1 Aralık 2009 Salı

7. HAREME ERKEK GİRDİ

Fahriye Sultan, Sultan Ahmet Han’ın halası. Murat Hanın küçük kızı, Osmanlı hanedanlığının nazendesi. Endamı güzelliği dillere destan olan Fahriye’nin isteyeni çoktu. Ancak tamamı devlet hizmetinde bulunan yaşlı erkeklerdi. Bunlar ikinci üçüncü hatta dördüncü zevceleri (eşleri) olarak, saraya damat olmak için sıraya giren vezir vüzera takımından adamlardı. Fahriye Sultan evlenmiyordu, kendini sanata, müziğe, şiire vermiş, gönlünce bir dünya kurmuştu.
Bursa Defterdarı İbrahim Ağa, Bosna taraflarından devşirilip, Bursa'ya gönderilen bir çocuğu evlatlık edinmişti. İbrahim Ağa’nın çocuğu olmamış, zevcesi Behiye Hatun da çocuk hasreti çekiyordu. Bu güzel devşirme çocuğu yanlarına almışlar, O’na “Ahmet “ adını koymuş, dini bilgiler vermiş, Türk örf ve adetini öğretmişti. Ahmet, İbrahim Ağa ve karısı Behiye Hatun’un yanında sıcak bir yuva bulmuş, aile şefkati görmüş ve nazlı bir çocukluk hayatı yaşamıştı. İbrahim Ağa oğlunun müzikle ugraşmasını, müzisyen olmasını istiyordu, bunun için bir hoca tutmuş müzik dersleri aldırmıştı.
Ahmet Bursa’da ki mimari yapılara ilgi duyuyordu. Büyüdükçe bu ilgisi daha çok artıyordu. Onları yakından görmüş, gezmiş, inceleme fırsatı bulmuştu. Çoğu kere Ulu Cami’ye gider, Ulucami’nin abonoz ağacı üzerine oyulmuş çok değerli bir sanat eseri olan minberini hayranlıkla seyrederdi. Mimberde kainat resmedilmiş, gezegenler, dünya, ay, güneş, yıldızlar canlandırılmıştı. Üzerinden yüz yıllar geçmiş olmasına rağmen hala güzelliğini ulaşılmazlığını koruyordu. Ahmet cami tenha olduğu zamanlarda mimbere yapışıp, parmağını oyuklar arasında gezdirir, hangi parçanın nereye, nasıl geçmiş olduğunu takip etmeğe çalışırdı. Bu sanata duyduğu hayranlık giderek Ahmet’in ağaç oymacılığı sanatını yapmasına neden olmuştu. Önceleri küçük ağaçlarla oynarken, daha sonra oyduğu bu ağaçlardan enfiye kutuları, mücevher kutuları, küçük rahleler yapmaya çalışıyordu. Oymacılık işlerini çok seviyordu.
İbrahim Ağa Darussaadete (İstanbula) saray Kethudası olarak atandı. Oğlu Ahmet’i de saray sultanisine yazdırdı. Ahmet mekteb’i sultanide iken, sanata yatkın, zeki ve çalışkan bir çocuk olarak dikkat çekmişti. Oradan ulufeye yazılarak süleymaniye türbesi bahçesine bekçi olmuş, bir yıl bu görevde kalmıştı. Bir rastlantı sonucu sarayda mimarlık öğrenenlerle birlikte bir hendese dersini izleyen Ahmet’in konuya gösterdiği yoğun ilgi ve mimarlık öğrencileri arasına katılma isteği üzerine, giriş sınavı gibi bir deneme yapılması istenmişti. Eline bir keser verilerek ustalığa yatkınlığı, alet kullanmada ki mahareti gözlenmiş, imtiİhan heyetini hayrete düşürecek kadar başarı göstermiş, böylece mimarlık öğrenimine uygun olacağı kanaatine varılmış, Enderuna kabul edilmişti.
Enderundaki uygulama çalışmaları sırasında Ahmet seçkin bir dülger ve iyi bir ağaç oymacı olarak ta dikkati çekmişti. Ahmet’in bilgi ve becerisi, düşünce ve gayreti çok takdir ediliyordu. O sırada hocası olan Mimar Sinan, Ahmet’in bir iş yaparak padişaha sunmasını istemişti. Ahmet bu isteği ancak Koca Sinan Ağa öldükten sonra, Sultan Murat Han’a bir mücevher kutusu sunarak yerine getirmiş, padişahın bu armağandan hoşlanması üzerine Dergah-ı Ali Kapıcılığı’na atanmıştı. iki yıl sonra, padişaha sedefli bir keman kabı sunarak mühzürbaşılığa terfih etmişti.
Ahmet’in Hocaları Mimarbaşı Koca Mimar Sinan Ağa , Davut Ağa , Hafız Ahmet Paşa gibi devrinin en ileri gelenleriydi. Ahmet’in Enderunda en yakın arkadaşı Ali Rıza idi. O’nunla dertleşiyor, birbirlerine sırlarını açıyor, gelecekten konuşuyorlardı. Burada başarılı olmak, devletine ve padişahına layık olmak, Onun güvenini kazanmak, Ona hizmet etmek, işinde ve sanatında en iyiyi ve en güzeli yakalamak vardı.
Ahmet’le beraber devşirilip Manisaya gönderilen, devşirmelerden biri de Nasuh’tu O da Enderuna alınmıştı. İkisinin de ufku genişti, becerikli ve kabiliyetli gençlerdi. Ancak Nasuh kişisel çıkarları için her şeyi mübah sayan bir zihniyete sahipti. Onun için en önemli şey saraya damat olmaktı. Saraya damat olursa bütün kapıların sonuna kadar açılacağına inanıyordu. O da bunun yollarını arıyordu. Her şeye rağmen yükselmek en büyük amacıydı.
Enderun’da okuyan, mimarlığın yanında ikinci zenaat olarak “oymacılık ve dülgerlik”i seçmiş olan Mimar Ahmet ; Padişaha, gül ağacından yaptığı dantel gibi oyarak işlediği mücevher kutusunu sunmuş, çok beğenilmesi üzerine Dergah’ı Ali Kapıcı’lığına getirilmişti. Daha sonra bu kutu Fahriye Sultan’ın eline geçmişti.
Fahriye Sultan bir mücevher kadar güzel olan bu mücevher kutusunu yapan Enderun öğrencisi ustayı merak etmiş, görmek istemiş ve harem dairesine çağırmaya karar vermişti.
Harem Ağası Asım Ağa’ya :
“-Bu kutuyu yapan dülgeri kap gel, yaptığı mücevher kutusunun kapanmasında bir arıza vardur, beni rahatsız eder, onu onarsun, demiş, göndermişti. Asım Ağa Enderuna haber salmış, Dülger Ahmet’i çağırtmış :
“-Fahriye Sultan’a mücevher kutusunu sen mi yaptun? Diye sormuş,
“-Ben yapmışım, bir noksanlık mı olmuştur?
“-Sultan’um seni irade buyurdu, zenaatundan şikayeti vardur onun içün benimle gelesün demişti. Ahmet’in başından sıcak sular döküldü. Sanaatını göstermek isterken, başına dert mi almıştı? Sultan’ın mücevher kututsundan ne şikayeti ola ki. Allah’tan bu siparişin iyiliklere vesile olmasını dilemiş, biraz daha kendine geldiğinde kalp atışları hızlanmıştı. Çünkü bu sipariş şiirlerinde ki sevgilinin el sallayışı gibi gelmişti.. Bu karışık duygular içinde Asım Ağa’nın peşine düşmüştü.
Ilk defa Harem-i Hümayun dairesine giriyordu. hem Fahriye Sultan’ı göreceği için, hem de haremin esrarından başı dönüyordu, utanmasa Asım Ağa’ya tutunacaktı.
Harem-i Hümayun Topkapı Sarayı’nda ikinci avlunun solunda Divân-i Hümâyun'un arka kısmında yer alıyordu. Harem-i Hümâyun, genellikle Haliç’e nâzır çeşitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çeşmeler ve hizmet binalarından oluşmuştu. h
Önce dolaplı kubbeden geçtiler, kubbenin altında ki duvarlar dolapla kaplıydı. Oradan kırk kadar koğuşu olan Karaağaların koğuşlarına geldiler. Sonunda iki katlı muhteşem bir daire ye ulaştılar. Burası (Kızlar Ağası) Harem Ağasına aitti. Harem Ağası bu bölümün en yetkili kişisi idi. Şehzadeler mektebi de bu koğuştaydı. Karşıda ki cümle kapısından geçip, haremin kadınlar bölümüne giriliyordu. Ancak bu bölüme hiç bir erkek giremezdi,
Harem Ağası bölümü bir avluya açılan odalardan oluşuyordu. Avlunun üzeri çok güzel çinilerle süslenmiş bir kubbe ile örtülmüştü.
Asım Ağa,
“-Sen aha bu kapudan giresün, seni beklerler, dedi, Ahmet’e yol verdi. Ahmet kızlar ağası bölümüne alındı.
Ahmet kapıya yaklaşır yaklaşmaz kapı açıldı.Yüzünü seçemediği utangaç ve ürkek bir ses,”bu taraftan Ağam” diyerek yol gösterdi. Ahmet bu “Fahriye Sultan’ın nedimesiydi her hal” diye düşündü. Boylu poslu terbiyeli bir taze önde, Ahmet arkasında, biraz loş bir koridoru geçtiler. Nedime, özenle oyma yapılmış, sedef işlenmiş bir kapının önünde durup, belli belirsiz kapıyı tıkladı, gene ürkek, gene utangaçtı. Sedef işlemeli kapı arkasında bekliyormuş gibi hemen sonuna kadar açıldı. Ahmet’in içinde korkuyla sevinç at başı gidiyordu. Padişahın sarayına kabul edilmesi yetmiyormuş gibi ta haremine uzanmıştı. Bu cüret adamı ipe götürürdü. Ancak bir hanedan mensubu sultanla tanışmak, Osmanlının en yüksek tabakasına muhatap olmak gibi her kula nasip olmayacak bir ayrıcalık yaşamak ta heyecan veriyordu.
“-Sefalar getirdiz Ağa, dedi. Bu iltifat dolu yumuşak, kendine güvenen, karşısındakine güven veren ses Fahriye Sultan’ın sesiydi. Elinde tuttuğu mücevher kutusunu Ahmet hemen tanımış, ancak kendi elinin emeği olan bu mücevher kutusunun bu kadar nazik ve güzel bir eli süsleyeceğini hiç mi hiç düşünememişti.
“-Bu güzel kutuyu siz yapmışsuz elinize sağlık, açarken bir zorluk vardur. Acep bir yerinde bir eksiklik mi olmuştur?..dedi. Ahmet, Sultan’ın mücevher kutusunda “bir eksiklik, bir hata...” bulmuş olmasından öyle mahcup olmuş, öyle sıkılmıştı ki saçından, parmaklarının ucuna kadar terlemesine neden olmuştu. Sahi bir yerinde bir kusur mu işlemişti…bu ne denli zenaat, bunu yapan usta nasıl zenaatkar olurdu…bir sultana böyle kusurlu armağan verilir miydi…çok utandı…
Ahmet’in üstünde taba kumaştan yapılmış, iki kollarının yanından enlice siyâh kadifeden zülüf denen uzun alâmet sallandırırlmış kibar bir kaftan, içinde turuncu üstüne sarı kırmızı sırma ile zik zaklı işlenmiş işliği, başında kalıp işi denilin kavuk vardı. Belinde ağır sırma işlemeli, kapaklı şal sarılıydı. Uzun boylu, buğday renkli, simsiyah sakalının üzerindeki burma bıyıkları sakalından ayrı duruyordu, Ahmet’in havalı bir duruşu vardı.
“-Lutfeder misiz Sultanum, bir de ben bakayum, dedi..Fahriye Sultan kutuyu uzattı, Ahmet heyecanla aldı, alırken Sultan’ın elini tuttu. Damarlarına kan doldu..deli kan...vücudunu doldurdu, ateş bastı..eli yüzü nar kırmızısı oldu, çarpılmıştı. Bir an ne Fahriye Sultanı, ne de elinde tuttuğu mücevher kutusunu göremedi, gözlerini oğuşturdu çekinerek, elinde tuttuğu kutuyu evirdi, çevirdi ve gördü. İki menteşelerin arasındaki ince telin ucu biraz çıkmıştı. Gene üzüldü, utandı, nasıl ihmal ederim ben bu ufak amma adamı utandıracak hatayı diye kendi kendini yedi, Sultan’ın
-adınızı bağışlar mısınız Ağam sorusuna bile hemen cevap veremedi, cebinden çıkarttığı kelpeten ile teli yerine yerleştimeğe başladı. Kendini işe verince rahatlamıştı,
-Estağfurullah, bağışlamak ne kelime Sultanum..Ben Ahmet kulunuzum, Mimar Ahmet, diyebildi.
”-Bu melun tel sökün etmiş yuvasından. Sizin gülden narin ellerinize de ziyan verür, esvaplarınıza da dokunabilür..Ben nasıl gaflete gelmiş te becerememişim bunu, derken, teli geri çekiyor, ucunu kıvırıyor, mahir ve zarif bir işçilik yapıyordu. Kutuyu hemen vermek istemedi. Kutu lavanta kokuyordu, Sultanın şebboy kokusu ile karışınca Ahmet kendini cennette bir huri ile beraber gibi hissediyordu.
Fahriye Sultan’ın başında oyalarla süslenmiş, eflatun tonlu Tokat yazması, alnına kadar altın liralar dizilmiş başlığının üzerini örtülmüştü. Üstünde de ipek gibi eflatun bir kadife vardı, Yakası, kol ve etekleri altın simlerle işlenmişti. Belini gümüş üzerine eflatun mineli aynalı bir kemer ile sıkmıştı, iki karış ta dolanabilecek kadar incecikti beli...Çok sade ve çekici görünüyordu, her şeyi çok yakıştırmıştı. Yirmili yaşlarda çok güzel bir türkmen kızı gibiydi. Neden sonra mücevher kutusunu sahibine iade etti. Işveli ve samimi tebessümlü bir
-“elize sağlık”
iltifatı daha alıp, huzurdan ayrıldı.
Harem Ağası Asım Ağa yedekleyip haremden çıkardı
“-Sen hareme gelmedün, Sultan’um ile yeke yek kalmaduz. Zinhar senün tarafından
yayılmaya, bir yerde duyulmaya, haaa…dedi..
Ahmet yaptığı işi bir kere daha düşündü. Mücevher kuyusunun menteşesini kendisi yapmamıştı. Kabahat onda değildi, amma niçin dikkat edip arızalı menteşe kullanmıştı?..Yoksa, yoksa Fahriye Sultan’ın bir oyunu muydu bu? Ahmet’i görmek için yapılan bir plan mıydı?..
”Ağam” demişti, bu sıfatı O’nun ağzından duymak ne hoştu. Her ne hal oldu ise oldu. Kokular üstüne sinmiş gibi hala rayihalar içinde, bulutların üstünde uçuyor, ayakları yere değmiyordu. Bu bir “sevda” mıdır diye geçirdi içinden.
-“Sevdalanmak hoş bir şeymiş, insan birini sevmeli, sevdiği insan da sevilmeğe değmeli. kelimeleri döküldü dudaklarından…
Fahriye Sultan, Ahmet’i tahmin ettiğinden daha yakışıklı, daha kibar, daha sıcak ve sevilmeye layık bulmuştu. Bu yüzden mücevher kutusunu, mücevherlerinden daha değerli buluyordu. Onu yapan ellerin güzelliğini, becerisinden daha çok hatırlıyordu.
“Bana bir hal mi oluyor acep”...diye düşündü, her şeye rağmen güzel dedi, kendi kendine. Bu nadide kutudan mı, kutuyu yapana; yoksa kutuyu yapandan mı kutuya tutulduğunu kestiremiyordu. Ama ne olursa olsun Ahmet’i beğendiği, sevilmeğe layık gördüğü kesindi. Belki O da Sevdalanmıştı..Içi kıpır kıpırdı, yüzündeki tebessüm hiç solmuyor, birileri görse utanacak kadar belli ediyordu...
Sarayın dört duvarı arasında, biteviye bir hayat yaşayan, genç güzel ve dinamik bir kızın aşık olmak gibi hir hakkı vardır. Fahriye Sultanın da karşısına ilk çıkan yakışıklı tahsil veterbiye görmüş bir sanatkara aşık olması kadar doğal bir şey olamazdı. Fahriye Sultan aşık olmuştu, aşkı alevlenecek, Onu ve dokunan herkezi yakacaktı. Artık aşkını saklamayacaktı. Nedimesini çağırdı, Dilhun’a :
-Ahmet Ağa’yı nasıl bulduz?..diye soru.
-Ne haddimize Sultanım..O bir sanatkar Ağa, biz aciz bir kuluz. Onu tariften dillimiz acizdir. En iyisini Sultan’ım bilir,
-Ahh Dilhun onu düşünmekten, ona dokunmaktan ne kadar haz ediyorum bir bilsen.
Zaman geçtikçe Fahriye Sultan, Ahmet’in aklına ve gölüne iyice yerleşiyordu. Hayali daha netleşiyor, temas ettiği elinin sıcaklığı vücudunu ve ruhunu sarıyordu. O da,
-”demek sevda buymuş “ diye düşünmekten kendini alamıyor, ona şiirler yazıyor, besteler yapıyordu.
Fahriye Sultan içindeki volkanın ateşi ile yanıyor, sıcaklığını dışarı vurmaktan çekinmiyordu. Sonunda yazdığı mektupları Ahmet’e ulaştırmayı başardı. Nedimenin tanıdığı oda hademesi bir kaç kuruş bahşişle Fahriye Sultan’ın mumlu mektuplarını Ahmet’e ulaştırmaya başladı. Ahmet de yazdıklarını kırmızı mumla mumluyor, aynı hademaye veriyor, oda ufak tefek harşlık veriyordu...Genç sevdalılar mektuplarını kapatıp, kat yerlerine kırmızı mum döküp, açılıp, okunmaması için özen gösteriyorlardı.
Fahriye’in yazdığı içten ve samimi mektupları, aşk ve sevdasını ateşliyordu.
Bu büyük aşkın hem dumanı tütüyor, hem de sıcaklığı etrafa yayılıyordu. Haremde şimdiye kadar ney gizli kaldı ki bu ateş gizli kalsın. Her yerde konuşulmaya başlamıştı..
Gün geçtikçe Ahmet’in Fahriye Sultan’a yazdığı şiirler ve yaptığı besteler dilden dile dolaşmaya başlamıştı, Saray çalkalanıyordu. Fahriye Sultan da büyük bir gururla aşkını dillendiriyordu. Büyük annesi Sofiye Sultan bunun bir rezalet olduğunu, Osman oğullarını küçük düşürdüğünü, genç padişahın ilgilenmediğini, ailesine bile sahip çıkamadığını yayıyordu. Safiye Sultan’ın Valde Sultan’lığı da bitmişti, tam zamanında , yani şimdi karşısına çıkan bu fırsatı iyi değerlendirir, Fahriyenin cezalandırılmasını sağlayabilirse saygınlığı artabilirdi, sarayda yeniden söz sahibi olabilirdi. Fahriye Sultan’ı da hiç sevmez, çok dik başlı bulurdu. Eline geçen bu fırsatı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Haremde yaymadığı kimse kalmadı.
Sonunda Sültan Ahmet Han’ın annesi Handan Sultan’ın kulağına kadar gitti. Handan Sultan önce Fahriye ile konuştu, bir sultanın, Osmanlı hanedanlığından gelen bir kızın sıradan birisi ile ilişki kuramıyacağını anlattı, dedikodulardan uzak durması gerektigini hatırlattı, daha bir sürü tavsiyede bulundu... nafile. Fahriye Sultan’ın gözü Ahmet’ten başkasını görmüyordu. Ne Safiye Sultan’a, ne de Handan Sultan’a önem vermiyordu. Çünkü valide sultan da olsalar onlar hiç bir zaman hanedanlıktan sayılamazlardı, yani Osmanlı sülalesinden gelmiyorlardı, bunun için de çok önemsemiyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder