1 Aralık 2009 Salı

48.MARİNA - MARKOS

Bir Rumeli Devşirmesi olan Nasuh Paşa kimliğini merak etmiyordu.
Bir gün vezarette çalışan devlet ricalinden kimin hangi işlere baktığını sorup öğreniyordu ki Vezaret Kethüdası Recep Ağa;
“devşirme defterlerini muhafaza ederim “ demişti. Nasuh Paşa'nın aklına, o zaman kimliğini bulabilme fikri geldi. Bu fırsatı kullanmak için Kethüda Recep Ağa'yı makamına çağırdı,
-sen herkişinin nereden devşirildiğini bula bilir misün. Bu kadar becerün var mıdır?
-bulurum ,
-benim nereden devşirildiğimi bulabilürsen bul, bulamaz isen başına mukayyet ol, sözleri Kethüda'nın rengini uçurdu, sararattı, balmumuna dödürdü...Nasuh Paşa'nın gaddarlığını bilmeyen yoktu. Anında Bostancı Başını çağırır, verir, işini bitirirdi. Kethüda Recep Ağa, Vezaretten çıktı, hemen defterlerin başına geçti. Otuz, kırk yıllık defterlerde ne kadar "Nasuh" adı verilen devşirme varsa hepsini incelemiş, şansı varmış ki " Paşa" olan bir Nasuh çıkmış.
Kethüda bir kaç günde Nasuh Paşa'nın kimliğini bulmuş Veziri Azama,
-O tarihlerde ki devşirilerek "Nasuh" adı verilmiş olanların hepisini inceledim. Bunların hepisi acemi oğlanları mektebine gönderilmiş, Onlar yeniçeri olmuş. Nasuh adı verilen bir devşirme de Manisa'ya gönderilmiş, oradan Enderunu Hümayuna gitmiş, Enderunda "Paşa" olmuş. Bu Zât, Zâtı Âlilerinizdür. Gümülçüne'den devşirilmişsiz, Pederinüz Markos adında bir hıristiyan Arnavuttur. Rodopların dağ köylerinden bir yerden devşirilmişsiz. diye bir bir anlattı.
Nasuh Paşa’nın çoktan unuttuğu kırık dökük hatırasını canlandıracak
-Zâtı âlinizin bir karundâşınız dahî vardur. O da Bursa'ya gönderilmişdür. Adını Ahmet koymuşlar. O dahi Enderuna alınmıştur, encamı nice dür, bilinmez. yani sonra ne oldu, belli değildür. Diyerek, bir haber daha vermişti,

Nasuh Paşa Recep Ağa’ya Enderunu Hümayuna Manisa’dan geldiğini söylememişti. Recep Ağa
“-Manisa’dan gönderilmişsiz” diyince bilgilerin dogruluğu ortaya çıkmış oldu. Ancak kardeşi kafasını karıştırmıştı. Bursa’dan Enderun’a gönderilmiş, adı “Ahmet” olan, kimdi?... Kardeşinin kimliği üzerinde çok durmak istemedi, “Ahmet” adı hep canını sıkıyordu.
Nasıl bir ailesi vardı? Hangi hanede doğmuş, hangi iklimde yaşamıştı? Kim olduğunu, kimliğini, anasını, babasını, şahsı ile ilgili her şeyi merak etmeğe başlamıştı. Bu yüzlerce soru beyninde fırtınalar yaratıyordu. Bütün bunları öğrenmek için büyük bir arzu duyuyordu.
Sonunda atasına, pederine gitmeye karar verdi. Kardeşi hakkında verdiği bilgilerden pek hoşlanmamıştı. Bursa'dan Enderuna gelen bir Ahmet vardı, Mimar Ahmet Ağa...Fahriye Sultan ile ilgisinden dolayı peşine adam taktığı, Mimar Ahmet mi yoksa...Kafasında bir sürü önü sonu olmayan ihtimalleri düşündü, Belki de O öldürttüğü Mimar Ahmet Ağa kardeşi idi. Recep Ağa’nın verdiği kardeşi ile ilgili bilgiyi karışık bulmuştu, hatta beğenmemişti, üzerinde de durmak istemiyordu. Hem bir evden iki çocuk devşirilmemiştir diye kendisini teselli etmek istiyordu.
olan her kese kızıyordu.
-devşirilmeseydim, ben Osmanlı'nın keyfi için onun hizmetini görmek zorunda olmayacaktım. Ben köyümde kalıp kendi hizmetimi yapardım. Mütevazi bir hayatım olurdu, anamla babamla, karundaşım ile yaşar giderdim.

Tebdili kıyafet giyinip, yanına da yeterince devlet ricali, yani resmi adamlar, bir kaç yedek at alarak, doğduğu köye,. Gümülçine'ye hareket ettiler. Gümülçine'nin kuzeyine, Rodop dağlarının Tisinga vadisine yöneldiler. Sarp dağların sık ormanları arasından geçtiler. Yorucu bir yolculuktan sonra yolu izi olmayan orman köylerinden Firyus köyünü buldular. Nasuh Paşa köyün girişinde bekledi, Kendisi de Arnavut olan Kethüda Recep Ağa’yı köye göndredi. Kethüda Markos'un evini bulmuş, kendisi ile görüşmek istediğini söylemiş. Markos korkmuş, bu Osmanlı devlet adamından çekinmiş, dışarı çıkmamış, karısı Marina'yı göndermiş, "bak ne ister" diye. Marina çıkmış, kapıda bekleyen Kethüda'ya,
-bizden ne istersin, kapımızda ne ararsın? diye sormuş.
Taranmamış, karışık, kısa kırçıl saçları ve güneşin, havanın kavurduğu kavruk ablak çehresi, çenesinin iki yanından sarkan derileri, geniş omuzlları ile erkek mi kadın mı olduğu anlaşılmıyordu. Derin ve sert çizgili yüz hatları sert ve acımasız, Nasuh Paşa gibi duruyordu. Beline bağladığı önlükten Nasuh Paşan’nın anası olduğunu tahmin etmek mümkündü. -Sen Markos'un zevcesi misin? Markos ta gelsin ikize birden diyeceklerim vardur, demiş. Marina Markosu çağırmış, Markos ta gelmişti. Karısından daha yumuşak, daha kibar, iri, kemikli, belli edecek kadar kamburu çıkmış ama dinç bir erkekti. İkisine birden Kethüda,
-Devlete devşirme yazdırdınız mı diye sormuş. Marina,
-iki oğlumu da yazdırdım. Karlos ile Terikos. Onlar şimdi devletin hizmetinde asker olmuşlardır. Neye sorarsın?
-senin oğlun "paşa" olmuştur. Devletin en yüksek makamında vezirdir. Bana Kethüda Recep derler beni, sizi bulmam için yolladı. Adı Nasuh Paşadır. Aha bu keseyi de size yolladı, cep haşlığı edersiz deyip, içi altın dolu keseyi verdi. Madam Marina,
-biz parayı neyleyelim oğul, al sen bunu geri götür. Sen var oğluma de ki, benim paşa oğlum gelsin, ben heç paşa görmedim, "paşa" nasıl olurmuş bir görem, boynuna sarılam, yanaklarını öpeim. Biz heç paşa görmedik.
-sen gene de bunları al yanınızda bulunsun. Oğluna söylerim o da gelir, ellerinizi öper. diyip, keseyi geri vermiş, oradan ayrılmıştı.
Nasuh Paşa Kethüda gelir gelmez geri döndü ve Kethüda'ya nice olmuştur onlaru buldun mu, anlat,
-Pederiniz Markos ve valideniz Marina'yı buldum, onlarla konuştum. senin paşa olduğunu ve bir kese altın yolladığını söyledim, keseyi verdim. Madam Marina, keseyi geru verdi. "ben parayı neyleyim, oğlumu isterim. Heç paşa görmedim, söyle gelsin de paşa oğlumu görem, boynuna sarulam" dedi. Ben keseyi tekrar verip, dediklerinizi paşama anlatacağım dedim, döndüm geldim.

Nasuh Paşa Kethüda'nın anlattıklarını dinlerken gözünden damlayan bir çift göz yaşına mani olamamış, onları elinin tersi ile düşmeden önlemişti. Madam Marina'nın ne kadar sert, gaddar, yiğit bir dağ kadını olduğunu bilirdi. Markos'a talim ettirirdi her şeyi. Nasuh'a da az dayak atmamıştı. Ama Nasuh onları hep unutmuş, Onların dünyalarını bozmamak için karşılarına çıkmamıştı.

Aradan beş altı yıl geçmişti. Markos'un karısı Madam Marina ölmüştü. Markos dağ başında yalnız ve kimsesiz kalmış, ne cebinde ki bir kese dolusu altına, ne de mala mülke muhtaç değildi, Onun bir cana, bir dosta ihtiyacı vardı. O nedenle atına atlamış Gümülçine'ye inmiş bir hana yerleşmişti. Amacı Dersaadet'e varacak Nasuh Paşa'yı bulacak, Onunla beraber oturacak, Onun yanında yaşayacaktı. Handa Dersaadet'e gidecek bir ticaret kervanı olduğunu söylemişlerdi. Kervan da bu handa mola veriyordu. O kervanla gidebilirdi. Markos ta o kervanı beklemeye başladı. Hancı
-seni kervana veririz onunla gidersin demişti


Refik Ağa’nın kervanı hana gelmişti. Hancı, Refik Ağa'ya bir haftadır onları bekleyen bir ihtiyar olduğunu, Dersaadete gitmek istediğini söyledi. Refik Ağa adamı çağırdı, adam türkçe bilmediği için hancı yardım etti.
-sen dersaadete mi gitmek istersin?
-evet
-nerelisin
-Gümülçine’nin köyünden
-Dersaadette kime gideceksin
-Nasuh Paşa'ya
-Nasuh Paşa mı, sen onu tanır mısın?
-O benim oğlumdur...Herkesi hayrete düşüren bu cevap, Refik'i hiç şaşırtmamıştı. Çünkü O da Balkanların başka bir yerinden gelmiş, bu yaşa kadar anasından babasından uzak ve habersiz yaşamıştı. Demek ki Nasuh da kimliğini soruşturmuş, aramış, bulmuş.
Refik Ağa ihtiyar'a oğlunun asıldığını söyleyemedi de,
-bakasın baba, sen Dersaadete gitme, orası çok böyük bir şeher. Sen oğlunu bulamazsın, han köşelerinde perişan olursun. Köyüne git Ondan haber bekle. Belki gene seni arar bulur, diyerek gitmekten vaz geçirmek istedi.
-O Vezir miş oğul, nasıl bulamam...kaç vezir var o memlekette? Onu bulamazsam orada Recep Ağa var, Ona gidecem. Bana öyle demişti.
-tamam, biz seni Dersaadet'e götürürüz. İnşa Allah sen de aradığın bulursun...

Kervan İstanbul'a gelmişti. İhtiyar Arnavut herkese Nasuh Paşa'yı soruyordu ancak ne Onunla ilgilenen vardı, ne de Onun adresini bilen, kimse dönüp bakmıyordu.
Refik Ağa İhtiyarı saraya götürmesi için bir mihmandar tutmuş ve ihtiyara,
-baba, eğer oğlunu bulamaz, işlerin ters giderse, kimseden de bir yardım görmezsen aha buraya gel, beni bul. Ben Refik Ağa’yım, demişti
İhtiyar saraya gitmiş, içeri girmişti. Oğlu Nasuh Paşa’yı bulamamıştı. Recep Ağa’ya gitti. Onun vezirlikten azledilip, asıldığını söylemişti.

Gümülçineli ihtiyar Arnavut yıkılmıştı. Topkapıda ki ambarlara geldi, Refik Ağa’yı aradı, göremedi. Ertesi gün gene geldi, üç gündür sabah gelip akşam hana dönüyordu. Refik Ağa, ambarın duvarına sırtını dayamış, elleri böğründe zavallı, garip ve kimsesiz bekliyen ihtiyarı gördü. Acıdı. İlk gördüğü zaman fark etmemiş miydi, yoksa, yeni mi oluşmuştu, ihtiyar Arnavutu görmüştü, epey kambur duruyordu. Soğuktan büzüşmüştü. Oğlunu bulamadığı belliydi. Bulması mümkün değildi. Çünkü oğlu Nasuh Paşa asılmıştı. Yanına gitti,
-hey baba, nasılsın?... İhtiyar biraz tereddütten sonra tanımış, Refik Ağa çok az Arnavutça biliyordu. Osmanlıda hemen hemen her dil konuşulurdu.
-oğul seni beklerim. Bana bir çare dersin her halde. Ben şimdi ne ederim, şaşırdım kaldım?
-oğluzu bulamadız mı?
-Onu asmışlar. Kaç gündür ağlamaktan gözlerim kurudu. Ben de perişan oldum. Şimdi ne olucak benim halim. Sen handa kalırsın değil mi?
-he ya handa kalırım.
-orada rahat mısın? paran var mı? yoksa sana para vereyim, her şeyine yardımcı olurum, çekinme de bana.
-han eyidir. yemek te verirler. param da var. Hem yürüyor, hem konuşuyorlardı.
-bir adam var derdin, onu da bulamadın mı?
-Recep Ağa, Recep Ağa orada. Ona vardım. O dedi Nasuh oğlumun asıldığını. Refik ‘in yüzüne dik dilk bakıp, bak oğul, bir şey daha dedi bana,
-ne dedi, baba söyle bakalım ne demiş.
-ben Osmanlı ordusuna iki oğul verdim. Biri korkis'ti. Onun adı Nasuh olmuş, Paşa olmuş, vezir olmuş, sonra da asmışlar. Öteki oğlum, küçük oğlum Terkis, Recep Ağa deftere bakmış Onu da Burassa'mı ne, Burya mı ne oraya yollamışlar.
-o ne olmuş?
-o mu, asker olmamış her hal...nereden bilem? İşte bunu demek istedim ki, senden bir ricada bulunmak isterim ki. Beni Burassı'na götür. Ne kadar altın istersen verem. Ben buraları bilemem...olur mu?
-baba senin oğullarını bulmak kolay olsa hemen yardımcı olurduk, amam bu iş çok zor. sen Bursa demek istersin. İhtiyar hatırlamıştı, başıyla tasdik etmiş, inci gibi eksiksiz dişleri görükecek kadar da tebessüm etmişti. Refik Ağa, hayret etmiş, biraz da Vezaret Kethüdasının Defter muhafızını merak ettiği için ,
-Recep Ağa nerededir, yarın gidip Onu görelim. O defterde ne yazar, bana okusun, ondan sonra gider öteki oğlunu ararız. Amma bu sistemde kimesneyi bulmak mümkinatı yoktur.

Ertesi gün İhtiyar Arnavut biraz daha dikleşmiş olarak Refikt Ağa'nın yanında Recep Ağa'nın makamına yönelmişlerdi. Recep Ağa Nasuh paşa dan alamadığı hıncını, babasından almıştı. Hem yüzüne karşı oğlunun asıldığını keyfle anlatmış, hem de öteki oğlunun Bursa'ya gönderildiğini, böylece ağzına bir parmak bal çalmış olup, bunun tadı ile yetindirmek istemişti.
Markos ve Refik Ağa, Vezaret Makamına gittiler. Recep Ağa ile görüşmek için içeriye haber saldılar. Recep Ağa İhtiyar Markos'un yanında Refik Ağa ile gelmiş olmasından hoşanmadı, içeri almadı, görüşmek için izin ruhsat vermedi. Refik Ağa kapıyı çalıp, içeri girdi. Recep Ağa buna çok kızmıştı,
-sen kimesnesün de bizi vazife başında meşgul edersiz,
-haşa Ağam, öyle bir niyetimiz yoktur. Ben yanımda ki Nasuh Paşa'nın babası piri fani bir ademe yardım etmek içün buraya geldim.
-benden ne yardım istersün?
-Nasuh Paşa'nın bir karundaşunun daha devşirildiğinü ve onu Bursa'ya gönderdiklerini demişsiz. Bu ne demektür. Sen bunu nereden bilirsin?
-Siz bu işin peşinü bırakun , o ademi dahi ko getsün köyüne, diyerek başından savmak istemişti.
-yani Bursa ile ilgili bir olay yok mudur.
-vardur. İhtiyarın bir oğlu Bursa'da bir namlı kişiye verilmişdür. Amma adı nedir, oradan nereye getmişdür, şimdilerde yaşar mı, ölmüş mü? kimesne bilemez...sen dahi bunun peşini bırakasun vesselem.
Refik Ağa,
-Bursa’ya gönderilen çocuk asker olmamış her hal, doğru mudur?
-doğrudur… Refik Ağa teşekkür edip, odadan çıkmış, dört gözle kendisini bekleyen ihtiyarı alıp, dışarı çıkmışlar.

Refik Ağa bu hıristiyan Arnavuta karşı korumacı tavrının salt yardım amaçlı olmadığı hissi duyuyordu. Aralarında duygusal bir yakınlık mı vardı? Bu iki yabancı sanki bir birlerini tanıyor gibiydiler. Refik Ağa, Gümülçineli bir hıristiyan Arnavut'a niye bu kadar ilgi duyduğunu düşünüp duruyordu. Kendisi ile özdeşmeyecek bir sürü sebep vardı. En başında Nasuh'un babası oluşuydu.

Markos'un Bursa'ya gitmeleri için israrına karşı, Onu üzmeden Bursa'ya gitmenin gereksizliğini anlatmaya çalıştı
-bakasın Markos Efendi, Bursa taaa nire hadi kalktık Bursa'ya gittik. Orada kime ne sorarız? Kim senin Terslik oğlunu tanır,
-Terkis, adı Terkis'tir
-Her neyse Terks olsun, kaç yaşında devşirme yazdırmıştın?
-beş - altı yaşındaydı.
-Beş yaşındaki çocuk şimdi oldu otuz yaşında, otuz beş yaşında. Görsen tanımazsın, kime verilmiş, hangi namlı bir kişiye verilmiş, orada ne olmuş, her bir şey muğlak, müphem ve karanlık. Sen beni dinle, Bursa'ya gitmekten vaz geç. Seni arabaya bindirip Gümülçine ye götürelim. Hadi nere kalırsın, o kaldığın hana gidip dinlen, demiş. Ancak Markos'u yerinden kaldıramamıştı.
-bak evlat, benim karım öldü. Ben tek başına kaldım. Yalnız yaşanmıyor, yalnız kalmaktan korkarım. Onun içün buraya geldim. Sen gitmezsen ben yalnız giderim Bursa'ya. Orada oğlumu ararım.
-Markos Efendi, sen oğlunu nasıl bulacaksın. Daha adını bile bilmiyorsun, Bursa da Terkos biri yoktur.
-ben Terkos demedim ki,
-Onun adı Terkis..İkisi de sustu, biraz daha oturdular.
Refik Ağa İhtiyarı Hana göndermiş. Birkaç gün sonra yanına bir adamını katıp, Bursa’ya giden bir araba ile Bursa’ya göndermişti. Markos’a,
-Bursa da Şehremini diye biri vardır, get ol ademe Recep Paşa’nın dediklerini anlat, böyle birini tanıyıp tanımadığını sor. Ya bulursun ya bulamazsın. Dön gel, ben buradayım ve dahi seni yalnız bırakmayacam, demiş.

Bursa’da Şehremini Ali Rıza Paşa’ya varmış, Nasuh Paşa’nın babası olduğunu ve Recep Ağa’nın dediklerini anlatmış,
–ikinci oğlumu ararım. Sen neler bilirsin diye sormuş.
Ali Rıza Paşa İhtiyar’ın anlattıklarını dikkatle dinlemiş, kendisi ile bağlantı kurmaya çalışmıştı. Fakat o kadar çok bilinmezlik vardı ki bir yere varması mümkün değildi. Ali Rıza Paşa’nın Enderunu Hümayuna gelmeden önceki hayatı Bursa da geçmişti, ama asıl ana ve babasının nereli olduğunu bilmiyordu. Aklına Mimar Ahmet Ağa gelmişti. Ahmet’in nereden devşirildiğini bilmiyordu ama Bursa da hatırlı bir devlet ricaline verilen devşirme olduğunu biliyordu. İhtiyar Markos’a,
-Mimar Ahmet Ağa diye bir dostum mevcuttur. Ahmet’i Bursa Defterdarı İbrahim Ağa evlatlık edinmiş. Aha şo adreste ikamet ider. Var get Onu bul, konuş, bir şey çıkar mı çıkmaz mı bilemem, demiş, İbrahim Ağa’ya göndermişti.

Markos İbrahim Ağa’ya gidip, oğlunun kimliğini araştırdığını söylemiş. İbrahim Ağa, bir gün birinin çıkıp “senin oğlun Ahmet’in asıl babası benim” diyeceğini hiç aklından geçirmemişti. Nasıl geçirsin ki, Gümülçine nere, Bursa nere, nasıl gelecek, nasıl bulacaktı onları? İbrahim Ağa Bursa da defterdarlıktan emekli olmuş, yaşlanmış, kalan ömrünü Allah’a ibadetle geçiriyordu.

Ancak hayatın bazı gerçekler vardır, o gerçekler hiç değişmez, bozulmaz ve yok olmaz. İşte bu olay da hayatın değişmeyen bir gerçeği idi.

İbrahim Ağa Markos’a oğlu Ahmet’in Gümülçine’den devşirildiğini söyledi. Devşirilme zamanı ve yaşı da tutuyordu,
-her halü kârda benim evlatlığım olan Ahmet’in asıl babası sensin. Ahmet, Dersaadet’te Sultan Ahmet Camii şerifinin mimarı idi. Var get İstanbul’a Mimar Ahmet Ağa’yı bul ve onunla konuş derim. Başkaca bildiğim, tanıdığım kimse yoktur.

Bu bilgileri öğrenen Markos, büyük bir sevinçle Refik’e gelmiş, Mimar Ahmet Ağa’yı sormuştu.
Kaderin cilvesine bakın ki Refik’in yoluna gene Ahmet çıkmıştı. Refik Kervansarayda Ahmet’i kıstırıp öldürmeye çalışmıştı. Nasuh Paşa’nın şerrinden kaçarken, Mimar Ahmet’in Sultan Ahmet Camiinde ki şantiye odasına sığınmıştı. Zindana koyulup, idamı beklenirken, Ahmet Ağa’nın kayın pederi Hüsrev Paşa sayesinde affa uğramıştı. Refik Ağa sonunda Mimar Ahmet Ağa’nın yıllardır uğrunda her şeyini feda ettiği Fahriye Sultan ile evlenme noktasına gelmişti. Refik Ahmet Ağa’nın belasıydı. Onlar ne kadar uzak durmaya çalışsalar, kader onları hep kesiştiriyor, bir türlü ayrılmalarına izin vermiyordu.

Mimar Ahmet Ağa her konumda Refik’e yardım etmiş, Ona iyiliği dokunmuştu, ta ki Fahriye Sultan ile izdivaç noktasına gelene kadar. Ahmet Fahriye Sultan’ı asla kaybedemezdi. Refik Ağa’ya tavrını koydu, tabir caiz se Fahriye’yi Refik’in elinden aldı.
Şimdi Refik, Ahmet Ağa’ya asıl kimliğini, karşısında duran öz babasını verecek miydi?

Birkaç gün sonra Tevfik Usta Refik Ağa’nın yanına geldi. Refik Ağa,
-sıkı dur sana çok muhkem bir haberim var.
-hadi ne durursun de bakalım neymiş ?
-Ahmet Ağa’nın atası…yani pederi burada
-atası mı…Nereden geldi?
-Gümülçine den geldi, bir ihtiyar, Hıristiyan Arnavut.
-Ahmet Ağa’ya nasıl ulaştı?
-ben yardım ettim. Bir hafta var uğraş verdük. Ahmet Ağa’nın Ağası, karındaşı da Nasuh Paşa çıktı. Demem o ki Ahmet Ağa’ya bildirsek mi ?
-deme yav…şu dediklerin ademi şaşkına çevirir, Refik Ağam. Demek sen yardım ettin. Eline sağlık, eyi etmişin. Ahmet Ağa’mın da atasını babasını bilme hakkı var, tabi deyeceksiz. Kim olursa olsun, memnun olur eminim.
-Ahmet’in bu kimlikten Nasuh gibi lanet bir karındaş kazanmış olmaktan başkaca bir kârı olmayacaktı.
Refik Ağa, gözlerini kısmış, en uzak noktaya dikmiş, kafasındaki soruların cevabını okuyormuş gibi bakarken,
-Nasuh Paşa Ahmet Ağa’yı neden öldürtmek istedi? Acep karundaşı olduğunu bilir miydi? Aralarında nasıl bir hesap vardı ki ölümle ödeyecekti. Bu hesabı bilmem gerek.
-neden içün bilesiz Refik Ağam? İki kişinin arasındaki hesaptan size ne ki?
-o hesab ı bana gördüreceklerdi, onun içün öğrenmeye hakkum vardur.Tevfik karundaşum, yarın ki gün Ahmet Ağa’yı kap getir, her şeyi konuşalum, bağlaşalum..

Ertesi günTevfik Usta, Mimar Ahmet Ağa ile Refik Ağa’nın çalışma odasına gelmişlerdi. Refik Ağa da Arnavut Markos’u almış gelmişti. Tevfik Usta Ahmet Ağa’ya her hangi bir açıklama yapmamış olduğu için, Ahmet Ağa Fahriye Sultan ile ilgi li bir takım şeyler konuşulacağını tahmin ediyor, yüzü gülmüyor, canı sıkılıyordu. Odada bulunan ihtiyarın bir Tevfik Ustaya, bir kendisine bakıp, gözlerini kendisine dikip uzun uzun süzmesinden de rahatsız oluyordu. Lafa Refik Ağa girdi,
-bilir misiz Ahmet Ağa, bu yanımda duran ihtiyar Arnavut Markos Efendi kimdir?
Ahmet Ağa
-…….. konuşmak istemediği için,sadece omuzlarını indirip kaldırmıştı.
-Markos Efendi senin pederin dir. Odada sinek uçsa duyulacak kadar sessizlik olmuş, Ahmet Ağa donmuş, Makrosun gözlerinden akan yaşlar, tamamı beyazlamış sakalını ıslatıyordu. Ahmet Ağa şaşkın şaşkın bir Markosa, bir Refik’e bakmış,
Refik Ağa,
-duymadın her hal…Markos Efendi senin asıl atandır.
-sen nereden bilirsin benim atam olduğunu?
-bir haftadan ziyade oldu araştırır. Ben den de yardım istedi, ben de ulaşa bildiğim kadar yardımda bulundum,diyip, Makros’un başına gelenleri, vezaret kethüdası Recep Ağa’yı, Bursa’yı, Mimar Ahmet’in babası İbrahim Ağa’yı her şeyi anlattı. İşte böylece sonunda sana ulaştı. aklını oynatacak bir habarım daha vardur, onu da deyim mi
-bundan daha müthiş habar ne ola ki,
-Nasuh Paşa
-Nasuh Paşa’nın alemi ne? O asıldı, öldü gitti.
-Nasuh Paşa’nın cismi öldü amma, senin karındaşın olarak ruhu hep yaşayacak bilir misin?. O İhtiyar Makrosun büyük oğludur, bilir misin?…yani senin de karundaşındur artuk böyle bilesin…
Ahmet dağılmıştı, dayanma sınırını zorluyordu. Kendisi ile ilgili öğrendiği bu bilgiler eğer doğru ise kahredeceği çok şey vardı. Otuz senedir kimseden habersiz, sahte kimliklerle yaşamış olmasından korktu…Bu ihtiyar Arnavut nereden öğrenmişti bu kadar sırrı, bütün bunlar ne derece doğruydu? Yoksa Refik’in Fahriye Sultana sahip olmak için tezgahladığı bir oyun, bir düzen miydi… İyice sıkılmıştı.
Markos’a,
-Markos Efendi, gel seni götüreyim, her şeyi yeni baştan uzun uzun konuşuruk, diyip, Markosu alıp, Refik’ten de izin isteyip, birlikte kalkıp çıkıp, gimek istedi.
Refik Ağa,
-bir mevzuyu açığa kavuşturmanı isterim, şayat bir mahzuru yoksa,
-hangi mevzu,
-Nasuh Paşa ile olan hesabızı
-seni niye alakadar eder o mevzu
-çünkü Nasuh Paşa o hesabı bana gördürmek istemişti, bunun için öğrenmeğe hakkım var diye düşünürüm.
-sen o hesabı Nasuh Paşa’dan öğrenirsin. Benim ile bir hesabın varsa hadi hesaplaşak, gayri ise bana eyvallah diyip, Markosu yanına alıp çıktı gittiler.

Ahmet Fahriye Sultan’na kavuşmasının şokunu henüz atlatmamıştı. Ki Sekban Refik Markos’la tanıştırdı. Markos Ahmet’in atasıymış.
Aldı konağa geldi.
Fahriye Sultan selamlıkta Ahmet’in yanında oturan ihtiyarı tanıyamadı.
Ahmet tanıttı,
-Markos Efendi. Gümülçineli Arnavut bir Hıristiyan. Benim atam, ger,çek pederim imiş. Gümülçine’den gelmiş, günlerdir bizi ararmış. Sekban Refik yardım etmiş. Sonunda bana ulaşmışlar.
Fahriye hayretler içerisinde kalmıştı, açık kalan ağzı görünmesin diye eliyle kapatıyordu.
-aman Allahım…bu nasıl olur? Sen bu Efendiyi yeni mi öğrendin, daha önce bilmez miydin atan olduğunu?
-ben nereden bilirim ki? Gümülçine nere, Dersaadet nere…otuz yıl sonra biri çıkıyor, ben senin “babanım” diyor.
Ben bir devşirmeyim, bunu bilirim. Ancak ben kendimi devletin çocuğu kabul etmişim. Bize böyle öğütlemişlerdi. Daha sonra “devlet baba” beni İbrahim Ağa’ya verdi. Benim atam, ağam onlar oldular. Kaldı ki kim olursa olsun, önenli olan “ben” olmam, benim şahsım, kişiliğimdir. Bencileyin falanın veya filanın çocuğu olmanın çok ta önemi yoktur.
Hanedanlık soyundan gelenler hariçtür tabii... Onları diğer insanlar gibi, yani bizim gibi düşünemezik..
Sultanım seni şaşırtacak bir haber daha vereyim,
-Nasuh Paşa benim karundaşındur.
-nasıl, niçün, kimdemiş?
-Markos Efendi demiş.
Fahriye Sultan
-Markos Efendi nereden öğrenmiş şimdi anlarız, demiş. Bahçe işlerini gören Arnavut uşağı çağırmış, Markos’u konuşturmuşlar.
-Nasuh Paşa’nın Gümülçine’ye Markos’un köyüne gittiğini, bunları bulduğunu. Bir kese altın bırakıp geri döndüğünü. Markos Efendi’nin karısının, yani Ahmet’in
anasının öldüğünü, buna çok üzüldüğünü anlatmış. Köyude yalnız yaşıyamamış ve çocuklarını bulmak için Dersaadete gelmiş. Nasuh Paşa’nın asıldığını öğrenmiş. Vezaret makamında bir katip, adı Recep Ağa, Ahmet’ten bahsetmiş Bursa’dan bulursun demiş. O da Bursa Şehremininden İbrahim Ağa’ya ulaşmış, oradan Refik Ağaya, oradan da zâtı âlinize ulaşmış. diye tercüme etti uşak..
Ahmet Markos’un elini öptü başına koydu, Markos’ta yaşlı gözlerle Onu bağrına bastı. Markos’un iri vücudu, günlerdir düşünmekten ve aranmaktan yorgun düşmüştü.. Karnı da açtı. Dudakları kurumuş, gözlerinin feri kaçmıştı. Fahriye Sultan yemek hazırlatmış, mükellef bir ziyafet çekmiş. Markos Efendi memnun ve mutlu olmuştu. Kendini külçe gibi yumuşak divana bıraktı. Anında öyle derin bir uykuya dalmıştı ki, uyandırmakta zorlanınca bir an öldü sandılar. Sonunda üstünü örtüp, oracaıkta uyuttular.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder