunu bilir miydiz?
-belliydi.
-şimdi olsa gene Onu korur muydun?
-her hal da korurdum.
-aferim sana, senden de bunu beklerdüm. Ucunda ölüm olduğunu göre göre, doğru
bildiğinü yaparsun. İşte ben senin bu dik duruşuna hayran kalurum Ahmet Oğlum.
Ahmet gene mahcup olmuştu. Hüsrev Paşa'nın takdirini kazanmak için konuşmamıştı. Hüsrev Paşa tahmin ettiği sorusunun cevabı için sordu,
-geçen gün bana bir arkadaşını konağa almamı istemiştin, O Refik miydi?
-eyü tahmin etmişün. Refik'ti
-sen kimi istersen kapumuz sonuna kadar açuktur, evlat, dedi. Hüsrev Paşa
Diyaribekirde kışla inşaatında, uzun kış gecelerinde sohbet ederken de "evlat" diye
hitap ederdi Ahmet'e, Ahmet'te o günleri hatırladı.
İki gecedir gözüne uyku girmeyen Yıldızhan çoktan odasına gitmiş, ipek geceliğini giymiş, Ahmet Ağa'sını bekler olmuştu.
Ahmet odaya girdiğinde; ne kadar zamandır erini ayakta bekleyen Yıldızhan'ı Sevginin acımanın feragat ve faziletin karışımı, içten gelen duyguların yoğunluğu içinde kucaklamış, başını göğsünün üstüne, dudaklarını alnına bastırmıştı. Ümitleri tükenmiş olan bu yavrucağı, hayatın her türlü kötülüklerine karşı korumaya alıyorum diye geçirdi içinden.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder