1 Aralık 2009 Salı

20.FAHRİYE ’NİN ÇİLESİ

Bir gece Fahriye’yi kaçırmışlar, Sinan Paşa’ya gelin etmişler... Fahriye ne itiraz edebilmiş, ne de kendini öldürmeğe zaman bulabilmişti. Olaylar öyle hızlı gelişmiş, her şey öyle çabuk oluvermişti ki, kimse ne olup bittiğini anlayamamıştı...Ali Rıza Paşa duyduğu zaman hayli üzülmüş. Bursa Şehremini olarak utanmıştı. Uğrunda kavga ettiği, arkadaşının sevdigi kıza, yani Padişah’ın kendisine emanet ettiği halasına sahip çıkamamıştı. Fahriye Sultan’a ne olduğu konusunda bilgisinin olmayışına yalnız üzülmemiş, kahrolmuştu. Fahriye’yi bulamıyordu. , Fahriye’yi tekrar sarayına koyamaz ise mesleki itibarı da zedelenecek, beklide işinden olacaktı-
Olay şöyle gelşmişti; Sinan paşa Padişah’a dünürcü yollamış, Fahriye’yi dest-i nikahına almak için Padişah’tan istedmiş. Sultan Ahmet Han da ,
-bir kaç gün içinde, kimesne duymadan bu işi bitürür sez olur, aksi halde, araya bir sürü aşk –meşk, sevda konuşukluğu girer, orta yerde gezer ise iş dillenür ve olmaz” demiş. Sinan Paşa “tamam” demiş ve padişahla söz kesilmiş, konağının kahyası Arnavut Zülküf Ağay’ı görevlendirmiş, Zülküf Ağay’a;
-bakasın Zülküf Ağa, neye mal olursa olsun, heç bir şeyden kısmayasun, heç kimesneden yılmayasun, heman Bursa’ya bvarup, Fahriye Sultan’u kapup gelesün, göreyüm senü, padişaha söz verdük, sözümüzün arkasunda durmakluğum gerekür...” demiş, kesenin ağzını da açmış.
Zülküf Ağa hemen Bursa’ya gitmiş, Zehra Kadın’ı çekmiş kenara
-“Fahriye’yi sevgilisine kaçıracagız, bana yardımcı olun” demiş,, uğraşmış, didinmiş, Zehra Kadın’ın ağzından girmiş, burnundan çıkmış sonunda ikna etmiş. Sarayda Fahriye ile nedimesi Dilhun Hanım, bakıcıları Tevfik ve Gülnaz ile Zehra Kadın bulunuyordu. Sarayın korumalarını Ali Rıza Paşa veriyordu.
Zülküf Ağa Zehra Kadın’a nöbetçilerin uyutulması için ilaç vermiş. Zehra Kadın ikinci günü Sarayı koruyan askerlerin yemeklerine ilaç katarak nöbrtçileri uyutmuş. Yastsı namazından sonra sarayın kapısı kendilerine açılan Zülküf Ağa, yardımcısı Kalfa Bacı ile içeri girip, Fahriye Sultan’ı eterle uyutmuşlar.Tevfik’le Gülnaz’a Zehra Kadın “ Sultanı sevgilisine götüreceğiz , onun haberi yok, siz de yardımcı olun ..” demişti. Önce Fahriye ile nedimesini bir arabaya koydular, yanlarına da Zülküf Ağa oturdu, ikinci arabaya da ötekiler binip hızla uzaklaştılar.
Bursa’nın dışında bekleyen on silahlı yiğit muhafızla birleşip, birlikte yola devam ettiler. Dağlardan kestirmeden sahile inip, oradan da gemiyle Üsküdara gideceklerdi.
Karamürsel dağlarında, gecenin sabaha yakın bir saatinde, zifiri karanlıkta Celali, Kulaksız Nuro’nun kurduğu pusuya düşmüşlerdi.
Kulaksız’ın çetesi üç kişilikti. Ama üçüde bir birinden beter şirret ve vuruşkandı, her biri beş-on adama bedeldi. Daha kimsenin ruhu duymadan, hatta muhafızların kendilerinin bile bir birinden haberi olmadan, on muhafız birer birer temizlenmişti. Geriye kalanlardan bir Tevfik direniyordu, üstelik te Pepe Sülo’ya çatmıştı.
Pepe Sülo bir orduya bedeldi. Yüz elli kiloluk ayı yavrusu gibi bir adamdı. Böğürerek nara atar, bir adımını attıktan sonra ikinci adımını dengesini bulana kadar bekleyip öyle atardı. Hiç acelesi yoktu ve hiç birşeyden yılmazdı. Tevfik elindeki hançerle Pepe’yi omuzundan yaraladı. Pepe Tevfik’i iki eliyle tuttu kaldırdı, başının üzerinden cıyaklıyan kadınların üstüne fırlattı, attı narayı, bastı hamleyi ki Zehra Kadın çıktı karşısına. Tevfik’i arkalayıp, sıkılan yumruklarını, Pepe’nin et mi, esvap mı olduğu belli olmayuan kirli ve kıllı göğsüne göğsüne indirdi. Kirden rengi kaybolmuş, lüle lüle sarkan sakalına daldı, avuçladı , elleri yağlanmış, kirlenmişti ama sıkı yapışmıştı. Pepe gıdıklanıyordu, böğürtü ile bagırtı arası bir ses çıkarttı, hoplayıp zıpladı, kaçıp kurtulmaya çalıştı. Zehra Kadın bırakmaya hiç niyetli değildi. Pepe hayatında ilk defa :
“-amannnnn” diledi. Yardım istedi...bunaldı, daraldı, eli ayaği kalkmaz oldu... zaten Pepe, kadınlara el kaldırmazdı. Üstüne üstlük Zehra Kadın gibi dev anası bir Osmanlı Kadınıydı, elinden de değme babayiğit kurtulamazdı.... imdadına Kulaksız Nuro yetşti. Araya girdi, ayırdı, aldı esirlerini bir mağaraya, ayı ini gibi bir yere soktu.
Burası bu çetenin barınağıydı... yer yer toprak öbekler ve kaya parçalarından başka bir şey yoktu içerde. Ne bir sergi, ne bir oturak, ne başka bir şey ... havasız ve pis kokan bir indi...kadınlar duvara yaslandılar, kapıdan süzülen ince bir hüzmeden başka ışığı da yoktu, birbirlerini görebilmek için gözlerini oğuşturarak, alıştırmaya çalıştılar... az sonra duvarların nemi sırtlarını ıslattı . Kulaksız ha bire kim olduklarını sorup, alacağı fidyeyi tesbit etmeğe çalışıyordu. En az onun kadar kurt ve sahte işveli Zülküf Ağa da havadan sudan konuşmalarla kimliklerini gizliyordu.
Kulaksız Nuro kesik kulağının hıncını alacağını, kulaksız olmanın ne demek olduğunu onlara öğreteceğini üstüne basabasa anlatıyordu.
-Her bir esir için beşyüz kuruş fiyat biçilmiştür. Bu parayı vermezsez sizi gavura verir, kulaklarınızı kestiririm.
Gavur, gavur gibidir. Kulak kesmeye bayılır. Ucunda hiç pay bırakmaz, aha böyle etile beraber keser atar. Benim kulağımı da bu gavur kesti.. Gavur’un ne yapacağı belli olmaz, biz bir kulak kes deriz o iki kulağı birden keser. Bazen hıncını alamaz, adamın kolunu, bacağını, dilini, burnunu, elini ayağını hatta boynunu keser atar...Gavur bu ne yapacğı belli olmaz...bu Gavur işte böyle işkenceye bayılan bir Gavur’dur.” Gavur avının üzerinde uçan kartallar gibi kadınların kulaklarını, boynunu, el ve ayaklarını koklar gibi yoklamakla meşguldür. Kulaksız marifetlerini anlatmaya devam etti;
-Pepe Sülo’ya gelince, o , adam öldürmez, kesmez de...Zehra Kadın’ı göstererek, O böyle gerdanlı, memeli, ötlü göbekli karılara dayanamaz. Karılar da Ona dayanamaz kadınlar Pepe’nin isteğini yapmazsa, onun da eli ağırdır, bakarsın kolunu bacağını, yahut boynunu kırmış bırakmış..Allah korusun pisi pisine geberir gider zavallı karılar. “
Pepe iki yana sallana sallana goril gibi yürüyerek Zehra Kadın’ın yanına yaklaşmaya çalışıyordu, kulaksız anlatmaya, göz dağı vermeye devam ediyordu, Zehra Kadın Pepe’nin yaklaşmasından rahatsız oluyor, yer değiştiriyordu, feracesinin altından memeleri koç başı gibi aşağı yukarı inip kalkıyordu. Pepe ne yaklaşa biliyor, ne de uzaklaşabiliyor, korkak köpeklerin havlayarak saldırır gibi görünüp, sahibinin arkasına saklanması gibi, Zehra’nın yakınına kadar yaklaşıp, kokluyordu. Dayanamadı Zehra^ya “el-ense” çeker gibi sol eliyle ensesinden çekip kafasını kirli bedenine yapıştırdı. Pepe’nin ağır ellerinden kurtulmak için çırpınan Zehranın imdadına Kulaksız yetişti, elinden kurtardı.
Tevfik’in kaburgaları kırılmış, Zehra Kadın eline geçirdiği bir bezle alel usul sarabilmişti, dışarda arabada sırt üstü yatıyordu, Gülnaz da başında bekliyordu. Az sonta Fahriye Sultan gözlerini açtı. ürkek ürkek etrafını süzdü, Zehra’ya,
-neredeyiz biz, bunlar kim?
Zülküf Ağa hemen panter gibi atladı Fahriye’nin önüne ve elindeki eteri tekrar koklatarak Kulaksız’ın konuşturmasını önledi.
Pazarlık çok uzamadı. Zülküf Aga nihayet anlaştı, razı etti haydutları...hatta Yalova sahiline kadar da güvenliklerinin sağlanmasını temin etti, ödemeyi de Yalova sahilinde yaptı.
Yalovada bindikleri dört yelkenli, kırk kürekli gemi önce ufak, sonra irileşen dalgalarla yalpalanmaya başladı. Sonra hızlandı, dalgalar büyüdü, gemi denizin üstünde öyle inip, çıkıyor, öyle yatıp kalkıyordu ki, içindeki yolcuları çil yavrusu gibi bir o yana bir bu yana savuruyordu. Ayakta kalanlar, günlerdir kursaklarına bir lokma bir şey gitmediği halde, midelerindeki öz suları bile dışarı atıyor, sanki ölümle pençeleşiyorlardı.Tam bu esnada Fahriye Sultan tekrar uyandı, ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, birkaç kere Zehra Kadın ile beraber uçup, kendilerini karşı duvara vurdular.
-biz neredeyiz Zehra? Neler oluyor, bu adamlar kim?? Zehra Kadın soruların yarısını ancak duyabiliyor, ne cevap verecegini bilemiyor, iri vücuduna sahip olmakta zorluk çekiyordu. Arnavut Zülküf Ağa durumu fark etmiş, Fahriye’yi uyutmaya yeltenince , Zehra Kadın’ın hışmına ugrayıp, kendini karşı duvara yapışık bulmuştu,
-Sultanım’a bir daha yaklaşırsan seni denize atarım Ağa falan demem alimallah…Fahriye içinde bulunduğu gemiyi Zülküf Aga’yı, neden buralarda olduklarını bir türlü anlayamıyor, fena halde sıkılıyordu. Geminin sallayıp, savurmasıyla O da bir kenara savrulup, orada yıgılıp kaldı.
Zehra Kadın kandırıldığını anlamış, Fahriye Sultan’a, kendisine güvenen Hanım’ına ihanet etmiş olduğunu anlamıştı, ama vakit çok geçti. Artı dönüşü yoktu, kaderini yaşayacaktı.
Nihayet gemi Üsküdar’a varmış, sahile yanaşmıştı. Yolcular sallana sallana, bazıları da sürünerek sahile çıktılar. Üsküdar sahilinda kendilerini bekleyen Sinan Paşa Fahriye’yi büyük bir saygı ve ihtiramla selamlayıp, kıyıda beklettiği sekiz atın koşulduğu görkemli bir mahville bindirip, haremine götürdü.
Baş başa kaldılar, Fahriye yorgun, perişan üzgün ve bitkindi,
-neler olmaktadur, sen kimsün, bizi nerelere getürdüz?
-Ben Sinan Paşa’yum, senin içün dünürcü yolladum Padşahımuz’a, Allah’ın Emri ve Peygamber’imizün Kavli ile seni desti nikahıma almak istedim. Yüce Hükümdarumuz da “heman alursaz olur, yok ise olmaz” diye irade buyurdular. Biz dahi bu iradeye uyarak heman seni buraya haremimüze alduk. Bir kusur etti isek bu kastu mahsusa değüldür, dedi.
Gözleri karanlığı, yüzü sovuğu yansıtıyordu Fahriye’nin... Bu Paşa ile beraber mi yaşayacaktı, Onun karısı mı olacaktı? Bu mümkün olabilir mi? gönlünü zorladı...gönlü doluydu, oranın sahibi vardı ve sahibi ölmüş at gibi yatıyordu orada. Bu bir çileydi Fahriye için...ama yapacak çok şeyi kalmamıştı, artık herşey bitmiş bu kaderi yaşanmaya başlanmıştı. Yüzünde kalan son gülümsemeyi bir sadaka gibi verdi Sinan Paşa’ya. Paşanın sevinci hareminin çini duvarlarında yankılanıyordu. Fahriye’ye,
-sen bir hazinesün, gömü altundaki gizlü hazine gibisün, ben seni keşfettim ve dünya üzerine çıkardum. Hiç konuşmak istememesine ragmen,
Fahriye ,
-sen benin kalbimin ve de ruhumun dolu olduğunu, oranun bir sahibi olduğunu, oranın sahibinün de ölene kadar , hatta ödükten sonra dahi orada yaşayacağınu duymamış musun?…benim sana hiçbir şey veremiyeceğimi, benim aşkımdan zinhar fedakarlık idemeyeceğimü bilmez misün?
Sinan Paşa,
-ben her şeyi zemane bırakırum. Senün ferasetine burakırum ve aşka karşu savaşmak ta istemem, bunun çok zor bir savaş olduğunu bilürüm.”
-sen bir ceset aparttun, Bursa’dan kapup, çıfıt gibi (hırsız gibi) dağdan denizden indirdiğün saygıdeğer, maşukun değil, o bir cesettür, sana da böylesi layuktur.” Dedi, bir daha hiç konuşmadı.
Sinan Paşa Ali Rıza Paşa’ya bir mektup yazıp yolladı. “ Padişahımız Efendimiz, Fahriye Sultan’ı kimsenin haberi olmadan alıp, Istanbul’a getirmesini emretti” , kendisinin de bunu yaptığını, bu nedenle daha önce haber veremedeiğini yazıp,
“-kusura bakmayasun” dedi...Ali Rıza Paşa çok kızmasına rağmen bu mektuba sevindi, ne de olsa Sinan Paşa makbul bir vezir, bir devlet adamıydı, mutlaka bir bildikleri vardır diye düşündü.
Bir hafta sonra Fahriye Sultan’ın düğünü oldu.!!!..kazanlar kuruldu, yemekler pişirildi, zengin fakir yedi içti......kına geceleri oldu, kınalar yakıldı herkesin her yanlarına. Gelin alınıp verilmedi, gelin çoktan apartlmış, damadın hanesine teslim edilmişti... Fahriye Sinan Paşa ile evlenmişti…yerdeki böcekten gökteki kuşa kadar her canlı lanet edip, “bu ne rezilliktür “ demeğe getiriyordu…
Mimar Ahmet Ağa’ya ne der… ne cevap verir? Yoksa Ahmet’in bir şey demeye hakkı hukuku ve de mecali yok muydu?
Büyük balık küçük balığı bir kere daha yutmuştu…
Üstünden seneler geçmişti… Sinan Paşa ölmüştü.… Fahriye çok acı çekiyordu…sevdasız ve sahipsizdi.... gerçi Sinan Paşa cok büyük bir servet bırakmıştı ama her şey servet ve para değildi ki… Fahriye yalnızdı, çok insanlar vardı etrafında, saray yavrusu malikanesinde. Hele bahçesi…sabahları çiçekli gezi yolunda yürümekten pek hoşlanırdı. Erik ağacının sarkan dallarını eliyle kaldırıp, yoluna devam eder, büyük ceviz ağacının gölğesinde ki bulunan kamelyada kitap okurdu. Komşu köşkten yüksek defne çiti ile ayrılmış olan koca bahçede gülden nergize, duttan kaysıya aklına gelen her çiçek ve her meyve varsa da yanında sevgdiği insan olmadığı için gönlü hüzün doluydu. Gönlünün asıl sahibini bir türlü yerine oturtamıyordu...Onun gözünde güller boynunu bükmüş, zambaklar solmuş, bahçe tarumadı.
Fahriye’nin çocuğu olmadı, paşadan mı kendinden mi belli değildi. Ama Fahriye için böylesi daha iyiydi…Kendi canından, kendi içinden olacağını bildigi halde Sinan paşa’dan çocuk yapmayı ihanetinin delili gibi düşünüyordu..
Zehra Kadın hanımının “bir” dedigini “iki” etmemeye özen gösterirken , hanımına karşı yaptığı hatayı ne kimseyle paylaşabiliyor, ne de kendini affediyordu. Asla geri saramıyacağı o kaçış filmini aklından çıkartabilmesi mümkün degildi. Bursa’yı çok özlüyordu, kaplıcalardan ayrılmak akıl karı degilmiş meğer, diye içinden geçiyordu.
Gülnaz kız, hep mutlu, hep canlı, hep gülen, hiç naz etmeyen, her işin üstesinden gelen hamarat cici bir köylü kızlığını sürdürüyordu. Onun için ne İznik’in, ne Bursa’nın ne de İstanbul’un önemi yoktu. Kocası Tevfik Kalfa’sı başında olsun yetiyordyu..
Burada kendisine bir dokuma tezgahı almışlar, ipliğin en iyisini alıyor, bezin en hasını dokuyordu. İçindeki mutluluğu işine aksettiriyordu. Fahriye sultanın tüm dokumalarını Gülnaz dokuyordu. Zehra Kadının pazarladığı dokumalardan ellerine epey de para geçiyordu.
Tevfik kalfa biraz daha farklı bakıyordu her şeye. İstanbulu, bir karınca yuvası na benzetiyordu. Itişip kakışan insanlar, anlamsız konusma ve nizalar rahatsız edecek kadar gözüne çarpiyordu. Sanki bütün dünyanın insanları burada yaşıyordu. Kimse kimseyi tanımıyordu. Sokaklarda hal-hatır sormadan gelp geçiyordu insanlar. Tevfik buna alışamıyordu. O İznik’te, sokakta çarşıda pazarda kime rastlasa mutlaka tanıdık biriydi, ya hal hatır sorar, ya da bir iş görürlerdi. İstanbul böyle mi?? Sokakta değil tanıdık adem, belki dilini bildiği adam bulmak bile zordu.
Tevfik’in işi de yoktu. Gerçi o meşguldü, her gün akşama kadar bir şeyler yapıyordu. Bazen Zehra Hala ile alış-verişe çıkıyor, bazen bahçenin otlarını temizleyip, suluyor, bazen Sinan Paşa’nın seyislerine yardım olsun diye atlarını tımarı ediyor ama O Çini işi yapmıyordu. Çini fırını ile ilgilenemiyordu, çinileri boyayamıyor, çamuru kalıplara dökemiyor, çini toprağını koklayamıyordu. Onun için ciddi bir işi yoktu, böyle takılmaktan da rahatsızlık duyuyordu. Herkez de bunu farkındaydı.
Gülnaz ile Tevfik’in bir kızları olmuştu, Fahriye Sultan, “Aybike” demişti ona

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder