1 Aralık 2009 Salı

11.VUSLAT

Bursa’ya geldi. Bursa’dan çıkalı yıllar olmuştu ve hayli özlemişti, Bursa’yı bir kere daha yaşadı. Babası İbrahim Ağa emekli olup, karısı Behiye Hatun la birlikte İstanbuldan Bursa’ya taşınmışlardı. Baba ocağına gelmek ne güzel di…
Can dostu, değerli arkadaşı Ali Rıza Bursa’ya Şehr Emini oluştu. Bunu birlikte kutlamaları lazımdı ve Fahriye’de Bursa’daydı. Bütün bunlar için Bursa’ya gelmek farz olmuştu. Bursa’ya geldi. Ali Rıza Paşa’ya misafir oldu. Sohbet etti, hasret giderdiler. Fahriye Sultan’a olan aşkını, Padişah’ın, namus ve şerefine ihanet etmiş gibi algılamasını kendine yediremiyor, hiç bir zaman Osmanlı’ya karşı kötü bir niyet ve kötü bir şey yapmayadığını ve yapamayacağını düşünüyodu. Bütün bunları Padişah’a anlatmanın bir yolunu arıyordu. Ali Rıza paşa Mimar Ahmet’e durumun tahmin ettiği kadar kötü olmadığını, padişahın enderunda okumuş adamlarını unutmadığını anlattı. Kendisinin Bursa’ya tayinini de enderunda hocaları olan kayın pederi Vezir Hafız Ahmet paşa’nın istediğini söyledi ve
-istersen sana da devlet kapusundan bir hizmet talep idelüm dedi.. Ahmet
- Hafız Ahmet Paşa’muz, Padişah’ımızun makbul bir Veziridür ve bizim de muhterem bir büyüğümüzdür. Fakat bunlardan da önemli olanı çok münasip bir damat bulmuş olmasıdur. Seni tebrik iderüm. Allah mübarek idüp bir yastıkta kocatsun. Kendüm için ise şimdilik hiç kimseden hiç bir talebim yoktur, istemez ...diye cevap verdi.
Fahriye Sultan’dan bahsettiler, Ahmet Fahriye’yi de hiç aklından çıkaramadığını anlattı...aklının ve kalbinin baş köşesinde o vardı, baktığı her yerde onu görüyordu...
-Allah’a şükür ki mektupları var da onlarla hem hal oluyorum. Amma ben ona mektup gönderememekten çok muzdaribim. Herkesin gözü üzerimizde olduğu içün de bir birimizden uzak durmaya mecbur kalıyoruz. Padişah’ımızın muhalefetine rağmen bir birimize yakın olmamız Fahriye’ye zarar verecek, bunu biliyor ve uzak duruyorum...diye anlattı. Saray’dan atılmış, gözden düşmüş olması hem hayatını zorlaştırıyor, hem canını sıkıyordu.
Bursa’dan hicaza gitmek üzere ayrıldı. Vücudunu bir ceset gibi taşıyordu. Iskenderiye’ye gitti, Burada arkadaşı Hamdi Paşa Defterdar Kethüdası idi. Ona misafir oldu. Ahmet’i çok seven Hamdi Paşa O’na bir oba tahsis etti, Denize nazır, yeşillikler içinde güzel bir obaydı.
-Ahmet Ağa konuğumsun, burada dilediğin kadar oturasun. Hizmetinde noksanlık olmayacak. dedi.
-sağol karındaşım…Ben bir yerde uzun boylu kalamam. Aha buramda, içimde volkanlar kaynar. Sıkıntılı adamım ben..
-bilmez miyim? Ali Rıza karundaşımızla beraber, üçümüz az mı muhabbetinü ettik..Seni yalnız bırakacağımızı sanma..sular duruluncaya kadar senin her sıkıntın bizim sıkıntımızdur.
-Eksük olmayın. Ben dahi bilirim de anın içün gelirim buralara.
-eger sana yük olmayacaksa sana bir uğraşu verirüm.
-Ne yükü Hamdi Ağam, zevk olur. Ne denlü uğraşu,
-bizim müştemilat ve de içinde bir mescit inşaatımuz vardur. Oraya da nezaret edersüz, sana meşgale olur, zaman akıp gider…
-he ya eyü olur.
inşaata nezaret etmeğe, küçük te olsa mescide kendine göre biçim vermeye başladı. Ahmet burada iskenderiyenin önemli mimari yapılarını inceleme fırsatı bulmuştu. İskenderiyede oldukça farklı bir mimari vardı. Camiler genellikle düz bir satıhın üstünde yumruk kadar kubbelerle örtülmüştü. Minareler hantal ve küttü. Saray ve sivil yapılar değişik motiflerle süsülenmişti. Her şey ilgisini çekiyor, her gördüğü mimari yapıda alacak bir şeyler buluyordu.
Ahmet gene de yalnızdı. Yalnızlığını Fahriye ile giderneye çalışıyor, gecesi gündüzü Fahriye ile doluyordu...ona besteler yapıyor, şiirler yazıyordu.
Genç sanatkar çilesini doldururken sürekli duygu ve düşünce yükleniyor, sanat savaşçısı gibi hazırlıyordu kendisini. Duygu ürperişlerini ahenkle aksettirmeyi düşünüyordu. Bu sevgi duyguları aşk ile yüklü Ahmet’in zihninde bütünleşiyor, mutlak varlıga uzanıyordu. Ellerini uzatıp, onu tutmak istiyor, boşlukta ruhunu dolduran o yüce varlığı arıyordu...güne bakan çiçeğin hep güneşe doğru dönmesi, güneşe gülümsemesi, insanın içini dolduran o parlak sarı turuncu renklerini cömertçe göstermesi, güneşi göremeyince incecik boynunu büküp, koca bir şapkanın altına çiçeğini gömmesi, pörsümesi, küsmesi, bir aşk bir sevgi yumağının açılıp kapanması değil mi? kimin eli değiyor, kim ne öğretiyor da böyle raks edebiliyordu güne bakan çiçek? Arı bal çiçeğini nasıl buluyor, orada kendisine hazırlanmış olan bal özünü nasıl alıyor da kovanına taşıyor?..
Ahmet aşkını musikinin namelerine yüklüyor, yetmiyor şiirlerini terennüm ediyor, besteleyip seslendiriyor, yetmiyor, gönlünü dolduran bu duyguyu şekillendirmeye çalışıyor...bazan abanoz ağacını gül yahut ceviz ağacını yontuyor, oyuyor şekillendiriyor, sonrada sevgisinin peşine takılıp, onu yakalamaya çalışır gibi yeniden oyuyor, oyuyor, oyuyor, oyuklarla, kainatı, yıldızları resmediyor. Ağaç işlemeciliğinin en güzel örneklerini yapıyordu. Birbirini kovalayan ama hiç yakalayamayan motifler işliyor... bir susamışlık, bir suya kanamama gibi susuzluk figürleri raks ettiriyor. Gene de ne sevgisi diniyor, ne aşkı tükeniyor, sadece varış noktası öteleniyordu... Koca alemde kafese koyulmuş bir kuş gibi esir hissediyordu kendini.
Hac mevsimine kadar burada vakit geçirdi, oradan Mekke’ye gitti..Mekke’de Sedefkar Mehmet Ağa ile tanıştı. Yıllardır peşinden koşup bir türlü buluşamadığı, Koca Sinan Ağa’dan sonra yaşayan, devrin en büyük mimarı olarak bildiği Mehmeyt Ağa’yı Hicazda bulmuş, Onunla tanışmıştı. Sedefkar Mehmet Ağa Kabeyi tamir edecekti. Mimar Ahmet’e,
-bu hayırlı hizmetin ifasında senün dahi yardımını talep iderüm, demiş Ahmet,
-elimizden geleni memnuniyetle yaparuk, yeter ki Koca Mimar Ağam bizden mesai istesün diye cevap vermişti. Biri mimar başı, diğeri genç ve idealist sanatkar iki usta Müslüman mimar, Müslümanların kıblesi olan Kabe-i Şerifi birlikte tamir etmiş, örtüsünü yenilemişlerdi.
Der Saadet’ten gelen bir çok hacı ile sohbetler edip, eski güzel günleri yadettiler.
Ahmet, padişahın Surra alayını getiren Asım Ağa ile görüştü,
Osmanlı’nın Peygamberimiz Hazreti Muhammed ‘e olan sevgi ve yakınlıgı, Pegamberin ırkı olan araplara ve peygamberin yaşadığı Hicaz bölgesine karşı lütuf ve ihsanlarının çoğalmasına neden oluyordu. Araplara “ırk’ı necip, (seçkin ırk), Hicaz topraklarına da “diyar’ı nebi” deniyordu. Arabistan çöldü. Insanlar geçimini daha çok vahalarda yetişen hurma, biraz da tahıldan elde ederlerdi. Durumu iyi olanlar genel olarak ticaret yaparlardı. Halkı genel olarak yoksuldu..açtı, yiyecek ekmek bulamıyanlar bile vardı…Bu nedenle her yıl, hac mevsiminde Osmanlı Padişah’ları Mekke ve Medinede ki peygamber torunlarına, bölgenin ileri gelenlerine, fakirlere ve bedevilere dağıtılmak üzere “Surre” adı verilen para ve kıymetli hediyeler, yiyecek buğday ve ağartır yüklü Mahmiller gönderirlerdi.
. Hayır ve hasenatı bol olan Sultan Ahmet Han surreyi çok bol lutfetmişti.
Surre alayı Darüssade Ağası Asım Ağa nezaretinde recep ayında törenle yola çıkmıştı.Tören Topkapı Sarayında padişahın da katılımı ile yapılmış, Üsküdar’dan yola çıkan Surre alayı Hicazda büyük bir törenle karşılanmıştı. Gönderilen hediye ve ihsanlar çok makbule geçmişti.
Ancak araplar Türklere karşı aynı muhabbet ve sempatiyi hiç göstermemiş, verilen binlerce nimete karşı hiç minnet duymamış, hatta İngiliz ve Fransızların kışkırması ile Türk’leri arkadan hançerleme adetleri tarih boyunca devam etmişlerdir...
Ahmet, Asım Ağa’dan Fahriye Sultan’ın hasta olduğunu öğrenmişti. Belli etmedi ama üzülmüştü. Hac süresince bütün duaları Fahriye içindi…
Hac dönüşü Bursa’ya gitti. Ali Rıza Paşa’ya uğradı. Konuşmtu, dertleşti, sohbet ettiler, sonunda söz Fahriye’ye gelmişti. Ahmet Fahriye’nin hasta oluşuna çok üzülüyor, Onu görmek istiyordu. Ali Rıza Paşa Fahriye’nin sıbyanı DarulTalim Mektebi’nde başka kimlik ile ders verdigini, hastalığından haberdar olduğunu anlattı, eğer onunla görüşmek dilersen heman haber salar niyetini anlaruz, dedi ve haber saldı, Fahriye
-talebinüz başım üstüne” diye cevap verip, annesini dışarı dönderdi ve Dilhuna
-Mimar Ahmet Ağa geliyor, çabuk kahve hazırla, dedi
-hemen mi yapayım sultanım? dedi.

-niye heyecanlanup, telaşlanursun, şimdi kahvenin ne alemi vardur? O gelince yaparsun...bugün gelecek, dedi “ben ne giyeyim ?“ içindeki bütün güzellikler yüzüne aksetmişti...kalbi pır pır uçuyordu...gülmeyi hatırladı..Bordo üzerine altın işlemeli kaftanını giydi, yüzünü sararmış görmesin diye allık sürdü.
Bu bir vuslattı, bir kavuşmaydı..çatlamış toprağın suya kavuşması...tohumun toprağa düşmesi gibi. Bin bir ışık yanmıştı içinde...içi aydınlanmıştı, her şey pırıl pırıldı...dünya değişmiş, güzelleşmişti...yaşam sevinci doldurmuştu içini, şimdi daha çok yaşamak istiyordu...dünyaya imrendi, bu dünya yaşanacak yer olabilirdi. Biraz sonra odaya dolacak ışıkla birlikte daha çok yaşamak istiyordu...
Ahmet’te de büyük heyecan yaşıyordu. Yalnızdı, yalnız insanın gücü de yalnız kalıyordu…kozada ipek ören bir yalnız böcek gibi... işi kolaydı ama her zaman sonu mutlu bitmiyordu ipek böceğinin, ördüğü koza başına dertte açıyordu...
Sarayın kapısına kadar Ali Rıza paşa ile birlikte geldiler. Kapıda Ahmet arabadan indi yürüdü, nöbetçilere “Mimar Ahmet Ağa geldi “ diye haber gönderdi. Az sonra içeri alındı. Arkasında bir hamal kucağında Ahmet’in hediyelerini taşıyordu. Iç kapıda Dilhun bekliyordu, endamından, terbiyesinden tanıdı, telaşlandı...saraydaki karşılaşmayı hatırladı...Fahriye’nin, başını döndüren rayihaları burnunun direğini sızlattı. Dilhun kapıyı hafifçe tıklayıp, açtı, Ahmet’e
-buyurasuz Ağam ” dedi, geri geri dışarı çıktı.
Fahriye Sultan büyükçe bir odanın ortasında, eflatun kaftanının içinde narin bir selvi gibi sallanıyordu. Sararmış yüzünü aydınlatan gülen gözleri Ahmet’e davetkar bakıyordu. Ahmet’te fahriye’yi kucaklamak, ayaklarını yerden kesmek, gögsüne bastırmak, yerde ve gökte aradığı vusta kavuşmanın ateşiyle yanmak istiyordu...
Ahmet Fahriye’nin örtmediği yaşmağından ince soluk dudaklarının ürperişini ilk kez görmüştü. Fahriye ise içeriye güneş gibi dolan Ahmet’in yanık yüzünü, simsiyah, uçları yukarı kıvrılmış bıyıklarının altında, kıpır kıpır titreyen dudaklarından heyecanını hissetmiş, uçuk renkli, ince uzun parmaklı elini uzatarak,
-hanemize hoş geldiz, sefalar getirdiz, demişti.
Ahmet Fahriye’yi kucaklayamadı kendisine uzatılan bu ince narin ve zarif eli, iri kemikli, iki katı büyüklüğündeki iki eli ile tutup, göğsüne bastırdı...Fahriye’nin yüzünün kızardığını hissetti. Ahmet böyle bir edebi ne görmüştü şimdiyece, ne de düşünmüştü...Fahriye, ha ağladı, ha ağlayacaktı...bir süre öyle kaldılar. Nedendir bilinmez ayrılamadılar...bir çok şey söylediler bir birlerine sözsüz, konuşuksuz...sonunda Fahriye Ahmet’in gözlerini bulmuş, kendini o engin denize bırakmıştı...ne susuzluğu kalmıştı, ne de yalnızlığı...Işığa kavuşmak için ışığın etrafında dönen pervane kelebeği, ışığa kavuşurda ışığın hararetinden yanarak yok olur ya; Fahriye de pervane kelebeği gibi ışığa kavuşmuş, orada yok olacaktı ki,
-hoş bulduk Sultanım, İkisi de bir birlerinin yüzlerine bakamamış, gözlerinin alevinde yanmaktan kurtulmuşlardı.
Fahriye,
-Şöyle oturasuz efendim, rahatıza bakasız, sözleriyle kendine geldi, derlendi, toparlandı, oturdu, Fahriye de karşısına ilişti büyük bir edep ve itina ile..
-tekrar hoş geldiz, sefalar getirdiz, nasılsız efendim...
Ahmet te aynı edep ve dikkatle ,
-elhamdülillah eyiyüz...sağluğuza duacıyuk sultanum.
Fahriye Sultan, bildiği halde konuşuğu sürdürmek için,
-siz Bursa’ya sık aık gelirsüz, ailenüz Bursada mı ikamet eder, bu yüzden mi gelir?
Ahmet Ağa, Sultan’ın neyi sormak istediğini anlamıştı, O da imalı cevap verdi,
- Buraya gelisüm yalnız alem içün değildür ben Bursa’da böyüdüm. Bursada ki her şeyi ve her kişiyü severüm. Sen de buraya gelince buranın kıymeti daha da arttı. Duydum ki rahatsız olmuşsuz vurup geldüm. Ali Rıza dünya ahiret karundaşumdur, buraya kadar beni selametledi…siz nasılsuz sultanum?
-ben dahi iyiyim Allaha şükür..Bursa’da ikamet itmek istedim, Padişah Efendimiz münasip görüp izin verdi. Bursa’yı seviyorum.
Fahriye Konuyu değiştirdi,
-nerelerdesiz bu vakte kadar, ne işle meşgulsüz?
-orada burada vakit geçirürüz, kadim bir ugraşumuz yoktur.. Kapı tıkladı, belli belirsiz, Fahriye
“-giresiz” dedi,
Dilhun kucağında sedef kakmalı Rahle, üstünde altın haflerle yazılmış kura-ı kerimi bıraktı, çıktı tekrar girdiğinde de namazda başına örtüneceği, omuzlarından sırtına kadar vücudunu örten kenarları işlemeli gül kurusu baş örtüsü ve bir seccade getirdi. Seccade üstünde çiçek ve yaprak motifleri olan, her motifin tabiatteki rengini aynıyla alıp dokunmuş bir ipek Türkmen halısıydı. Dilhun kucağındaki hediyeleri bırakıp,
-Mimar Ahmet ağa bunları size layık görmüş dedi, çıktı, gözleri gene yerdeydi...Fahriye rahleyi eliyle okşayıp,
-siz mi yaptız efendim..elize sağlık, niye zahmet ettiz..??
-ne zahmetü sultanum, sizün içün bir iş yapmak nihayetsüz bir zevkdür, size layık değil bilirüm amma elimden bu kadar gelür, kabul buyurun lutfen sultanum.. her bakış, her çekingen temas bir birine daha çok yaklaştırıyordu.
Fahriye Dilhun’u çağırdı,
-bize kahve yapasız Dilhun?
-nasıl olsun efndim, diye Fahriye’ye sordu. Fahriye de Ahmet’e
-kahvanizi nasil istersiniz
-şekerlü Sultanum.
Birbirleri ile konuşmak istiyor, baş başa verip dertleşmek, ellerini tutup sevmek, öpmek, bir vücut olup öylece kalmak, ölünceye kadar ayrılmamak istiyorlar. Her ikisi de içlerindeki fırtınayı böylece dindirmek istiyor. Ama olmuyor, terbiyeleri mi, aşklarının maşuku erişilemez kılması mı her neyse buna mani oluyordu.
Mutlak aşkı bu zayıf sararmış vücutta seyreden sanat ruhlu Mimar için Fahriye bir gönül yanardağından başka bir şey değildi. Fakat sonuna kadar garip, kimsesiz ve sesiz kalmaya mahkum olan bu aşk sanatkara ilham kaynağı oluyordu.. Her zaman temkinli ve ölçülü kalmış bir saygıyla bu temiz ve saf gönül hikayesine toz kondurmuyor, hep bedel ödüyordu.
Fahriye’nin aşkı ise alevi geçmiş bir ateşin kor haline gelmiş yakıcı sıcaklığı gibiydi. Hem kendini hem çevresini yakıyordu...acaba bu kor bir gün küllenecek miydi? Her zaman yakacak bir şey bulabilecek miydi?... ateşin kendisini yakıp kül ettğiğni ancak fark etmişti...Özlemin acısı gözlerine oturmuş, içindeki bütün gözeler kurumuştu...hastaydı...kuşlar hastalıklarını saklar, dayanabildiği kadar dayanır, dayanma gücünün bittiği yerde “pat” diye düşüp ölürler. Diğer kuşların kendilerini gagalamasından korktukları için hastalıklarını saklarlar. Fahriye de hastaydı, hastalığını gizliyordu...Fahriye’yi kimse gagalayamazdı. Belki Hanedanlık kızı olması, belki aşkını eskisi gibi dillendirmeyip, gözden ırak, sarayın dışında oturması buna mani olurdu. Ama aşkını ve hastalığını gizli gizli, doyasıya yaşıyordu.
Kahvelerini içtiler, havadan sudan konuştular, aslında konuştukları değil konuşamadıkları, önemliydi... birbirine soramayıp cevaplayamadıklarının cevabını aldılar...Ahmet gitme zamanı geldiğini düşündü, Fahriye de Ahmet’in kalkacağını hisstti, üzüntüsünü gözlerinden anlar diye gözlerini kaçırıyordu ve dayanamadı sordu :
-bir daha görebilecek miyiz bir birimizi ?
-Mevla büyüktür...yazdı ise görüşmemek ne nünkün !! Bence görüşmekten daha önemli olan biz birbirimiz ile izdivaç edebilecek miyiz.
-evet doğru, yazdıysa kim mani olabilkir ki? dedi Fahriye Sultan ve devam etti burası sizin eviz, kapımız size her daim açıktır...Ahmet ayağı kalkmıştı, Fahriye de kalktı, Dilhun’u çağırdı,
-misafirimizi yola koy dedi, Ahmet’e selametle efendim...ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Dudaklarını dişliyordu .Ahmet hafif eğilerek selamlayıp çıktı, bir koca vuslat göz açıp yumuncaya kadar bitti. Birlikte tükettikleri zaman değeri biçilemeyen kıymetli bir hazine oldu onlar için...
Ahmet gittikten nice sonra kendine gelen Fahriye Ahmet’le beraber olmanın mutluluğunu tekrar yaşamak istedi. Ahmet’in ne kadar çelebi, ne kadar saygılı, ne kadar cana yakın, olduğunu düşündü. Ahmet gitmişti ama oturduğu divanda hala sıcaklığı vardı, elini divana koydu, O’nun sıcaklığı ile içini ıstmak istedi. Döndü getirdiği hediyelere baktı, hediyeleri onu hatırlatmaya devam edecekti, O’nun için seçilmiş, O’nu hatırlatan hediyelerdi...oymalı rahleye baktı, üzerinde elini gezdirmekten zevk alıyordu, okşar gibi “benim için yapmış..” dedi, kendi elinin emeği...gülümsedi, mahsunlaştı...tekrar yalnızlığına gömüldü. Ne kadar az kalmıştı...daha yerini ısıtmadan kalkıp gitmişti...bir ömür boyu yanında kalsa gene doyamazdı...Ahmet’in getirdiği Türkmen halısı seccadeyi serip üzerine oturdu, başına Sedefkar’ın gül kurusu başörtüsünü örttü, sedef kakmalı rahlenin üzerine, Ahmet’in getirdiği altın harflerle yazılmış Kuranı Kerim’i açtı, Kuran okurken dünya ile ilişkisini kesiyor, Allah ile konuşuyor gibi oluyordu, gene dünya ile ilişkisini kesip kendini ilahi hitaba bıraktı, Dilhun’un odaya girmesi ile Ahmet göznün önünden gitti, Ahmet ile olan beraberliği de bitti...Kuran okuyamadı, Kuranı kapattı. Aklına birden Ahmet’in hala bir işinin, bir uğraşının olmadığı takıldı. Koca Osmanlı hanedanlığının bu kadar yakınında olmasına rağmen belki ondan fayda yerine zarar gören ilk insandı... bir iş sahibi olamamıştı. Kendini suçladı, ilgilenmediği için. Hemen aklına sadrazam Hafız Ahmet paşa geldi, Dilhun’dan kağıt, divit istedi, sadrazama bir mektup
....Sizden niyazum Mimar Ahmet Aga içündür . Enderunda zatınızun Rahle’i tedrisinizde ders görmüş, benden sebep bir işi, bir mansıbı olmamıştur. ...... Ona kol kanat gerilsün, bir işe koyulsun zatıalinizden talebim budur ......” dedi, mektubu katlayıp, mumlayıp, Ali Rıza paşa’ya göndertti.
Ahmt’in “izdivaç edebilecek miyiz” sözü kafasına çakılmıştı. O da biliyordu ki Osman oğullarında kadın yaşamı kolay değildi.
Aslında Türklerde kadın, erkekle hayatı beraber kucaklayan, içerde ve dışarda çalışan , çocuklarının anası ve erkeğinin namusu sayılan ve namusunu kirletmemeye özen gösteren, bir dost ve bir arkadaştı.
Müslüman ülkelerde kadın dini emir ve motiflerin yönlendirdiği kıyafetleri giymiş ve din adamlarının cevaz verebildiği vazifeleri yapmıştı. Bazı din adamlarının ve toplumun baskısı ile nerede ise hayat hakkı bile elinden alımıştı. Bir kadının hiç söz sahibi olmadığı yerler bile vardı.
Osmanlıda da bir eş, bir arkadaştı. Ancak Islamiyet’te ki örtünme kuralından dolayı dışarı çıkamamış, kafes arkasında kalmış, toplumsal görevler alamamıştı. Yalnız zeki ve kabiliyetli, muhteris hanımlar kabuğunu yırtmış, eline geçen imkanları sonuna kadar kullanmışlardı. Bazı Valide Sultanlar; kabuğunu kıran kadınlardı ve bunlardan birçoğu da yabancı menşeyli idi.. Kadın sultan bile olsa, yani padişah soyundan bile gelse istediği bir erkekle evlenemezdi
Oysa kadınlar kutsal varlıklardı, hatta yaratılışın en gerçek kutsallığına sahiptiler. İnsan neslinin devamını ve toplumu oluşturan ana unsurdu. Onun için ana dır ve Allah cenneti anaların ayaklarının altına sermiştir. Güzellikleri ve verdikleri hizmet onları nazik zarif ve saygideger kılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder