1 Aralık 2009 Salı

39.CAMİİN KAPISI VE İÇİNİN YAPISI TAMAMLANDI

Miladi bin altı yüz on altının temmuzu, Cami sahasında otağlar kurulmuş, Sultan Ahmet Han, vezirler, önemli devlet adamları davet edilerek burada büyük bir ziyafet tertip edilmişti. Yemekler yenildikten sonra saraydan getirilen kaftan (hilat) lar caminin inşaatında Baş Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’ya, Mimar Ahmet Ağa’ya, Çinici Tevfik Usta’ya ve emeği geçen öteki ustalara dağıtılmış, Sultan Ahmet Han davetliler tarafından tebrik edilmişti.
Cami'nin altı minaresinden caminin köşelerinde bulunan dört minare üçer, avlunun iki köşesindekiler ikişer şerefeli. Altı minare, ondört şerefeyle Padişah ile ecdadından şimdiye kadar gelen padişahların sayısına uydurulmuştu. Altı minare de Sultan Ahmet Han’ın fetihten sonra altıncı padişah olmasından dolayıydı. Mısralar gibi dizilmiş minarelerinden, dalga dalga ezanı Muhammedi yayılıyordu semaya.
Sedefkâr Mehmet Ağa, akıllara ziyan bir inşat tekniği uygulamıştı..Camii iki kareden oluşan bir plana göre kurulmuş. Yüksek bir su sarnıcı üzerine oturmuştu. Bu su sarnıcı yazın camiyi serin tuttuğu gibi, depremlerde yıkılmasına mani olacaktı!!!
İç avlu yirmi altı adet granit, mermer sütunla taşınan otuz kubbeyle çevrilmişti. Her kubbe altından dış avluya dört pencere açılıyordu. Bu otuz kubbeden sekiz sütunun tuttuğu dokuz kubbe son cemaat yerini meydana getiriyordu. Mabetten son cemaat yerine yirmi bir pencere açılıyor. Kemerler, beyaz mermerle kırmızı somakiden örülmüştü. İç avluyu çevreleyen revak ve sütunlar Islam birliğini ve müslüman kardeşlinğini akıllara ve gönüllere yerleştiriyordu.
İç avluya biri cepheden, ikisi yandan olmak üzere 3 kapıdan giriliyordu. Gerek bu kapılar, gerek dış avlunun cümle kapısı bronzdan yapılmıştı. Ne o vakte kadar, ne de ondan sonra yapılmış camilerde benzeri görülmemişti. Bunların İstanbul’ da yapıldığı cami yapımı harcama defterinde verilen ücretle birlikte yazılıydı; ustası da Evliya Çelebi’ nin babası Kuyumcu başı Zilli’ydi.
Caminin cemaat mahalli (içi) kareye yakın bir planda yapılmıştı. Altmış dört metre uzunluk, yetmiş iki metre genişlikteydi. Tavanında ana kubbe ve onun etrafında on beş pencereli dört yarım kubbe vardı. Yarım kubbelerin altında üçer küçük kubbe vardı. Yalnız mihrabın üzerinde kubbe yerine kemer koyulmuştu. Yarım kubbelerin içinde sırasıyla “ Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Hasan, Ali, Hüseyin, Osman ” yazmaktadı. Büyük kubbe yirmi üç metre çapında, kırk beş metre yüksekliktedi. Ana kubbede bulunan üç devekuşu yumurtasının yaydığı koku örümceklerin cami içinde ağ kurmalarına mani olmaktaydı. Ana kubbe beş metre çapında dilimli mermerden yapılmış içi boş dört fil ayağına dayanır. Bu filayaklarının, Şehzade Camii’ndekiler gibi yalnız üst kısımları değil, her tarafı yivlidir, böylece filayakları ağırlığı biraz hafiflemektedir. Arka payelerin altında Kraliçe Viktorya‘ nın hediye ettiği 2 saat asılıdır.
Caminin sol köşesinde, mozaik ve yeşim süslemeli, sedefli kapısı, turkuaz üzerine altın yaldız çinileriyle hiç bir yerde görülmeyen Hünkar Mahfili bulunmakta. Bu mahfilin hem oyma ve kabartma işlemeli mermer korkulukları, hem de minberindeki taş işçiliği harikuladedir. Bu mahfilin yanında Sultan Ahmet Han‘ ın bir çilehanesi ( itikaf köşesi ) vardır. Hünkar Mahfiline camiden girildiği gibi, mimari bakımdan da önemi olan Kasr-ı Hümayundan da girilir. Mahfilin altındaki ahşap tavan da işçilik bakımından çok kıymetlidir. Caminin minberi çok ince işlemelidir ve yekpare mermerdendir. Mihrap ise beş ayrı mermerden yapılmıştır ki bunların beş vakit namazı temsil ettiği söylenir. Mihrabın üzerinde Hacer-ül Esvet‘ den getirilmiş taş parçaları vardır. Mihrabın iki tarafında büyük mumlar mevcuttur. Yandıkları zaman yağları altlarındaki kaplara aktığından, bu mumların hiç bitmeyeceği söylenir. Mihrabın sol tarafında Yemen’ den getirilen ve sarılığa iyi geldiği sanılan sarı bir taş vardır.
Burası Türk mimarisinin, Türk çiniciliğinin, Türk nakkaşlığının zevk ve sükunu temsil eden çok güzide bir mabettir...
Duvar ve payelerin üçte biri üst kornişlere kadar, koyu mavi zeminleriyle iç kısma bir zenginlik veren çinilerle kaplıdır. Duvarların alttan üçte biri ise Ayasofya‘ da olduğu gibi herhangi bir süsleme yapılmadan bırakılmıştır.
Sultan Ahmet Camii’ni diğer camilerden ayıran farklardan biri de Caminin içine iki yüz altmış pencereden giren bol ışıktı. Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa bu eserinde Cami mimarisini kilse mimarisinden ayıran aydınlık havayı çok iyi vermiştir. Sedefkâr Rengarenk vitrayların yansıttığı rengarenk güneş ışığını çiniler üzerinde dans ettirmiştir.

“ Burası sanki her zerresi güneşe gülümseyen bir cennetti.”

Cami, bin yüz seksen bir yük, yani ikibin dokuz yüz kırk dört altına mal olmuştu. ( o devirde 1 altın yüz yirmi akçeydi ) Cami iç tezyinatı bakımından da ayrı bir değer taşımaktadır. Camiye her biri on sekiz akçeye satın alınmış yirmi bir bin kırk üç çini kullanılmıştır. . Camii'in duvarları zengin, büyük çini panolarla süslüdür. Sultan Ahmet camiindeki Türk çiniciliğinin en yüksek devrine ait parçalar kullanılmıştır. Camide elliden fazla muhtelif desende çini bulunmaktadır.
Cami taş, tunç ve tahta işçiliği bakımından da seçkin örnekler taşımaktadır. Caminin yazıları Ametli Kâsım Gubarî tarafından yazılmıştır.
Sultan Ahmet Camii’ nin asırdaşı olan Evliya Çelebi duyduklarını ve gördüklerini şöyle hikaye etmektedir:
“ Bu camii İstanbul’ daki selatin (cuma namazı kılınan) camilerinin en güzelidir. Merhum Sultan Ahmet Han bu caminin inşaatında
“ Yarab ! Ahmet kulunun hizmetini dergah eyle...” diyerek

ırgatlar ile temelden toprak taşımıştır...
...Caminin cümle pencereleri öyle süslenmişti ki kanatları sedef kakmalarla süslenmiş kapaklıdır. Süleymaniye’ deki gibi gerideki iki fil ayağında, cemaatin abdest tazeleyip su içmesi için musluklar vardır. Caminin beş kapısı vardır. Kapıların her biri üç buçuk ton ağırlığındadır ve üzerleri fildişi, kemik ve sedeflerle işlenmiştir. Cümle kapısının üzerinde “ Kelime-i Tevhit ” yazılıdır.
Bu camideki avizeler yüz mısır hazinesine eşittir diyorlar. Çünkü Sultan Ahmet Han ..... ecdadından beri ne kadar kıymetli, güzel, beğeni kazanmış hediye var ise camiye astırdı ve bütün devletlerden nice hediyeler gelip ve bütün alemde marifet sahiblerinin hediyeleriyle, gösteriş yerine döndürdüler. Böylece çok güzel tezyin ettiler, Bunlardan biri mahil üzerinde Habeş veziri Cafer Paşa altı adet zümrüt kandil hediye gönderip Mühr-ü Süleyman üzere altıncısı dahi mücevher altın zincirlerle asmışlar ki her bir kandil altışar okka gelir birer yuvarlak çukur tabak gibidiır.
Sultanahmet Camii inşaasından sonra burada her nisan ayının onikisinde Mevlit okuma merasimi yapılırdı. Merasime devlet erkanı ve ulema resmi kıyafetleriyle gelirler ve camide protokola göre ayrılmış yerlerinde otururlardı. Yeniçeri, sipahi ileri gelenlerininde hazır bulunduğu bu merasim için cami dar geldiğinden sipahi ve silahtar kethüdaları ile katipler merasime alınmıyordu
Padişahtan evvel ve diğer bütün davetlilerden sonra camiye gelen veziri azam ayağa kalkanların arasından etrafa selam vererek geçer ve mihrabın önüne konmuş olan seccadesine otururdu. Reisi küttap ile Ocak Ağası ise veziri azamın karşısında yer alırdı.
Sultan Ahmet Han Cuma namazını ilk defa kendi adına yaptırdığı bu selatin camiinde kılacaktı. Cuma selamlığı için saraydan çıktı, halk caminin kapısında saf tutmuş, padişahı bekliyorlardı. Padişah halkın arasına girer girmez,
-padişahım senden büyük Allah var. Diye alkış tuttu. Bu adetti. Padişahlar Cuma selamlığına çıkarken halk padişaha daha adil davranmasını, büyüklenmemesini, kimsenin Allah'tan büyük olamıyacağını hatırlatmak için tutulan bir alkıştı.

Sedefkar Mehmet Ağa’nın iç aydınlığını dışa yansıtan cami pırıl pırıl sedefler, çiniler ile ibadet eden müslümanlara bahar güzelliği yaşatıyordu. Insan orada hem dünyalara sığmayacak kadar büyüyor, hem de bir kuş gibi hafifliyor, kendini cennette hissediyordu
Burası tüm sanatların, tüm güzelliklerin el ele verdiği bir eserdi. Sedefkar Mehmet Ağa, gök kubbeyi alıp oturtmuştu insanların üstüne, tertemiz, lekesiz… Onun altında kıyama duran müslümanlar orada kendilerini Allah’ın evinde hissediyordu. Çünki orası Allah’ın evine yakışır güzellikteydi.
Allah’ın divanında duran Müslüman Namaza başlarken aldığı iftidah tekbiri“ Allahu Ekber” ile bütün benliğini ona bağlıyordu. Sanki yaratılmadan onceki “ervah’ı alemi “ (ruhlar alemini) yeniden yaşıyordu…
Kıyama duran her müslüman kendini Allah ile yüz yüze imiş gibi hissediyor, O’nunla konuşuyor, O’na dert yanıyor, O’ndan af dileyip, yardım istiyor, Orada huzur buluyor, O yüce yaratıcıya teslim oluyordu.
Sultan Ahmet Camii müslümana huzur kaynağı oluyordu.
Bütün ihtişamına rağmen ufku kapanmayan bir mabet olmuştu. İkiyüz elli ile üç yüz Hademe i Hayrat görev yapıyordu.

İç avluda ki sebil kitabesinde:
“………………………….
Yüksek ahlakı kendisine huy edenin,
Han Ahmed’in camiini yapan,
Yüce mimar başının sonu da iyi olsun.” diye yazıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder