1 Aralık 2009 Salı

27.RÜSTEM PAŞANIN VEFATI

Rüstem Paşa’nın vefatından sonra yalnız ve umutsuz kalan Fahriye’nin hiçran yarası hiç dinmiyordu. Bu evlilik zoraki kabullenme idi. Bir bakıma “zorla güzellik olsun” istemişlerdi. Oysa zorla güzellğin olmayacağını cümle alem bilirdi. Gül gül, gibi açmıyor, bülbül, bülbül gibi ötmüyordu… tıpkı bu evlilik gibi. Çöldeki kum tanelerinin güneşin ateşinden kavrulup savrulması gibi, O da sadece kavrulup, savruldu. Aşkından yanıp tutuştuğu Ahmet Ağa'sı hemen yanı başındaydı. Elini uzansa tutabilecekti, ama ne uzatabilecek eli, ne bakabilecek yüzü ve ne de aşkını ifade edebilecek dili kalmamıştı. İçindeki kor ateş küllenmeye başladmıştı. Artık yakacak bir şeykalmamıştı... ateşin kendisini yakıp kül ettğiğni ancak fark etmişti..
Rüstem Paşa’nın konağında, hanedanlığın bir hanım sultanı olarak, tek başına yaşamını sürdürürken bir gün Sultan Ahmet Han ziyaretine gelmişti. Hoş-beşten sonra Fahriye Sultan Ahmet Han’a, içindeki acı ve çaresizliğini dışına vurarak,
-“bizi birbirimizden ayırdın da ne kazancın oldu? İnsanların sevdiklerine kavuşmasının senin saltanatına bir manisi mi vardı, Rüstem Paşa kulunuz öldü, ölümlü dünya, vakti zamanı gelince herkes ölecek, ben de ölecegim… Sultan Süleyman var idi kuş diklini bilir idi, dünya Sultan Süleymana kalmadı gitti…Yani demem o ki, sen dahi öleceksin ve bana yaptığına belki yevmi kıyamette pişman olacaksız ama çok geç kalmış olacak…
- yevmi kıyamete hacet yok, ben sizi ayırdığuma bin kere pişiman olmuşum, nadim olmuşum ve o hatayı telafi etmeğe gelmişüm..Mimar Ahmet Ağa bizim yaptırmaya başladığımuz camimizin mimarlarundan biridür. Rüstem Paşa da vefat etmiştür, senin Mimar Ahmet Ağa ile izdivacınu murad ederüm..
-Hân’ım çok geç kaldun..ben dahi öldüm, ölüler izdivaç edemezler,
-Niçün ölmüşsün, kadunlar kocası ölünce onunla ölmezler, Şer’i mübin senün dahi izdivacuna cevaz virür...
-Şer’i mübin cevaz verür de benim gönlüm cevaz vermez, ben artık canlı mevtayım…
Ahmet Ağa beni ölmüş bilir, mezarımdan kıyam edemem Han’ım, benüm izdivacımı unut gitsün.. O şimdi benim yaşama gücüm oldu. Ben sevdamın gücüyle yaşamaya gayret gösteririm. Bu da bana, bu alemde yeter.
Sultan Ahmet Han pes etmek istemiyordu, Fahriye’yi ikna etmenin yolunu arıyor, içindeki pişmanlığın beynine vuran acısını gidermeye çalışıyordu.
-Muhterem Atam Cennet Mekan Murat Hân’ım bir emaneti olarak senü bedbah etmeye hakkum yoktu. Bu işte hiçbir su’i niyetim de yokken meydana geldü. O günlerde epey cahildim,. tabiy bu kadar olgunlaşmamış, her şeyi namus, şeref meselesi yaptuk, bu işi bir yiğitlük belledük. Aradan seneler geçti. Bir sürü şey unutuldu. Gayri bu kaderün değiştirfilme zamanu geldi. Sen de İstersez değiştirelüm derim.
Bilirsün Allah’ın hazinesi öyle boldur ki…yeter ki ondan faydalanmayu bilelüm. Susuzluğunu gidermek içün göle giren bir adem oradan ne kadar su alursa alsun göl tükenmez, o bir hazinedür. Onu kimse tüketemez. Gel sen dahi bu hazineden nasibinü al derüm.
-benim nasibime ayrılık düştü. Hem Ahmet Ağa’dan, hem de Rüstem Paşa’dan ayru kaldum. Artık benim için kendini suçlamaktan da vaz geçmelisün Han’ım. Bu mevzuyu da burada bitirelüm. Sizden bir ricamuz da sakın ola ki Mimar Ahmet Ağa yaşadığımı bilmeye, dedi…ayrıldılar.
Ne Ahmet Han, ne Fahriye Sultan bu buluşmadan memnun kalmamıştı. Ok yaydan çıkmış, hedefini bulmuştu, oku yolundan çevirmek, mümkün değildi.
Fahriye hıçkırmadan, için için birine dert yanar gibi gene ağladı. Ağlamasa kafasındaki ve kalbindeki baskılar Onu ezerdi. Ağladı, rahatladı. Oysa Fahriye’nin ne hasreti bitiyor, ne de gözünden yaş eksik oluyor, böylece günler akıp gidiyordu.
Bir gün Zehra Kadın, Tevfik’in İstanbul’da aylak kaldığını, yapacak işi olmadığı için mutsuz olduğunu, mümkünse ona göre bir iş, bir uğraş ayarlanması konusunu açtı. Fahriye Sultan bunu şimdiye kadar niye akıl etmediklerine üzüldü.ve
-sahi biz Tevfik’i unuttuk. Yarından tezi yok onu bir işe yollayacağım, dedi.
Kendi kendine de hayıflandı. Mimar Ahmet’in yanına yollayıp, ondan haber alması, onun kokusunu eve taşıması varken niye baştan düşünmediğine şaştı. Ertesi günTevfik’e
-seni yeni yapılan Sultan Camisi inşaatında çalışmya göndereceğim. Git mimarbaşı’nı bul, caminin çinileri ile ilgilenmen için ruhsat iste, dedi.
Tevfik’in aklından geçen fakat bir türlü açamadığı bu teklif O’nu çok sevindirdi.
-kim yolladı diye sorarsa, kim yolladı deyim?
-İznik’ten gelmişim dersün, zinhar bizden taraf bir lahza söz itmeyesün.
-itmem sultanum…
Tevfik’i gece uyku tutmadı, Meyhaneye gittiğini Fahriye Sultan duymamıştı, buna sevindi. Bir işle uğraşması Tevfik’i çok sevindirdi. Sabah erkenden kalktı, yundu yıkandı, temizlendi, cami inşaatına gitti. İnşaatta henüz kimse iş başı yapmamıştı. Tevfik inşatın içini geziyor, şekillenen kubbeyi izliyor, her ayrıntıyı gözden geçiriyordu. Dinç, iri yapılı, işçi ile ağa görünümlü, belki kendisi gibi hiç uyumamış biri, derviş edasıyla yanına yaklaşmış;
-bir kusur mu ararsuz çelebi, diye seslenmişti.
-ne haddimize kusur aramak…Allah’ın evinde kusur olur mu? Demiş, “caminin Mimar başı’nı görmeğe gelmiştim”, diye devam etmişti.
-bir arzuhalin mi olacaktı Mimarbaşı’na? Ne diyeceksen bana de, Tevfik’in aklından geçen şu sözler, farkında olmadan dökülmüştü dudaklarından,
-buranun çini siparişleri verilmiş midür? Sedefkârın hiç beklemediği bir soruyduyordu bu.
-daha erkendür, zamanu gelüce verülür, niçün sorarsun?
-demem o dur ki, kubbeyi gök mavisi renginde sipariş idesüz ki, Müslümanlar namazını Allah’ın göğü altında kılıyor olsunlar.. Sedefkâr, Tevfik’in bu akıl dolu ifadesi karşısında öyle sevinmiş ki, gözlerinde çakan ışıltı, Tevfik’i yüreklendirmişti. Bu tarif Sedefkârın yıllardır düşündüğü şeydi. Tevfik, Sedefkâr’ın yapmak istediği şeyi tarif etmişti. Müslümanlar ibadet etmek için adı “câmî” olan bir cennet bahçesinde olacaklar. Bu cennet, gök kubbesiyle, güneşiyle, yeşili ve mavisiyle tabiatın ta kendisi olacaktı. Sedefkâr gözlerini Tevfik’e dikmiş, kafasındaki çini süslemesini oluşturuyor gibiydi. Onu daha çok öğrenmek için sorularına devam etti,
-sen İznik’ten mi geldün?
-beliğ
-çinici misün?
-Beliğ Ağam
-niye geldün?
-…………….
-Ne vakittir buralardasun?
-epeydir buralardayum.
-İstanbula niye geldiğünü demek istemez sün, amma benim bilmem gerektür. Tevfik utanarak,
-sevda işidür Ağam….
Bu cevap Sedefkârı bir kere daha şaşırmıştı. “Sevda” lafı Sedefkârın sevdiği bir ifadedir. Daha doğrusu sanatkarlar hep sevdalıdır. Tevfik bu kadar sohbetten sonra konuştuğu bu adamın önemli bir adam olduğuna inanmıştı ve sonunda,
-Mimarbaşı Ağam sen misin diye sorabildi.
-Beliğ , Mimarbaşu ben aciz kulum.. Ya Senin adın nedür?
-Tevfik’tir Ağam. Çinici kalfasıyım.
-Senin İznik’te kimin kimsen var mıdur?
-İznik’de ağam vardır, arkadaşlarum vardur, çinicileri hep bilirüm Ağam.
-Burada, İstanbulda kimlerde ikamet idersin?
-Rüstem Paşa’mızın konağunda ikamet ederiz. Dost ve yakınlık hissedip, yılışarak kulunuz zevcemle, ellerinizden öper bir kerimemiz vardır. İki yaşındadır…
Sedefkâr,
-iki yaşunda he mi?…
Tevfik çini, desen ve renkler konusunda bilgili ve yaratıcıydı. Sedefkâ’rın aklının tezyinata açılan kapısı gibiydi. Tevfik’in süsleme hakkındaki düşünce ve tecrübesi, Sedefkâr’ın arayıp ta bulamayacağı bir şans olmuştu.
Sedefkâr, Mimar Ahmet Ağa’yı çağırttı. Ahmet Ağa’ya Tevfik’i, camiin çini işlerini yapmak üzere görevlendirdiğini, beraber kafa kafaya vererek birlikte çalışacaklarını söyledi. Tevfik’e de Mimar Ahmet Ağa’nın yardımcısı olduğunu anlattı. Ahmet Tevfik’i odasına götürdü. Konuştu, tanıştılar. Bir birlerini ölçtü biçtiler. Tevfik Rüstam Paşa konağında kaldığını söylemişti. Rüstem Paşa’nın konağı Ahmet’e hiçbir şey ifade etmedi. Bilse ki Orada Fahriye Sultan yaşıyor, Bilse ki Tevfik’i O göndermiş, belki de Tevfik’i kucaklayıp, yanaklarından öpecek, Konağa kadar nefes almadan uçuracaktı…nereden bilecek…bilemedi işte…Tevfik te bilse ki bu delikanlı görünümlü genç mimar, Fahriye’ninın uğruna gurbeti vatan eylediği adamdır, ne edip edip onu Fahriye’ye götürüp, ayrı ayrı mecralarda akan bu iki nehiri aynı mecraya çevirirdi.. O da bilemiyordu…Onlar aynı deryaya akan iki nehir gibi ayrı ayrı yataklarda akıp gidiyorlardı.
Tevfik akşam konağa geldiğinde olup biteni Fahriye’ye bir bir anlatmış, Mimarbaşı Sedefkâr Mehmet Ağa’yı ve yardımcısı Mimar Ahmet Ağa’yı öğmekle bitirememiş, biraz da öğünerek Mimar Ahmet Ağa'nın yardımcısı olduğunu söylemişti. Fahriye‘de Onu dinlemekten büyük haz duymuştu. Hiç soru sormamıştı. Çünkü merak ettiği her şeyi Tevfik bir bir anlatıyordu.
Tevfik sabah namazını inşaatta Mimarbaşı ve Mimar ile beraber kılıp, işe başlıyor, akşam namazından sonra eve dönüyordu. Tevik’in eve dönüşünü en çok Fahriye bekliyordu. Tevfik, Fahriye’yi görür görmez akşama kadar neler yapmış, neler konuşmuş, yarın neler yapacaklarını anlatıyor, içinden çıkamadığı konularda da Fahriye’nin fikrini soruyor, yardım alıyordu. Tevfik’in kafasını Fahriye oluşturuyordu. Fahriye ortalarda görünmüyordu ama Tevfik’in aklı, Tevfik’in becerisi olarak Sultan Camii inşaatının içindeydi.
Tevfik kendini işine öylesine vermiş, işini öylesine sevkişti ki, akşam olup eve gitmek zorunda kalmasa ne ev halkı, ne Yenikapı sahilleri, ne Hamza Pehlivan ve de hayatını zindana çeviren Miço’nun batakhanesi aklına bile gelmiyordu.
Ahmet ile Tevfik bir yıl, caminin süslemelerini konuşmuştu. Süslemelerde gök kubbeyi alıp, caminin kubbesi eylemeyi amaç edinmişlerdi. İnsanlara tabiatın içinde ibadet ediyormuş duygusunu hissettirmek istiyorlardı. Duvarlara yapılacak örnekler ve o örneklerde kullanılacak çinilerle camiye genişlik, kubbeye yükseklik verilecekti. Bunun için nerelere hangi motifli çinileri kullanacaklarını, nerelere hangi renk çini gidebileceğini, ne kadar çini gerekeceğini tartışmış, ölçmüş, biçmiş, hesap etmiş sonunda ne yapacaklarına karar kılmışlardı.
Ahmet ile Tevfik’in yaptıkları hesaba göre kubbenin kilit taşından son cemmat mahalline kadar tüm cami için yirmi bir bin adet çini kullanılacaktı. Çiniler yapılacak motif ve şekillere göre genellikle mavi ağırlıklı olacaktı. Bütün bunları olgunlaştırıp Mimar başına sunuyorlardı. Hatta bir keresinde Tevfik Sedefkâra,
-İlerde bu camiye “Mavi Cami” diye isim bile verirler de Sultan Ahmet Han camii demezler diye korkuyorum, diyerek itiraz edecek olmuştu da, Sedefkâr Ağa,
-Korkun nicedür Tevfik Usta. Daha iyi ya bizim de maksadımuz budur, yani “çiniler dillensün”, diye tasdik etmişti.
Türkuvaz, yeşil ve beyaz renkten de vaz geçmemişlerdi. Tevfik’in en çok sevdiği renk mercan kırmızısıydı, fakat Sedefkar mercanın cami süslemelerine pek gitmediğini, daha çok konaklarda kullanıldığını anlatmıştı.
Çinilerin tanesi yirmi akçeye mal oluyordu, ama Tevfik bunu daha ucuza getireceğine inanıyordu.
Caminin diğer ayrıntılardan Sedefkâr’ın çok önemsediği mihrabın mermer oymacılık işiydi. Taç gibi oturmalıydı caminin kıblesinin altında. Öyle de oldu. Pencerelerin sedef kakmalı kapaklarını tabi Sedefkar kendisi yaptı, renk renk vitraylar İtalyadan geldi.
Caminin dört köşesine dört minare, iki minare de avlunun iki köşesine olmak üzere altı minareli, devrinin en çok minareli camii oldu. Kabe kadar olmuştu minare sayısı da Müslümanlar gönül koymuştu
- Kabe'nin minareleri kadar minare yapılmış, bu hal Kabeye saygısızlık olmaz mı? Diye.
Bunun üzerine Sultan Ahmet Han Kabe’ye bir minare daha yaptırarak bu dengesizliği düzeltti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder