1 Aralık 2009 Salı

12..RAHMAN USTA, 13. NEVRUZ..14. ÇİNİ KERTMESİ, 15. TEVFİK KALFA

İznikt’li Rahman Usta ocaklardan gelen toprağı avuçladı, sıktı bıraktı.Tekrar avuçladı, kokladı, sonra bir çimcik toprak aldı, baş parmağı ile işaret parmağının arasında öğüttü, toprak su oldu aktı, toz oldu uçtu. Parmaklarına bulaşmış toprağı diliyle yalayıp yuttu Çini Ustası Rahman Usta …
-Işte bu, dedi, çininin anası bu toprak…ben bu toprağa sevdalıyım, bu toprağın çinisine sevdalıyım…hey mevlam sen nelere kadirsin..deyip sakalını sıvazladı.
Kağnı arabaları, kenarları tahta ile yükseltilip, toprakla doldurulmuş, peş peşe dizilmiş, kopmuş geliyorlardı. Çıkardıkları gacur gıcır sesler boşluğu dolduran doğal nameler gibi inliyordu. Atlar, katırlar eşek ve develerin de semerlerine ikişer küfe yerleştirilmiş, bölük bölük toprak katarı oluşturmuşlardı…Dere yataklarını, dağ eteklerini elek elek eliyerek, kuartz madeni ve mis kokulu çini toprağı taşıyorlardı.
Iznik’i Orhan Bey kılıç gücü ile feth edilip Osmanlı toprağına katılmıştı, o günden bu güne İznik’te ki Ohangazi camisinde hatip mimbere kılıç ile çıkar.Orta Asya’dan gelen kırk çadırlık bir Oymağı Oraya yerleştirmişti. Bu Oymak sanatkar bir oymaktı. Sürülere çan yapar, askere kılıç döğerdi. Yeniçeri ocağının kuruluşunu sağlayan Sultan Murat Hüdavendigar'ın veziri Cendereli Kara Halil Paşa ve Fatih Sultan Mehmet Han’ın veziri Çandarlı Halil Paşa’nın oymağıydı. Daha sonraları İznik’in toprağının özelliğinin ve güzelliğinin farkına varan bu sanatkar ruhlu Türkmen çiniye, çiniciliğe meyletti ve çinici oldu. Allah İznik’i Osmanlı mimarisinin şah eserlerine nadide çiniler versin diye mi karşılarına çıkarmıştı ne? Iznik’in şimdi dört mahallesi, bini aşkın evi vardı. Yedi medrese, yedi tekke, yedi imaret, yedi de çeşmesi vardı. Otuz dükkanı, ikiyüz otuz civarında da çini pişirme fırınlarına sahipti. Rahman Ustanın fırını bunlardan biriydi. Çini fırını iki adamın kucaklayacağı kadar bir fırındır.
Çini toprağına, ayrıca kırklar toprağı, kırmızı çömlek kili, çamaşır kili, çakmak taşı, kuvars, tebeşir ve maya ilave edilir, harman yapılır, iyce karıştırılıp öğütülür, havuzlarda iki gün bekletilirdi. Sonra, bez elekten geçirilirp, yirmi-yirmibeş gün dinlendirilir, teknelerde hamur yoğurur gibi çamur karılırdı.
Rahman Usta her teknenin başında duruyor, çamura selam verip, iki elini koynuna sokar gibi çamura gömmüyor, üstüne abanıp, kulağını veriyor, onu dinliyor, konuşuyor, dertleşip, halleşiyordu iki dost gibi… suyuna bakıyor, kıvamına, tadına bakıyor:
-Yaratılışımızın mayası bu, diyor Tevfik Kalfa'ya…Çamurdan yaratıldık, dönüşümüz de gene toprağadır…onun için toprağa, “toprak” diyip geçmeyeceksin. Toprağı seveceksin, ona sevdalanacaksın, ona gözün gibin bakacaksın ki o da sana baksın, koynuna alıp koruyup saklasın seni…
“çamura ruh üfülendi adem oldu” bunu da aklından çıkarma… heç çıkarma…
Çini imalatı dünyanın en zor işlerinden biriydi. Türkler ilk kez Orta Asyada, çiniyle uğraşmaya başlamışlardı. Selçukluların Anadoluya gelmesiyle Anadolu’nun çiniye ilgisi artmıştıtı. Bu topraklardaki çini sanatı Selçuklu mimarisinin doruğa ulaştığı dönemlerde gelişti ve ondan sonra pek çok cami, medrese, türbe ve saray duvarları çinilerle bezendi. Başlıca Türkuaz, kobalt ve mor renklerin kullanıldığı geometrik desenli çini ve çini mozaikler iç mekanlara tercih edilirken, dışarıda da sırlı ve sırsız tuğlalar kullanıldı. Anadolu çiniciliği Osmanlılar ile yeni bir boyut kazandı. Özellikle İznik öneli bir çini merkezi haline geldi..
Tevfik kalfa, ustasını bir gölge gibi takip ediyor. Başına konan bir kuşu ürkütmeymeye çalşır gibi huşu içinde dinliyor. Ara sıra Rahman Usta’nın kaş-göz işaretleri ile küçük müdahaleler, getir götür işlerini yapıyor, gene de mumyalanmış gibi donup duruyordu baş ucunda. Bu donukluk ruh ve madde olarak ustanın insiyatifine girmek, orada pişmek, ona sevdalanmaktı..Tevfik Kalfa Rahman Usta’nın ruh üfüleyip, el vereceği yetiştirmesiydi .
Tevfik Kalfa’yı Acemi Oglanları Mektebi Hümayunundan sarayın Nakkaş Başı keşfetmiş, Çinici Loncası Yiğitbaşı Yakut Usta’ya yollamış. O da Rahman Usta’ya çırak etmiş,
” al bu güzel çocuğu, dersini ver, terbiyesine mukayyet ol, dinini diyanetini bellesin, senin yanında çinici olarak yetişsin inşallah” deyip teslim etmişti.
Aradan seneler geçmiş, Tevfik zenaat ve ustalıkta beceri sağlamış, meleke kazanıp, ısmarlanan işi yolu yordamı ve usulünce yapmaya başlamıştı. Bu güne kadar edep ve ahlaki davranışlarında dini vecibeleri yerine getirmede de hata etmemiş, cümle esnafın da takdirini kazanmıştı. Kendi de plazlanmış, boy atmış, kara kaşlı, kara gözlü, elli, ayaklı, kaytan bıyıklı yakışıklı ve görkemli yagız bir delikanlı olmuş, kalfa çıkma zamanı gelmişti. Rahman Usta çırağını alıp. Loncaya götürmeliydi artık.
Lonca Ahiliğin bir kurumudur. Türkle yaşıttır. Ahilik hareketi Horasanda sivil örğütlenme olarak önemli bir yer tutmuştu. Horasan’daki Ahilik, daha çok gençlerin mertlik, yigitlik, dürüstlük, hoşgörü gibi ahlaki olgunluklarını, geliştirmek amacına hizmet eden ve sonra da siyasal işlevler kazanan bir örgütlenme biçimi idi.
Ahilik, Selçuklu devletlerinin ekonomik hayatı canlandırması sonucunda sayıları artan esnaf ve zenaatkarları örgütleyen bir kurum olarak ortaya çıkmış.. Değişik meslek gruplarını lonca sistemi içinde örgütlenmiş, her bir lonca bir “pirin” manevi önderliğinde faaliyet göstmişti. Loncaların üyeleri bu pire gönülden bağlı, mesleğin gereklerine ve kurallarına sadık müritlerdi. Sıkı bir mesleki denetimin uygulandığı Ahilikte, usta-çırak ilişkisi bile belirli kurallara bağlanırdı..Lonca esnaf erbabının dayanışma örgütüydü, esnaf tekkesi gibi bir yerdi…aralarında seçtikleri en seçkin kişiye de Yiğitbaşı derlerdi, onun bir dediği iki olmazdı.. Selçuludan , Osmanlı’ya geçmiş, aynı faaliyetlerine devam etmiştir.
O günü Tevfik hiç unutamıyordu…o gün ustaların ellerini öptükten sonra kapının arkasında ayakta durmuştu. Lonca Yiğitbaşı Yakup Usta Rahman Usta’ya,
-Oğlumuz ne istiyor, diye sormuş,
-Oğlumuzun değil, ben acizin bir dileği var. ”Oğlumuzun çalışmasından edep ve terbiyesinden sanatındaki bilgisinden pek hopşnutum. Eğer izin ve ruhsatınız olur ise kalfa çıkarmak istiyorum. Inşallah duanız bereketi ile ileride de usta olmasını diliyorum” demiş ve yaptığı Türkuaz üzerine firuze yazılı “besmele” çini yi göstermişti. Tevfik orada bulunan tüm ustalardan takdir alıp imtihanı geçmişti. Ipekli peştamal besmele ile kuşandırılırken, heyecandan kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyor, bacakları titriyordu.Yiğitbaşı sordu,
-de bakalım, ahiligin açığı kaçtır?
-dörttür
-say gelsün
-eli, yüzü, gönlü sofrası açık olmak.
-kapalısı kaçtur?
-üçtür
-say gelsün
-gözü, beli, dili…
-kapalılıktan murat nedür?
-kimsenin suçunu ayubunu görmemek, yüzüne vurmamakdur.
-gönül dolusu kaçtur?
-üçtür
-say gelsün
-şefkat, merhamet, fazilet
Yigit Başı Yakup Usta sonucu ilan etmiş,
-Rahman Usta’nın el verdiği bu evladımız, Loncamız heyetince münasip görüldü. Bundan böyle esnafımızun pek degerli “Kalfa” sı olmak üzere kabul olundu, demişti. İnşirah suresini (Elemneşrahleke…) okumak gelenekti. Tevfik de okudu, “fergap” ayetinde Tevfk’in arkadaşları serpuşunu başından kapmış, kaçmışlardı da, Rahman Usta yüklü bir bahşişle serpuşu kurtarıp, Tevfik’in günlüğüne de zam yapmıştı.Tevfik’in kalfalık törenine arkadaşları Ahmet can, Gül Yusuf, Kara Kasım, Cabbar, Yumuk Idiris, çırak Manço da ruhsat alıp gelmişlerdi. Kara Kasım, Rahman Usta’nın , Tevfik’e bu kadar ilgi gösterip meth etmesine şaşmıştı. Rahman Usta’nın şimdiye kadar birini beğendiği beğenip, meth ettiği ne görülmüş ve de duyulmuş şey idi. Tevfik’e bundan dolayı da hayıflandı. Ahmetcan’ın sevinçten otuz iki dişi sayılırken,Yumuk Idiris ile Kara Kasım hasedlerinden cin çarpmışa dönmüşlerdi. Ahmetcan Rahman Usta’nın oğluydu, can kadar yakındı herkese..bunun için Ahmete “can” diyorlardı…Gül Yusuf’ta “gül” gibi güzel kokan, Yiğit Başı Yakup Usta’nın oğluydu. Cabbar iri kıyım, yüzü çiçek bozuğundan pütürlü, kışkırtıcı, kavgacı, iticiydi. Kara Kasım kötülük üreten, insanları birbirine düşüren, şimdiye kadar kimsenin iyilik yaptığını görmediği, eklide asla göremiyeceği, sevimsiz biriydi. Yumuk Idiris’in gözleri yok gibiydi. Göz çukurlarında sadece iki çizgi vardı, çizgilerin arkasında da kötülük vardı, kalleşlik vardı… kaypaklık ona pek yakışırdı.
Tevfik kalfa bu aralar işe kendini veremiyor. Bir keresinde Rahman Usta yüzüne dik dik baktığı halde Tevfik kalfa fark edip toparlanamadı, dalmıştı da Rahman Usta’nın çok nadir azarlarından birine muhatap olmuştu:
-Höst höst..kendine gel evlat, diye zılgıt yemişti.
Bu durumdan Tevfik kalfa da pek memnun değildi. Aklı kayıp gidiyordu Gülnaz Kız’a…. Gülnaz Kız aklını başından almıştı. Gülnaz Kız Yiğitbaşı Yakup Usta’nın yeni yetme kızıydı. Daha düne kadar babasına azık getirirdi. Tevfik’in hiç te dikkatini çekmeyen sümüklü bir kızdı. Ne oldu da allanıp, pullandı, boylu poslu, kara gözlü, elma yanaklı, kiraz dudaklı bir yeni yetme oldu.Yeni tomurcuklanan göğüsleri, iki belikli saçlarını örten harmaniyesinin altından yüreğine işleyen işveli bakışları Tevfk’in gözünün önünde çakılıp kalıyordu.Töbe töbe nerede ise Rahman Usta’yı bile Gülnaz Kız gibi görüyor, ruhu daralıyordu.
“Hay Allah” diyordu kendi kendine „ne diye her yerde onu görüyorum, şeytan mısın, melek misin her neysen, git gözümün önünden gayri” diye söyleniyordu. ”Ya ustam duyarsa , ya biri sezerse ben hangi deliğe girerim ? ben bu diyarda nasıl durur onun bunun yüzüne nasıl bakarım.? Nasıl olur da koca Yiğitbaşı’nın kerimesini aklıma sokarım. Bu densizlik..bu zayıflık..bu yavan, bu cıvık işi heman bırakmalıyım…”
Gülnaz Kız tam tersini düşünüyor, tersini yapıyor, ha bire bastırıyordu. Gülmaz Kız Tevfik Kalfa’yı görmek için bahaneler uydurup kapıya bacaya çıkıyor. Herkese de göz koyduğunu söyleyip yayıyordu…..Gülnaz Kız’ın Tevfik Kalfa’yı düşünmeden geçen bir saniyesi yoktu. Gülnaz Kız Tevfik’siz olmuyordu..Tevfik’siz dünya Gülnaz Kız’a yalandı…
Dinlendirilmiş çamur harmanı, suyu alındıktan sonra çarklarda hazırlanan alçı kalıplara dokülür. Çarklar ahşaptan yapılmış, ayakla işletilirdi. Kalıplara çark ile biçim verilirdi…
İnce taneli ve temizlenmiş kuvars içine temiz frit ve kil ilave edilerek koyu kıvamlı bir bulamaç hazırlanır, bisküvi tabakası üzerine dökülr on gün kurutulup, fırına verilir ve dokuz yüz derece sıcaklığa kadar pişirilir, pişirme fırınlarında ateş hane bölümünün “göz” penceresinden kontrol edilirdi. Daha sonra, son tabaka olan sır tabakasına geçilirdi. Bu tabakada kuvars, kurşunoksit ve sodadan oluşan karışım yaklaşık bin üç yüz derecede odun fırınında pişirilip, sır denilen cam kütle elde edilirdi. Sonra kütle küçük küçük kırılarak, değirmenlerde öğütülür, yıkanır, temizlenir, su ile karıştırılıp, sır bulamacı hazırlanırdı. Deseni çizilmiş karoların üstüne sır bulamacı sürülüp, üç gün kurumaya bırakılırdı. Sonra ısıtılmış olan raflara dizilen çiniler pişirme bölümüne koyulurdu. İlki daha düşük ısıda olmak üzere çift pişirme yapılırdı.
Pişirme sıcaklığı on ila onbeş saat çok yüksek sıcaklıkta, ta demiri eriten ısıya ulaşırdı.
Eğer saraya çini yapılacaksa , sarayın Nakkaş başının yolladığı çini desen ve motifleri yapılır, sonra da bu desen ve motifler boyanırdı. Çinilerin renkleri değerli taşların renklerinden oluşuyordu, tabi renklerdi, tabiattan elde edilirdi, bunlar kiremit toprağı, kobalt madeni, bakır oksit, manganez gibi madenlerdi. Kullanılan ana renkler, batlıcani mor, göz akı beyazı, mercan kırmızısı, firuzenin yeşili, koyu mavi gibi tabi renklerdi, daha bir çok renk taştan topraktan çiniye can ve ruh veriyordu. Bunu da tabi ki Rahman Usta’lar ve çini pirleri biliyordu…belki de ruhlarına ilham geliyordu..
Astardaki beyazlık, ara madde kullanılmadan, mineral olarak elde edilen bir beyazlıktı, göz akı beyazlığı idi. Astar sır karışımı kuarsit içerirdi. Mücevher yapımında da kullanılan bu değerli taş oldukça güç işlenebilirdi. Küçük küçük kırılır, değirmenlerde öğütülür, öyle kullanılırdı. Ayrıca astara kurşun karıştırılırdı… Sırların hafif matlığı, gözleri yormaz, ışığı fazla yansıtmazdı. Boyamada boya kadar fırçalara da önem yerilirdi.
“Fırça deyüp geçmeyeceksün” diyip nasıl yapılacağını, nasıl kullanılacağını da durup durup anlatırdı Koca Rahman Usta…en makbul fırçanın da Su Samurunun tüyünden yapılan fırçalar oldugunu bilmiyen yoktu..
Çinilerdeki geometrik örgülü nakışlar, insanların Allah’a ulaşma yollarıydı, ilahi kurallarla fert arasındaki ilişkinin yansımasıydı. Bir motifin peşine takılan göz sonsuza kadar motifi takip eder de bir çıkış yolu bulamaz, bir sona ulaşamazdı. Bu, İslamiyet’teki Allah inancının şekillerle ifadesidir.
Çinilerin üzerindeki yazı ve metinler islami ve felsefi düşünceyi yansıtırdı. Küçük çiçekler, damarlı yapraklar, ince dallar, iri lale ve karanfillerin çıktığı ayaklı kaseler ince dolgular çicek örneklerini teşkil etmekteydi. Bu, İslam sanatçısının resim anlayışıdır…
Ateş haneleri dairesel, pişirme boşluğu da kubbemsi idi ve daha fazla ısı elde edilirdi. Ateşhane kuyu gibi kazılan derin bir çukur içindeydi. Fırınlar için gerekli olan “reçinesiz odun” da ekli civarından kolay sağlanmaktaydı. Hatta Sarı Kısrak dağlarından, Hacı Osman başta olmak üzere çevre köylerden elde edilirdi… istanbulun odun ihtiyacına bile cevap verecek bolluktaydı.
Rahman Usta hamuru “deme” bırakarakırkem Tevfik Kalfa’ya
-çarkları hazırla” dedi.
Tevfik alçı kalıpların yanına gidip, kontrol ederken karşısında Gülnaz’ı buldu, donup kaldı.”La havle “ çekse de gözünün önünden gitmeyen bir hayal gibi duruyordu. Gülnaz Kız eli ile işaret ederek
-bu yana gel az biraz diyerek kenara çekilmelerini istedi..Tevfik ne yapacağını şaşırıp önce bocaladı, sonra da Gülnaz’a doğru yöneldi.
-Burada ne ararsın… kız başınla… utanmaz mısın bunca erkekten de kalkıp yamacıma dikilirsin, dedi.
Gülnaz kararlı ve inattı
-Kalfa olmuşun. Buna çok sevindim..Hemi bunu diyem, dedi. Tevfikin çamurlu ellerini iki eli ile tutup, sıktı, okşadı, Tevfik’in eline ipek bir mendil sıkştırıp, uçup gitti.

13.NEVRUZ ŞENLİĞİ
Çinici ustaları yetiştirdikleri kalfalarla öğünür, hatta isimleri kalfalarla bile geçerdi. ”Falanca kalfanın ustasıdır, iyi ustadır ” yahut “şu kadar kalfa yetiştirdi, bu işin piridir..” gibi..dört kalfa Lonca imtihanını verip, peştemal bağlamıştı, biri de Tevfik’ti.
İznik’te her yıl mart ayının son haftasında Nevruz Şenliği (Bahar Şenliği) düzenlenirdi. Bu şenlikte bayram şenliği yaşanırdı. Düğünler bu günlere denk getirilir, halaylar çekilir, ateşler yakılır, uyuyan her şey ve herkes uyanırdı. Bu bayramı Türkler Orta Asya’dan getirmişlerdi. Orada da baharı, tabiatın yeşermesini, canlanmasını büyük bir coşkuyla kutlar, dama kapattıkları hayvanlarını yazıya (dışarıya) salarlardı.
Şenliklerin değişmez yöneticisi Bölük Başı Davut Ağa idi. Davut Ağa hem askeriyenin, hem de sivilin başı idi. Bütün şenliklerin hakemi, kural koyucusu, karar vericisi yani tek seçici Davut Ağa olurdu.. .kimse Davut Ağa’ya itiraz edemezdi, haşa kim ki itirtaz ede çarpar ki, bir de ter çarpardı…çarptığı adam bir daha iflah olmazdı alimallah. Gene Davut Ağa ortada, şenliğin yönetiyordu.
Her yarışın sonunda birinciler ikinciler, üçüncülert huzura çağrılır, Loncanın temin ettiği çam sakızı, çoban armağanı birer ödülle ödüllendirilirdi.
Gene çini hamuru karılıp, verilen desene göre kalfalar çini pişirdiler, Tevfik kalfanın yapıp pişirdiği çömlek birinci oldu,Yumuk Idiriste ikinciliği aldı. Pürtüklü duvara çini döşeme işinde de Kara Kasım birinci geldi. Bababsı Kara Arif ustadan el almıştı bi hakkın döşedi, iki kulaç kadar, mastarsız şakülsüz ..
Sıra güreşlere geldi…Er meydanıydı burası..buraya yüreği yeten çıkardı..Kara Kasım’la Tevfik çırakken kapışmışlardı, çıraklar kısbet giyemezdi, şalvar giyip çıkarlardı. Tevfik Kasım’ı fena çarpmış, şalvarı patlamış, arkadan avret mahalli (kıçı) görünmüş, dillere destan olmuş, onca seyirci, tahta bölmenin arkasındaki kadın ve kızlar da gülmüştü…bugün de önce çıraklar çıktı. Bir birini yerden yere vurdular. Hilesiz hurdasız gülmecesi bol güreştiler, iyi bir şenlik oldu.
Pırıl pırıl bir ilkbahar günüydü, gök mas mavi, yer yemyeşildi. Dağlardan inen erguvan kokuları, bahçelerden süzülen gül kokularına karışmıştı.Yüzler güleç, gözler aydınlıktı. Kalfalar er meydanına geldi..manda derisinden kısbetlerini giymiş, zeytin yağı ile yağlanmışlardı. Onsekiz yirmi yaşındaki gençlerdi. Her biri yağız delikanlıydı, gençliğin diriliği, kanın deliliği, şahlanan yarış atları gibi zapt olunamıyorlardı. Yağlı vücutları güneşte ayna gibi parlıyor, alev almış yanıyordu. Geniş omuzları, sırım gibi sıkı sağrıları, yumruk gibi dikleşen pazularına, tahta bölmenin arkasındaki kızlar hayrahlık bakıyorlardı.. Zaten her kızın da bir yavuklusu vardı. Gülnaz Kız Tevfik’e göz koymuştu da bunu bilmeyen yoktu. Rahman Usta’nın kızı Gülnar da Tevfik’e vurgundu içten içe ama ne kimseye sezdirebiliyor, ne de Tevfik’e duyuruyordu, ne de olsa babasının kalfasıydı.
Davut ağa ekl çekti. Tevfik yıllar sonra gene Kara Kasım ile eşleşti, Ahmet Can Yumuk Idiris, Gül Yusuf ta Cabbara düşmüştü. Davut Ağa pehlivanları yanına çağırdı, kuralları bir kere daha saydı ”çelebilikten, pir hazreti Hamza’dan” bahsetti sonra hepsini namazda rükuya eğilir gibi eğdi, salavatladı, ismi ile müsemmah Davuti sesi ile:
“Ya Allah, ya cabbar, ya seddar, ya Muhammet, ya Piiir…yiğitler çıktı meydane biri biründen merdane..analar çeker zahmetüü, babalar bilmez kıymetün…siz bilesüz Allah’ın nimetün…
…. verelim canına selavat sallal la hu Muhammet…deyip yapıştırdı yiğitlerin yanık sırtına birer Osmanlı tokatı ki, ta karşı dağlardan sada verdi..Davulcu Memik usta ile zurnacı Zülfü döktürmeğe başladı
“Ben bir kör oğluyum dağda gezerim hey..dağda gezerim…Esen rüzgarlardan hile sezerim”
Perdahların bini bir paraya gidiyordu…her bir yiğit tay gibi zıplayıp, koç gibi tokuşuyor, nasırlı iri elleri ile tombul baldırlarına vururken çıkardıkları tok sesler, nerede ise keçi derisinden gerilmiş davul sesini bastırıyordu. Bir şenlik ki görmeğe değerdi…
Meydandaki yiğitler kızların kendilerini süzdüğünü biliyor, hatta arada bir kızların olduğu tarafa kaçamak göz atıyor, kendilerini süzen gözleri seçemese de görüyorlardı.
Kapıştılar, elenselerin şapırtıları, “hayyydaaa..heyyyd” gibi naralar seyircilerin kulaklarına hoş geliyordu…Tevfik yere saglam basmıştı, bir sağ, bir sol elense çekti, Kasım sendeledi, üçüncü elenseye fırsat vermeden sıçradı kendini geri attı, yediği tırpan da çok çelimsizdi, ilk yoklamayı hasarsız atlattı. Tevfik avının üzerine sünen kaplan gibi kollarını açarak uçtu…tuttu, abandı..Cabbar Yusuf’un bir anlık dalgınlığından faydalanmış, çekmiş kafakolu, sırtini yere yapıştırmıştı..Ikinci turun ilk adamı belli olmuştu…Cabbar kalfa… Ahmet Can la Yumuk hala bir birlerini yoklamakla meşguller, horoz döğüşü gibi ne zevk veriyor, ne de seyirci topluyordu..Tevfik’in rakibinin üstüne üstüne gitmesi, Kasım’ın gözünü korkutmuş ,O da oyalama uğraşı ile sürüyordu güreşi..
Kasım Tevfik’ten biraz kısa fakat beli daha kalın, omuzları daha geniş ve kıspetin üzerine bir kat sarkmış olan göbeği ile yaşından çok gösteriyor, daha ağır basıyordu. Tevfik uzun boylu, Kasıma göre zayıf sayılrdı. Hatta kıspeti ince beline bol geliyordu. Pazulu kolları ve ayı pençesi gibi elleri vardı.Tevfik Kasım’ın üzerine üzerine gitti, yakaladı, çekti aldı altına, sarma takmaya çalışırken Kasım sıyrıldı kalktı ayağı. Yeniden tutuşmak için kafa kafaya gelirken Kasın Tevfik’in yüzüne öyle bir kafa attı ki, ta tahta bölmenin arkasından cayırtılar koptu. Tevfik sırt üstü düştü. Kasım üzerine yüklenecekti
Tevfik’in ağzından ve burnundan kan fışkırdığını görünce gerigeri çekildi. Davut Ağa güreş durdurdu, Tevfik’in başına koştu Tevfik’in vücudu kan içinde kalmıştı.
-bu ne haldür Kasım …sen ne yapmaya niyetlisün?? Nasıl kafa atarsun pehlüvanın yüzüne? senin heç mi insafun yoktur..? karşındaki leşker ü küffar mudur..? gavur askerimi dir? .. seen mağlup oldun..ve de ben bu sancakta olduktn kelli sen zinhar bu er meydanına bir daha çıkamıyacaksun..hadi var get karşımdan, sana bir kötülüğüm dokunmasun..dedi , Kasımı kovdu güreş meydanından, Kasım sindikçe sinmiş, başı önünde gözleri yerde süklüm püklüm güreş alanını terk rtmişti..Kızların ayyy..uyy..vahh… vuhh..ları meydandan duyuluyordu..davul susmuş, zurna ötmüyordu..Tevfik’e de
-sen de get parelenmiş elini, yüzünü, başını, gözünü yıka, temizle..dedi.
Halk homurdanmaya, sökülüp gitmeye başladı..er meydanının mertliğine gölge düşmüş, namertlik olmuştu..kimse de namerti hoş görmediği için kalkıp gitmesi gerekiyordu…Kasım’ın rezilliği delikanlılığa sığmazdı. Ne Türke, ne Müslümana ne de başka bir insana yakışmazdı. Iznik Iznik olalı ta Nicolastan bu yana böyle bir kahpelik görmedi eklide..
Davut Ağa seyirciye döndü,:
“-bir irezillük oldu ki sormayın getsün…gayri şenlük bitmiştür… Nevzuzumuz lekelenmiştür. Her bir kişi gelüp bana bir dahi böyle bir irezillük yapmayacagunu ve ev halkından dahi bir kimsenün yapmayacaguna kefilim desün..şimdi dagulasuz..her kes evine gide dedi..şenlik dağıldı..

14.ÇİNİCİ KERTMESİ

Iznik’li çini ustaları çiniyi üretir, döşemesini de kendileri yapardı. Çiniler sandıklanır, gideceği yere sandıklarda büyük bir ihtimamla götürülürdü.
Gene çiniler sandıklanıyordu; hem nasıl sandıklama ki... çocuk beler gibi, ota samana beleyip, sandıklara diziliyordu. Çiçekliler yanyana, dallar yapraklar bir araya koyulup, yolculuğa hazırlanıyordu.Yiğitbaşı Yakup Usta iki yana sallana sallana, yavaş yavaş ama yere sağlam basarak dakkada bir gelip,
-aman ha ustalar bir eksiklik olmasın, yamacımızda Koca Sinan Ağa var, unutmayın.. Yaptığız iş bizi utandırmasın, işi yarım bıraktırıp kovmasın bizi...diye ikaz üstüne ikaz ediyordu.
Sinan Ağa, Koca Mimar Sinan, çinisiz tek bir eser bile yapmamıştı. Camiler, medreseler, türbeler, şifahaneler, hatta bazı köprülerin alınlıklarında bile çini süslemeler kullanmıştı. Kullandıgı çinilerin tamamı İznik çinisiydi ve bunların bir çoğunu daYakup Usta döşemişti elleriyle, onun için Sinan Ağa’nın ruhunu bilirdi. Sinan Ağa , çinili camilerde ibadet eden insanların uhrevi bir yüz ifadesi ile gündelik hayata geri döndüklerini fark etmiş, bunu Yakup Usta’ya belki kırk kere tekrarlamıştı. Sinan Aga’ya bir Yahudi dostu kuvarsın insanların üzerindeki isteksizlik, bedbinlik, sitres gibi olumsuz cereyanları çektigini ve insanların morallerini duzelttigini söylemiş, Sinan Ağa da bunu insanlarda görmüş ve Yakup Usta’ya kuvarsı anlata anlata bitirememiş…Yakup Usta’nın İki de bir ocağa gelip sıkılaması da bundan olsa gerek ti…
Ne yazık ki işe kendini verince ne konuşukluğu duyuyor ne de geleni gideni görüyordu Kara Arif Usta, ha bire kalfalara zılgıt üstüne zılgıt çekiyordu, kimseyle ilgilenmiyor amma gene de Yakup Usta’nın titizligi kadar titizleniyordu.
-be cahil oğlum, kimin yanına kimi verirsin..al bunu şoraya koy...bunun eşi daha ordaki mor çini, ver onu...aman dikkat eyle..sen bunu taş toprak mı sanırsın..bunu bebe bil..hatta bebeden daha narin bil..heç bir bebe yer düşüp kırılmaz da bu çini düşerse un ufak olur, ben de seni onun parçaları kadar parçaya ayırırım..gözünü ondan ayırma..iş oynaşın olsun..” Çininin kendi eline nasıl yakıştığını, ona sevdalanmış gibi, nasıl şefkatli davrandığını seyretmek te zevk veriyordu..Alnındaki çizgilerden çıkıp, şakaklarından süzülüp gözlerine akan teri, fırsat buldukça, solo elini yumruk yapıp, işaret parkağının dik yeriyle gözünün içinden çıkarmaya çalışıyordu.
Yiğitbaşı :
-Arif can, akşama sandıkları çakar mısın? Şafakala yola vuralım derim..
-sen atları arabaları hazır etmeğe bak..merakalnma çıkarız, işinden başını kaldırmadan cevap verdi...
Şafakla yola çıktılar, sağ salim istanbuıla vardılar...
-kaç gündür gurbetteyiz , Koca Usta, ne kadar oldu geleli.. ?
-yarınki gün kırkbeşinci gün Arif Can..kırkbeş gündür Koca Sinan Ağa bizi sırtında taşır..epey yük olduk..
-işin de beli kırıldı say ..bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da mastarı şakule alıyordu Arif Usta. Aslında konuşacağı konu bu değilde , söze girmek için girizgah yapmıştı.
-kırk beş gün heh...
-senin dilinin altında bi şey mi var Arif Can, bi şeye özlemin mi oluyor, bi şeye dayanamıyorsun amma neye ..Arif Usta’nın üstüne üstüne gitti..Arif Usata’nın esmer suratının duvara döşediği mercan kırmızısı çiniden daha kırmızı olduğunu bakmadan görür gibiydi, Arif Usta da kendisinin pancar turşusu gibi morardığını hissetti.
-ne özlemi koca ustam, benimki merak..evi merak ederim..dedi, soru sorulmasını bekledi, şakulü bıraktı Yiğitbaşı’na baktı. Bu kere de Yiğitbaşı utanmıştı..kendi içinden geçeni düşünüp, Arif Usta’ya yüklemişti, düşünüpte söyleyemediği o sözü boşluktan bulup yuttu..
-evin neyini merak edersin Arif Can de hele..
-bizim avratı merak ederim bebe işi..
-hay Allah ben de aynı merakı sürerim. Benim avratta yüklü, ya doğdu, ya doğacak..
-deme be Usta’m...ne olmasını dilersin Allah’tan???
- hayırlı olsun da ne olursa olsun...Arif Usta’ya bakarak, bir oğlumuz var zaten.
-ben de bi olağlan isterim Allah’a ayan..O’nu da çinici yapsam diye geçiririm içimden..Arif Usta sevdasını nesline bırakmayı diliyormuş...Yiğitbaşı’nın aklına bir şimşek çaktı..elindeki çiniyi yerine koymadı, Arif Usta’nın yüzüne bir kere daha baktı baktı ve
-sana bi teklifim var, bizim doğacak çocukların biri kız, biri de oğlan olusa, onları biri biri ile evlendirelim..dünür olalım, kimin kızı kimin oğlu olacağını nereden biliriz. Arif Usta da elindeki işine boş vermiş,Yakup ustanın bu sıcacık teklifi le yıkanıyordu sanki..
-senlen dünür olmak bana şeref bahşeder Koca Usta...neden olmasın?...ikisi de yirmi yıl sonrayı yaşamaya başladılar, Daha doğup doğmadığını bilmedikleri çocukları na don biçmişler, onları gelin güveyi etmiş, dünür olmuşlar, sevdalarını yıllara vermeyi akıllarına koymuşlardı.
-eyi ettik eyii...bunu eyi buldun Ustam, dedi Arif Usta. Orada bir beşik bulup kertemediler ama adını koydu, sözlerini kerttiler ki beşikten de öte, çini kertmesi oldu sanki..
Aradan yıllar geçti.Yoluyla yordamıyla kız görüp, damat behleyip, teliyle duvağıyla gelin güveyi olma zamanı gelmişti çocukların. Yakup Usta Arif Usta’yı severdi. Amma oğlu Kara Kasım’ı epeyden görmemişti, kulağına da pek iyi şeyler gelmiyordu.Tevfik Kalfa’ya kalfalık şenliklerinde ettiği rezilliği de duymuş hoşnut olmamıştı..Epeyden çini döşemeğe de gitmiyorlardı, ne de olsa yaşlandılar ve yerlerine adam da yetiştirdiler, işlerde noksansız yürüyordu..
Kara Arif Usta haber saldı Yakup Usta’ya, ”cuma akşamı kızımızı görmeye niyetliyiz..bir kahvenizi içmeye geleceğiz, desturun var mı.?.cevap geldi
-gec bile kaldız..diye..
-neye ki geç olsun, Usta’m bennen eğlenir mi ne??
Kara Arif Usta ile karısı cuma akşamı namazından sonra, Yakup Usta’nın kapısını çaldılar. Esma hanım kapıyı açtı,
“buyur” etti, sofaya aldı. Arif Usta’nın elinde koca bir tepsi, Zeynep hanımın elinde bohça vardı, konuklara yol gösterdi. Yiğitbaşı Yakup Usta iç odanın kapısında bekliyordu, birlikte içeri girdiler. Dıştan eskimiş gibi görünen evin içi oldukca canlı ve sıcaktı.. bir duvarında, alı al, moru mor, kaç yıllık olduğu belli olmayan bir antika Türkmen halısı asılmıştı püsküllerinden. O halıyı Yakup Usta’nın büyük nenesi getirmiş Horasan taraflarından. Pek severmiş, çocuğunu getiremezmiş belki de onu komamış bir yerde atmış atının terkisine getirmiş...Bir duvarına da Yakup Usta çini döşemş, Lonca’nın ustalık imtihanında yaptığı, “Geyik Avlayan Adam” tablosu bir çini ki bakmaya doyum olmaz... yaprakların damarları, dalların ucundaki çicekler, çiçeklerin ortasında sarı, sarı bakan gözler sanki canlı bakıyordu, altındaki dereyi, derenin içinde akan berrak suyu, su içen geyiği...tüfeğini doğrultup nişan alan avcıyı, tetiğe ha bastı ha basacak diye takılıp kalıyor insan..kıbleye gelen duvar boştu...halı asılı duvarın önünde ki peyke konuklara aitti her halde, Arif ustayı oraya oturttu...diri ve renkli halı yastıklar, tığla örülmüş, dar ve uzunca pencereleri örten perdeler, yaygılar, kilimler, dip köşe, kıyı bucak, derli toplu...eskimiş evi taze ve canlı gösteriyordu. Temizliği de güzelliği de her bir şeyin yerli yerine yerleşmesi de hep evin kadının fikridir, kadın zevkidir, kadının güzelliğidir. Bunu Yakup Usta’nın evinde çok iyi görürsün. Kadının tertipli düzenli olması; kocasının da , kızının da tertipli ve düzenli olması demektir. Ne demişler “kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al”..Arif Usta böyle gördü, böyle düşündü. Gördüğü de düşündüğü de doğru idi, zaten Yakup Usta da işinde gücünde çok becerikli, tertipli ve düzenlidir. Kendi evinde göremediği tertip ve düzeni göz ucuyla Zeynep’ine göstermeye çalışıyordu, Zeynep işin farkındaydı, o da gözüyle hem tasdik ediyor, hem de konuyu kapatmasını istiyordu...
Gülnaz ninesinin dokuma tezgahında kendi bezini kendi okurdu. Gömleklerini, fistanalrını, evin çarşaf ve peşkirlerini hep kendi yapardı, kendi elinin emegiydi. Ninesi ögretmişti daha çocukken, Gülnaz bez dokumayı oyun sanıyordu, hatta bazen kirmanı saklar, bazen de ipleri dolaştırır, ninesini kızdırırdı. Evde gördükleri bezler hep Gülnaz Kızın dokumalarıydı..Zeynep işin farkındaydı . Tam soracakken
-Eeey Arif Can daha nasılsın bakalım…diye, Yakup Usta lafa girdi, sesizliği bozdu.
-Hey gidi günler..hep ararım o şafaktan yola vurup, İstanbula, oraya bura ya gittiğimiz günleri, gençlik işte. Ne yorulma vardı bizde, ne de başka bi şey..
-Esma Hatun kur sofrayı da iki lokma bir şey girsin kursağımıza..Arif Can gelmiş hanemize. Bir sürahi ayran geldi, iki de maşrapa yanında,
-Hele bi soluklanın, iki yudum ayran için ferahlayın, dedi Esma Hatun çıktı..Az sonra sofra geldi. Yendi, içildi...peşinden Arif Usta’nın getirdigi tepsi kondu sofraya..
-Tatlı yeyip, tatlı konuşalım Arif Can hemi ? tereyağı ile yapılmış cevizli baklavayı elleri ile yedi bitirdiler. Kadınlar için az bir bölümü alınmıştı, ama gene de iki kişi için az sayıl mazdı.
Peşinden kahveler içildi. Kahveleri Esma Hatun’un getirmesi Arif Usta’nın işkillenmesini haklı çıkarıyordu. Gülnaz Kızı göremediler, O ortalarda hiç yoktu, gelin olacak kızın hizmetini beklemişlerdi, ne kız vardı, ne de hizmeti. Arif Usta karısının gözlerini aradı, Zeynep Hanım da işin farkındaydı, Arife bakmak istemiyordu, sorusunu biliyordu da cevabını bilemiyordu ve kocasının yüzüne bakamıyordu. Esma Hatun konuştu;
-Gülnaz ile Ahmet Can Bursa’ya gittiler, gocanaları hastelenmiş, biraz da ağırmış, bir ki güne kader, gözü ile kocasını işaret ederek , biz de varırız her hal..
Ne Arif Usta’yı, ne de Zeynep Hanım’ı tatmin etmemişti, bir yerde bir kurt yeniği vardı, ama nerede? kendi kafasında mı, Yakup Usta’nın kafasında mı Yoksa Gülnaz Kız’ın
kafasında mı ? Yoksa Gülnaz Kız işi naza mı dökmüştü?...Ne olursa olsun bu iş eyi gitmiyordu..
Yakup Usta sıkılıyordu, durmadan yutkunuyor, yüreği sıkışıyor, boyuna terliyordu. Yavaş yavaş alnında da ter yaşlıkları, damlalar oluşturmaya başladı, bir kaç kere kolunun yeni ile sildi ise de tekrar terledi. Kara Arif te terliyordu amma teri henüz görünür değildi, onunki bedeninde oluşup esvablarını yapıştırıyordu üstüne..Yakup Usta’nın terlemesi karısının anlattığı düzmece hikayesini dinleyemez etmişti, durumu Arif Usta düzeltti farkında olmadan,
-sıcak mı oldu ne, sen de terledin koca usta dedi,
-he ya terledik...bu börkte yaman ısıtır adamı..ayıp olmassa çıkartıyım bunu dedi, izin alıp, sağ kaşının üzerine yıktığı, başındaki kuzu derisi börkünü çıkarttı. Saçının yarısı dökülmüş, yarısı da beyazlamıştı, başının saçsız yeri de bembeyazdı, güneş görmemişti. Eliyle başını perdahladı, hem terini sildi, hemde saçını düzeltti. Arif Usta da sırtındaki cekete benzer üstlüğünü çıkarttı. Arif Usta daha fazla bekleyip perişan olmaktan korktu ve direk lafa girdi.
-Yakup Usta’m ve de Esma Hatun karındaşım, sebebi ziyaretimiz bellidir . Biz Allah’ın emri ve de Peygamberimizin kavli ile kızınız Gülnaz Kız’ı oğlumuz Kasım Kalfa’ya istemeye geldik..hoş biz bu işi Istanbulda bitirmiş, dünür olmuştuk ya neyse..
-Arif Can karındaşım, sen dedin, biz ta orada sözleştik adnı koyduk, şimdi cayacak değiliz ya, Allah’ta yazdı ise bu iş bir an önce bitsin derim..
-he ya uzatmaya gelmeyeceğini farkettik bizde...
-kadınlar konuşsun aralarında, nişanı nikahı, neyi varsa konuşsunlar..
-aceleniz ne ki, selden mal mı kaçırırsız?..bunun çeyizi var, mihri müecceli var, eşimiz dostumuz var…oturup konuşacagız, danışıp meşveret edeceğiz, kim evladından şikayetçi olmuş ki, alın kapın götürün desin...daha da konuşacaktı Esma Hatun, Yakup Usta kesti sözünü,
-biz aramızda yirmi yıl var konuştuk, bilmezmisin?..artık konuşacak başka söz mü kalmıştır ki sen bizim sözümüze ayak dirersin..
-estağfirullah…sen benim evimin direği, başımın tacısın...sana ayak diremek ne haddime, terbiyeme de yakışmaz. Amma demem o ki kızımızın haberi bile yoktur bu işten, varıp gidecek olan odur, bir de onun fikri nedir bilmek istemez misin?..
-bize vermek, ona da gitmek düşer, yoksa sencileyin başka mıdır? söze Zeynep Hanım karıştı,
-bunlar biz doğurmadan almış vermişler Esma bacım, sen neye kendini parelersin ki..
-kızımız da duyar helbet, duymasının bir manisi mi var?
-duymak ayrı, varmak ayrı...Gülnaz ne düşünür ben ona bir açayım derim..
-Hatun, hatun, sen benim lafımı yabana mı atarsın? bu mevzu bitmiştir, daha kanuşursak, daha uzar, kısa keselim, son söz olarak Allah hayırlara vesile etsin derim. Konuklar da amin diyerek adını koydular. Gülnaz’ın sözü, Kara Kasım’a kesildi...
Gülnaz Kız bu konuşukları kapının arkasından bir bir duymuş, küplere binmiş, bir ara dışarı çıkıp avazı çıktıgı kadar,
“-ben Kara Kasım’a dünyada varmam varmam!… diyesi gelmiş, ama diyememiş.


15.TEVFIK KALFA


Ayçiçek Hatun Rahman Usta’nın karısı, iki buçuk çocuk anası. Çocuklarının biri Gül Yusuf, biri Gülnar Kız, buçuğu da Tevfik Kalfa. Tevfik Kalfa Rahman Usta’ya emanet edildiği günden kalfa olduğu güne kadar, Rahman Usta’nın evinde yaşadı öteki çocukları gibi. Ayçiçek Hatun anası, Rahman Usta babasıydı Tevfik’in, Gül Yusuf’la Gülnar Kız da kardeşleri gibi büyüdüler. Evin bir ferdi, Ayçiçek Hatun’un doğurmadığı oğlu, Gülnar’ın da abisi gibiydi. Gülnar gözünü açtı Yusuf ile Tevfiki gördü, ve onları “kardaş” bildi.
Aradan yıllar geçti, çocuklar büyüdüler, Gülnar Kız da Tevfik’in abisi olmadığını öğrendi. Artık Tevfik hem ailenin bir ferdi, hem de yabancısıydı.. Gülnar Kız’a bu bir kader gibiydi, sanki yıllar önce Tevfik sırf Gülnar Kız için gönderilmişti bu eve...Mevla böyle yazmış, ne yazmışsa doğru yazmış..gayri bize de bu yazıyı yaşamak düşerdi, diye inanıyordu ev halkı. Ayçiçek Hatun yıllarca yuyup yıkadığı, doyurup beslediği, giydirip kuşandırdığı, büytüp adam ettiği, Tevfik kalfa Gülnar’a yakışır, Gülnar’ın olmalı, onun eşi, onun çiftidir, biri dişisi, öbürü de erkeğidir. Gülnar ile evleneceğini yayıyordu.
Çırak Manço bir gün Tevfik’e bu türlü bir dedikodu getirince, Tevfik evden ayrılmıştı. Ayçiçek Hatun bu işi fazla uzatmaya gerek yoktu diye düşünüp, Rahman Usta’ya açtı:
-çocuklarımız sevda çeker, görmez misin. Bir yanda Gülnar, öbür yanda Tevfik birbirlerine deli divane olurlar, gayri baş-göz etmenin zamanı geldi . Bak Yakup Usta’nın kızı Gülnaz ile Arif Usta’nın oğlu Kasım’ın sözü kesilmiş, şerbet dağıttılar. Biz de elimizi çabuk tusak, demişti de, Rahman Usta,
-deme yahu o kadar büyüdüler mi.. hay gidi günler ne çabuk geçti...ömür biter de farkında olmazık hatun... Bence münasiptir. Yolu yordamı neyse dillendirmeden hemen bitirilsin , diyerek kabullenmişti. O gün Rahman Usta sırtından agır bir yükü atmış gibi gerneşmiş, gülmeyen yüzünde tebessüm oluşmuş, yaşlanmışlık hissederek yavaş yavaş kalkıp, kendi kendine konuşa konuşa çıkıp gitmişti çini fırınına..Ayçiçek Hatun mutlu olmuş, neşesinin ışığı, güneş gibi ay gibi yayılmiştı çevresine...Gülnar Kız :
-olacak olacak, Tevfik benim olacak, düğünüm olacak,Tevfik kalfaylan evlenicem...bubam “he” dedi gibi sevinç rüzgarlarını yayıyordu her hana. Konu komşu duymuştu. Konuşulanlar halka halka yayılıyordu. Bir anda Iznik’te duymayan kalmadı, Tevfik Kalfa’dan başka.
İlk tepkiyi Yusuf gösterdi anasına. Yusuf, Tevfik’in Gülnaz’a nasıl yanıp tutuştuğunu bilyordu. Geceleri, koyun koyuna yattıkları kaç gece birbirlerine çocuksu da olsa sevdalarını , aşklarını anlatmışlardı.
- ana bu duydugum konuşuk doğru mudu?
-hangi konuşuk
-Tevfik ile Gülnar’ın evlenme dedikoduları
-helbet doğrudur oğul, ne dedikodusu...sana da sıra gelecek sıkma canını
-ana benim demem kendim için değil, Tevfik’e soruldu mu? O ne der.
-ne deyip, dökecek..o bizim oğlumuz değil mi, onu da biz baş-göz edeceğiz nasıl olsa, o da sevinir helbet
- ana sen Tevfik Kalfa’yı el kadar sabi mi sanırsın ? Bu iş olmaz...mümkinatı yok, boşa etrafa dillendirmeyin..
-sen ne dersin bre oğul, biz bir hayır işleriz...kızımızın nesi var da olmaz.
-hayır ana, olamaz..o Gülnar’ı kardeş bilir ve de Gülnar ile evlenemez..
-niye kardeş olsun ki, onun anası babası ayrı, sizinkiler ayrı, o yanımızda büyüyen bir çocuktu. Onu biz büyüttük kalfa ettik..
-ana olmaz dedikya, gayri üsteleme..Gülnar’a da de, o da üstelemesin. Çıkıp gitt.
Çırak Mança Tevfik’e ciddi ciddi sordu...
-Gülnar Kız’ın sözünü almışsın kalfam, gözün aydın olsun...düğün ne vakit ola ki.?..
-sen ne densizlik edersin...o da ne demek, Gülnar benim bacımdur...kapat çeneni, bir daha böyle konuşuk duyarsamk sana bir ziyanım dolunur bilesin, böyle aykırı lakırtılar istemem...
-Kalfa ben mi uydurdum da bana öfkelenirsin..herkes bilir bu konuşuğu..bir sen duymadı her hal?
-sen nasıl çıraksın ? yalak…bu son tembihimdir bilesin..dedi, fena halde kızmıştı. Manço’yu yanından kovdu, aklı Manço’nun sözlerine takılı kaldı...ne demek Gülnar ile evlenmek..beraber büyüdüğüm, bacım Gülnar ile nasıl evlenirim? Olur mu böyle şey...tövbe tövbee...Bu insanların Allah’tan korkuları, kuldan utanmaları yok mudur? Ben Rahman Usta’nın yüzüne nasıl bakarım ? Kızarıyor, içi daralıyor, burnundan soluyordu. Bir uğursuzluk hissediyordu. Mevlam hayırlara tebdil etsin...
Tevfik’in Rahman Usta’nın çini fırınından başka gidecek yeri yoktu, orada yatıp kalkıyordu...neşeyi de kederi de orada yaşıyordu. Çırak Manço nefes nefese geldi,
-kalfam Kasım, Cabbar ve Yumuk geliyorlar, amma fena geliyorlar, dedi. Kara Kasım, Cabbar ve Yumuk İdiris fırının önünde Tevfik’in burnunu dibinde bittiler. Alaylı alaylı konuşup, kavgaya yer hazırlamaya başladılar. Biri:
-Gülnarı kapmışsın haa ?? adam olsan bacın sayılan kızınan düşüp kalkmazsın, öbürü:
-sende heç utanma sıkılma yok mudur ? Bizim töremizde bunu yapanı kovarlar..bir başkası :
-kimi dünürcü gönderdin ? öteki :
-kim ola ki ne babası belli, ne de anası..Tevfik “la havla ve la kuvvete illa billahil aliyyül azim” diye sabrını zorluyordu .Cabbar :
-Gülnar’a elini sürenin ellerini kırarım, göz koyanın gözlerini deşerim, Gülnar benimdir, duydun mu ..sen de bunu böyle bil dönme..Tevfik’in kulağına “ dönme” sözünden başka hiç bir söz girmemişti. Dönme sözüne fena halde kızdı, gerilip Cabbar’ın karnına kafasını kudurmuş boğa gibi tosladı ikisi birden çini fırınının duvarına yamandılar. Cabbar “ıııhhh” diye dana gibi böğürüp boş çuval gibi yığılıverdi duvarın dibine. Tevfik sürüye dalmiş aç kurt gibi dönüp Kara Kasıma öyle bir osmanlı tokadı indirdi ki sesinin şiddetinden Yumuk kurtuluşu kaçkakta buldu, zaten onun özelliğidir kaçmak...Çırak Manço sadece seyretti. Kalfasına önce sözle sataşan, sonra da çemberi daraltıp saldıran bu üç serseriye hiç tepki vermedi. Zaten cıvık yalancı, sahtekar bir çocuktu..Kavgayı gören ustalar koşup geldi, Cabbar ve Kasım’ı Tevfik’in elinden zor kurtardılar.
Akşama doğru, iş bitimi zamanıydı. Tevfik, çömelmiş, dirseklerini dizlerine koymuş, başını iki avucu arasına almış, sırtını çini duvarına vermiş, içinin ateşini dışındada duyar olmuş, öyle oturuyordu. Gülnaz’ı bekliyordu. Gülnaz Tevfik’ini karşıdan görmüş, oturuşundaki boynu büküklüğünü fark etmiş, acımıştı. Zavallı bir duruşu ardı, yalnızdı, çaresizdi, dayanılmazdı..Gülnaz da dayanamadı, üzerine atlayıp, boynuna sarılmak geldi içinden, yapamadı..biri arkadan çekiyordu sanki, sarılamadı boynuna. Yüzünü süremedi yüzüne ama yeni terlemiş kaytan bıyıklarının yüzünü fırçaladığını hissetti..
-Tevfik sen benim, varım yoğum her şeyimsin, neden öyle çaresiz gibin düşünürsün?.ne istersen ben hazırım. Gel de geleyim, git de gideyim. Öl de öleyim, hadi de bir şey..dedi. Tevfik hayataında hiç ağlamamış, yahut ağladığını hiç hatırlamıyordu. Gene ağlıyamadı.. Boğazı bogum bogum dügümlenmiş, lokmasını yutamıyormuş gibi hem yutkunuyor, hem nereden başlayıp, her şeyi nasıl anlatacağını, daha ne edeceklerini kestiremiyordu.
-bilmez miyim Gülnaz Kız’ın beni yalnız bırakmayacağını, yüreğinin aha buramda olduğunu bilmez miyim deyip göğsünü yumrukladı Tevfik Kalfa..
-amma bizi birbirimize bırakmayacaklar, Arif Usta’ynan karısı geldi, beni ogulları Kasım’a istediler, babam da verdi, şerbet dagıtıldı, sözümüz kondu…kondu da noldu? Dünya bi yana sen bi yanasın…kırk tane Kasım gelse saçımdan bi tel alamazlar..
Gülnaz kimden kimseden korkmuyordu. Kasım’la sözünün kesildiğini Tevfik te duymuştu, ama Tevfik’in Gülnar’la sözlendiğini Gülnaz yeni duymuş, dellenmişti.
-bu Gülnar işi nedir Tevfik?
-zin har olmayacak bir iştir ...Gülnar benim bacımdır. Bende elden duydum. Aslı yok bunun sen ferah ol..sen Kasım işini de hele...neler oldu ?
-Gülnar’la ben aynı gün aynı saat doğmuşuk, adlarımızı da aynı vermişler, ikimize de “Gül” demişler. Karışmasın deyi bana Gülnaz demişler...kadere bak..ikimizi de aynı Tevfik’e yazmışlar...ben bilmez miyim bu iş olmıyacak, emme gene de canımı sıktı...bizim işe gelince; atam ile Arif Usta daha ben dogmadan sözleşmiş, söz kesmişler ...ben Kasım’a varmam. Ya senin olurum, ya da ölürüm. Başka kimse alamaz beni
-Gülnaz ölmek çare mi, ölmek olmaz...başka çareler bulmak gerek.
-çare kalmadı gayri...ben daha doğmadan babam almış vermiş, dedim ya ta o zaman söz kesilmiş, şindi ayağıma köstek olur görmez misin?
-nasıl olur sen doğmadan seni nasıl satar...sattığı adamı bilir mi ki ?? Kasım adammı ki ona kız verir..koca Rasim Usta bu işi nasıl yapar..??
-Tevfik kaçalım...gidelim buralardan..
-niye kaçarız, ne yaptık ta , kötü bi iş mi işledik ki kaçalım...durup düşünür, hayretler içinde kalmış, nasıl gidilir, nereye gidilir..???
-ya buralardan kaçar bu adamlardan kurtuluruz, ya da ben kendimi öldürürüm. Sen hangisin istersin..??? kaçan bir biz değilik ki
-“ölmek” sözünü bir daha etme tamam mı ? sen kaçma işini anlatsana bana, nasıl kaçılır?
-ikimiz kaçıp gideriz buradan, Bursa’da Zehra Halam var, ona gideriz. Sen de orada çalışırsın. bir damımız olur, bebelerimiz olur, beraber yaşarız...olmaz mı?
-anan ne dert, Rasim Usta ne der ? Müsade ederler mi benimle beraber Bursa’da yaşamana ?
-onlara demiyecem, kimse bilmeden gice kaçarız.
-olmaz , bu iş yanlış...biz hısız mıyız ki biz ugursuz muyuza ki kaçalım ?
-senin Zehra Hala’nı bilemezler mi, Rasim Usta bilip, gelip seni alamaz mı?
-bilir ... bilsin n’olmuş...ben Kasım’a varmam. Tevfik çok konuştuk..biri görmeden ben gidiyim..yarın gice bohçamı alıp gelecem...sen de hazır ol, buradan çıkar gideriz, yarın gice unutma..Gülnaz Tevfik’in yüzünü okşayıp,
-yarın gice...dedi,
-acelen ne Gülnaz, biraz düşünelim, hazırlık mazırlık olur...yanımıza ne alırız, nasıl gideriz ...at araba gerekir, ta Bursa’ya böyle yayan mı gidebileceksin ?
- hayır...ne hazırlık, ne at araba gerekmez...Sen ve ben kaçar gideriz..
-sen bilirsin Gülnaz...madema bu kadar israr edersin, yarın gice tamam...bekliyecem seni... Gülnaz uçup gitti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder