1 Aralık 2009 Salı

47.MÜNEVVER

Refik Ağa boş kaldıkça Tevfik Usta'ya Bosnayı tanıtmaya çalışıyordu. Boşnak Süleyman Paşa Camiinde namaz kıldılar, Oradan Alperenler Türbesi'ni ziyarete gittiler. Tevfik Usta İznik’ten ilk çıktığında bu tekkelerle tanışmıştı, Onlara şükran borçluydu. Tekkelerde nice garip gurabanın yanında kendisi de hizmet almıştı. Hem de yardıma en çok ihtiyacı olduğu bir zamanda. Bursada ki Gazi Dervişler Tekkesi'nin Gülnaz'la birlikte kendilerine kucak açmasını, orada sıcak çorba içmelerini ömrü oldukça unutmayacaktı. Alperenler de toplumdan hiç bir şey istemeden, hep veren, nefislerini yenmiş, Hakkı ve Hakikatı anlatan dervişlerdi. Alp erenler yaşayışları ve anlattıkları ile birer "Gönül Fatihi" idiler. İnsanların gönlünü feth etmek, topraklarını feth etmekten daha önemli ve daha kolaydı. Gönülleri Feth edilen insanlar topraklarını ikram ediyorlardı. İşte Bosna...Bosna önce müslüman olmuş, sonra da kendiliğinden Osmanlı toprağına katılmıştı. Yani Bosna'yı Ayvaz Dede'ler, Harabat Baba'lar ve onlar gibi nice isimsiz Alp Erenler feth etmişti.

Ayvaz Dede Tekkesi'ni ziyaret ettikten sonra Titova'ya yöneldiler. Refik Ağa Vilas köyünün yolunu izini avucunun içi gibi biliyrdu.
Tevfik Usta,
-şimdi nereye götürürsün Ağam, diye sormuştu.
-seni olağan dışı, ilginç bir yere götürürüm, diye cevap verdi Refik Ağa.
Ancak Köye iki kişi ile dönmelerinin, iki kardeş gelmiş, gibi algılanacağını, Kardeşini getireceğini bekleyen ailesini hayal kırıklığına uğratacağını, çünkü kardeşini bulamadığını düşünüyordu. Bunun için mazeret bulması lazımdı, aklına bir şey gelmiyordu.

Tevfik Usta yol boyunca çok eskilerde kalmış, soluk bir hatıranın kırık dökük izlerine raslıyor, parçaları birleştirmeye çalışıyor, aklını zorluyor bir yere varamıyordu.
Nihayet köye vardılar.
Tevfik Usta aniden bir yarışçı gibi atını mahmuzladı. Eve doğru sürdü. Peşinden Refik Ağa da atını kamçıladı. Tevfik Usta evin kapısında durdu. Refik Ağa hayretler içinde Onu izliyordu. Gözleriyle "bu kapının önünde niçin durduğunu" sorar gibi bakıyordu. İçindeki ışığın sönmesinden korkuyor, bir şey konuşmuyordu. Tevfik Usta her yere, her şeye bakıp, aklını zorluyordu...bir gerçek vardı. Tevfik Usta bu kapıyı tanıyordu. O eskimiş, soluk hatıranın parçaları oradaydı. Birilerinin dallarından meyve koparıp verdiği meyve ağaçları, eşiğinde oturup, oyun oynayan çocukları seyrettiği, tek kanadı hep açık olan kocaman iki kanatlı kapı ve kendisini bazan döven, bazan seven, her zaman koruyan abisi bu soluk hatıranın parçalarıydı. Karşısında durmuş, şaşkın şaşkın kendisini izleyen Refik Ağa, gerçek Ağa’sı mıydı yoksa??. Rüyada olmadığından emin olmak için elini yüzüne götürüp, bıyığının kıllarını yolarcasına çekiştiriyordu. Refik Ağa'nın gözlerine tebesümle bakmış, gözlerini ancak seçmiş ve o gözleri tanımıştı. Kendi kendine, " Neler oluyor...İznik nire, bura nire...? Bana "dönme" diyorlardı...doğru ben devşirmeyim...amma Refik Ağa bunu bilmiyordu ki…pek eyi de beni buraya neden içün getirdi ." Dünya küçüldü, hayat durdu, Refik Ağa'dan gözlerini ayıramıyordu.

Refik Ağa da Tevfik Usta dan gözlerini ayıramıyordu. Atını sürüp evin kapısının önünde durmasına, sonra Tevfik Usta'nın kendisini tanırcasına tepeden tırnağa uzun uzuzn süzmsine şaşmıştı. Tevfik Usta'nın İznikli bir çinici olmasını, devşirmelikle bağdaştıramıyor, yeşeren ümitlerini solduruyordu.

İki atlı kapının önmünde atlarının üzerinde birbirlerine bakıp dururken, aynı kapıdan koşarak Kirez, peşinden annesi Balhatun çıktılar. Tevfik Usta atından öyle bir fırladı, Kirez'i kucakladı ki herkes şaştı. Tevfik Usta " Aybike" demişti. Kirezi Aybike sanmıştı. Kirez Aybike'ye o kadar çok benziyordu ki, şaşırmamak elde değildi. Refik Ağa da Aybike'yi ilk kez gördüğünde bu kadar şaşırmıştı.
Balhatun,
-Rifat Ağam, hoş geldiz...bu da küçük ağam mı? diye sordu.
-he ya...küçük ağan...Onu da getirdim, dedi, hiç bir şey düşünmeden, doğrudan dudaklarından dökülüveren sözlerdi. Kirez Tevfik Usta'nın kucağında Aybike gibi duruyordu.
Tevfik, Refik Ağa'ya,
-sen beni evime, köyüme getirdin...sen benim ağamsın...sen de benim bacımsın hemi? Aha bu bebe de yeğenim olur...demişti. Refik Ağa da atından atlamış, Kirezle birlikte Tevfik Usta'ya sarılmış, mavi gözleri yaşla dolmuştu. Tevfik Usta'nın da aklı uçmuştu.
-bunca zamandır yanımdasın, nasıl da bilemedim karındaşım olduğunu...? Ben senin izini sürerdim aylardır, bir türlü erişemezdim. Oysa yanıbaşımday mışın. Bir daha sarılmış, Kirez hala kucağında birlikte içri girmişler.

Münevver Hatun içeri giren iki koç gibi delikanlıyı büyük bir gururla seyretmiş, kucaklayıp bağrına basmış, Tevfik Usta'yı tekrar kucaklamış, Gözlerinden yaş yerine mutluluk akıyor, hıçkırıklardan fırsat buldukça konuşuyordu,
-işte benim küçük Hayrim bu, kokluyor...ben bilmez miyim tadını kokusunu...maşallah, kırk bin kere maşallah...diyor, elini yüzünü okşuyor.
Tevfik Usta anasını gökten "pat" diye düşmüş gibi bulmuştu. Ona nasıl da özlemle sarılıyor, elini yüzünü öpüyor...
-anam...benim anam...beni doğuran anam... Neden sonra yanında bekleyen yaşlanmış ama dik başlı babasına sarılmıştı.
-atam...bubam...sizler benim veli nimetlerimsiniz.
-ölmeden sana da sarıldım ya gerisi Allah kerimdir...sonra kız kardeşine sarılmış, Hayrullah Ağa'nın ailesi bir sevgi yumağı olmuştu.

Refik Ağa atının terkisinden getirdiği armağanları; anasına, banasına, Balkız'a, Kireze dağıtmıştı, kimse verilen o armağanlara bakmıyor, her kez en büyük armağan olan Tevfik Usta ile meşgul oluyordu. Ne de olsa aradan geçen otuz yıl onları birbirlerine yabancılaştırmıştı. Aralarında dil sorunu vardı. Bir birlerini anlayamıyorlardı. Refik Ağa'nın aklında kalmış olan bir kaç kelime, gözlerinden gönüllerine akan duygu ve sevgi diliyle ile anlaşabiliyorlardı. Gerçekten olağan dışı, ilginç bir yerde idiler, doğdukları evdeydiler...

Tevfik Usta yaşadığı serüvenini anlatmıştı. İznik'te Rahman Usta'nın yanında çinici oluşunu ve Gülnaz'ı, İznik’ten Bursa'ya kaçırışını, Fahriye Sultan'ı ve Fahriye Sulta'nın hanesine girişlerini, İstanbul'a kaçırılmalarını ve Sultan Ahmet Cami inşaatında ki çalışmalarını özetlemişti. Refik Ağa'ya,
- Şantiye barakasında nasıl karşılaşdık, onu da Refik Ağam desin.
Refik Ağa, şantiye barakasına niye gelişinden, bu ana kadarki beraberliklerini kalın çizgilerle anlattı ve Tevfik Usta'ya dedi ki,
- bu anlattıklarını ilk kez duydum, ben seni Sultan'ın bir yakını bilirdim...saraydan biri gibi, kibar ve saraylı bir havan vardur.
Tevfik Usta'nın Fahriye Sultan ile birlikte, Onun konağında yaşıyor olması Bosnadakiler için çok onur verici idi. Onlar Osmanlıyı olağan dışı bir varlık gibi görüyorlardı. Ulaşılması imkansız, devletin sahibi, her şeyin sahibi olarak biliyorlardı. Bilmekte de haklıydılar.
Hayretler içinde kaldılar.

Dört - beş yaşında, anasız babasız bir çocuğun dilini, âdetlerini bilmediği bir ortamda büyümesinin ne kadar zor olabileceğini düşündüler, daha doğrusu düşünmek istemediler. Şimdi bütün sıkıntıların aşılmış olmasına, acıların mutluluğa dönmesine ve ailenin bir araya gelmiş olmasına şükrettiler.
Hem sohbet ediyor, hem de değişik çaylar, köpüklü kahveler içiyorlardı. Burcu burcu yemek kokuları iştahlarını kabartıyordu. İştahı olmasa bile anasının eli, evinin kokusu sinmişti yemeklerine, bu yemekler yenmez mi?
Yemekten sonra birlikte köyü gezdiler. Hayrullah Ağa köyde herkese çocuklarını şöyle tanıtıyordu,
-oğlum Osmanlı'nın ordusunda Paşa oldu, senelece savaştı... şimdi onlar büyük tüccar oldular, ticaretle iştigal ederler diye an latıyor, öğüne öğüne gezdirdiriyordu. Hısım akrabayı ziyaret ettiler.
Geceyi babaocağı, ana kucağı doğdukları bu evde geçirdi, sabah birlikte yaptıkları kahvaltıdan sonra yolaçıktılar..

Satacaklarını satmış, alacaklarını almış, İstanbul’a dönme zamanı gelmişti. Arabalara bindi atları südüler. Tevfik Usta'nın uçan aklı yerine konmuştu. Ama hala O duygu seli içindeydi. Yeniden doğmuş, farklı bir adam olmuştu. Aklını uçuran bu çok ilginç bilgileri ailesi ile; Gülnaz'ı, Fahriye Sultan'ı, Zehra Kadın'ı ile paylaşmak için, içi içine sığmıyordu.

Tevfik Usta konağa geldi. Konaktakiler Onun sağ salim gelmiş olmasına sevinirken, O gördüklerinin, yaşadıklarının etkisi altında, ruhunda meydana gelen büyük değişikliğin paylaşılmasının acelesi içerisinde hemen Refik Ağa'nın ağası olduğunu ifade ederek,Vilas köyünden başladı anlatmaya. Kendisinin bir devşirme olduğunu, anasını ve basını bulduğunu, bir kız kardeşi olduğunu, Onun kıznın da tıpkı Aybike'ye benzediğini, hatta Aybike sanıp, kucağına aldığını anlatıyordu. Evdekilerin ağızları bir karış açık kalmış, hayretler içindeydiler. Gülnaz,
-İki çocuk büyütürüm. Ben de bunlardan ayrılıp, otuz sene sonra kaşılaşsam, inanın aklımı oynatırım. demiş İznik'te Tevfik'e "dönme" dendiğini biliyordu. Rahman Usta'nın üvey oğluydu. Asıl anasının, babasının Bosna diye dünyanın öbür ucunda birileri olduğunu düşünmesi mümkün değildi.

Fahriye Sultan devşirilen çocukların iyi eğitim aldıklarını, ülkeye çok hayırlı hizmetler yaptıklarını, devşirmeleri sevdiğini, hatta Mimar Ahmet Ağa'nın da devşirme olduğunu anlattı.
Devşirme olayına ya saraydan bakmışlardı, ya da aileden bakmışlardı. Çocuğunu devşirme yazdırabilen aile, Osnamlı Devleti gibi büyük bir devletin askeri olmasını, saraya girebilmesini, Paşa, Ağa hatta Veziri Azam olabilme şansı yakalıyacağı için ümitli oluyorlardı.

Asıl mesele üzerinde hesaplar yapılan bu beş altı yaşındaki çocukların önemsenmeyen dünyalarıydı. Kimse onların dünyasını merak etmemişti. Oysa üzerinde hesaplar yapılan, yaşanan hayatlar o çocukların hayatı idi. Artık onların başları okşanmayacak, ana şefkati göremeyecek, abi, kardeş, hısım akrabası olmayacaktı. Yani çocuk bu yaştan itibaren kökünden sökülmüş bir fidan gibi yapa yalnız büyüyecekti. Bu fidan iyi bir bahçevannın eline geçerse, iyi bir yetişme ortamı sağlanırsa, yeterince suyu, güneşi, besini verilirse; belki yeni hayatını benimser, iyi bir asaker olabilirdi. İmkanları sağlanmamışsa yeterince sahip çıkılmamışsa, bu hengame ve binlerce çocuğun arasında ezilip, yok olması, bilinmedik duygular girdabında boğulması da olasıydı.

Fakat insanlardan "kimliğini soruşturma" düşüncesini silemezsiniz. O çocuk büyüdükçe kim olduğunu, nereden geldiğini, niçin burada olduğunu, kendisini dünyaya getiren anasını, babasını hep merak edecek, hep düşünecek.. Bu sistem içinde o sorularının cevabını asla bulamayacak, ailesini asla öğrenemeyecek ve bu dünyadan göçüp gidecektir. Eline fırsat geçtiği zaman da bunun acısını devletten fitil fitil çıkaracaklardır. Seviyesi ne olursa olsun, ister rütbesiz bir yeniçeri, ister vezir vüzera... Nasuh Paşa gibi...

Tevfik Usta uğursuz bir eşkıya baskınını saymazsak, çok kârlı bir yolculuk yapmıştı. Ailesini, Refik Ağası'nı bulmuştu. Burnunu çeke çeke ağlayan anasının yaşlı gözleri, yaşını almış olmasına rağmen dimdik ayakta duran ailenin direği babasını, kız kardeşi Balkız'ı ve küçük Kirez'i canı gibi, Aybike gibi, Gülnaz gibi yakın hissettiğini anlatmaktan zevk alıyordu.

Ilık bir sonbahar akşamı güneş batmaya yönelmiş, güneş ışınları etkisini kaybetmiş, Fahriye Sultan bahçede geziniyordu. Tevfik Usta Ona doğru yürümüş, birlikte kamelyaya oturmuşlardı. Fahriye Sultan'ın Rifat Ağa'yı sormasından cesaretlenen Tevfik Usta,
- Refik Ağam harika bir insan, yürekli ve güçlü bir savaşçı, güvenilir bir tüccar ve vefalı bir oğulmuş bunu öğrendim.
-izdivaç mevzuunda ne düşünüyor? Niçün hala bekardır.
-Ben bilemem nedendir. Amma ikiniz bir birize çok yakışırsız, deyin düşünürüm.
-Ne demek istedin Tevfik??
-yani Sultanım ben demek istedim ki; bence ikinizin izdivacı münasiptür.
-Refik Ağan da senin gibin mi düşünür?
-Onun ne düşündüğünü bilemem. Aramızda bu mevzu heç geçmedi. Bence siz düşüncezi ortaya koysaz, Refik Ağam ile konuşur, Onu da ikna ederik Sultanım.

Tevfik Usta, Refik Refik Ağa'nın yanına gitti. Abdürrezzak Efendi'nin ambarında ki ikametgahına gitmiş, büyük bir heyecan ve zevkle Fahriye Sultan ile yaptığı konuşmayı anlatmıştı.
Refik Ağa,
-Biz Fahriye Sultanımız ile izdivaç yapamazuk. Neden dersen biz daha evi barkı bile olmayan biriyiz. O ise bir Osmanlı Hanedanı Hatunudur. Onunla evlenen sarayın damadı olur. Bu büyük bir iltifat, bir ayrıcalıktır. Bu durumda ben kendisine yanaşamam.
-Sultanım bu mevzuyu düşünür.
-O " he" derse ben hazırım.
-İnşa Allah bu hayırlı izdivaç gerçekleşir.
-İnşa Allah...

Rifat Ağa'ya Abdürezzak Efendi,
-kışa kadar bir sefere daha çıkaracaksız.
-helbet çıkılacak...daha kışa çok vardur.
-neler hazırlarsın-siparişleri bitirmek gerek, Yarın Acemden gelecek kervandan karabiber, kimyon almaklığım lazımdır. Bursa'ya gidilecek, Tevfik Usta'yı da refakatime alacam. Oradan ipek kumaş alınacak.
-Tevfik yiğit bir adem, Ona sahip çık. Benim hayatımı kurtardı. Onu yanına al, ona güven.
-doğrudur, bende böyle düşünürüm. Onbeş güne kalmaz arabalara binilir, zannımca.
-Refik Ağa bu yolculuk benim gözümde çok büyür. Çok tembellestim. İsi sana devrettiğimden midür nedendür bilemem
-Ağam sen keyfine bak. Kar kış, iş güç bizi yormaz. Gözün arkada kalmaya. Evel Allah her işin üstesinden geliriz.
-asla gözüm arkada değildir. Allah'a şükür olsun ki seni buldum. Sen bu sefere bizsiz çıkacakmış gibin hazırlan.
Refik Ağa Tevfik Usta'nın kafasına taktığı izdivaç işini düşünmeye başlamıştı. Fahriye Sultan ile izdivaç yapabilmesi hayatında ulaşabilecegi en yüksek bir idealdi. Bunu Fahriye Sultan ile konuşabilmeyi, olumlu yahut olumsuz cavap alabilmeyi umarak konağa gitti. Konakta hoş sohbetler oldu. Tevfik Ustanın iki de bir ısıtıp ısıtıp ortaya sürdüğü izdivaç işi tatlıya bağlandı,
-Refik Ağam, dönüşümüzde Sultanım ile izdivacı gerçekleşecek misiz.
-" he" dedik...ben de, sultanım da "he" dedik...bundan sonrası yazılmış kaderimizi yaşamak olacaktır...Tevfik Usta Fahriye Sultan'dan da bir te'yit almak için, Sultanım siz ne dersiz
-Tevfik, her halde ikimizin beraberliğini görmeden bu işe inanamayacaksı he mi? Allah ne yazdıysa biz onu yaşarız, biz ne kadar "tamam, hiç merak etme" desek te, sonunun nereye varacağını bir O bilir.
-haşa sultanım, size inanmayıp ta kime inanayım. Madem bu iş bitmiş, biz de keyfini sürelim. Gülüşüp işin hayırlara vesile olması temennisiyle konuyu kapatmışlardı.

Yolculuğa Abdürrezzak Efendi çıkamayacaktı. Refik Ağa kervana yükleyeceği malları ve araba sürücüleri hazırladı. Sürücüler yenilenmişti. Eski sürücüler baskın yemiş, yılmışlardı. Yeni sürücüler cesur ve istekli adamlardı.

Sürekli yağan yağmurun altında, balçık deryasına dönen yollarda bata çıka gidiyorlardı. Pek yol aldıkları söylenemezdi. Hava da soğumuştu. Atlar yoruluyor, molalar uzun sürüyordu. Arabalardaki sürücüler şartlar ne olursa olsun, şikayetçi olmuyorlardı. Her türlü olumsuzluğa karşı büyük bir azim ve kararlılıkla yollarına devam ediyorlardı. Refik Ağa'nın yanında Fahriye Sultan oturuyor gibi, yol boyu dönüp, dönüp ona karşı konuşuyor, Sultan'ı çok istiyordu ama nedense bu izdivacın olabileceğine pek aklı yatmıyordu. "Sultanım çok makbul bir hatun, çok alçak gönüllü, çok mütevazi...benimle izdivacı kabul etmek nezaketini gösterdi...ben Ona layık mıyım?...bu izdivaç denk mi, ben kim O kim...Allah hakkımızda hayırlı etsin" diye kendi kendine kekeliyordu...

Refik Ağa sorumluluğunu aldığı kervanı zor şartlar altında da olsa eksiksiz gediksiz Bosna'ya ulaştırmıştı. Baş çarşının esnafı ticaret kervanından siparişlerini ve alacakları ne varsa almıştı. Tevfik Usta ticarete ısınmış, Refik Ağa'sına hayli yardımcı olmuştu. Bosnadaki işlerini hallettikten sonra Birlikte Visaj köyüne gidip, ana ve babalarını ziyaret edip, geceyi orada geçirip, bir günlük beraberlikten sonra köyden ayrılıp Bosna'ya gelmiş, İstanbul'a dönüş hazırlıkları başlamıştı.

Sonbahar biterken kışın ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Yağan yağmurlar soğuk havada etkili oluyordu. Dağların tepelerinde kar vardı. Yavaş yavaş kar tepeden aşağıya doğru inecekti. Refik Ağa kervanını istanbul'a doğru yola koymuştu. Refik Ağa bu yolları sevmiş, nerede hangi taşın altında ne var, hengi imarethane nerede ezberlemişti. Yolculuktan yılmıyor, yorulmuyor, asla korkmuyordu. Havalar elverdiği sürece hızlı bir gelişle yirmi günde Selanik'e ulaşmışlardı. Selanikt'e Abdürrezzak Efendi'nin ambarlarından alacak, ambarlara bırakılacak mallar vardı, onları halledecek, bir kaç gün dinlenecekler sonra yola devam edeceklerdi. Refik Ağa ile Tevfik Usta Ambardaki işlerini bitirdikten sonra hana dönüyorlardı. Yollarının üzerinde bulunan bir inşaat Tevfik Usta'nın dikkatini çekmiş,
-bu inşaata bir baksak mı?
-neyimize lazımdır inşaat, biz kendi işimize bakalım,
-ne inşaatı olduğunu bilmemizde faide vardur. Çini lazım gelirse biz getiriz.
-he ye doğru bir uğrayak diyip, inşaata yönelmişlerdi. Henüz duvarlarının yapıldığı inşaat bir cami inşaatına benziyordu. Şantiye ile meşgul olan yetkili birisini aradılar. Şantiyede kalan bir Mimar olduğunu öğrendiler. Ancak şantiye barakası kapalıydı, yetkili kimse ile görüşemeden ayrıldılar.
Ertesi gün Tevfik Usta tek başına inşaata gitmişti. Şantiye barakasında gene kimseyi göremedi. Çalışanlardan birine
-bu inşaatın mimarı yokmu dur? Diye sordu. Amelenin biri,
-aha şo mimar Ağa bakar buraya demiş, Tevfik Usta amelenin gösterdiği tarafa dönmüş, baka kalmıştı. Çünkü o Mimar, Mimar Ahmet Ağa idi. Mimar Ahmet Ağa da Tevfik Usta'yı görmüş, O da donmuştu. Sonunda nerede ise bir yıl olacak, ayrı kalmış iki dost birleşmiş, kalp kalbe gelmiş, yanak yanağa, öpüşmüş, omuz omuza yürümüş, şantiye barakasına girmişlerdi. Bir birlerini çok özlemişlerdi. Konuşacak çok şeyleri vardı. Daldan dala atlar gibi her şeyden bahsediyorlardı. Mimar Ahmet Ağa,

-Zevcem kerimemiz, kızımız’ın doğumunda vefat eyledi, Allah'ın rahmetine kavuştu. Hanemizde büyük bir matem yaşanıyordu. Selanik'e yapılan bu camii şerifin inşaatı içün talep hasıl oldu, ben de İstanbul'u terk eyledim. Geldim buraya. Yıldızhan Hatun'un genç yaşta bizi bırakıp gitmesinin acısı çok elim oldu. Bunu içün o taraflara dönüp bakmaz oldum. Küçük kerimemizin hasreti aha şurama oturmuştur. Allah'tan sabır dileyip işle güçle avunup uğraşurum. Ben şo kısa hayatımda iki kere tökezledim. Biri vardı ruhumu bedenimden söküp götürdü öbür dünyaya...Buda geride kalan bütün duygularımı, kalbimi ve içini dolduran sevgimi götürdü. Mevlam imtihan eder beni. İsyanım ve kahrım kaderimedir. Tevfik Usta çok üzülmüştü. Ama teselli etmekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Teselli etmeyi de gereksiz bulup üzüntülü havayı dağıtmak istedi ve,
-bilir misin Sekban Refik'te buradadur. Handa beni bekler,
-hangi handadur, varup görek, halini hatırını sorak,
-münasiptür, gidek..
-buralara hangi hizmet içün geldiz, çini mi getirdiz?
-ticaretle iştigal ederik. İstanbuldan Bosna'ya kadar mal alır satarık.
-nereden aklıza geldi, nasıl oldu da ticaretle iştigal eder olduz?
-Refik Ağam bir ticaret kervanına binmiş, Bosna'ya gitmek üzere. Bosna'da Akıncı Tayfasına katılacakmış, derken ticaret kervanında kalmış, beni yanına aldı.
-Sekban Refik'e neden içün “ağam” dersün?
-Refik Ağam ilen biz karındâşık. O benim gerçek ağam. Bosna'dan devşirilmişik. Ağam evimizi, anamızı, atamızı bulmuş. Beni oraya götürdü, ben dahi heman hatırlayup, evimi ve anamı babamı tanıdım. İkisi de yaşarlar, ellerini öptüm. Evimi ocağımı buldum.
-sen neler dersün? Allah'ım aklıma mukayyet ol...bu dediklerün ne mithiş şeylerdür...Dersaadd'den kalk Bosna'ya get, otuz sene sonra evini atanı bul...neyse
hanen de neler vardur, bebe nice oldu?
-Allah'a şükür hanemizde bir yaramazlık olmamıştır. Bir oğlum dünyaya geldi.
-ben hep bebelerin adlarının koyulmasını merak ederim, sen ne koydun, bebenin adını?
-Mustafa Cem koyuldu adı. Amma ben komadım,
-Adı güzel miş, bahtı da güzel olur inşa Allah, Cem Sultan gibi kaybeden taraf olmasın, validesi mi kodu adını?
-yoo Fahriye Sultanım koydu.
-kim
-Fahriye Sultan,
Mimar Ahmet Ağa durdu, Tevfik Usta'yı da durdurdu, yüzüne dik dik baktı,
-hangi Fahriye Sultan,
-Osmanlı Hanedanlığından, Murat Han'ın kızı, Fahriye Sultan...
-sen ne dersün Tevfik Ustam, O öleli yıllar oldu. Bir Fahriye Sultan vardı O da öldü. Sen hangi Fahriye'den bahsedersün?
-Ahmet Ağam, sen tanır mısın Fahriye Sultanı, ikimiz de aynı sultanı mı konuşuruk? Ben dahi şaşırmışım.
Ahmet,
-Bursa'da yaşardı, bir gelişimde Şehremini arkadaşım Ali Rıza Paşa bana Onun öldüğünü dedi.
Tevfik Usta,
-Mesele anlaşılmışdur. İkimiz de aynı Fahriye'den bahsederiz. Ben Sultanım'ın hanesinde yaşarım. Bursa'da yaşarken bizi kaçırdılar. İstanbul'a getirdi, Sultanı'mı Rüstem Paşa ile evlendirdiler. İki yıl sonra paşa öldü, Sultanım genç yaşında dul kaldı. Fahriye Sultan enderunda bir zabite aşıkmış, bu sakıncalı bir aşkmış, Sultanım kimseyle evlenmezmiş... o aşkını ve sevdasını uzun yıllar tek başına yaşadı. Dünya aleme küstü, çok yalnız kaldı.
-Tevfik Usta Fahriye yaşıyor mu... Emin misin?
-Ağam biz aynı hanede yaşarık. Onun konağında ikamet ederik. O bizim velinimetimizdir.
-ta Bursa'dan bu yana beraber mi yaşarsız?
-he yaa? beraber yaşarık.
-bu ne denlü basiretsizliktür ki yanı başımdaki Sultanı göremedim...sana soramadım...Onu mahsun bıraktım, vay benim sersem kafam nasıl da inandım öldüğüne...
-Ahmet Ağam bu dediklerün ne demek oluyor?
-ne demek olduğunu hâla anlamadın mı Tevfik Ustam...yürüyerek hana gelmişlerdi. Sohbeti bitirdi, içeri girdiler.

Mimar Ahmet Ağa'nın etrafında yaşamla ölüm bir aradaydı. Soğuk bir sonbahar günü Selanik'te bir han odasında Mimar Ahmet Ağa ile Refik Ağa iki hasretli dost olarak bir birlerini sımsıcak karşılamış, sarılmışlardı. Ahmet Tevfik Usta'dan öğreneceklerini öğrenmişti. Refik Ağa'nın da bir baltaya sap olduğunu öğrenmişti.

Ahmet her ne kadar Refik ile iyi dost olmuş, konağında ağırlamış, ipten bile kurtarmışsa da, gene de Refik'e içi ısınamıyordu. Aralarında aşılmamış bir "tepe" vardı. O tepenin arkasında belirsizlikler, adı koyulmamış sınırlar vardı. Yani dostluklarının bir sınırı vardı. Refik'te, Ahmet’te Tevfik Usta'ya duyduğu yakınlık gibi derinlemesine, sonu olmayan bir yakınlık duyamıyordu. Ama gene de dost olmuşlardı.

Tevfik Usta ile yaptıkları sohbeti devam ettirmedi, başka konularda, daha çok ticaret ve yolculuklardan konuştular. Refik Ağa bir gün sonra yola çıkacaklarını söyledi.
Ahmet’te gitmeye karar vermiş,
-bana da yeriz var mıdur?, ben de gimek isterim...dedi
Refik Ağa,
-helbet var, eyi olur, beraber gideriz. Senin burada önemli bir işin uğraşın vardır.
-İşimi bir müddet erteleyebilirim. Amma İstanbu'a gitmekliğimi erteleyemem. Refik Ağa bu cevaba bir mana veremedi, fakat üstüne de düşmedi.
Tevfik Usta Ahmet'in aniden Dersaadet'e gitmesini yadırgamadı. Aylardır görmediği kerimesini, küçük kızı Ayhan ve yıllardır öldüğüne inandığı Fahriye Sultan vardı. İkisi için de gitmesi normaldi.

Kervan ertesi gün sabah namazından sonra yola çıktı. Refik Ağa'nın yanında oturan Ahmet heyecandan titriyordu, Refik Ağa,
-çok mu soğuk gelir sana, niye bu kadar titrersin?
-bilemem, belkim üşümürüm, farkında değilim, dedi. Ahmet konuşuğu kısa kesiyordu. Çünkü O Fahriye'yi yaşıyordu. Fahriye Sultan ölmemiş, inşa Allah beni unutmamaıştır. Kocası öldükten sonra evlenmiş midir, hastamı dır, sağlıklı mıdır, evliliğinden çocuğu olmuş mudur? ...Bunca zamandır Fahriye beni niye aramadı? Beni bulamadı mı, beni aramak istemedi mi, yahut kulağına menfi bir şeyler mi gitmişti?...O beni niye aramadı? Bunların cevabını verir mi?... ama ben cevapları almalıyım..
Oysa Padişah Ahmet Han vefat etmiş, ortada izdivaca mani hiç bir engel kalmamıştı. Ben Fahriye Sultan'ın yaşadığını bilseydim, bütün dünyayı arar, Onu bulurdum...ne olursa olsun, nerede olursa olsun gider, Onunla konuşurdum....
Refik Ağa bir kaç kere konuşmak istemiş, Ahmet hiç duymamıştı bile, O Fahriye Sultan'ı sayıklıyordu.

Gümülçine de mola verdi, hana yerleştiler. Yollar gitmekle bitmiyordu. Yağmur, rüzgar ve soğuk atları da adamları da yıldırmıştı. Yediler içtiler, yattı dinlendiler.
İstanbul'a yaklaşıyorlardı. Edirne de son molayı verecek, bir kaç gün sonra evlerine ulaşacaklardı. Refik Ağa İstanbul'a dönüşü hep, tünelden çıkmak, ışığa kavuşmak gibi aydınlık algılıyordu. Şimdi İstanbul'a yaklaşmak daha farklı geliyor, şimdi daha tez varmak istiyor, şimdi Onu İstanbul'da bekleyen birinin var olduğunu düşünüyor, şimdi O Fahriye Sultan'ı hayal ediyordu...aynı arabada yolculuk eden iki erkeğin aklında aynı anda, Fahriye Sultan vardı.
Biri aşk ve ve sevdayı kalbine gömen Mimar Ahmet Ağa, diğeri hayatında ilk defa Osmanlı Hanedan'lığından bir Sultan ile izdivaç heyecanını taşıyan Refik Ağa idi. Bu karekterli, eğitimli, yiğit ve dürüst erkeklerin dostluğu da tartışmalıydı. Çünkü her seferinde kendilerinden kaynaklanmayan olaylar aralarına kara kedi gibi girer, araları güçlükle düzelirdi. Şimdi aralarına giren bir ceylan, bir aşk perisiydi. Bu ya dostluklarına kurulacak sağlam bir köprü olacak, ya da dostluklarını bitirecek, bir daha birbirlerini asla görmeyeceklerdi

Kervan İstanbul'a gelmişti.. Ahmat Tevfik Usta'ya,
-Fahriye Sultan nerede ikamet eder, heman Onunla görüşmem gerek, dedi.
Tevfik Usta,
-Rüstam Paşa konağında ikamet eder. Beraber gideriz, ben dahi orada ikamet ederim. Hatta Refik Ağam da gelecek, diyerek Refik'inde gelmesini, kozlarını orada paylaşmalarını işaret etmişti.
Refik Ağa Fahriye meselesine ciddi olarak kulak kabartmış,
-Ahmet Ağa sen Sultanım'ı tanır mısın,
-helbet tanırım.
-ne kadar tanırsız?
-bu mevzunun seni ilgilendirdiğini zan etmiyorum.
-zan etmelisüz. Çünkü biz Onun ile izdivaç etmeye karar alduk.
-siz izdivaç mı etiz mi?
-henüz evlenmedik, amma çok yakında ederik.
-acele etmesez yeğdir. Refik Ağa kendini zor tutmuş, içtikleri bir acı kahvenin hatırına saymış, elinden bir kaza çıkmasını önlemişti. Gene de işin üstüne üstüne giderek,
-ne demek istedin diye sormuştu?
Ahmet bir an içinden, Refik’ten bütün üzüntüsünün acısını çıkartmayı düşündü, ancak sinirlerine hakim olmaya çalışarak sözün devamını oraya gettikten sonra konuşmak üzere konuşuğu kesmişti.
Konağa kadar kimse ağzını açmamış, konağa geldiklerinde uşağın heyecanla,
-aha Tevfik Usta....aha geldiler...şamatasına ilk kapıya koşan Gülnaz oldu. Peşinden başkasını bekleyenler vardı, ne yazık ki az sonra Zehra Kadın çıktı dışarı, başka kimlerin geldiğini merak ettiği için. Aybike bile görünürlerde yoktu.
Refik Ağa Fahriye Sultanın, Ahmet Ağa'ya tepkisini görmek istiyordu. Uşaklar atlarla arabalarla meşgulken, gelenler konağa girmiş, selamlığa geçmişlerdi. Selamlığın kapısı hızlıca açılmış, Aybike ok gibi babasının kucağına sıçramıştı. Herkesin gözü kapıdan girmekte olan Sultan'da idi.

Fahriye Sultan içerdekilere şöyle bir göz atmış, Mimar Ahmet Ağa'ya biraz daha dikkatle bakmış, büyülenmiş gibi gözleri orada kalmış, parmakları kapının kenarını aramış, bulamamış, bir yere tutunamamış ve kapının kenarına yığılmış kalmıştı.

Erkekliğin kitabını yazmış olan Refik Ağa gerçekten yiğit adamdı. Fahriye Sultan ile Ahmet Ağa arasında ki bu efsunu görmüş, odayı derhal terk etmişti. İlk Ahmet fırlamıştı yerinden, maşukunu bulmuştu ya, bir daha bırakmaya hiç niyeti yoktu. Hiç kimseden çekinmeden Sultanı'nı kucaklamış, divana taşımış, sırt üstü yatırmıştı. Bu ikinci bayılması oluyordu Sultan'ın. Konakta ki Gülnaz'dan Zehra'ya kim varsa başına üşüşmüş, gülsuları, tütsüler, ne biliyorlarsa her şeyleri ile Sultan'ın gözlerini açması için seferber olmuşlardı. Fahriye Sultan gözlerini açmış, baş ucunda meraklı gözlerle kendisini süzen Ahmet’tten başkasını görmemişti. Biraz utangaç, biraz mahzun bakıyordu. Zehra Kadın gene Sultanın kollarını oğuyor, Gülnaz gene elinde bir maşrapa su tutuyordu. Fahriye Zehra'dan su istemiş, başını çevirip, gözlerden kaçamak iki yudum su içmiş, kendine gelmişti. Fahriye'nin kendine gelmesine en çok Ahmet sevinmişti.
Tevfik Usta da her şeyin farkındaydı.
-burası kalabalık oldu. Biz dışarı çıkalım da rahat nefes alsın, dedi, kalktı, göz ucuyla da diğerlerinin dışarı çıkmasını sağladı.

Fahriye kendine gelmiş, divana oturmuş, arkasına yaslanmıştı.
Ahmet hala ayakta, Sultan'ın gözünün içine girmişti ve bunun farkında değildi.
-siz yaşıyosuz…tekrar kavuşturana binlerce şükürler olsun, diyip,
Fahriye Sultan’ın ellerini tuttu iki eliyle, büyük bir saygı ve hasretle dudaklarına bastırdı.
-bu can bu bedende oldukca bir dahi seni benden kimesne koparamıyacak Sultanım…

Her şeye direnmekten, aşkını yalnız yaşamaktan yorulmuş olan Fahriye, müthiş bir mucizemsi tesadüfün karşısında erimiş kendinden geçmiş, Ahmet’e teslim olmuştu,
-kusurumu bağışla Ahmet Ağam. Seni böyle istikbal etmek istemezdim. Allah’ın bir lütfunun karşısın da dayanamadım . Allah'a binlerce şükürler olsun. Allah’tan istadiğim tek şey vardı; seni görmek...senin odada olmanı istemiştim ve Cenabı Hak benim için seni yarattı. İçim burkula burkula ikinci izdivacımı yapacaktım. Mevlam razı olmadı. Hayret ettim ve dondum kaldım. dedi. O da Ahmet’in ellerini kendi dudaklarına götürüp öptü. Gözlerini birbirlerinden ayırmamışlardı. Konuşmuyorlar, dertleşmiyorlar, yalnızca ellerini sıkıca tutmuş göz göze bakışıyorlardı. Bunca yıldır yaşanan o kadar çok şey vardı ki hangi birini anlatacak, nereden başlayacaklardı, ikisi de bir müddet böylece rahatladılar. Fahriye Sultan, elini kurtarmış, karşısında öylece bekleyen Ahmet Ağa'ya,
-oturmayacak mısın diye sormuştu.
Ahmet’te kendine gelmişti, Sultan'nın yanına oturdu ve,
-Sultan'ım, ben seni buldum sana geldim, bir dahi ayrı kalmayacağız. Yemin billah olsun…
-benim dahi sensiz yaşama gücüm tükendi. Gayri sensiz yaşamak niyetim de yoktur. Bırakma ellerimi Ağam, Ahmet Ağam beni bırakma...
Sonbaharın kışa yakın soğuk bir günüydü. Kalın elbiseler giymişlerdi. Ondan mı yoksa hasret ateşinin ellerinden başlayıp, gözlerinden çıkan alevi mi sırılsıklam terletmişti ikisini de.
Fahriye Sultan’ın Ahmet'in avucundaki ince uzun parmaklı yumuşak elleri, erimişti sanki.
Ahmet, Fahriyesiz hayatını şöyle özetlemilşti
-Sultanım, Bursa'ya varup seni sual eylediğimde Şehremini Ali Rıza karındaşım bana senin öbür dünyaya intikal ettiğini, öldüğünü söyledi. Dünya bana dar geldi. Her şeye kahrettim. Sonra Affı şahaneye mazhar olup, Atanız camisinin inşaatını yaparken, Rüstem Paşamızın kerimesi ile izdivaç etmek zorunda kaldım. Billah sen hep ruhumu işgal ediyordun. Doğum esnasında zevcem vefat eyledi, bir kerimem dünyaya geldi, elan Rüstem Paşamın yanındadır. Kızımın anasız olmasına dayanamadım, Selanik'e gettim, orada bir cami inşaatında mimarlık yaparım. Hayallerim dağılmış, hatıralarım silinmiş, sevdiklerim yok olmıuştu. Bir cesetten faksızdım. Orada Tevfik Usta ile karşılaştık ve koptum geldim, aha buradayım.
Avuçlarında Ahmet’in sert parmaklarını sımsıkı tutan Fahriye,
-Ben inşaata gelip, seni görürdüm. Her daim Tevfik Usta'dan haberin alırdım. izdivaç ettiğizi bilirdim de zevcenizin öldüğünü duymamıştım. Tevfik te sana ulaşamaz olmuştu. Seni uzaktan da olsa koklar severdim. Artık seni bir yerlere bırakakacak değilim. Ne eyi ettin de geldin. Sen gelmeseydin belki de Refik Ağa ile izdivaç etmek zorunda kalacaktım. Ayaklarım heç varmazdı amma neyleyim ki, sen artık heç yoktun...
-Mevlamız izin verir mi heç?... bak olmadı işte...
-ben de odaya girerken Allah'tan seni istedim...başkaca bir isteğim yoktu. Rabbim dedim Onu ver de canımı al ne olur? Bir de baktım sen orada oturursun...şaşırdım kaldım...gerçekten O, şah damarımızdan daha yakınmış. Beni duydu ve seni yarattı.
Kapı çalınıyordu belli belirsiz. Fahriye duymuş,
-buyurasız, demişti. Gelen Gülnaz'dı, aslında merak etmiş, girmişti. Sultan'nın ne kadar neşeli ve mutlu olduğunu görmemek mümkün değildi.
-Sultan'ım bir şey ister misiz?
-tabi Gülnaz, isteriz. Çay mı, Kahve mi alırsın,
-fark etmez.
-çay yapasız, içimiz ısınsın. Yanında da yiyecek bir şeyler verirsen memnun oluruz. Tevfik Usta da gelsin, beraber oturalım.

Tevfik geldi, Fahriye Sultan'a,
-Sultan'ım Ahmet Ağam senin adın duyunca az kalsın beni tepeleyecekti. Sen de bir kere baygınlık geçirmiştiz, o zaman Ahmet Ağam'ın evlendiğini müjdelemiştim. Aha Ahmet Ağam geldi, gayri bayılma yok.
Fahriye,
-adam nasıl bayıltılır sana öğretirim amma şimdi zamanı değildir
Tevfik, bu kısa sataşmadan dolayı açıklama yapma ihytiyacı duymuştu,
-Ağam, bu hanede böyle sohbetler olmaz, amma bu kadar keyiflenince biraz şirazemizi aştuk, sürcü lisan ettysek affola..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder