1 Aralık 2009 Salı

26. ŞEHRİN GİRDABI

Tevfik meyhaneye gittiği ilk akşam eve hayli geç gelmişti. Gülnaz’ı uyku tutmamış, merak etmiş, Tevfik gelene kadar da uyumamıştı. Bir kedi gibi sesizce içeri sızan Tevfik’i fark etmiş, yataktan fırlayıp Tevfik’in boynuna sarılmıştı,
-Allah’ıma şükürler olsun ki geldin. Öyle korkmuştum ki başına bir iş geldi diye meraktan ölecektim. Heç böyle gec kalmazdın. Zaptiyeler mi aldı nice oldu da geç kaldın anlatsana demiş, Tevfik’in ağzının çürümüş gibi koktuğunu fark etmiş, karnın fena acıkmış olmalı, için kokuyor diye eklemişti.
-Sahilde bir arkadaşa takılmıştım. Biraz geç oldu farkındayım. Kusura bakma Gülnaz. Hemi de artık beni meraklanmana gerek yok. Çocuk değilim, İstanbulu da biliriz, evimizin yolunu da diye çıkıştı…biraz kızmış gibiydi. Gülnaz da üstüne fazla gitmedi, Tevfik’i acaip kokuları ile sardı bedenine yattı, uyudular.
Son günlerde Tevfik’e bir haller oluyordu. Eve geç gelmeler, türlü çeşitli kokmalar, hatta biraz yalpalanmalar Gülnz’ın tepesini attırıyordu, ama gene de dişini sıkıp, kimseye sır vermemeye çalışıyordu. Mızrak çuvala sığmıyacaktı ve sığmadı da. Bir akşam Tevfik eve gelmedi. Gülnaz umutla bekledi, gözleri kapıda sabahladı. Sabah kuşluk vakti olmuştu ki konağın kapısında iki zaptiye dikildi. Kapıda Zehra Kadın ile konuşuyorlardı.
-Tevfik diye biri var, bu konakta yaşıyormuş, Rüstem Paşa’mızın konağında. Doğru mudur?
-doğrudur. Bu hanenin admıdır. O’nu mu sorarsız?
-o elimizdedür. Karakolda. Konuşmaları duyan Gülnaz ok gibi fırlamış, zaptiyenin, karşına dikilmiş, yakasına yapışmış,
-Tevfik benim nikahlımdır. Onu niye karakola koduz. O kime ne itmiştir? O buralarun garibidir. Gülnaz’ın elini yakasından sıyıran zaptiye çavuşu,
-Bu hanenin hanımınu çağurun gelsün,, Zehra Kadın,
-ne diyeceksen bana de,
-Bu adem meyhaneye gitmişdür, işret kullanmışdur, meyhanede niza çıkarmışdur…Allah’ın rahmeti üstüne olsun Rüstem Paşa’mızun konak ehlidür deyu size haber virülmişdür. Karakola gelüp teslüm alasuz. Bir dahi böyle bir hal vaki olur ise kimse elimizden koparamaz bilesüz demiş, yürüyüp gitmişler.
Zehra Kadın Gülnaz’ı içeri alıp teselli etti. Gülnaz Tevfik’in Zehra’dan sakladığı daha önceki hallerini anlatmaya başladı. Bir kere de Tevfik sallana sallana geldi. O akşam epey içmişti, dili de dolaşırdı.
-Tevfik bu ne vakit, sen böyle sallana sallana nereden gelirsin, bu ne hal? Diye çıkıştım.
-Halimde ne vardur, bir kusur mu işledük?
-tabiy kusur işledin…bir bu eksikti. Maşallah onu da becerdin. Allah’ın haram ettiği işreti kullanirsın bir de kusur mu işledim dersin. Demiştim,
-……..
Tevfik yakalanmıştı, verecek cevabı yoktu.

-Şimdi geç oldu yat gayri, sabah konuşuruz. Dedim, sabah odu, erkenden çıktı gitti.
Zehra anam günlerdir hep böyledir ben ne ederim bilemem…kim bi çare bulur buna …
Zehra Kadın ilk defa Gülnaz’dan Tevfk hakkında şikayet duyuyordu. Hiç ama hiç, tahmin edemeyeceği bu olayları, bu şikayetleri kafasında evirip çevirdi, iki gözü iki çeşme olan Gülnaz’ı teselli etmekten çok ihmale uğramış olarak kabul ettiği Tevfik’i düşünüyordu. İstanbul’da yalnız başına aylak kalmış, bir iddiası, bir meşgalesi olmayan bir taşra çocuğunun karşılaşacağı kaçınılmaz sonuçtu bu…Aklına daha tehlikeli ve daha acı bir ihtimal daha geldi, Gülnaz’a sorup sormamakta tereddüt etti, Gülnaz’ın

-Zehra Ana kurtar O’nu, sızlanmasını neden sonra duydu ve sevindi. Demek aralarında bir soğukluk olmamış, bir çekişme, didişme girmemiş diye yürektlendi ve Gülnaz’ın gözlerini sildi, okşamakla teselli etme arası bir sıcaklıkta,
-sen meraklanma, hallederiz. Erkek kısmını bu kadar sık boğaz itmemek gerekür. Tevfik bir taşra çocuğudur. İstanbul bir engin denizdür, O’nu bu denizin içine atup, yalnız bıraktık. Şehrin girdab Onu kaptı. Şimdi gidip onu alıp, Ona yapacak bir iş, bir uğraş bulup meşgul ideriz. Üzerinden sevgi ve şefkatimizi eksik itmezik. Ne derdi var ne sıkıntısı var ortak olur çare buluruk, her şey düzelür, sen meraklanma kınalı kuzum benim…metin ve cesur ol…
-anam, atam, her şeyimsin sen benim. Ne olur, beni Tevfik’siz bırakma Zehra Anam, ne olur? Bana acı, Aybike’ye acı, Tevfik’e acı… ne olur Tevfik’i evine çevir…Zehra Kadın, Gülnaz’ın daha fazla sızlanmasından rahatsız oldu, O’nu azarlar gibi,
-benim Güzel kızım, Tevfik, evine, ocağına, karısına ve de çocuğuna bağlı pırlanta bir delikanlıdur. Dedim ya sen meraklanma ve her şeyi kafana takma, O’nu hoş tut yeter. Hemi de bu mevzuyu Sultan’ımıza açmasak eyidür. Gevezeliği fazla uzattık, gidip Tevfik’i zaptiyeden alam, dedi. Feracesini giyip, evden çıktı.
Gülnaz’ın gözü yollarda, Zehra Kadının gelişini heyecanla bekliyordu. Zehra Kadın Tevfik’i bulamamıştı. Zaptiye de yoktu. Zaptiye Rüstem Paşa’nın hatırı için Tevfik’i ve birlikte içeri aldıkları Miço’yu çoktan salıvermişlerdi. Ama Tevfik eve gelmemişti. Zehra kadın’ın şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Sahiden Gülnaz doğru mu söylüyordu? Acaba Tevfik evden ocaktan soğumuş, kendini başka sergüzeştilere mi ? Ne olmuş, ne bitmişti Zehra Kadın şaşmış kalmıştı. Eve, kendisini bekleyen Gülnaz’a eli boş mu dönsün? Nere ye baksın, kimden haber alsın, kime ne sorsun?? Tevfik’in
İstanbulda kimi kimsesi yoktu ki. Bütün bunları ve başka şeyleri düşünerek eve kadar geldi.
Gülnaz’ı merdivenin başında, kendisini bekler buldu. Yanında Tevfik’i göremeyince gene üst dişleriyle alt dudağını ısırıp ısırıp bırakıyordu, dokunsan ağlayacaktı. Zehra Kadın, durumu idare etmesini de, gönül almasını da iyi biliyordu.
-Zaptiyeler Paşa’mızın hatırı için Tevfik’i bıraktılar. Tevfik akşam eve dönecek. Geç mi döner, erken mi döner belli olmaz. Diye sözünü bitirmitşti ki Gülnaz halasına sarılmış, Zehranın feracesine dolanmış, Zehra Kadın merdivenin Trabzanına yapışmasa ikisi birden merdiveden aşağı yuvarlanacaklardı.
Zaptiye Gerçekten de Rüstem Paşa’nın hatırı için Tevfik ile Miço’yu serbest bırakmış,
-bir dahi buraya düşersez, falakaya yıkılırsız, alt başı elli değnekten başlar, dabanlarınızı patladurlar…hadi yallah azat olduz, demişlerdi.
Miço Meyhaneye Müslüman müşteri almıştı, meyhanede niza çıkmıştı. Bu suçlar Miço’yu yakardı. Miço çok korkmuştu. Zaptiye Rüstem Paşa’nın konak ehlinin hatırı için azat edilmişti. Miço’nun Allah’a şükretmesi gerekiyordu. Bunun için Miço kiliseye gidecek, aine katılacak, dua edecekti. Tevfik’e,
-Ben kiliseye giderim sen bana arkadas olursun?
Tevfik bir an önce evine gitmeyi, canını sıktığının farkına vardığı Gülnaz’ının gönlünü almayı düşünüyordu. Hıristiyan dinine inanmış insanların ibadet hanesi olarak bildiği kilseyi görmek, bizim camimizle kıyaslamak, Kilise hakkında bilgi sahibi olmak ta istiyordu. Miço tekrar israr edince, Tevfik’te razı oldu, beraber gittiler. Kilisenin kapısında durdular, iri binanın taş duvarları Tevfik’i itiyor, Miço çekiyordu. Tevfik’in ayakları geri geri gidiyordu. Tevfik hem gitmek istiyor, hem ürküyordu. Bilmedik yerlere gitmek, bilmedik işlere karışmak, bilmedik insanlarla birlikte olmak istemiyordu. Başına belalar geliyordu. Ama Miço tanıdık ve dürüst bir adamdı, bunları düşünürken bir adım atmış, içeri düşmüştü.

Tevfik “gayya kuyusu” na düşer gibi düşmüştü kilisenin içine. Etrafını yılanlar, çiyanlar sarımış gibi geldi. Kilisenin içindeki o renk cümbüşü etrafını sarmış, Onu yutmuştu. Miço’nun kolunu ha bire çekişi ile yavaş yavaş kendine geldi. Gayya kuyusundan kurtuldu, buranın tıpkı bir cami gibi bir ibadet hane olduğunu düşündü,rahatladı.

İki yanda, siyah cübbe gibi birer elbise giymiş, etekleri uzun, belleri bağladıkları geniş kırmızı ipekle incecik kalmış, omuzlarına kadar yayılmış beyaz yakalıklarının üzerinde, bembeyaz tenli, gözleri gülen hatun kişiler hoştu, “hoş geldiniz” der gibi karşılıyorlardı insanları. Miço ha bire kolunu çekiştiriyordu. Sonunda bir tahta kanepeye bıraktılar kendilerini. İkisi de önlerindeki tahta sıraya ellerini koydular. .Tevfik renkli camlardan süzülen renkli ışıkların loşluğunda yavaş yavaş çevresini görmeye, olup biteni anlamaya başlamıştı.
Tam karşısında, kocaman bir tahta, üzerinde kollarından ve ayaklarından bu tahtaya çivi ile çakılmış güzel bir adam heykeli vardı. Duvarda kucağına Güzel bir çocuk almış çok hoş görünen bir hatun kişi duruyor, Onlara, gözlerinin içine bakıyordu. yüksek sivri çatısının hemen altında, görebildiği, seçebildiği kadarıyla kanatlı hatun resimleri vardı. Binanın loş duvarları ıslak gibiydi, insanı sıkıyor, korku veriyordu. Bina uznca bir binaydı ve rahat değildi. Miço Tevfik’in kulağına eğilip, yılışarak,
-bura bizim kilisemiz, beğenmissin ? dedi devam etti,
-bu Çisa, bu da Mariam, bu ancıl siz ne dersiz…ha melek… melekler…daha başka şeyler de söyledi ama Tevfik hiç birini duymadı. Çünkü O ne Hazreti İsa’yı, ne Meryem anamızı böyle düşünmüyordu. Melek dediği resimler birer maskara gibi görünüyordu gözüne. Göğüsleri açık, kıçlarında donları yoktu sanki…tövbe tövbe…meleği böyle görmek te günahtı üstelik.
Karşısında, caminin mimberi gibi yüksek bir yerde kapkara ve uzun dağınık sakallı bir papaz anlamadığı dilde bişeyler okuyordu. Bir başkası elinde salladığı bir kaptan etrafa tütsü veriyordu. En önde de küçük çocuklar saf tutmuşlardı. Tertemiz çocuklardı, kızlı erkekli, ilahi gibi bir şey okuyorlardı. Ne diyorlasa güzel şeyler söylüyorlardı. Tevfik ilk defa ferahladı, içi ısındı. Çocukları izlemeye doyamıyordu, cici çocukları. Miço,
-Tanrı Seni de Affeder…kaldir ellerini de “amen” de. Dedi, Tevfik’in aklı mı , beyni mi, kalbi mi bilemedi, bir şeyleri karışmıştı.

Miço’ya döndü,
-Kim bunlar, benimle Allah arasına niye girerler? ben kendi duamı, kendi niyazımı sunarım. O benim Allah’ım. Her şey ikimizin arasındadır, anladın mı Miço.
-anlamamisim ki ne dedin? Çisa Allah’in oğlu değil mi ki?
-değil tabi… Allah’ın oğlu olur mu? Allah ne babadır, ne de ana. O Allahtır. Doğmamıştır, doğrulmamıştır.
-sen yanlis bilmisin. Çısa’nin anasi Mariem, babasi Rab dir. Rahip Efendiler de onlarin temsilcileri, dünyadaki vekilleridir. Bizim günahlarımızi Rab adina bağişlar Rahip Efendiler.
-bak Miço, bizim günahlarımızı yalnız Allah bağışlar. Allah ile aramızda ne peygamber, ne papaz, ne de imamlar vardır.
-sen ne dersin Tevfik, ben Rab’ba nasil derim “beni bağisle” ben kimim, O kim?
-Şimdi düzelttin Miço. Ben O yüce Rabbin kuluyum. Sen de kulusun. O bizi yarattı ve dedi ki
” Ey kullarım ben size şah damarınızdan daha yakınım. Benden af dileyin, ben sizi bağışlayım” dedi. Bak araya ne papazı, ne rahibi yahut dervişi koyun, ne de peygamberi.
-öyle mi dedi ? sen bunu nerden bilirsi?
-Kuran-ı Kerim’den bilirim. Bizim kitabımızda, yani Kuranımızda böyle yazar. Mutlaka İncilde de boyle yazar, amma bunu size söylemezler. Söylerlerse otoriteleri sarsılır. Anladın mı Miço,
-pek anlamamisim…sen incili de mi bilirsin?
-ben İncili okumadım. Ama Allah Kuranı Hz Muhammed’e, İncili Hazreti İsa peygamberimize, Tevratı da Hazreti Musa peygamberimize indirdi. Biz bütün peygamberlere ve onlara inen bütün kitaplara inanırız. İndirdiği kitapların hepsinde de aynı şeyleri bildirdi. Çünkü hepsi onun, yani Allah’ın kitabıdır.
-a hah siz de hiristiyan olmussuz,
-biz Müslümanız Elhamdülillah. Hazreti Muhammet peygamber olduktan sonra diğer bütün dinler, kuran-ı Kerim indikten sonra da bütün kitaplar hükümsüz kalmıştır. Nasıl ki güneş doğunca ay ışıksız kalır, artık ayın hiç bir hükmü olmazsa, İslamiyet indikten sonra da diğer ilahi dinlerin de hiç bir hükmü kalmamıştır.
-ya biz hangi akla hizmet ederiz? Bizimkiler bunları bilmezler mi?
-bilirler tabi, bilmez olurlar mı? Ama ortada öyle rant, öyle otorite, öyle çıkarlar var ki bütün bunlardan vaz geçmek mümkün değildir. Ama sen vazgeçebilir, Hak din olan İslamiyeti seçenbilirsin.
-Tevfik aklımi karistirmissin, artik bu meseleyi konusmayelim heh?
-nasıl istersen Miço…Allah her yerde vardır ve O affedicidir. Kilise de bir ibadet yeridir. Ben burada da duamı yaparım.
İkisi de ellerini kaldırdı. Miço papazın okuduğu duaya “amen” dedi, Tevfik'te dudaklarından dökülen sure ve ayetleri okuyup "amin" dedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder