Fahriye Sultan ile birlikte İstanbul’a gelen Zehra Kadın, Gülnaz ve Tevfik, Rüstem Paşa’nın konağında ikamet ediyor, konağın işlerini görüyorlardı. Tefik yapılabilecek işleri gördükten sonra kalan zamanında İstanbulu geziyordu. Camileri, pazarları, meydanları dolaşıp, hem İstanbul’u öğreniyor, hem de hoş vakit geçiriyordu. Zaman zaman da at meydanında ki Sultan cami inşaatına takılıyor, bu kocaman inşaatın ne olacağını bir türlü kestiremiyordu.
Tevfik devşirme olduğunu biliyordu da, nereden ve nasıl devşirildiğini bir türlü çıkaramıyordu. Ancak kime ne soracağını bilmiyor, bu sırrını kimseyle paylaşamıyordu. Daha sonraları yeniçerilerin hatta bazı vezirlerin de devşirildiğini öğrenmiş, merakı daha da artmıştı.
Çoğu kere akşam üzerleri Kumkapı, Yenikapı gibi sahillere gidip denizi seyrediyor, güneşin kocaman, kıpkırmızı bir tepsi gibi denizin içine gömülüp batışına dalıyordu. Tevfik İstanbul’da yalnız geziyor, ev halkı hariç yalnız yaşıyordu. Bir arkadaşı, bir dostu yoktu.
Kumkapı da çokça rastladığı iriyari yapılı, post bıyıklı, güçlü ve yaşlıca biri dikkatini çekiyordu. Adam abasını omuzlarına atıp, elleri arkasında, sahilde tek başına volta atıyordu. Sahilde dolaşırken elinde akik taşından, fındık büyüklüğünde dizilmiş tesbihinin, adımlarına tempo veren şakırtıları ta uzaktan duyuluyor, yanına yaklaşınca etrafa, imamesinin yeşil püskülünden, amber kokusun yayılıyordu.. Dolaşmaktan yorulup, bir kayaya sırtını dayayıp, denize dalan, denizle sohbet eder gibi kendi kendine konuşan bu yalnız adamı Tevfik hep merak eder dururdu..
Kumkapı sahili pek te tekin değildi. Zaman zaman bitirimler kuytularda halka olup ya afyon çeker, ya da işret içerlerdi. Nara attıkları, niza çıkardıkları da oluyordu. Bir gün Tevfik’in yanına sokulan üç birim;
-sökül mangırları da ağzımızı ıslatalım…diye sataştılar.
Tevfik şöyle bir toparlanıp,
-niye söküleyim, benim size borcum mu var, diye cevap verdi.
Bitirimlerden önde olanı
-sen edebinle vermezsen biz almasını biliriz, dedi ve kuşağından bir sürmene palası sıyırdı. Tevfik’in cebinde hiç parası yoktu. Adamlar belalıydı, onları teker teker alt edbilirdi ancak üçüne birden gücü yetmeyebilirdi, üstelik ellerinde de kamaları vardı, durumu hiç iyi değildi, tabanları yağlayıp, kaçmak ta mizacına ters geliyordu. Bitirimin biri Tevfik’in burnunun dibine kadar sokuldu, Tevfik’te ona hamle yapmak uzere yumruklarını sıktı, tam kapışmak üzereydiler ki arkadan,
-ulan deyyuslar, siz bu ademi sahipsiz mü bulduz, savulun heman, demesiyle ilk önüne gelen, elinde kaması olana, Osmanlı tokatı indirmesi bir oldu. Tokatı yiyen düştü, sürünerek kaçmaya başladı, ikinci bitirim tokatı yer yemez yere yapışıp, öyle kaldı. İkisini yalnız adam, birini de Tevfik halletti. Bela def edilmişti. Tevfik yalnız adama teşekkür etti ve,
-canımu kurtardın, eline sağlık ağam, dedi
-yok canum, pirimiz sultanımız Hacı Bektaşi Veli “ Elden gelen her iyiliği, herkese yapasuz” deyin öğütlemişti. Biz yardıma muhtaç her mazlumun yanında, zayıflara zulmeden her zalimin de karşısındayuk, evlat dedi…boğazına iri bir lokma tıkanmış gibi gırtlağından konuşarak cevap verdi.
-bağışlayın, siz kimlersüz?
-biz mi, dişleri görünecek kadar, gülme ile tebessüm arası, bir öğünme edası ile, elini yumruk yapıp, göğsüne vurarak, biz Yeniçeriyik…Sen hiç duymamış mısun?
-yeniçeriyi duymaz mıyım, duymuşum da hiç tanımamışım.
-aha tanıdın işte…Biz yüreğimizi ortaya koyaruk hep, bizi tanıan kolay olur evlat. Biz çabuk bağlanur çabuk soğuruk. Bir kahpelik gördük mü öfkemiz başımızdan fırlar, duman ederik.
-adın nedir senin,
-benim mi “Tevfik”,
-ben de “Hamza”…Hamza Pehlivan derler bana.
-Hamzalar hep pehlivan mı olur?
-Allah’ın Rasulü, Hz. Peygamberimiz’in meth ettiği, Hz. Hamza Pehlivan’ın adını almışık, helbet pehlivan olmamız lazımdur, Sen ne işle meşgulsün, nerede ikamet idersün?
-Ben İznik’ten geldim. İznikte çinicilik iderdim. Burada Rüstem Paşa konağında ikamet iderik.
-seni buralarda görürüm, çoğu aylak ve yalnız başınasın…bir arkadaşın, bir akranın yok mudur?
-yoktur ağam,. Benim arkadaşlarım İznik’te kalmıştır, senin dahi arkadaşın yoktur, ben de seni yalnız görürüm.
-ben ocaktan tekaüt oldum. Aha buraya gelip rahatlarum, akşamdan sonra da Gedikliye giderüm. Başkaca bir uğraşum yoktur.
-Sana çok soru sordum, cehaletime say, “Gedikli” dediğin nedir?
- Mey hane
- onu bilirim,
-Meyhaneyi mi bilirsin?
-he ya, bilirim de heç gitmişliğim yoktur.
-bir gün seni götürürüm istersen
O gün böyle hoş bir tanışmadan sonra Tevfik’le Hamza Pehlivan arkadaş oldular. Her gün bir birlerini arar oldular.
Tevfik Hamza Pehlivan’ın askerlik sohbetlerini çok seviyordu, Hamza Pehlivan’ın sohbeti bitmiyordu. Küffar kalelerini nasıl düşürdüklerini, düşman askerlerini nasıl tepelediklerini, savaşları, savaşlarda attıkları nara ve cenk türkülerini terennüm ediyor yeniden yaşar gibi, bağırıp kükrüyordu.
Tevfik Hamza’ya yekten
-devşirme ne, kim kimi nereden devşirmiş, diye sordu.
Tevfik’in bilinç altında yıllar boyu yaşattığı bu düşüncesini en iyi bilecek adam Hazma Pehlivan’dan başkası olamaz diye aklından geçirdiği için O’na sormuştu. Ama Hazma Pehlivan aralarında bunca dostluk, arkadaşlık olmasaydı Tevfik’i tepeledi. O’da bu konuşuğu hiç sevmedi.
- bana bu suali soracak olanın anasından emdiği sütü burnundan getirirdüm. Dua et ki dost olduk…diye öfkesini belli etti. Sanki Tevfik yeniçerilerin Türk olmayışını yüzüne vurmuştu..
-Bagışla ağam, yıllar boyu yaşadığım, aklımdan atamadığım, öğrenmeye can attığım, duyupta sebebini, aslını astarını bilemediğim bir sırrımı açtım sana. Ben bir devşirmeymişim. Her bi kimse bana bunu der. Benim anam da atam da yokmuş. Yahutta gavurmuş.
-Sen de mi devşirilmişin?, Allah Allah…hemide yeniçerü bile olamamışun…bunda bir terslük vardur. Benim aklım karıştı.
Hamza Pehlivan oturduğu yerden kalkmış, biraz önceki öfkesi gitmiş, yerini acıma ile karışık belirsizliğe bırakmıştı. Gene elleri arkasında, tesbihini hızlı hızlı şakırdatarak kısa kısa turlar atıyordu. Meseleyi nasıl anlatacağını ve nereden başlayacağını düşünmeye başlamıştı. Her konuşması gibi,
-Evlat, diye söze başladı. Seni niçün devşirdiler bilemedüm. Amma ben dahi devşirilüp, yeniçeri oldum. Bazısı da Endaruna alınıp, paşa oldu, ağa oldu. Sen niye bir şey olamadun bundan aklım karıştı. Bizim anamız da vardur, atamız da. Onlar Balkanlarda kalmıştur. Hemi de Onlar hiristiyandır. Biz Allah’a şükür hemi Müslüman , hemi de Osmanlı’nın askeri olduk. Kılıcımızla anamızı da, atamızı da ve toprağımızı da koruruk. Her bir kimse yeniçeri yazılamaz, yeniçeri yazulmak bir şereftür.
-ben niye yeniçeri yazılmamışım ağam,
- ah bi bilsem, seni niye çinici itmişler, bemim aklım da buna karuşur işte…helbet bir bilen vardur. Amma niye devşirilmişim diye hayıflanma. Bize acemi oğlanlaru mektebinde, Hacı Bektaşi Pirimiz’le birlikte şunları öğütlemişlerdür “devşirilmiş olmak İslam’la müşerref olmakdır…bütün devşirmeler kendilerini Türk hisseder. İslam’la tanışmak her kula nasip olmaz. Hem Müslüman olmak, hem de Türk devletinin hizmetinde bulunmak Allah’ın bir lütfudur. Bunun içün Allah bizi iki kere ödüllendirmiştir. Gayri bize başkaca kimlik gerekmez vesselam” diye öğretmişlerdi, demiş sözü bitirmişti.
O akşam Tevfik az da olsa devşirme hakkında bilgi sahibi olmuştu. Amma niye yeniçeri olamadığına O da şaşmıştı. Gene de devşirmenin ne olduğunu öğrenmiş olmaktan mutluydu ve artık devşirme oluşundan utanmayacak, hayıflanmayacak, bunun Hamza Pehlivan’nın dediği gibi “bir şeref” olduğuna inanmıştı. Şimdiye kadar kendini Türk hissetmiş olmaktan mutlu olmuştu. O akşam eve göğsünü gere gere gitti.
Tevfik Hamza Pehlivan ile sık sık beraber oluyordu. Bir akşam Hamza Pehlivan’a,
-beni bi yere götürecektiz unuttuz mu diye sordu.
-unutmadum evlat. Aklumdadur. Gediklüye götüreceğim demiştim. Amma eyü mü ederim, kötü mü olur onu düşünürüm. Ondan sebep ağurdan alurum.
-Gediklü kötü bir yer mi dür ağam?
-şair Nedim demiş ki: Meyhane kasvetli görünür dişardan amma,
Başka letafet, başka zerafet var anın içinde.
-ben orayı iyice merak ettim, yanımda sen oldukca ne mahsuru olur ki,
-madema israr idersün kalk gidek, hemi de bir tecrübe sahibi olursun, demiş, Tevik’i yanına alıp Yenikapıda bir çıkmaz sokağın sonundaki iki katlı bir konağın arkasını dolaşıp, gözden ırak bir izbeye girmişler, yanında Hamza Pehlivan olmasa Tevfik’in asla girmek istemeyeceği bu izbe yolun sonunda mum ışıklarıyla aydınlatıla bilen loş bir mekana gelişlerdi. Burası Miço’nun yeriydi.
Miço meyhanenin sahibi. Rum asıllı, ince yapılı, güleç yüzlü, eline çabuk, hoş sohbet birisiydi. Omzunda eyreti duran peşkiri temizlik için kullanıyordu. Hemen Hamza Pehlivan’ı her zamanki masasına oturtup, masasının tozunu alıp, kırık dökük türkçesiyle
-hos geldiz pasam, safalar getirdiz, bu yakisikli efen di de kim olor? Hamza Pehlivan,
-benim can yoldaşım. Dostum..,Tevfik
-aa siz de hos gelmisiz, sizi de daim görmek isteriz … sıkılmıyasın..bura senindir, zaten yanında Pehlivan Ağam var, Ağam bu mekanların destdursuz ademidir…Hamza’ya dönüp, eee ne emredersiniz pasam?
-masayu donatasun Miço, biz de inceden inceden demlenelüm..
Tevfik meyhanenin havasına, kokusuna dalıp gitmişti.
Başı önüne düşmüş, kederli kederli başını sallayan, pür neşe coşup savrulan, gerekli gereksiz kahkahalar atan müşterilerin hallerini ve çevresini incelemekten kendini bir türlü alamıyordu. Hamza Pehlivan durumun farkındaydı, sessiz kalmış, Tevfik’in etrafı tanımasına izin vermişti.
Burası bir Gedikli Meyhaneydi. Gedikli Meyhane, ruhsatlı meyhane demekti. Meyhaneler dışardan kasvetli görünür ama içlerisi oldukça düzenlidir ve göze hoş görünür. Genellikle kapı girişinde, sağda tezgah, tezgahın arkasındaki duvarlarda oymalı raflar vardır. Rafların kenarlarına çakılmış çivilere de rakı ve şarap ibrikleri asılmıştır. Meyhanede tahtadan yapılmış alçak ayaklı masalar, etrafında, hasır iskemleler dizilmişti. Öteki duvarlarında da şarap fıçıları ve şarap küpleri sıralanmıştı. Bu fıçıların tahta lülelerine küçük bir merdivenle ulaşılabilirdi. Küplerin lüleleri açıldığında kol kalınlığında akan şarap kocaman camadanlara doldurulurdu.
Masalarda ki şamdanlara mumlar dikilmiş, çevresinde de sıra sıra meze tabakları yer almıştı. Bardaklar ve kadehler ışıl ışıldı. Hizmette kusur yoktu. Müşterilerle hizmetliler birbirini tanırlardı. Biri hizmet eder, öbürü keyf ederdi. . Meclislerinde latif kişiler ol urdu. İki litre şarap üç akçeydi. Yağın okkası altı akçe olduğuna göre, var sen hesap eyle şarabın raicini…
Müslümanlıkta şarap ve insanları sarhoş edici her şey haram kılınmıştır. Bu nedenle Müslümanlar içki içmezler. Susuzluklarını su içerek giderirler. Müslüman şehirlerinde içki satmak, meyhane açmak yasaktır. Ancak İstanbul’da gayri Müslim taba (Müslüman olmayan halk) olduğu için özel olarak meyhane açma izni verilmişti. Yani “Ruhsatlı” (izinli) idi. Yani Gedikli Meyhaneleri idi. Ruhsat namelerinde ; Ramazan ayında kapalı olacağı, Müslümanlara içki verilemiyeceği yazılıydı. Bir çok padişah bu yasağı denetlemek için zaman zaman tebdili kıyafetle, gece veya gündüz sokaklarda gezerdi. Bu nedenle meyhanelere yabancı uyruklu ve gayri müslimler giderdi. Nadiren Müslümanlardan, bilhassa yeniçerilerden de gidenler olurdu. Sızıncaya kadar da içerlerdi.
Bir ramazan akşamı meyhanede işret alemi yapan üç kişi yakalanmıştı. Meyhaneci de dahil adamlar birer eşeğe ters bindirilmiş, eşeğin kuyruğu tutturulmuş olarak sokaklarda, aleme ibret için dolaştırılmışlardı.
Miço masaya mezeleri diziyor, “Pasam bunu da sever” deyip, mutfağında ne var ne yok taşıyordu. Küçücük tabaklarda çeşit çeşit nevaleyi merakla izleyen Tevfik’ten ne ses ne de soluk çıkmıyordu. Tevfik bu taşımanın nereye varacağını merak ediyordu. Miço küçücük masada her bir tabağa yer açıp yerleştirdikten sonra
-pasama en yillanmış şaraptan veririm demiş, yan duvarda sıralanmış olan küplerden birinden, elindeki küçücük testiye şarap doldurup, iki de cam bardak koymuştu önlerine, elindeki testiden kadehlere şarap koyup, testiyi masnın orta yerine dikmişti.
Hamza Pehlivan bütün bu hizmetleri yalnızca gözleriyle takip ediyordu, zaten O her gün yapılan bu işleri ezberlemişti. Miçoyu da uyarmaya gerek yoktu, çünkü O da işinin ehliydi. Hamza Pehlivan önündeki kadehi almış, Tevfik’e de almasını işaret edrek,
-hadi hoş geldin bizim mekanımıza deyip, hafifce havaya kaldırıp, kafasına dikmişti.
Tevfik nihayet olan biteni anlamış, önündeki bardakta, burnunun direğini çürüten ekşimsi kokusuyla, Allah’ın içilmesini yasak ettiği şarap duruyordu. Tek başına olsa asla eline bile almamacağı, kesinlikle içmiyeceği bu bardağı, şimdi, meyhane denilen bu kasvetli yerde, Hamza Pehlivan’ın yanında kafasına dikmek zorundaydı, içti.. bitiremedi. Utandı, sıkıldı, hiç sevmedi şarap denilen bu işreti.
Hamza Pehlivan buraların Müslümanlara yasak yerler olduğunu, zaptiyeler basar kendilerini yakalarsa ağır cezalar verirler dedi, falakaya yatırırlar, eşeğe ters bindirir, aleme rüsva ederler diye anlattı. Sonra
-bu iştiğimiz şey şaraptur. Hemi de haramdur. Adem bundan ziyade içerse serhoş olur. O zaman ne sözü söz olur, ne de giddüğü yol yol olur. Bunun içün seni buralara getirüp getirmemekte kararsız kaldum. Sen gene de bu meretin şöyle bir tadına bak, fazlaca içme, başına bir hal gelmesün. Evvel Allah ben yanında iken dünyada sana ölüm olmaz amma gene de işretten uzak durmanu tavsiye iderüm evlat, diyip, bir kadeh daha şarap dikti kafasına ve ağırdan ağırdan masadaki mezelerden ufak lokmalar attı ağzına. Neşelenmiş, etrafıyla ilgilenmeye baişlamıştı.
Tevfik sadece söylenenleri dinlemekle, Hamza’nın şarap içişini izlemekle yetindi. Yarım kalan bardağını bitiremedi, bir iki meze tatdı, ekşili, acılı mezeleri de pek sevmedi.
Erken çıktılar meyhaneden. Hafifçe başı dönüyor, suskun ve suçlu hissediyordu kendini. Hamza Pehlivan’la vedalaştılar, ayrıldı. Tevfik işlediği günahtan utanırcasına gecenin karanlığına sığınıp, pişmanlık içinde sahilde yalnız başına gezindi, dolanştı, yoruldu, oturdu. Dup duru bir gök yüzü, gökte kocaman bir ay vardı. Ayın etrafını, gök yüzününen tepesine kadar hiç boş yer kalmamacasına yanıp, sönen yıldızlar kaplamıştı. Ayın ve yıldızların şevkı denize düşmüş, denizde yanıp sönen yakamozlar oluşturmuştu. Tevfik yakamozu iznikte de seyrederdi ama buradaki daha canlı ve daha büyüktü. Sanki Allah Ona ; “bak sana ne kadar önem veriyor, senin için gece ve gündüz ne hikmetler yaratıyorum, fakat sen bu güzellikleri görmüyor, benim yasakladığım işlerle meşgulsün” diyordu. Utanmakta haklıydı, sonunda konağın yolunu tuttu.
Aradan bir gün geçmişti, Tevfik’in burnuna şarabın o çürük, ekşi kokusu geliyor, iştahlanıyordu, canı şarap içmek ister gibiydi... İstemeye istemeye ayakları O’nu Kumkapı sahiline götürdü, Hamza Pehlivan’ı bekler buldu. Hoş beşten sonra Haamza,
-dünkü gün seni göremez oldum. Bana kızgınlığın var mıdur?
-neden olsun Ağa’m. Sen benim en yakın arkadaşım, Ağamsın.
-hani seni meyhaneye, işrete götürdüm, belki…ne bilem,
-estağfurullah Ağam, hatta sen yanımda olacaksan her dediğin yere her dem giderim.
-Bizim gedikli Meyhaneyi sevebidin mi bari,
-meyhaneyi mi sevdim, seninle olmayı mı sevdim bilemedim amma bana o akşam hoş bir akşam olmuştu.
-ee istersen gene uğraruk…bizim işimiz bu, dedi, yavaş yavaş meyhaneye doğru yollandılar.
Miço her zamanki yılışık tavırlarıyla karşıladı. Masalarını düzeltti, sandalyelerini sürdü altlarına, mezelerini dizdi, şaraplarını doldurdu, alışılmış ne hizmeti varsa sırasını şaşırmadan, yüzündeki tebessümü solman hizmetini sürdürdü. Hamza Pehlivan Tevfik’in sıkılmaması için her ayrıntıyı dikkat ediyordu. Gene Tevfik bardağından bir iki yudum içebilmişti,
Meyhanenin loş ışışğına gözleri alışmış, şarap testisini yarılamış olan Hamza Pehlivan, en köşede tek başına demlenen birini fark etmiş ve
-ahah Kayukçu Kul Mustafa’da buradaymış,
-kayukcu…dedi
bardağını ona doğru kaldırıp dikti başına. Bir iki meze attı ağzına, Tevfik’e dönüp,
-Buna feleğin yar olmadığu Kul Mustafa dirler…duymuş musun?
-duymuşluğum yoktur Ağam,
Kul Mustafa’nın ömrü savaşta geçmişdür. Murat Reis’in kalyonunda Cezair seferüne de çıkmışdur. Kul Mustafa her ne savaş olursa varup getmiş, ömrü boyunca rahat görmemiş amma bunca uğraşu heç kimesnenün umurunda değülmüş, ne “aferin” diyen olmuş, ne de bir Allah’ın kulu elinden tutmuş. Yani ki güvendiğü dağlara hep kar yağmuş. Asker ocağundan öylece tekaüt olup, kendini buralara atmış. Felek her bi kimseye yar olur da bi Mustafaya yar olmaz deyip, vurur bağlamanın tellerine.
Kul Mustafa dik başlı, efe yapılı, kılık kıyafeti oldukça düzgündü. Üstünde Tevik’in kine benzeyen, salta denilen, yünlü kumaştan dikilmiş, ön kısmı açık, etekleri kısa, kolları uzun, yarım ceketi andıran bir tür yelek vardı. İşliği; pamuklu bezden dikilmiş, dar ve uzun kollu, yakası kapalı, tek çapraz düğmeli ve ilikliydi.Tevfik’in saltasının kenarları sırma ve kaytanlarla süslenmişti. Kul Mustafa’nın ki o kadar caf caflı değildi. Başında, kırmızı ince çemberli sarık vardı. Belinde, Tosya şalından yapılmış Acem kuşağ, bir çeşit cep vazifesi görmesi için kat kat sarılmıştı. Önünde, kabzası sağda, ucu solda, kuşağın kenarından çıkmış, sedef işlemeli kama kuşanmıştı.
-o da devşirme mi? diye sordu Tevfik. Pehlivan bir kere daha “la havle” çekti,
-evlat hala kafandan atamadun şu devşirmeyü. Asker dediysek devşirmedür. Bi daha devşirmeden laf etmek yok. Anlaştık mı?
-beliğ ağam. Olmayacak. dedi. Bozulmuştu. Bir daha da söze karışmadı. Pehlivan Kul Mustafa’ya,
-sazın yanında mıdur, de bi şeyler de efkarlanalım. Kul Mustafa,
-emrün olur Pehlivan Ağam, deyip, aldı sazı eline, tellerini kafasına göre tıngırtatarak:
Kayık dipli kaypak dünya, bu kafaya dar olmadu
Ömür boyu kahbe felek Mustafaya yar olmadu…
sözlerini sazıyla söyleyip, meyhanenin havasını neşelendirdi. Hamza Pehlivan da ona küçük bir testi şarap ısmarladı.
Günler haftalar birbirini kovaladı. Miço yeni müşterisiyle daha çok ilgilenmeye onu memnun etmeye gayret gösteriyor, Tevfik’te meyhanenin paslı havasına her akşam biraz daha uyum sağlıyordu
Artık Hamza Pehlivan olmaksızın Tevfik tek başına Miço’un yerine gitmeye başlamıştı, yavaş yavaş bağımlısı olmaya başladığı şarabını içiyor, arasıra meyhane havasına da katılıyordu.
Tevfik’i meyhaneye çeken, daha çok kendi hayatını sorguama şansını orada buluyor oluşuydu. Tevfik iki kadeh içtikten sonra başlıyor, “benim halim nice olacak…ben çinicilikten başka şey bilmem ki…İstanbulda çini işi yok…benim evimi, çocuklarımı kim besleyip doyuracak…ben nasıl para kazanırım…Beni nereden devşirdiler, kim devşirdi, niye devşirdi, niye yeniçeri etmediler?” daha nice cevapsız sualler kafasından akıp gidiyor, içinden çıkamadığı bu girdabın ilacı imiş gibi bir kadeh daha şarap dikiyor kafasına. Bazan iyice sarhoş olup nara attığı bile oluyordu.
Bir akşam gene Hamza Pehlivan yoktu. Tevfik yalnız gelmişti, Gedikliye. Meyhanenin kapanmasına yakın bir saatte içeri büyük bir gürültü ile birileri düştü. Miço Tevfik’e
-bela Agop geldi…diye fısıldadı.
Agop sallanarak içeri girip, alçak iskemleyi ayağı ile çekip, düşer gibi üstüne çöktü. Sarhoş olduğu belliydi. Masayı yumruklayıp,
-miço hemen masayı donat it dölü…adamın her şeyinden bela akıyordu. Bela Agop iri kıyım bir Rum yahut Ermeniydi. Tevfik Rum ile Ermeniyi ayıramıyordu da hepsine birden gayri Müslim diyip çıkıyordu içinden. Tütün dumanından sararmış pos bıyıkları, ablak çehresi ve omzuna attığı abasıyla epey çetin birine benziyordu. En çok ta yüzündeki enlemesine oyuk takılıyordu gözüne. Bunu Miçoya sorsa ayıp mı olur diye düşünürken, Miço kulağına eğilip,
- Agobun yüzün görmüş sün, o yarık var ya, işte o pıçak izi, dedi.
Tevfik kalkmaya niyetlendi. Miçoya hesap kestirip kalkacaktı. Bela Agop Tevfik’e gözünü dikmiş,
-kim bu çaylak…niye it gibi titrersin be köylü…Büyük bir gürültüyle boğazını temizleyip, Tevfk’e doğru kocaman tükürdü, Miço’ya dönüp, sana kaç kere dedik Türkleri alma buray dedi, elindeki bardağı meyhanenin tavanına fırlattı. Param parça oldu bardak. Cam parçalarından bir ikisi Tevfik’in masasına, serpuşuna, yüzüne geldi. Tevfik yerinden nasıl fırladı, masaların üzerinden nasıl uçtu, kimse göremedi. Herkesin görüp hayret ettiği tek şey Tevfik’in Agop’un suratında patlayan kafasıydı. Agop kafayı yiyip iskemleden düştü, Tevfik masadan kaptığı testiyi Agop’un kafasına vurmaya başladı. Agop dana gibi böğürürken yanında getirdiği safralar çoktan toz olmuş, meyhaneden kaçmışlardı.
- Türk’e laf söylersin haa…it gibi mi titriyorum, aslan gibi mi yırtıyorum diyip ha bire testiyi vuruyor, masa sandalye etrafa savrulup, kırılıp dökülüyordu. Bir anda meyhane boşaldı. İçerde tezgahın arkasına saklanmış, sapsarı kesilmiş, ruh gibi olanları titreyerek izleyen Miço, yanında çırağı Mikro ve Ağop’u hırpalamaya doyamayan Tevfik kalmışlardı.
Bir anda içeriye zaptiyeler doldu, hışımla kavga edenlerin üzerine daldılar. Gediklide adam öldürüyorlar diye şikayet etmişlerdi. Zaptiyeler kan revan içinde kalan Agop’u Tevfik’in elinden kurtarmışlardı. Tevfik’in de eli yüzü kan içindeydi, üstü başı da batmıştı. Zaptiyeler dördünü de alıp karakola götürmüşlerdi.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder