1 Aralık 2009 Salı

17.GÜLNAZ KIZ... NE YAMAN KIZ !!!

Bir hava ki, yer gök bir birine karışmış, yağmur, yel olup esiyor, tipi olup, savruluyor, gökler delinmiş, sular boşalıyor... bir felaket gökten inen, her bir musibetin aktığı bir gece.Tevfik’le Gülnaz sırıl sıklam olup, kalmışlardı yolun orta yerinde. Sele kapılmamak için birbirlerine girmişler, Tevfik de kolunu koca ağacın gövdesine sarmıştı. Gecenin kör vaktinde itler bile kendilerine bir barınak bulmuş ta, bu iki sevdalı, yersiz, yurtsuz bir başlarına, sokak ortasında kalmışlardı. Ama ne gam, ne pişmanlık ve ne de umutsuz değillerdi. Hiç “keşke” demiyorlardı, hiç kimseden ve hiç bir şeyden şikayet etmiyorlardı...beraber olmaları yetiyordu onlara. Bunca yolu tepmiş, Bursa’ya varmışlardı ya, gerisi kolaydı...
Yağmurun tipinin soğuk ve kötü havanın içinden köpek sesleri duydular. Çevrelerinde canlı bir şeyler olduğuna sevindiler, hem de işkillendiler...aç itlere mi yem olacaklardı, bu yaban elinde. Giderek köpek sesleri yaklaşmaya başladı, sesin geldiği yöne döndüler, karartılar beliriyor, korkuları büyüyordu. İki karartı gördüler, üçüncü bir karartıyı daha seçmeye başladılar...bir adam mı vardı köpeklerin ardında?
” –susun, susun bakalım neyin nesidir” boğuk, çatallı bir ses köpeklere emir verdi, dişlerinin arasında kelimeleri eze eze. Koca kafalı iki iri Kangal köpeği havlamayı bıraktı, ama havlamadan daha korkunç hırlamaya başladılar, adam elindeki sopayı üzerlerine uzatarak,
-hey ağaca yamanmış adem, in misün, cin misün ... gecenün bu karanlığunda, bu yağmurun altında, bu ne hal...kimsün ne rarasun burada ?
-ben...biz...yağmura yakalandık, yolumuzu kaybettik, burada böyle kaldık.. az sonra,
-sen kimsin de bizi sual edrsin ? var get işine, senden bir isteğim yoktur.
-ben kolcuyum be adem, ben zaptiyeyüm... buralar benden sual edilür. Hele de bakalum, sen ne ararsun ?
-Zehra Halamızı ararız... sen nereden bileceksin...kolcu biraz daha yaklaşınca bir vücut olmuş iki kişi olduklarını fark eti.
-arkana gizlenen bir kişi daha mı vardur?
-he..bir eksi etek var. Kolcu daha bir şey sormadı,
-düşün peşime, gelün başızu sokacak bir dama koyayum, sabah ola hayır ola, dedi.
-biz burada eyik, senden bir yardım istemezik, bırak bizi, sabah edelim.
-eyilikle gelirsez, düşün peşime gelün, yoğusam aparur, götürürüm sizü, dedi sertçe, soğuktan sallanan çenesine sahip olamadan konuşmaya çalışır gibi, konuşmuştu, hem sesinden, hem de etraflarında dönüp, hırlayan köpeklerden çekindiler ve köpekler önde, kolcu arkalarında, Tevfike sıvanmış gibi kolunda sürüklenen Gülnaz peşinde, sel sularına bata çıka yürüdü, bir kapının önünde durdular. Kolcu kapıya deyneği ile hızlı hızlı vurdu. Ne kapı açıldı, ne de bir ses veren oldu.
-breee sesimizü duyan kimesne yok mudur ? diye bağırdı canı sıkıldı, ıslak omuzunu koç başı gibi yükledi kapıya..”şırraaak” diye dibe vurdu kapı. Gördüğü manzaraya kolcu da şaşmıştı.
Bir tekkeye gelmişlerdi. Tekkenin avlusu su dolmuştu. Avlunun etrafına dizilmiş odaların çoğunun kapısı açıktı, dondurucu soğuğa rağmen bu açık saçıklığa kolcu da şaştı, bir nara daha attı
-heyyyt breee öldünüz mü yahuuu, canlı bi Allahın kulu yok mudur burada...gene ses veren olmadı, ki köpekler ses getirdi, yandaki açık kapılı odadan. Kolcu köpeklerin çekerek sürüklediği bir çul sandı, biraz daha yaklaşınca, bir adam sürüklediklerini anladı, adam mı adam cesedi mi, canlı mı ölü mü, “la havle “ çekip, sopasıyla kıyasıya vurdu:
-vay anaaam diyip, ayağı kalkmaya çalışan, uykulu gibi kendinde olmayan bir adamdı, kolcu iyice çileden çıkmıştı :
-anan yaaa ne sandun?...Gazi Dervişlerin tekkesi ne hale gelmiş yahuuu...bre namert, bre kılıç artığu, bre zındık...afyon çekecek başka yer yok muydu? Adam dik duramıyor, adam yamuluyor, yamuk yumuk debeleniyor, belki de konuşulanları bile anlamıyor..kolcu bağırmaya devam ediyor,
-bura afyonkeşlerün, tirekilerün, miskinlerün barınağu mu? leen bura…dinsiz imansuzlar...sizde utanma yok mudur??? Kolcu diğer odalara giridi, çıktı, her odadan çıkarken de çileden çıkıyordu...
-batmış bu tekke...vallahi bunlar adem sayulmaz...hele sabah olsun hepsinün hesabu görülecek dedi, siz ikiniz gelesüz, aha bu damda konaklayasuz. Sabah ben gelmeden çıkmayasuz. Deyip, içerdekileri çıkardı, kendi kendine konuşa konuşa çıktı gitti..köpekler de peşinden gittiler.
Tevfik le Gülnaz her yanlarından sular aka aka tekkenin odasına girdiler, kapıyı arkadan sürgülediler. Gülnaz bohçasından kuru esvap bulup üstünü değiştirirken,Tevfik te bulabildiği odunları inceltip, küllenen ateşi canlandırmaya çalışıyrdu. Ocağın karşısında post olduğunu zor seçti, üzerne bağdaş kurup oturdu, Gülnaz da kucağına iri bir kedi gibi kıvrıldı, Tevfik:
- nasılsın Gülnaz diyebildi.
-Allaha şükürler olsun, yağmurdan sudan kurtulduk ya bu da yeter. diyebildi, uykuya daldılar...sabah olduğunu, kapıları çalınınca anladılar.
-açun kapuyu...diye bağıran akşamki kolcuydu, sesini tanıdılar. Üç zaptiye, akşamki boğuk sesli kolcu ve yanlarında da külahlı, dervişe benzeyen biri vardı.Tevfik çıktı, kapıyı örttü. Elbiseleri kurumuş, dinlenmiş, kendine gelmişti.
-şimdi de bakalım siz kimsüz, nereden gelüp, nereye didersüz..?
-biz İznik’ten geliriz, bir halamız vardır, onun yanına gideriz.
-kimdür halanız, nerededür?
-Zehra dır adı....kaplıcadadır.
-yanındaki eksüketek hatun kimdür?
- o benim yavuklumdur.
- ne demek o , hanen midür, yoksa başka mı dur?
-daha evlenmedik amma evlenecek zaman yoktu.
-bu iş karuşuktur, yanındaki tekke adamına dönüp, bunlar barada konukturlar. Halalarını bulsunlar, siz de yardım idün...buradan çıkmadan da bizi habar idesüz...Bundan böyle buralarda afyon çekmek, buraları sahipsüz komak yoktur. Burası Gazi dervişlerin tekkesidür. Burada zındıklık, afyonculuk yoktur...görürsem herkesi falakaya yatururum..dedi, önüne doğru yaylana yaylana giderken, ötekilerde peşini takip ettiler.
Kolcu gittikten sonra tekkeye yeni atanan derviş Tevfike,
-yolculuk nereye...burada ne kadar kalmaklığız vardur? Diye tekrar sordu. Tekkeler her ne kadar yolcu ve yoksul insanlara yardım ediyor, onları koruyup doyuruyorsa da, bu tekkenin imkanlarının çok yetersiz olduğunu, barınma şartlarının kısıtlı olduğunu ,ne od ocak, ne ışık ne kandil bile kalmadığını, tekkenin bakımsız ve sahipsiz kaldığını anlattı.Tevfik.
-halamızı bulup, heman ayrılırık...bir kaç güne kalmaz dedi,. Gülnaz söze karışıp:
-biz halamı bulmaya geldik, buluruz da ...sizden bir şey istemezik, yiyip içme de istemezik...
Ortadan yaşlı, bal mumu yüzlü, sarı gür sakallıydı Tekkenin yeni derv işi. Öteki dervişler gibi saçları lüle lüle değildi, bıyıkları da ağzına girmiyordu, cübbesi uzun değil, dizlerinin biraz altına kadar iniyor, temiz giyimli, düzgün konuşan ciddi biriydi...derviş gibi değil daha çok devlet memurunu andırıyordu. Gülnaz’a baktı, başını salladı iki yana, itiraz etti, ders verir gibi,
-bu kara delik var ya kızım buradan birşeylerin geçmesi şart. Bunun için yaşamaz adem amma yaşamak için buranın doymasına çabalar...kimi var sırf yemek için yaşar, biz ona yaşamak değil köle olmak derik, ne bulusa yer, haram da yer helel de yer...yemenin kölesi olurlar...
-biz birazdan çıkarık. Halamı bulamazsak geri dönerik..
-gelin yatacak yeriniz, içecek bir kaşık çorbanız sizi bekler. Bizim müritlerden de yanınıza adem katarım, size yardımcı olurlar, ayrıldılar. Tevfikl’e Gülnaz içeri girdi, Tevfik heybesini omuzuna vurdu, Gülnaz üstüne yeni giysiler giydi, toparlandı, odadan çıkmak üzereyken, dışardan konuşmalar geliyordu, ilgilenmnediler, tam odadan çıkmışlardı ki,
-aha buradalar, aha bunlar demeleri ile hücum etmeleri bir oldu. Kara Kasım ile Cabbar’dı hücum edenler.
Tevfik’e daldılar, üçü bir olup yumak oldular...alt alta, üst üste çamura belendiler. Ne derviş, ne müritler neye uğradıklarını anlayamadılar. Kasım belinden kamasını çekip Tevfike salladı,Tevfik Kasım’ın niyetini fark etti ve Cabbar’ı kucaklayıp, kamaya siper etti, Kasım da salladığı kamayı Cabbar’ın karnına gömdü. Cabbar dana gibi böğürerek çamurlara yuvarlandı. Gülnaz elleriyle yüzünü kapatmış, zangır zangır titriyordu. Kasım’ın elindeki kamadan Cabbar’ın kanı damlıyordu Gazi Tekkesi’nin bulanık sularına. Derviş ve müritler ancak sahneye çıkabildi, çamura bulanmış Cabbarı kucakalyıp, kaldırdılar... her tarafı kan revan içindeydi, kolcuya da adam salıp olaya el koymasını istediler. Kasım kamayı avucunda ateş tutuyormuş gibi, ani bir refleksle atıp, kurtulmak, tüymek istedi, Tervfik peşinden ok gibi fırlayıp, Kasım’ın üstüne atladı, yüz üstü çamura gömdü, ayağı ile üstüne bastı...Önünde köpekleri, elinde sopasıyla kolcu tık nefes çıkageldi.
-neler oluyor burada, burasu tekke değil, bitirim hane olmuş alimallah...yaralı nice oldu...kim nasıl etti?...Kasım’la Tevfik’e, siz de şöyle yamacıma dikilün, derviş söze karıştı,
-yaralıyı içeri aldık, yarasına kan otu bastık, ona cerrah lüzum eder. Kolcu bir mürit çağırıp cerraha gönderdi. Tevfike döndü:
-bunları tanır mısız...nizanuz nedür, diye sordu.
-nizam yoktur. Iznikli’dir bunlar, tanırım dedi.
-bu hatun kişiden mi olmuştur? Kasım fırsatı kaçırmadı, söze atıldı,
-bu adem bu kızı apartmıştır. Çinici Rasim Usta’nın kızıdır, anası babası evde dövünürler, yavrularını bu adem apartmıştır. Hem de benim nişanlımdır. Biz alıp Iznike geri götürmek içün gelmişik. Anasına babasına götümek ...Gülnaz kartal gibi pike yaparak söze girdi,
-beni kimse apartmadı...ben Halama, Zehra Halam’a geldim. Hem sen benim nişanlım falan da değilsin....hem seni istemem...sen kimsin ki beni alıp, anama babama götüresin..??
-ben kimseyi apartmadım, Gülnaz’ı halasına getirdim, dedi Tevfik te.
Kolcu dervişe,
-sen bu eksieteğe mukayyet olasun, adamlarını salup halasunu bulasun, ona teslim edesün. Yaralya eyi bakasun.. ötekilere dönerek, tiz düşün önüme, sizi Kadı Efendiye, evet evet, sizi Kadı Efendi’ye vermekliğim gerekür, ne haliniz varsa Ona yanasuz.
Yağmur durmuş, güneş bulutların arasından fırsat buldukça yüzünü gösterip, insanların yüzünün aydınlanmasını sağlıyordu. Sular çekiliyor, kuruyan topraktan etrafa toprak kokusu yayılıyordu...
Kasım’la Tevfik kadının huzuruna çıkana kadar kapı ardında kilit altına alındılar, tutuklandılar. Aynı odadaydılar.
Kasım çenesini göğsüne gömmüş, suçluluk duygusu yaşarken; Tevfik başı önünde , gözlerini Kasıma dikmiş, nefessiz ve hissiz onu süzüyordu. Başına binip ümüğünü sıkıp, oracıkta cansız bırakabilir, bu hiç te zor değildi...Kasım Tevfik’e çok kötülük etmiş, Gülnaz’a göz koymuş, Tevfik’in izini sürüp, onu Bursa’da bile rahat bırakmamıştı.
Kasım kafasını kaldırıp Tevfik’in gözüne bakabilse, ağzını açıp, bir çift söz etse yeter de artar bile... Ama O hiç hareket etmiyor, cansız, ruhsuz, taş katılığında dikiliyor, başına gelecekleri düşünüyor, korkudan tir tir titriyordu. Tevfik’in üç gündür kursağına bir şey gitmemiş, dudakları yalnız yağmur sularıyla ıslanmış, içi yanıyordu, susamışlığı başını döndürüyor, Kasım’ın kanını içse ancak susuzluğu dinerdi.
Gülnaz’ı aklının arkasına koymuştu; gözden ıraktı ama gönlünde ki tahtında oturuyordu. Kaşlarını çatmış, kara zeytin gözleri Tevfiki arıyordu...O yalnızdı şimdi, halasını bulamazsa ne olacaktı, nerede kalacak, ne yiyip ne içecekti? Derviş...tekke...tekkedeki kolcunun tartakladığı serseriler geliyor gözünün önüne...Gülnaza bir kimsenin kötülüğü dokunur mu ? başına bir iş gelir mi? “Mevlam sen koru” diye yalvarıyor ve kılına bir kötülük gelrse dünyayı onun başına yıkarım diye hayıflanıyordu..Bütün bu olanlar “benim yüzümden” demekten de kendini alamıyordu. Ya Kadı Efendi Gülnaz’ı alır babasına verirse...ya Kasım’la evlenmek zorunda kalır da kendini öldürürse...ya Kadı Efendi beni kapı ardında kilit altına alırsa, alıp ta bir daha salmazsa...bu ne kara talihtir ki hiç gülemiyorum, bir tutam günü bile çok gördü bana, bu nice kara bahttır ki üstüme geldi oturdu, her yan her şey kap karanlık oldu, zifiri karanlıkta kaldım...
Cabbar’ın kama yiyen böğrüne derviş kan otu basmıştı, kanlar içinde sesiz sadasız, ölü gibi cansız yatıyordu. Cerrah’ın neşteri le canlanıp, böğürtüsü tekkenin loş odalarında bir dah çınladı. Cerrah:
-bu adem bir boğa kadar kan akıtmış...kanı eyi durdurmuşsuz, yoksa telef olurdu. Yarayı temizledi, sardı,
-gayri kefeni yırttı, bu adem bu yaradan ölmez, amma yengeç gibi yanpir yanpir yürüyecek..bu kafayla giderse encamı nice olur bilinmez..
Derviş Iki mürite Gülnazı teslim edip Zehra halasını aramak için yola koydu. Heybeyi mürit sırtlandı, müritler önde, Gülnaz arkada tekkenin açık kapısından çıkıp, sağdaki yokuşa tırmandılar. Gülnaz sessiz, için için ağlıyordu...üşümüyor ama vücudunun titremesine mani olamıyordu...Kasım belasının baskınını, Cabbar’ın kamayı yiyip çamurlara yuvarlanışını, tutunacak tek dalı Tevfik’in , kolcunun önünde sürüp gidişini hala yaşıyordu. Kurumuş göz pınarlarından bir damla yaş akıtmadan, sızlana sızlana ağlıyordu. Tevfik bir daha geri gelecek miydi?...Tevfike ne olacaktı?...Tevfiği kız kaçıran celali sayarlar mı?...Tevfiki asarlar mı?..canına kıyarlar mı.?.. Büyük Allahım...Görklü büyük Tanrım, sen yardım et...bizim senden başka kimimiz var ki !!! Gidip Kadı Efendi’ye Tevfikin hiç günahı olmadığını, onu kendimin kandırdığını anlatmalıyım.Tevfike kıymamalılar...Tevfiksiz bir hayatı da yaşamaktan saymıyacağını heceleyip duruyordu yol boyu...yüreğinin acısı beynini kavuruyor, artık beyni durmuş, hiç bir çözüm üretmiyordu, hem neyi çözebilirdi ki?
Gülnaz la Tevfik bir birini tamamlayan iki yarım gibiydiler. Birlikteyken gücü ve yaşama sevinçleri artıyor, ayrıldıkları zaman ise dünya kararıyor, hayat duruyoedu.
Müritler rasladıkları kaplıcalara “Zehra” adında bir kadının çalışıp çalışmadığını soruyorlardı, ne yazık ki Zehra Kadın’ı henüz tanıyan kimse çıkmadı...Gülnaz Halasını bulamazsa işin sonu neye varacak tı?..Iznike asla geri dönmek istemiyordu ...Kasım iti ile asla evlenmeyecekti...Evinden, yuvasından bir hırsız gibi kaçıp, anasının babasının yüzünü ele güne karşı kara çıkartmıştı bir kere, artık Iznik’e dönmek olmazdı dieye düşünmekte kendisini haklı buluyordu Gülnaz Kız...iki müridin arasında bir bilinmeze doğru yürüyor, her şey tersine dönüyordu..
Tevfik’le Kasım Kadı Efendi’nin huzuruna alındılar. Kadı Efendi yüksekçe bir peykeye oturmuş, önünde büyücek bir sedef kakmalı rahle vardı. Iki yanındaki rahlelerin arkasında da iki katip, kadının “yazasuz” dediği tutanakları yazıyorlardı. Katiplerden biri davalının, biri de davacının tutanağını tutuyordu. Kadı’nın karşısındaki duvarda “El adlü esasül mülk “ “adalet mülkün temelidir” levhası asılıydı. Kadının huzuruna alınanlar bir karış genişliğinde, göbek yüksekliğinde bir sütrenin arkasında duruyorlardı. Kapı açıktı, kapının iki yanında iki zaptiye nöbet tutuyordu. Kadı Efendi hiç acele etmiyor, tane tane konuşuyor, konuşuğu da adamın içine siniyor...hem güven veriyor, hem de korku hissediyordu. ”Kadı Efendi, O ne derse o olurdu.!!!”
-anlat bakalım kolcu efendi nice dür bu ademler? Kolcu olup biteni, ne bir fazla, ne bir eksik ne ki duydu, ne ki gördü bir gün öncesinden başlayıp anlattı. Kadı Efendi, başını belli belirsiz sallayarak tasdik ediyormuş gibi, her sözü can kulağıyla dinliyor, karışık bir konuşuk olursa hemen tekrarlattırıp, her sözün doğru ve anlaşılır olmasını sağlıyor, aklına iyice yerleştiriyordu. Kolcu diyeceklerini dedi. Kadı Efendi huzurda ki Tevfik’le Kasım’a :
-sizün dahi, kolcu efendinin anlattıklarına bir diyeceğiz var mudur?..her bir şeyi doru anlatmış mudur? Kimseden ses çıkmayınca, yazasun katip, “sanuklar dahi sükutu geçüp, tasdik etmişlerdür. Tevfike :
-adın ne ?
-Tevfik
-babanın adı ne ?
-bilmem babamı...ben devşirilmişim, ben devşirmeyim...çok küçüktüm, anamın ve pederimin adlarını bilemem, sadece gülen yüzleri var aklımda..
-nerede oturursun, ne işin başundasun?
-Iznikt’e otururm, Rahman Usta’nın yanında, çiniciyim... çini kalfası
-Bursaya hangi hızmete geldün ?
-Gülnaz Kız’ı halasına getirdim
-Gülnaz Kız’un anasu, babasu, karundaşu yok mudur ki sen alup gelesün?
-vardır..
-sen hangi hakla bir eksietği evinden ocağundan apartup, Bursa’ya kaçurursun...sen bi çareye elünü sürdün mü?
-haşa efendim ...ne haddime..Kadı Efendi katibe , yazasun: Kasımı işaret ederek,
-siz bir birbirüzü tanur musuz, aranuzda niza var mudur?
-tanırız. Bu da İznik’te çini kalfasıdır. Aramızda bir niza olmamıştır.
Kasım’a
-adun, babanun adu, nerelisün, ne işin başundasun hepsini de bakalum
-Adım Kasım, babam çinici Arif Usta, İznik de, ben de çini kalfasıyım
-bu ademi tanur musun, aranuzda bir niza olmuş mudur, Bursada ne ararsun?
-bu adem benüm nişanlımı apartmıştır. Bursa’ya eksieteği babasına ve anasına geri götürmeye geldim..Gülnaz benim nişanlımdı.
-belinde nice kama taşursun, ademin canunu mu alacaksun.??
-haşa efendim...bir cahiilktir oldu işte, ben ettim sen etme Kadı Efendi...şaşırmışım, herşey karma karışık oldu...ben...ben, diye bildi, hıçkıra hışkıra ağlamaya başladı...gözlerinden akan yaş iki yanağından şıpır, şıpır akıp, üstünü ıslatmaya başladı.
Kadı Efendi,
-sen dua ette o yaraladığun ademe bir şey olmasun...sus mendebur herif...avrat gibi göz yaşu akutursun, yiğit ol, ettiğinün cezasını çek. Katiplere,
-yazasuz Gülnaz Kız’un celbi ile dinlenmesüne, Tevfik’in kapu ardunda kilit altnda tutulmasuna...Kolculara Kasım’ı işaret ederk
-yıkasuz bunu da kama ile yiğitlik yapmanun ne demeye gelduğunu öğrensün ..
Kasım’ı iki zaptiye yere yatırdı, ayaklarını iki başı bir kayışla bağlanmış falakaya soktular, kayışı gerdirip, ayaklarını havaya kaldırdılar ve ayaklarının altına kızılcık sopasıyla vurmaya başladılar, Kasım dayandığı sürece kaç deynek yediğini sayabildi, sonra bayıldı..sürüklüyerek kapı ardına, Tevfikin yanına bıraktılar...
Gülnaz kız müritlerle beraber kükürtlü kaplıcalarını dolaşarak akşam etmiş, Bursa kazan müritler kepçe araya araya ayaklarında derman kalmamış, tekkeye dönmüşlerdi. Zehra Halayı ne bilen vardı, ne tanıyan...Gülnazın ümidi tamamen tükenmemişti, sarayın kaplıcasına gidip soramamışlardı. Oraya herkes gidemez, kimseyi soramazdı, müritler de gitmediler, soramadılar..Derviş Gülnaza temiz bir oda, bir tas ta çorba gönderdi ve
-sen benim kerimem sayılırsun, burada bize Tanrı emanetisün..Rahat ve emin ol, kimse seni rahatsuz edemez. Halanı aramaya devam iderüz...kapıyu arkadan sürgülemeyi unutma, dedi.
Bugün Gülnaz’ın Bursa’da geçirdiği ilk günüydü. Ne Tevfik var yanında, ne anası, ne babası, ne de halası ..Bakılmadık nice kaplıca vardı onu da bilemiyordu. Sormadı ki bilsin. Sarayın kaplıcası kalmış diye duymuştu, Saray nere kaplıca nerde nereden bilecek? Sarayın kaplıcasına Zehra Hala girebilir mi onu da bilmiyordu ve Gülnaz tek başına tekke odasının kirli postuna bağdaş kurmuştu, her yer sessiz, Gülnaz kimsesizdi. İki de bir sürgülü kapıya bakıyor, Tevfik gelecek diyor, kapı vurulacak, içeriye Tevfik düşecek diyor... sonra Tevfik geldi de Derviş Eefendi Tevfik’i içeri koymuyor mu ?? Kadı Efendi’den izin mi almaları lazım!!!..”ne bilem ben, Tevfik gelmiştir, Belki de Tevfik tekkededir”...Gülnaz’a gece çok uzun geldi, sabah olacak mı? Ne zaman olacak...”ben yarına çıkabilecek miyim” diye düşündü.
Tevfik’in kapatıdığı damın kapısı açıldı, Tevfik bir köşeye çekilmiş, korkulu gözlerle açılan kapıdan içeri giren, iki zaptiyenin sürüklediği bir ceseti zindana atışlarını izledi. Tevfik irkildi...bu Kasım’dı...ıslak taşların üstünde cansız yatıyordu, ayakları kan içindeydi...ne yapması gerektiğini bilemedi, bir süre baka kaldı. Kasımın cezası kesilmiş miydi? Mapus damına Kasım’ın cesedi niye koyuldu? Gözünü Kasım’dan ayıramıyordu...”ne zor şey Mevlam” bu ne demeye geliyordu? Biraz sonra beni mi alacaklar ? doğrusu Kasıma acımıştı ama gidip yoklamak, yakından bakmak içinden gelmiyordu. Oysa kim olursa olsun gene de bir insandı, bir insanın gözünün önünde boylu boyunca yatmasına dayanamazdı.. Mevlam “kulum” demiş yaratmış, yaratan nasıl yaratmışsa bize de öyle kabullenmek düşer, ötesi bizi ilgilendirmez diye düşündü. Yanına gitti eğildi kulağını verp dinledi, nefes aldığını fark etti...nefes denirse tabi...kesik kesik, mecbur kalındığı için alınan bir nefesti sanki. Eli yüzü karmakarışıktı, şekli değişmişti sanki...ayağının tabanları ya yoktu, ya da şekil değiştirmişti...sağa sola yayılmıştı...Kasım Kasım’lıktan çıkmıştı...acıdı...acımanın ötesinde çaresizdi de. Tevfik insanlığından saklanır gibi durdu. Kendisinde suç aramaya başladı. Kasım’ın bu hallere düşmesine kendisinin sebep olduğunu düşündü, rahatsız oldu..”.ben kimim, nereden geldim? Niye insanları dünyalarından koparıp, yad ellerde çar naçar bıraktım? Hem Gülnaz’ı hem beni adem bilen bunca insanları hayal kırıklığına uğrattım.”
Aç kalmış böcekler, irili ufaklı sıra sıra karıncalar ıslak taşların üzerinde, istedikleri gibi, istadikleri yöne gidiyor geliyor, istedikleri bedene dirip çıkıyorlardı. Onları öldürmeğe, vücudundan atmaya üşeniyordu. Bir Kasım’a bakıyor, bir böceklere bakıyor, olanı biteni düşünmekten kendini alamıyordu.
Kasım’ın böcekler kadar canı yotu.
Güneş her gün yeniden doğuyor, gecenin karanlığını ümitsizliğini alıp götürüyor, yerine yep yeni ümit dolu bir gün başlatıyor. Işte gene güneş yeniden doğmuş, yeni bir gün başlamıştı. Herkesin önünde koca bir gün, içinde yeni bir umut var, hayat yeniden başlayacaktı. Gülnaz gözünü kırpmamıştı gece boyu., çok uzun bir gecenin sonunda sabaha kavuşmuştu.. Bu gün de Tevfik’ten haber alamazsa patlar ölürdü merakından.
Tevfik mapus damının ıslak duvarları arasında , nefessiz yatan Kasım’ın kanayan tabanlarına işliğini kesip bağlamış, akan kanını durdurmuş, ölmesin diye Mevla’sına dua etmişti. Kaç vakittir bu loş mahzende kaldığını bilemiyordu ama artık Kasım’ın yaşadığından emindi. Bundan bir sevinç payı çıkardı kendine...Gülnaz nice olmuştu, Zehra Halasını bulabilmişmiydi, bulamadıysa nerede kalmıştı, kim sahip çıkmıştı ? yol bilmez , iz bilmez kız başına !!! kötüye yorumladığı saplantılar yiyip bitirmişti yüreğini. Yüreği sancıyordu. Kasıma baktı, keşke Gülnaz rahat ve huzurda olsa da, benim de tabanlarım patlasa diye geçirdi içinden...
Cabbar’ın yarası tedavi edilmiş, sarılıp sarmalanmış, Tekkenin huzur dolu sıcak yatağında güzel bir uyku çekmiş, sabaha daha sağlıklı çıkmıştı.
Gazi Tekkesi’nin insana huzur ve güven veren dervişi Gülnaz’ın kapısını yavaş yavaş tıkladı, içerden ses gelmeden “ destur” istedi. Gülnaz diken üstündeydi, kapının tıklamasını bekliyordu, hemen sürgüyü çekip, kapıyı araladı. Derviş’in arkasında bir mürit , elinde bir tepsi, tepside bir tas çorba, bir dilim kara ekmek ve bir şimşir kaşık vardı.
-kızım çorbanı iç, hazırlan, biraz sonra kolcu gelecek birlikte Kadı Efendi’ye çıkacağız, dedi, müride tepsiyi uzatmasını söyledi. Gülnaz:
-çorba içmeyeceğim Derviş Efendi, ben hazırım heman gidelim , dedi.
-kara delik dedikya be kızım...iç çorbanı ben kapıya gelirim seni çıkarırır götürürüz, daha vakit var acele etmeye gerek yok..sapsarı tertemiz küçük bir şimşir kaşığa özendi, eline aldı, çorbanın içinde gezdirdi, doldurdu boşalttı. Sıcak çorbanın nane kokusu iştahını kabarttı, karnı da açtı ama bir türlü ağzını açıp bir kaşık çorba koyamıyordu. Sanki içmemmesi gerekiyordu. Kadı’yı düşünüyordu... çorbanın içinde Kadı’yı görecekmiş gibi bakıyordu. Kadı nasıl bi şeydi?...annesini öyle özlemişti ki...babasının koruyucu ellerini aradı tutunmak için...Tevfik nice olmuştu, niye gelmemişti, artık hiç gelmeyecek miydi? artık yalnız mı yaşayacaktı? Allah’tan başka bir dayanağı kalmamıştı...kendine en yakın kişi Gazi Tekkesi’nin yeşil cübbeli, yeşil takkeli, uzun boylu, ince uzun parmaklı bal mumu yüzlü dervişi idi. Onun sevecen bakan duru gözleri ve güven veren babacnlığına tutunuyordu...ekmeğin ucundan bir parça kopartıp, çorbanın içine bıraktı, kaşıkla onu çorbaya gömdü sonra da farkında olmadan ekmeği çorbayla karışık kaşığına aldı ve yedi bir iki kaşık çorba daha içip ağzını ıslattı. Görev yapıyormuş gibi, görevi tamamladı kaşığı tepsiye bıraktı usulca.
Az sonra kapısı tıklatılıp, “destur” istendi..Gülnaz’ın acelesi vardı. Kapıyı hemen açtı, bal mumu yüzlü derviş:
-Hadi kızım Kadı Efendi’ye gidecegiz., aha kolcu da geldi, oda bizinen gelecek.
Kolcu,
-sonra saraya, halanı aramaya koyuluruk. Sarayda yoksa akşama kadar araruk. Bulduk bulduk bulamaduk seni tekrar bu tekkeye koyaruk. Sonra ne olur ona Kadı Efendü karar virür. Gülnaz yalnız Tevfik’i düşünüyordu, kolcunun anlattıkları kulağına girmiyordu, onun kimseden korkusu yoktu artık. Tekke’den çıkıp, yokuşa tırmanmaya başlayınca erkekler yavaşladılar, Gülnaz yetişemez diye. Oysa Gülnaz utanmasa Kadı’nın yanına kadar koşacak, bir an evvel Tevfik’i kucaklayacaktı. Eğer Tevfik kurtulamazsa Gülnaz da kendisini öldürecekti...
Ve Kadı’ya çıktılar.
Kadı’nın üzerinde kaşmir kumaştan yapılmış bir lata vardı, Kırmızı dik yakalı, her yanı işlemeli, yenleri öyle büyük ki Gülnaz’ın kafası girerdi içine. İçinde kar beyaz göyneği, başında altı burmalı kar beyaz sarığı vardı, üzerine açıldığı zaman bir adam boyu uzunlukta bem beyaz tülbent sarılmıştı. Sarı sakalının yarısı ağarmıştı, saçının, sakal ve bıyıklarının beyazı da kar beyazdı.
şimdiyece Gülnaz ne böyle bir adem gördü, ne de bir kadı...Bu adem ne derse o olurdu...kimse bu ademden daha büyük olamazdı...Kolcu bile, Derviş Efendi bile yamacında ayakta, namazda durur gibin duruyorlardı. Kime ne sorarsa ancak o konuşabiliyor. Kimse Kadı Efendi’ye yalan konuşamaz, O herşeyi bilir. Tevfik nerede? O gelmeyecek mi?
-sana sorararum kızım, beni duymaz sun diyip elindeki tokmağı sedef kakmalı rahlesine vurunca Gülnaz uykudaymış gibi sıçradı.
-adım Gülnaz, babam Yakup , Çini ustasıdır, Iznik’liyik
-Bursa’da ne ararsun, nasıl ve kiminle geldün buralara ?
-Tevfik Kalfa ile geldim, Zehra Halam’a geldim.
-Zehra Halan nerede bilir misün
-Zehra Halam burada, Bursa’da, koca anam da onun yanındadır. Onu bulcam...Kadı zaptiyeye döner
-Zehra Kadun diye bir hatun kişü var mıdur?
- araruk Kadı Efendü, el an bulunmamışdur. Bulunmaz sa Akşama tekkeye dönerük. Kadı Efendi önündeki evraktan okuyarak sormuştu,
-Tevfik senin neyin dür?...
Gülnaz doğrudan lafa girdi:

-ben Onu severim, O da beni sever. Beni Adem Usta’nın oğlu Kara Kası’ma virecekler, ben Kasım’a varmam...ona virürseler kendimi öldürürüm...Ben Tevfik’e dedim ki beni Bursaya Halam’a, Zehra Halam’a götür dedim, O da aldı yanına aldı beraber geldik...

-Tevfik seni evinden ocağından, anandan babandan aprtıp kaçırmışdur.
-yok bu doğru değildir. Ben onu getirdim, o gelesi değildi, o gelmese yalnız gelecektim belkide yolda birileri beni parçalayacaktı...Kadı önündeki kağıtları bir daha karıştırıken, başını kaldırmadan, gözünün üstünde Gülnaz’a baktı . “Gülnaz Kız ne yaman kız” diye aklından geçirdi. Gülnaz zılgıt yiyeceğini fark etti, başını önüne eğdi.
-bre eksüetek, sen Allah’tan korkmaz kuldan utanmaz mısun da bir erkekle beraber olup evinden ocağunda bir hırsuz gibi kaçup gidersün...Hem kendi başınu hem de ademin başınu belaya sokarsun. Bu bu kızanun halasınu bulup teslü edün. Tevfik ile Kasım’u da o yaralı adem kurtuluncaya kadar içerüde tutun. İmdü siz çıkasuz ve bu çocuğun Halasun tiz bulasuz.
Kolcu tekkeye geç geldi. Gülnaz’ın Halası Zehra Kadın Saray’ın bakıcısı imiş. Sarayda bahçeden hamama, yemekten alışverişe her şeyine bakan kadınmış. Zehra Hanım’la konuşa bılmek içün Fahriye Sultan’dan izin almak gerekmiş.
Kolcu, saray hamamının, kadınlar hamamının kapısını çalmıştı. Kolcu da olsa kadınlar hamamının önünde dikilen bir erkeğin akibeti meçhul olurdu. Hamamın kapısını çalan zaptiye kapının önünde kaçma mesafesinde durmuştu. Kapıyı etine dolgun, iriyarı, iri kemikli yuvarlak yüzlü, sert bakışlı bir kadın açmıştı. Bir an Zaptiye ile bakışmışlar, daha ikisi de söze giremeden Gülnaz’ın,
-Halam... Zehra Halam...Zehra Halammmm deyip boynuna atılması her şeyi halletmişti...Birbirlerine sarılmışlar öpüşmüşler, koklaşmışlar, neden sonra Gülnaz Zaptiye’ye
-işte benim Zehra Halam bu...Size zahmet verdik, kusuruma bakmayın...
Zaptiye,
- alasuz kızızı, sağ salim teslim edeyim de üzerimden yükünü atayım. Kaç gündür seferber oldu insanlar…herkes perişan oldu, bu zavallı kızcağız da perişan oldu, diyip sırtındaki heybeyi Zehra kadinin ayaklarının dibine koymuştu. Sırtından ağır yükler kalkmış, rahvan atlar gibi yüksek yürüme hızıyla, ayaklarının ucunda uçacakmış gibi yükselerek uzaklaşıp gitmişti.
Gülnaz halasına başından geçenleri bir bir anlatmıştı. Zehra Gülnaz’ı hamama sokmuş . Gülnaz’ın kemikleri ısınmış. Zehra da bir güzel yumuş yıkamış, giydirmişti. Zehra Kadın Gülnaz’ı epey palazlanmış bulmuştu. Gülnaz rahatlamıştı. Zehra Gülnaz’a sarayı, Fahriye Sultan’ı ve burada yaptığı işleri, akşam eve gideceklerini, evde de Kocanasını göreceğini, kocanasının Gülnaz’ı çok seveceğini, zaten İznik’i ve oradaki her kezi çok özlediğini anlatmıştı.
-seni Sultanım’a götüreceğim. Başından geçenleri ona da anlat, o mutlaka bir hal yolu bulur.
-senin “Sultan’ın” kim hala
-Fahriye Sultan, Osmanlı’nın kızı
-Osman kim?
-padişahımız bilmez misin ?
-helbet bilemem bizim İznik’te var mı ki bilem.
-Bursa’da ne yapıyor, kocası da burada mı?
-Sultanım...neyse onun hakkında çok şey bilmen gerekmez.
Zehra Kadın’la Gülnaz bahçede kamelyayı düzeltiyor, temizliyor, konuşup dertleşiyorlardı, Fahriye Sultan geldi elinde bir kitap vardı.
Zehra hem durumu anlatmak, hem Gülnaz’ı tanıtmak için söze girdi
-Sultan’ım benim ağamın kızıdur..İznik’ten gelmiş, iki gün tekkede kalmış, iki gündür beni arıyorlarmış, nihayet buldu bana teslim ettiler Gülnaz kızı...
-aman ne de güzel kızmış...adın ne, de bakıyım,
Henüz başını yerden kaldıramadan, sultanın yüzüne kaçamak bakarak
-“Gülnaz” dedi. Daha kömür gözlerini görememişti Sultan ama yumuşak sesi, saf ve yalın işvesi hoşuna gitmişti, konuşturmak istiyordu
-Ne güzel adın varmış…ta Iznik’ten buralara nasıl geldin, yollar pek tekin değildir. Kiminle geldin?
Gülnaz üzerine yük çökmüş gibi kıvrandı, ezildi, büzüldü, gırtlağını temizledi, sesine yol vermek için
-Tevfik Kalfa ile diyebildi ve sustu
Zehra Kadın söze girdi,
-Tevfik...komşu çocukları Tevfik Kalfa diye biri ile birlikte gelmişler.
-Tevfik’te burada mı? Soruyu gene Gülnaz Kız’a sormuştu, O cevap verdi,
-mapus damında, ağlamamak için konuşuğu kesti, alt dudağını dişliyordu, içini dindiremiyordu, üst dudağını dişledi…Zehra gene araya girip olup biteni bir bir anlattı. Zehra’yı sonuna kadar ilgiyle dinleyen Fahriye Gülnaz’ı kucakladı, göğsüne bastırd. Gülnaz makaraları bırakmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, boğulmaya başladı, kalan göz yaşları iki gözünden yanağına, yanağından Fahriye Sultan’ın göğsüne süzülüyordu. Fahriye’nin de içi ıslanıyordu
Fahriye,
-sen üzülme Tevfik’i de alırız yanımıza, Kadı Efendi ile de konuşuruz, halanın yanında dinlen, dedi, Zehra’ya döndü,
-Zehra seninle birlikte burada kalsın bu kızım. Artık Gülnaz bizim kızımızdır ve de bizim korumamaızdadır.
Aradan bir hafta geçmişti Fahriye Sultan Ali Rıza Paşa’ya bir mektup yazıp gönderdi. Mektubunda Tevfik’ten bahsetti ve Tevfik’in mahkumiyeti kaldırılırsa yanına alacağını, sarayda bakıcı olarak çalıştıracağını yazdı... günler haftalar geçmişti değişen bir şey olmamıştı.
Gülnaz Kız’ın yüreği eriyor, yemeden içmeden kesilmiş, geceleri uykusuz, gündüzleri kasvetli geçiyordu…bir deri bi kemik kalmıştı, amma kimsenin umurunda olmadığını san ıyordu. Ne etsin ne işlesinde herkesi harekete geçirsin bilemiyordu. Bir gün Zehra Hala’sına danıştı:
-hala niye kimse Tevfik’in işi ile ilgilenmez? O orada yalnız başına yatar, benimse içim sızlar. Ali Rıza Paşa mektup yazdı da Kadı Efendi koca Şehremini’nin ricasını geri mi çevitrir yani?
- be çocuk sen Kadı’yı ne sanırsın? Padişah bile ricacı olsa Kadı kararını değiştiremez. Tevfik için edilen ricalarda böyle. Eğer Tevfik suçlu ise rica mica sökmez, cezası bitene kadar mapus damında yatar, amma suçsuz ise zaten çıkacaktır ricaya gerek kalmaz
-biz ney ederiz şimdi??
-Allaha dua ederiz, suçlu bulunup ceza almasın diye.
-Tevfik olmasa ben de olmam, bunu da herkez böyle bile…
Bir kaç gün sonra Ali Rıza paşa’dan haber geldi “ Yaralı gencin yaraları eyi olana kadar iki sanıkta içeride tutulacakmış, yaraları iyi olunca salıverileceklermiş. Bu haber müjdeli bir haberdi, bir bakıma ceza almıyacaklardı. Gülnaz hem sevindi, hem de daha ne kadar bekleyeceğiz diye hüzünlendi..
Zehra İznik’e haber saldı “Gülnaz benim yanımdadır, meraklanmayın. Cabbar’la Kasım da Bursa’da. Kadı Efendi onları dama kapattı. diye
Bu haberin üzerine Kasım’ın babası Arif Usta, Cabbarın babası Muslu Dayı, bir de Gülnaz’ın babası Yakup Usta çıkageldiler Zehra Hala’nın yanına. Zehra Hala olanı biteni, biraz zılkgıt, biraz teselli vererek anlattı. Muslu Dayı ile Arif usta Kadı ya gittiler, Kadı Efendi onlara,
- Çocuklarınızın marifetinü bilir misüz?, siz nice ebebeyinsiz ki oğullaruz daha bu yaşta bunca abes ile iştigal ideler. Cena-bu Hak “Sizler çobansınız, ev ehliniz size emanettür onlara sahip çıkun” diye emir buyurmuştur. Asıl sizi dama kapatmalıyım ki, aklınuz başuza gele” diye güzel bir nasihat çekmiş ve
-Çocuklarınızı alun götürün buralardan. Arif Usta’yı
-Kasım senün oğlun mudur?
Elleri önünde bağlı, omuzları öne düşrmüş, boynynu eğmiş, onüne bakarak, utangaç ve suçunu kabul eden yamaz çocuk gibi,
-beliğ Kadı Efendi
-oğlanun geminü sıkı tutasun, dizün dibinden ayırmayasun haa”, diye ayrıca uyarmış, Kasım’ı babasına vermiş. Oradan, Gazi Dervişler Tekkesine gitmişler. Cabbarı iyi bulmuşlar, yarası kabuk baglamış. Babasını görünce boynuna sarılkış, ağlamaya başlamış.
-Benim hiç bi günahım yoktur, beni aha bu Kasım getürdü buralara, hem de kama soktu…beni yaraladı. Muslu Dayı, hüngür hüngür ağlayan oğlu Cabbar’ı teselli edip,
-yaraların eyü olmuş, bi şeyin kalmamış, bizimle yola gide bilir misim, senü alıp götürek.
-gidebilirim, hemen gidelim buralardan.
Daha fazla vakit geçirmeden Arif Usta, ile Muslu Dayı çocuklarını yanına alıp, Tekkenin Dervişine teşekkür edip, destur istemiş,
-bir manimiz yok ise biz gidelim memleketimize, vakitlice yola vuralum, demişler, tekkeden çıkmış, İznik e yönelmişler.
Yakup Usta Zehra Kadın’ın evinde kalmış. Koca Ana’sının elini öpmüş, hasret gidermiş, Zehra Kadın abisine, Gülnaz Kız’ın haklı olduğunu, Tevfik Kalfa’ya olan sevgisini, Kasım denen çocuğu hiç istemediğini, hatta onunla evlenmek zorunda kalırsa kendisini öldüreceğini anlatmış,
-sen kızına sorup sual itmeden nasul olur da onu alur satarsuz..???
Yakup Usta haklılığını, usul ve töreyi anlatmış.
-biz kızımızı eyü terbiye edememişik. Bizi el aleme karşı irezil itti. Bizi ziyadesiyle utandırdı. Kimsenin yüzüne bakamaz olduk gayri.
Zehra Fahriye Sultanı örnek vemiş,
-Sultanım Padişah’ımızın halasıdur. Osmanlı sarayında yaşardı. Nice vezirü vüzera talip olmuş, o hiç kimseye dönüp bakmamış, illede gönül verdigi, Enderunda okurken ortadan kaybolan, bir daha göremediği, sevdiği adamı arzular, onun aşkı içün sarayları terk edüp, aha burada bizinen yatar kalkar. Demiş.
Gülnaz gelmiş koşarak, babasının boynuna atlamış, öyle hızlı atlamış ki Yakup Ustayı sendeletmişti. Hiç suç işlememiş, belki de suçluluğun ağır yükünü babasına yükler gibi, kollarına atlamıştı. Göz yaşları, babasının boynundan göyneğine akmıştı. Hıçkırıklarının Gülnaz’ı boğmasından korkan babası,
-sen benim kınalı bebeğimsün, hemi anan, hemi de ben seni çook özledik, yeter artık hıçkırma, seni alıp götüreceğim, kimselere de vermeyeceğim, be yavrum biz sana ne kötülük ittik de bizi bırakıp terk ettin??
Gülnaz yorulup, bitap düşmüş, baba-kız bir birinden ayrılmışlardı.
-benim canım babam, canım anam, ben sizi utandıracak bi iş ider miyim, ben sizi daha çok üzmemek için evden ayrıldım.
-bundan daha ziyade yaralamak olur mu?
-sen benim bubamsın, Atamsın. Ben senin yamacına dikilip, “beni o ademe virme, ben ona varmam” deyin, nasıl diyecktim o Kasım’a varmamak için de kendi canıma kıyacaktım. O zaman siz daha çok üzülmüyecek miydiiz. Tevfik Kalfa’yı da ben zorunan, beni buraya getirmesi için istedim. Onun da bu işte şu kadarcık bilem günahı yoktur.
-her şey bitti, gayri gidelim hanemize, anan da abeyinde çok meraklandılar, onlar da senü beklerler.
Bu özlem yumagı Fahriye’yi de içlendirmiş, bir süre seyre dalmıştı, her nasıl olursa olsun, insanların kavuşma anları acı ile tatlının birlikte alınan hazları gibi tarifsiz olur diye düşündü ve bu, Ona göre, hasret ateşinin gözyaşı damlaları ile söndürülüşünün en güzel örnegiydi... Yakup Usta’ya,
-bu kız artık bizim kızımız oldu. Sen gayri bunu böyle bilesün. Madem ki bizi demiş, bu haneye sıgınmuş, gayri bizüm hane efradımuzdan olmuştur. Zamanı gelünce telli duvaklu gelin iderüz biz onu.
-Bu utancun üstüne hangi saadet kurulur? Elli yıl bana Yigit Başu diyen konu komşu, bunca usta çırak şimdi ne diyecekler…ben kimin yüzüne nasul bakarum, bunca rezaleti kime, nasıl anlatırım..gayri benim de İznik’i terk itmeklügüm gerekir, ya da kızımı da alıp , götürüp, Arif Usta’nın olğuna virmeklüğüm. Başka ca çaresi yoktur bu işin.”
Zehra fena halde kızmış kararlı ve inat ağasına,
-ağam, ağam olmasan seni şuracıkta tepelerdüm. Amma büyüğümsün, hemi de daha agur lakırdıya dilim varmaz. Demiş,
Fahriye,
-uzun lafın kısasu, Gülnaz bizden “Eman” dilemiştür. Bizim dahi ona kol kanat gerip, gerisin geriye yollamakluğumuz yakışık almaz, bizim şanumuza yakışmaz…Bütün İznik bilsin ki bu bir Sultan emridür, buna uymaklığuz gerekür. Bütün İznik , sen dahi böyle bilesüz. Gayri misafirimizsün, sana da zevcene de bizim hanemizde iki tas çorbamuz, ölünceye kadar döşeğimüz vardur., vesselam. Deyip, kesti attı.
Gülnaz kenarda , başını ellerinin arasına almış, için için sızlanmakta, sızıltısı havayı germekteydi. Yakup Usta bir an önce kızını alıp buradan ayrılmakta kararlı iken şimdi de “Sultan emri” yolunu kesmiş, işler iyice karışmaya başlamıştı. Sultanın, padişahın emrine kim karşı gelebilir ki?
Fahriye Sultan; İnsanlar kendi doğruları uğruna sevdiklerine düşmanlık ettiklerini ne zaman ögrenecek ve başkalarının da doğruları olduğunu, nasıl anlaya bilecekler, diye merak ediyordu...durum iyice sertleşmiş, ne Fahriye Sultan Gülnazı vermeye yanaşmış, ne de Yakup Usta inadını kırabilmişti. Zehra Kadın bir çözüm önerdi,
-Agam, Sultanım izin virirse hep beraber, Gülnazı da, koca anamı da alıp, İznik’e gidek. Birkaç gün İznik’te beraber kalak, Esma Bacım’ın da gönlünü alak, sonra da Gülnaz ile beraber Bursa ya dönek. O vakte kadar Tevfik Kalfa da damdan çıkar. Bu arada , senün şanına yaraşur bir dügün idelüm…buna ne buyurursun??
Fahriye Sultan ,
-dogru dersin Zehra Kadın. İznim vardur. Beraber gidin, herkesin isteği yerine gelsün. Amma daha önce Zehra Kadun ile Yakup Usta Kadı Efendi’ye varun, Tevfik Kalfa’nun azadını isteyün. Biz Gülnaz ile sizi bekleriz. Bu gice misafirimiz olursuz, yarın inşa Allah bir araba koşar, sizi yola salarız…
Yakup Usta, kızının mutluluğu, Zehra Kadın’ın haklılığı ve Fahriye Sultan’ın kararlılığı karşısında söyleyecek söz ve yapacak başka bir iş olmadığını anlamış, biraz buruk, biraz ezik, biraz çaresiz, ama içi rahat, hatta içi ısınmıştı. Gülnaz için gayri gözü arkada kalmayacak, Fahriye Sultan’ın kanatlarının altında yaşayacaktı. Bundan eyisi de can sağlığı diye kabullendi.
Gülnaz’ın gene başı ellerinin arasında , büzülmüş, parmaklarının arasından bir Fahriye Sultanı, bir Zehra Halasını, bir babasını süzüyordu. Hıçkırıkları kesilmiş, yüregi sıcacık ürperti ile dolmuştu.
Yakup Usta ile Zehra Kadın Kadı Efendi’nin yamacına dikilmiş, Tevfik’in azad edilerek kendilerine verilmesini istemişlerdi.
Kadı Efendi,
-sen o yaman kızın atasımısun, sen de Zehra Kadın mı,
-beliğ Kadı Efendi.
-o sevdalı çocuklaru ayırmayun, günah idersüz. Hele de çocuklaruza danışmadan onları zinhar alup , satmayasuz, onlara kıymayasuz, yoksa onlar canlarına kıyarlar. Ben dahi size kıyarum. Bu da sizün kulağuza küpe olsun..” demiş ve zaptiyeye Tevfik’i salmasını emretmiş.
Bir zaptiye, yanında getirdiği Tevfik’e,
-haydi yallah, azatsun “ diyip serbest bırakmıştı.
Tevfik, Yakup Usta’yı karşısında görünce donmuş, sevinci kursağında kalmış, biraz sıkılarak, biraz utanarak,
-Ustam , Yakup Ustam, ver elini öpem,” diyip, iki eliyle Yakup Usta’nın eline yapışmış, öpmüş, başına koymuş. Yakup Usta her şeye rağmen yumuşamış, Tevfik’e yakınlık, duymuş, yüzüne sevecen bakmıştı.
Zehra Kadın’a, yekten,
“-Zehra Hala”.. diyip, elini öpmesi, Zehra’nın Tevfik’e kendi çocuğu gibi içinin ısınmasına sebep olmuş, o da,
-her şey bitti, hanemize gideriz gayri, demiş, Tevfik’in başını okşamış, sırtını sıvazlamış, Zaten kimse neler olup bittiginin farkında degildi. Her şey öyle hızlı öyle aniden gelişmiş, öyle akıl almaz şeyler olmuştu ki sormayın gitsin..Her şeye ragmen Tevfik’in belki de hayatında ilk defa başı okşanıyor, sırtı sıvazlanıyordu. Tevfik bu sahiplenmenin tadını çıkaramamıştı, endişelenmişti,
-beni nereye götürürsüz, benim İznik’e gitmekiğimin mümkinatı yoktur. Ustam beni bağışlayın, bırakın beni buralarda, ben başımın çaresine bakarım.” Zehra Kadın söze girip, Tevfiki rahatlatmak istemiş, elini tutmuş,
-sen gayri bizim olğumuz oldun seni İznik’e kimse gönderemez, için rahat olsun. Tevfik n çok duymak istediği sözlerden birini duymuş, rahatlamıştı.
Gülnaz’dan da bir haber alabilse dünyalar onun olacaktı, ama bir türlü soramıyordu. Zehra Kadın,
-bizim hanemize gidiyoruz, Gülnz da orada…Tevfik bu sözü duymak istiyordu, duydu, ve işte dünyalar onun oldu, içine ılık sular akmaya, tatlı bir telaşla acele etmeye, acele ederken ayakları bir birine dolaşmaya, sendelemeye başlamıştı. Tevfik belki de hayatında ilk defa ana şefkati duyuyordu. Belki de “ana şefkati” denilen şey buydu. Sıcak bir kucak gibi, ılık sularda yunmak gibi bi sıcaklık duyuyordu, Zehra Kadın’a minnetle baktı, keşke sarılabilse, boynuna sarılıp, başını omzuna koysa, hıçkırsa hıçkırsa ağlasa, ciğerlerine kadar dolan bu sıkıntıyı boşaltsa, diye düşünerek yürürken Zehra Kadın’ın arkasından koşarak yakalamasıyla kendine geldi, onları hayli geçmiş, yan yola sapmıştı…utandı.
Zehra Kadın, Fahriye Sultan’dan bahsetti,
-O padişah kızıdır, O ne derse o olur. Zinhar itiraz itmezsüz.
Tevfik’i Fahriye’nin huzuruna çıkarmışlardı. Fahriye Sultan Tevfik’i, sağlam yapılı, sportmen görümümlü, diri ama yanık bir delikanlı olarak tahmininden daha sevimli buldu. Kim olursa olsun, bütün genç kızlar, Ona aşık olurlardı, Gülnazı bir kere daha haklı bulmuş, içinden, “ eyi etmiş te bu güzel, bu yigit delikanlı ile kakçmış” diye.
Akşam yemeğini selamlıkta hazırlatmıştı, haremlik selamlık yapmamışlardı. Tevfik Gülnazını, Gülnaz da Tevfikini orada görebilmişlerdi. Az kalsın lokmalarını ağızlarına ve burunlarına bulaştıracaklardı, zaten kimse de bunu yadırgamazdı. Kaç gündür bir birlerinin durumundan bile haber alamamış, ikisi de ölüm kalım savaşı vermişlerdi. Tevfik’in günlerdir kursağına bir lokma yemek girmemişti, fil gibi yemek yemesi gerekirken, o bir kuş kadar bile yiyememişti. Artık yemese de olurdu..Gülnaz orada ya, bu ona yeter de artar bile…
Fahriye Sultan yemekte kısa bir konuşma yapmıştı,
- Ben her ne kadar Osmanlu Hanedanlığına mensup isem de , şu andan itibaren sizler benüm ailem olduz. Zaten Zehra Kadın benim her bi şeyimdür. Hepinizi sevdim. Tevfik’i de manevi oğul olarak haneme aldım, O dahi artık kanatlarımun altındadur. Gayri Onun anası da atası da benim, burada benim sarayumda yaşayacakur.
Fahriye’nin sağladığı iki koşulu atlı arabayla, Yakup Usta, Zehra Kadın, Gülnaz ve Koca Ana, şafak sökerken İznik’e gitmek üzere yola koyulmuşlardı .

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder