1 Aralık 2009 Salı

30.PAŞA KONAĞI

Hüsrev Paşa konağında verdiği ziyafetten epey sonra, Hafız Ahmet Paşa’ya cami inşaatını ve Mimar Ahmet Ağa’yı açtı. Ahmet’i öğdü. Hafız Ahmet Paşa’nın Mimar Ahmet’e alan yakınlığına sığınarak, biraz da haya ederek,
-ne dersüz Paşam, bizim kerimeyi bu Mimar Ahmet oğlumuz'a destü nikah eylesek yeri midür?
Hafız Ahmet Paşa böyle bir teklifi beklemiyordu. Ama bu teklifi duymaya da hazır değildi. Hafız Ahmet Paşa, Hüsrev Paşa’yı da sever, Mimar Ahmet’i de, böyle bir izdivaçtan da memnun olurdu. Ne var ki Ahmet’in Fahriye ile olan ilişkisini ve bu yüzden ne Ahmet’in, ne de Fahriye’nin rahat yüzü görmediğini, sarayın bile bu işi atlatmak içi ne denli baskılar yaptığını biliyordu. Her seferinde de Ahmet’e kendisi sahip çıkıyordu.
-bakasuz Hüsrev Paşa. Bence de münasiptür. Amma bir manisü vardur sanırum,
-ne manisü vardur Paşam?
-Ahmet oğlum sevdalıdur…hanedanluktan bir kerime ile adu çıkmışdur.
-Benüm dahi duymuşluğum vardur, lakin o kerime evlenüp gitmişdür.
Hafız Ahmet Paşa’nın da aklına yatmıştı.
-bu mevzuyu Ahmet Ağa ile siz konuşsaz münasip olur mu ?
-ola bilür, dedi, ertesi günü inşaata gitti. Ahmet’in odasında oturdular, kahveler söylendi, hiç evirip, çevirmeden lafa girdi.
- Ahmet oğlum, evel Allah senin büyüğün sayılurum. Her bakımdan seni düşünürüm. Bakasun bu yaşa geldin, münasip bir kerime ile izdivacın gerekir. Bu vazife de bize uygundur deyu düşünürüm. Biz ce Hüsrev Paşa‘mızın kerimesi münasiptür, ne dersün?
Hiç aklından bile geçmeyen, bu kadar hengamenin içinde evlenmek te nereden çıktı, der gibi Paşa ‘ya baktı,
Hafız Ahmet Paşa devam etti,
-sen “he” de ben dünürcü olur, alur getiririm.
-Paşam sana hürmetim sonsuzdur. Ben sana “hayır” diyemem. Amma şurada bir yük yüklendük, omzlarumda onun ağırlığını taşıruk. Bu izdivaç işini biraz tehir edelim derim.
Paşa ipin ucunu bırakmıyor,
-Dünya işi bitmez evlat. Hayat biter de insanın gene de geride bitüremediğü işleri kalır. Bilirsün Hüsrev Paşa sana çok değer verür. Bu hayırlı işi uzatmasak eyüdür. Ahmet kaçamadı, sığınacak bir liman, tutunacak bir dal bulamadı, Hafız Ahmet Paşa’ya

-“HAYIR” diyemedi,

-Nasıl bilirsez öyle idesiz Paşam, dedi. Fahriye Sultan’dan utanırcasına, Suçlu gibi, Ahmet Fahriye Sultan’dan başkası ile evlenebilir miydi, bu mümküm nüydü? Amma Fahriye ölmüştü. Ölenle ölünmüyor ki…gene de bu işe hiç aklı ermiyordu. Bunu eşyanın tabiatına aykırı buluyordu, nehirlerin tersine akışı gibi bir şeydi…kaçamadı işte, daha başka neler konuştular hiç birini hatırlamadı,
-Paşam, biraz daha işlerü toparlamam içün zamana ihtiyacum vardur.
Hafız Ahmet Paşa cevabını almıştı, kalktı gitmişti. Ahmet’in üzerne tonlarca ağırlık çökmüş, yaptığı inşaat üzerine yıkılmış gibi odasında kala kalmıştıj.
Kime niyet kime kısmet. Biz Fahriye Sultan'ın derdiyle hemhal olurken, karşımıza Hüsrev Paşa'mızın kerimesi çıktı. Böyle mi yazılmış anlımıza, böyle mi okunacak bu yazı, böyle mi yaşanacak bu kader?? Mevlam, sen her şeyi bilirsin. Her bir şeyi sen yaratırsın...ne edersen güzel edersin...bizim içün gözel olanı yarat Melam, diyerek rahatlamaya çalıştı.
Ertesi gün Bursa'ya gidip annesine, Nurhan'ı, babasına da Hüsrev Paşa'yı anlattı. Düğün dernek ne olacaksa gelin İstanbula konuşup edin, dedi, sonra döndü İstanbul'a.
Hafız Ahmet Paşa, Ahmet'in babası ve annesi ile birlikteHüsrev Paşa’ya dünürcü gitmiş, Paşa’nın kızı Yıldızhan Hatun’u Mimar Ahmet Ağa’ya istemişler, söz kesilmiş, küçük bir cemiyet kurmuş, kınalar yakılıp, nikahlar kıyılmış, Mimar Ahmet Ağa evlenmiş. Ahmet’e gelin gelmemiş, Ahmet güveği gitmiş, Hüsrev Paşa’nın konağına yerleşmişti.
İş güvesinden biraz halliceydi, yani kendisine bir ev yapana kadar, konakta beraberce kalma izni verilmişti.
Ahmet evlilik işine bir türlü alışamıyordu. Çünkü O, ne Fahriye Sultan’ı gönlünden çıkarabilmiş, ne de işlerini toparlayıp, evlilik havasına girebilmişti. Sadece ikamet ettiği yer değişmişti. Genellikle O, gece geç vakte kadar çalıştığı için, çoğu kere gene inşaatteki odasında sabahlıyordu. Evi ve karısı hiç aklına gelmiyordu.
O çoğu kere gene Fahriye’yi düşünüyordu. Bazen kendi kendin “ben evli bir ademim, üstelik Fahriye öldü.” diyerek inandırmaya çalışıyordu. Daha gerdeğe bile girmemişti, nikahlısı Yıldızhan her gece Onu bekliyordu
Yıldızhan , dalında olgunlaşmış bir meyve gibi hasad edilmeğe hazır bekliyordu. Hüsrev Paşa işin farkındaydı. Türkan Hatun kendini yiyip bitiriyordu. Ellerinden de bir şey gelmiyordu. Bu nedenle de kimseye dert yanamıyor, kimseden bir yardım isteyemiyorlardı. Bir akşam üstü Hüsrev Paşa Cami inmşaatına uğradı. Mimar Ahmet Ağa, Paşa’yı karşısında görünce aklına kayın pederi olduğu geldi. Bir an nasıl davranacağını şaşırdı. Olgun ve sevecen Hüsrev Paşa,
-hadi evlat evdekileri bekletmeyelim, atla arabaya da beraber gidelim, dedi.
Ahmet’i iş elbiselerini bile değiştirmeden arabaya bindirip, beraberce eve gittiler.Günlerdir evin kasvetli havası birden değişti. Herkes neşelenmiş, akşam yemeği ziyafete dönmüştü. Herkes Ahmet’in hal ve hatırını soruyor, O kısa ve kestirme cevaplarla geçiştiriyordu.
Ahmet Yıldızhan’ı sevmiyor muydu, Onu kendisine bir yük, bir kambur gibi mi görüyordu? Yoksa hayatına zorla sokulan paslı birkama gibi mi hissediyordu. Ara sıra gözünün ucuyla Yıldızan’a bakıyor, Onu sevimli buluyor, canlı, neşeli, cana yakın cici bir kız olarak görüyordu. Fakat hiç zevcesi gibi hissetmiyordu. Bu nedenle de Ona acıyordu. Kendinde cesaret bulabilse “benden sana koca olmaz” diyip, beklentilerini dindirecekti. Ama yapamıyordu, o cesareti kendinde bulamıyordu. Belki ilerde düzelir diye de bir ümidi vardı. Hüsrev Paşa’yı, Türkan Hatunu, hatta baldızı Nurhan’ı bile üzdüğünün farkındaydı, içinden gelmediği, gönlü razı olmadığı halde bu güzel insanların üzülmelerine de mani olamıyor, kendini suçluyordu. Biliyordu ki; gönlünden ve kafasından Fahriye’yi çıkarmadan ne bir başka hatunla izdivaç edebilir, ne mutlu olabilir, ne de başkasını mutlu edebilirdi. Yemekler yenmiş, yatsı namazı kılınmış, odalarına çekilmişlerdi
Yıldızhan’ın içinden gelerek kocasının soyunmasına yardım etmek isteğini Ahmet her seferinde geri çeviriyor, biraz utanıyor, biraz buna kendini layık görmüyor, Onun gururunun kırılmasına gönlü razı olmuyordu.. Ne ceketini çıkarmasına, ne işliğinin düğmelerini çözmesine, ne de ayaklarının yıkanmasına yardım ettirmedi. Her seferinde
- nezaketine teşekkür ederim. Dedi. Geri çevirdi.
Yatakta da Ahmet olgun ve ağır bir erkek, Yıldızhan biraz hafif meşreb, sevecen hatta şehvetli bir genç kızdı.
Ahmet soyunup yattı. Olgun erkek vücudu Yıldızhan’ın isteğini kabartıyordu. Yıldızhan İpek geceliğinin altından diri göğüsleri ve düzgün vucut hatları meydana çıkmıştı. Sırtını dönüp yatan Ahmet’e sarıldı. Boynunu öpmye çalışırken burnundan soluyordu. Bir körük gibi alıp verdiği sıcak nefesi Ahmet’i yakıyordu. Yüzüne dökülen anber kokulu saçları, arap atına inen kırbaç gibi tahrik ediyor, vücudunu saran kolları Ahmet’i kelpeten gibi sıkıyordu.
Hiçbir erkeğin karşı koyamayacağı bu cazibeden Ahmet; kaşlarını çatmış, ela gözlerini dikmiş, sağ elinin işaret parmağını iki yana sallayarak ,
-sakın ola ki dokunmayasun, diyen Fahriye’ninın ikazı ile karşı koyabiliyor, direnebiliyordu
Ahmet evlenmişti zevcesi ile bir yatakta yatıyordu fakat her zamanki gibi yalnız değillerdi. Hayalindeki Fahriye’nin gözünün içine baka baka Yıldızhan’a dokunamazdı.
Ahmet, müşvik bir eda ile, Yıldızhan’ın koluna dokunarak
-yorgunum uyumakluğum gerekür, dedi. Loş aydınlıkta yüzünün kızardığını hissetti, Yılhan’ı göremedi. Ama bu söz Yıldızhan'ın pörsümesine, sımsıkı saran kollarının gevşemesine ve ürkek bir ceylan gibi yatağa sırt üstü düşmesine neden oldu. Bir süre öylece kaldı. İsyanını, ruhunda kopan fırtınayı erkeğine olan saygısından dolayı içine akıtıp yattı. Bir yatağı paylaşan, sırt sırta vermiş iki yalnız kişiydiler. Kuş tüyü yastık diken olmuştu taze evlilere. Yıldızhan mahzun, Ahmet Ağa üzgündü.
Yıldızhan merak ediyordu, ben sırtı dönülüp yatılacak bir kız mıyım? Neden, neden, neden !!! Keşke bunu Ahmet’e sorabilsem, Ahmet te dos doğru, ne ise onu diyebilse,
“kaderim buymuş”, deyip sineye çekmeye hazırım…ama sorulmuyor işte…bir zevce erine soru soramaz. Hele kendisi ile ilgili hiçbir şeyi soramaz…Ahmet'te acı çekiyordu. En acısı bu günahsız, bu güzel genç kızı mahzun bırakmasıydı. “Buna hakkım yoktur” diye düşünüyordu. Öte yandan Fahriye’ye’ olan aşkı ve saygısını Fahriye ile birlikte öldürmeye kıyamıyordu. İki arada kalmıştı. Birisini tercih edemiyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder