1 Aralık 2009 Salı

45.REFİK AĞA.....46.TİCARET

İskender Paşa Konağında Refik'in aklını karıştıran şey Aybike oldu. 4-5 yaşlarında, çok cici, çok zeki, cana yakın güzel bir çocuktu. Refik Aybike'yi görür görmez "küçük Kirez" mi diye aklından geçirdi. Balkız'ı da andıran yanları vardı. İkisinden de izlerini taşıyordu Gülerken Kirez oluyor, bakarken anası gibi, mavi mavi, delerek bakıyordu. Tevfik bir de erkek çocuğu olduğunu söylemişti. Adını Mustafa Cem koymuş, Fahriye Sultan Ona " Cem Sultan " diyordu. Refik Aybike'ye aşık olmuştu. Aybike de Onda bir sıcaklık, bir yakınlık bulmuş olmalı ki, kucağından inmiyordu.

Selamlıktaydılar. Odaya Fahriye Sultan girdi. Tevfik Fahriye Sultanı tanıttı. Hanedanlık mensubu dedi. Refik hayatında ilk defa Osmanlı Hanedanlığının bir ferdi ile yan yana gelmişti. Diken üstüne oturmuş gibi ayağa kalktı.
Fahriye Sultan'ın,
-lütfen oturasuz, istirahat edesüz, hitabı ile ve edeple, pahalı bir antika koltuğa ilişmişti, Sultan'nın karşısında oturmaktan haya ediyordu. Keşke izin verse de ayakta dursa daha çok rahat ederdi.
Tevfik Refik’i de,
-Nasuh Paşa’nın zindana tıktığı, peşinden bizim de varup ipten döndüğümüz kader arkadaşum, diye tanıttı.
Fahriye Sultan Refik'i çekingenlikten çok edepli ve saygılı bulmuş, takdir etmişti. Tevfik'in kendisini tehlikeye atacak kadar önem vermesine ve ilgilenmesine hak vermişti.
Fahriye Sultan,
-seni gıyaben tanırdık , Tevfik Usta senden çok haz ederdi. Haklıymış.
-sağ olsunlar. Benim içün kendilerini feda edeceklerdi. Allah sakladı. Tevfik söze girdi,
-Sultanum, Vezaret makamına, Nasuh Paşa'ya bizi salsun içün, ricacı gitmiştir. Bunu bilir misiz?
Refik'in aklında şimşek çaktı. Vezaret Makamı...Vezaret Kethüdası...Fahriye Sultan oraya da gidebilir...ne de olsa Hanedanlık mensubu, Devlet-i Osmaniye'nin sahibi...istediği her şeyi yapabilir. Ama konuyu nası açabilirdi? " Ben bir devşirmeyim, benim bir de devşirme kardeşim var " demek ne kadar zordu, bunu kimse bilemezdi. Gene de aklının bir köşesinde bulunsun, belki bir münasip fırsat doğar da açaruk, diye düşündü.

Yemek yediler, kahve içtiler. Bir kaç kez Refik kalkmaya yeltendi, izin ruhsat istediyse de önce Tevfik, sonra da Fahriye Sultan razı olmadı ve
-hangi törede vardur, akşamın bu saatinde misafiri yola koymak. Refik üstelemedi. Zaten içinden Sultan Hatun ile biraz daha sohbet etmek geçiyordu. Sanki ağzından bal damlıyordu. Sesi ne kadar yumuşak, sözleri ne kadar etkili, hal ve tavırları ne kadar ölçülü biçili, adama " aha şo da fazladan" diyebileceği bir şey bırakmıyordu...Demek sultan olmak buymuş, bunun içün herkeş sultan olamazmış anlaşılan.
Fahriye Sultan da Refikle ilgili her ayrıntıyı biliyordu. Tevfik anlatmıştı uzun uzun. Ancak evlilikle ilgili bilgisi yoktu,
-İstanbulda mı ikamet edersüz?
-henüz kararlı değilüm. Muhtemeldür Sultanum burada ikamet ederüm. Şimdilik bir fidai başım var, nereye koysam sığar.
-burada, Konakta dilediğiz kadar kalabilirsüz.
-Mevlam dotlarımın eksikliğinü vermesün. Bana gösterdiğiz ilgi ve yakınlığa minnettarım. Daha fazla zahmet vermekten hicap duyarım.
-gene de burayı kendi kapız bilesüz.

Refik bu sohbetten, hayatında tatmadığı bir haz duymuştu. Fahriye Sultan aklından hislerine, oradan iliklerine iniyor, kalbine batıyor, Refik'i huzursuz ediyordu. Hanedanlık mensubu olduğu için mi, hatun kişi olduğu için mi? her ne ise kalbine sığmıyordu. Yatakta uzun süre uyuyamadı. Her yana döndü durdu. Gözlerinin önünde, aklının ötesinde hep Fahriye Sultan vardı.

Abdürrezzak Efendi daha fazla dayanamadı, sordu,
-Refik Ağa, masallah sen taş gibi bir ademsin. Derdini kimesne ile paylaşmazsin. Günlerdir görürüm sıkıntin vardır. Ne olduğunu bana bilem demezsin.
Refik, Abdürrezzak’ın kendisine “Ağa” demesinden ortaklığını tescil ettiğini, bundan haz duyduğunu, özel çalışma odasını kullanımına tahsis etmesinde ki güvenden dolayı da memnun olmuştu. Bu nedenle Abdürrezzak Efendi ile dost ve sırdaş olunabileceğini düşünerek, kimseyle paylaşamıyacağı gizliliğini açmak istemiş,
-sıkıntm yoktur. Vezaret Kethüdasında bitecek bir merakım vardır. Oraya ulaşılamıyor ona yanarım,
- bak evlat, sana bir tavsiyem olsun. Devletten uzak ol. Vezaretmiş, Kethüdaymiş, oralar tehlikeli yerlerdir. Başin beladya girer. Otur şurada, kendi işini gör para kazan para...parayla her kapiyi açarsın. Cebinde paran olsun onlar sana gelirler, senin onlara gitmeye gerek yoktur...Refik gene Kethüdayı düşündü, parayı ona endeksledi. Parayla halledilebilir, defterler bile satınalınır !!!

Bu Abdürrezzak Efendi'nin pek sıkça başvurduğu bir yoldu. Zaten Onda her yol vardı.
-sen kadi Efendi den nasıl kurtulduğunu sanırsın? diye sordu Abdürrezzak, sağ gözünü kısarak, zaten belli olmayan böcek göz iyice yok olmuştu. Ama bu yol Refik'e ters gelen bir yoldu. Refik hayatında hiç bir zaman bu yolları denememiş, ne kimseye para vermiş, ne kimseden para almıştı. Rüşvet belasının kavi bir hasmıydı.

İşlerle meşgul olmaya başladılar . Abdurrezzak Efendi, hangi malı nereden, nasıl temin edileceğini, hangi malın kaç paraya satın alına bileceğini ve kaça satacağını kalem kalem anlattı. Malların alınışı ile satışı arasındaki fark Refik'i şaşırtıyordu. Üçe alıyor, sekize, dokuza, ona satıyordu. Ona alıyor, otuza kırka satıyordu. Hele az bulunan yahut karaborsa bir mal ise onun hesabı edilmezdi. Refik dayanamadı, sordıu.
-niçün bu kadar pahalı satarsun? Günah değil midür?
-ucuz satarsam bize günah olmaz mı?
-olur tabii...ne ucuz sat ne de pahalı.
-hah ben de işte öyle ederim. Ha aklimdayken deyim, bundan sonra senin adın " Refik Ağa "dır...ne diyordum?? ...evet satışlarım asla pahalı değildir. Niye mi? Mesarifim coktur biir, bir malı en erken üç ay sonra satarım bu ikii, mallarımın heç bir güvencesi yoktur bu da üüüç. Bak evlat benim ticarette
“birinci kuralım, Bir malı tezden satmak ve paraya çevirmektir. Kaça satarsan sat, nereda satarsan sat, amma behemahal sat...parayı cebine koy.
“İkinci kural da, işi çevirecek kadar paran hep yedekte bulunacak.
“Yolculukta kuralım da eşkiya mı, harâmi mi, kim çevirip soymak isterse önce canımı kurtarırım, sonra diğerlerini. Canım sağ olursa ben gene kazanırım. Refik "Ağa" lığı düşünüyordu. Abdürrezzak Efendi bir adama "Ağa" demişse O gerçekten Ağa dır. Abdürrezzak Efendi bu sıfatları ucuza satmaz, Refik “Ağa" olmuştu. Gerçi Ağaların kaçı Ağalığı hak etmiş ki, Refik 'i kritik etsinlerdi.
-Refik Ağa, bakarım tez alıştın "ağa" lığa. Beni eyi dinle. Bir şeyi iki kere anlatmayı hec sevmem. "Tartide ve ölcüde hile yok...kandırma yok...dos doğru ol. Herkesin hakkı ne ise ona uy. Yani ne fazla olsun, ne eksik. Ne bizim hakkımız ona geçsin, ne de onun hakkı bize. Kur'an'da da böyle yazmaz mı?... yazar, aynen böyle yazar....Bize "Yahudi Tüccar" diyorlar. Yahudi pazarlığı ederik. Zinhar himseye kazık atmazik Ucuz veririk pahalı veririk amma ayıpli iş etmezik. Elli senelik esnafik böyle namlandık, namımız böyle yürüsün...seni göreyim evlat, diyerek güzel bir Yahudi Tüccar nasihati çekti.


Ertesi hafta Cuma namazını Sultan Ahmet camiinde kılmak üzere camiye gitti. Yanına da Tevfik'e vermek üzere çam sakızı, çoban armağanı hediyeler aldı. Fahriye Sultan için pembe ipekli bir kumaş, Tevfik için taba renkli kaşe kumaş, Aybike için fistanlık bez, ipek baş örtüsü, ev için kahve, karabiber, şeker almış, yük beygirine yüklemişti. Namazdan sonra Tevfik hediyeleri görmüş, gözlerine inanamamış, hayretini gizleyememiş,
-Refik Ağa, bunca emtayı niye zahmet ettin? Hemi de bunlar çok pahalı şeyler.
-sen bunları nasıl kazandın diyeceksin de ağzın varmaz. Ben deyim. Ben bu malları alıp satan bir tüccarla çalışırım. Yani ticaret yaparım. Hemi de nerede satarım bilir misin?
-dükkanın vardıur.
-he ya dükkan var. Burada da var, Selanık'te de var, Bosna'da da...oralarda satarım. Amma bütün dükkanlar bir Yahudi tüccarındur. Ben de Onun yanında çalışır, para kazanırım.
-eyi bir iş olmalı.

-bilmem eyi mi kötü mü, şimdilik bu işle meşgulüm. Böylece akıncı olma sevdam kalmamıştur. Konuşa konuşa konağa kadar gelmişlerdi. Refik Ağa Fahriye Sultanı, sohbeytini özlemişti. Tevfik konağın uşaklarına eşyaları taşıtıyordu. Fahriye Sultan önce Refik Ağa'yı görmüş, ona "hoş geldin" demiş, sonra da yük beygirinin taşıdığı, uşakların içeri götürdüğü eşyaları görmüş, bir mana verememiş, Tevfik'e,
-bunlar nedür, kimin mallarıdır? diye sormuştu. Tevfik yüzünde memnuniyetini ifade eden bir tebessümle,
-Refik Ağa'nın hanemize armağanıdır. diye cevap vermişti. Fahriye Sultan hoş olmayan bir karşılamayla,
-biz kimesneden böylece armağanlar alamazık. Hem biri bize niye armağan versin ki? Armağanlık bir iş yapmadık. Bunlaru heman geri gönderin, demiş içeri girmişti.

Refik Ağa'da, Tevfik'te ne diyeceğini, ne edeceğini bilemediler. Bir birlerine baktı,
Refk Ağa,
-bir kusur mu işledük? uygunsuz bir iş mi ettik. Sultan Hatun niçün bizi azarlar. Tevfik'te bu işten bir şey anlamamış, Refik'e veranda da oturmasını rica etmiş, içeri girmiş, Fahriye Sultana,
-Sultanım, sen benim herşeyimsün. Sana karşı bir kusur mu işlendi? Bizi niçün azarlarsın? hadi ben neyse ne, Refik Ağa'nın ne günahı vardur? Refik Ağa'nın konağa gelmesini istemazsez söylerim bi daha gelmez...ne diye kapımızdan çevirirsiz?
-bakasın Tevfik, evvel emirde kapımuz herkese açıktır. Biz kapımıza gelen kimesneyi gerisin geru çevirmezik. Bu misafir senin arkadaşın ise haneden sayılır. Amma ben sizin içün bir fedakarlık yaptım deyu, biri bana rüşvet getirirse kapımdan döner. Get bunu arkadaşına anlat. Sen demezsen ben derim.
-affıza sığınarak gelip senin anlatmanı isterim. Benim aradan çekilmekliğim münasiptür. diye rica edince, Fahriye Sultan Tevfikle beraber verandaya gelmiş, Refik'e,
-biraz evvel gösterdiğim tepkiden şaşırmışsız. Niye şaşırdız?
-bir kusur mu işledik, anlamış değilim. Bu getirdiklerim helbette size layık değildir. Çünkü siz koca Osmanlı Hanedanlığının bir ferdisiz. Çam sakızı çoban armağanı kabul ederdiz deyu getirdim.
-serapa yanlış bellemişsiz. Ben bu rüşvet denen laneti kapıma komam, bir çöp bile olsa.
-haşa Sultanım...rüşvette nereden çıkmıştur şimdi.? Size niye rüşvet veririm?
-sizin zindandan kurtulmanız içün Vezir Azam'a ricacı gittim, affınızı istedim. Aynı gün sizin salındığızı gördüm. Sen yaptığım bu rica içün. bana bu armağanları gettirdin diye düşündüm. Vaziyet bu değil midür?
Refik Ağa, beyninden vurulmuş gibi sendelemiş, kırk yıl düşünse, aklına bile getiremeyeceği bu suçlamayı, saygı sınırlarını zorlamadan reddetmek ve derhal konaktan çıkıp gitmek istedi,
-Haşa...haşa Muazzez Sultanım...Sizin bizi zindadan, ipten, Nasuh Paşa'dan, kurtarmak içiün yaptığuz bunca fedakarlığı el an sizden duymuş bulunuyorum. Billah daha evvelisi haberdar değildüm. Eğer benim içün böyle bir zillet düşünürsez. Ben hayatım boyuca kendimi affetmem. Bize “rüşvet vermek” gibin çok ağır bir kabahat isnat ettiz, diyerek hızla kalkmış, gitmek üzereyken, Fahriye Sultan üzüntülü, mahzun, pişman bir sesle,
-bir dakikazu rica ediyorum, eğer içeriye girmek nezaketini gösterirsez, işin doğrusunu, yanlışını öğreniriz. Refik Fahriye Sultan'ın bu yalvarır gibi ricasına sırtını dönüp gitmek istemedi, fakat rüşvet vermekle suçlanmasından dolayı da kalmak hoş olmayacaktı. Gitmekle kalmak arasında tereddüt edrken, Teevfik araya girip, Refik'e
-şu meseleyi halledek, ondan sonra ister git, ister kal...amma bu mesele böyle kalmasın, demiş, Refik'in koluna girip birlikte içeri girmişlerdi.
Refik söze girdi,
-Bakasız Sultanım, Zinhar ben adam öldürmedim. Ben eşkiyalık yapmadım. Adımız celaliye çıktı amma ben celali değildim. Ben celalinin, zalimin hasmı oldum. Mazlumu korudum. Nasuh Paşa'nın tezgahına geldim, başım belaya girdi. İpe gitmem mukadderdi. Benim için önce aha bu Tevfik karındaşımın, peşinden Mimar Ahmet Ağa karındaşımın başları da belaya girdi. Sonra Hüsrev Paşam, Şeyhül İslamı da yanına alıp, Padişahımız Sultan Ahmet Hana ricacı olmuşlar, O da bizi salıp, Nasuh Paşa'yı asmış. Beni daha sonra gene zaptiyeler aldı, zindana kodular. Kadı Efendi'ye çıktım, Bostancı Başı Hüseyin Ağa şahadet edüp, Kadı Efendi'nin kararı ile elime aha bu " “Beraat Tezkeresi " ni verdiler diyip, cebinden tezkereyi çıkartıp göstermişti. Rüşvet meselesine gelince; ben o melun fiili hayatımda işlemedim. Ne aldım, ne de verdim. Bundan böyle de ne alır ne de veririm. Kim içün ve ne içün olursa olsun asla rüşvetle iştigal etmem...ve siz Muhterem Sultanım, siz bana rüşvet getirdiğimi söylediz. Benim ailem yoktur. Sizi ailem gibin gördüm, çimden kopan, sevgi ve muhabbetimin nişanesi olarak size armağan getirdim...Refik sustu, odaya sesizlik çökmüştü. Kimse konuşmak istemiyor du. Belli ki Refik'in dediklerini kabullenmişlerdi. Sükut ve ikrar yaşanıyordu.

Az sonra duyulmayacak kadar yavaş ve samimi bir sesle Fahriye Sultan,
-anlaşılan ben azim hata işledim. Affınızı diliyorum. Ne büyük bir yanlışlık yaptım.
-Estağfirullah Sultanım...biz kim, sizi affetmek kim? Aftan öte, Rüşvet melanetine karşı gösterdiğiz tepkinizden dolayı sizi canı gönülden tebrik ederim.
-hayır senin iltifatını anlamadık, zengin kalbini tartamadık. Gösterdiğin iltifata mültefit olamadık ve seni kırdık. Buna hakkım yoktu. Nasıl da düşünemedim.
Tevfik derin bir nefes almış içini boşaltmış,
-Sultanım, kendizi bu kadar suçlamayın. Ben sizi bilmez miyim? Ne kadar hassas ve ne kadar nazik olduğuzu bilmeyen var mı? Ben bu işte bir yanlışlık olduğunu anlamıştım. Şu anda mesele halledilmiştir. Kimesnenin üzülmesi de gerekmez. diyerek ortamı yumuşatmaya çalışmıştı.

Refik'in getirdiği pembe ipek kumaşı Fahriye Sultan'a vererek,
-Sultanım bunu sizin içün getirmiş Refik Ağam, beğendiz mi?
-Armağanlarız çok güzel, hepsini beğendim. Zahmetize teşekkür ederim. Refik'in yüzü gülmüş, içi ferahlamıştı.
-beni anlamış olmazdan dolayı teşekkür edrim. Şimdi izin ruhsat verirsez işime gitmeliyim.
Fahriye Sultan,
-Seni böyle mahzun yollamaya gönlüm razı değildir. Bu akşam benim içün misafirimiz olursaz beni derecesiz memnun edersiz. Ayağa kalkmış olan Refik gene açmazdaydı. Refik'in içi de sızlamıştı. Hem Fahriye Sultan'ın ricasını geri çevirmek istemiyor, hem Onunla sohbet etmek istiyor, hem de her gelişinde misafir olup, bu konakğa yamanmak istemiyordu, sonunda
-sizin yüksek hatırınız içün birer kahve içip kalkalum, demiş,
-nasıl istersez öyle ola. Bu güzel malları hangi bazardan satınaldız? cevabı Tevfik verdi,
-bu mallaru Refik Ağam satarmış.
-ticaretle mi iştigal edersüz
-bir maruf tüccarun yanında, ona yardım ederim. Kahvelerini içmişlerdi Refik'i yolcu etmek için kalkmışlardı, Refik'te
-yolcu yolunda gerek, diyerek konaktan ayrılmıştı.
























46.TİCARET


Refik Ağa uzun bir süre alınacak, satılacak malları öğrenmeye çalışmıştı. Hangi malın kaç paraya alınıp, kaç paraya satılabileceğini bir ticaret erbabı olarak aklına yerleştiriyordu. İnsanlar genel olarak tüketici oldukları az para harcayıp, çok mal almak isterler. Ama ticaret erbabının amacı kâr etmektir. Bu kârın içinde malların maliyeti, çalışanların masrafı ve riskler vardır. Bunun için Abdürrezzak Efendi bire beş, on koyuyordu malların fiyatlarına. İlk zamanlarda Refik Ağa'ya ters gelen bu mantık, daha sonra Onun da aklına yatmıştı. Gene de Refik Ağa'nın iyi bir tüccar olması için Abdürrezzak Efendi'nin tezgahında biraz daha dokunması gerekiyordu.

Abdürrezzak Efendi, Hafta başında,
-hazirlıklarimizi bitirdik, cumartesi arabalara bineriz, dedi. Refik Ağa adamları teker teker yoklayıp, cumartesi sabahına hazır olmalarını tembih ediyordu.
Deli Asım'a çok üzüldü. Deli Asım yola gidemiyecek kadar hastaydı. Evsiz, barksızdı. Bir karısı, çocukları olmamıştı, handa yatıp kalkıyordu, bakımsızdı. Hatta pislik içindeydi, çok hastaydı. Belki o yataktan kalkamazdı. Refik arkadaşını ziyaretinde ona,
-benden bir arzun, bir isteğin var mı? diye sormuş,
-beni yalnız bırakma, tez tez yokla. Buralarda, han köşesinde, sahipsiz, kimsesiz kalmak istemezük. Senden başka kimsem yoktur. dedi. Refik'te hancıya para bırakıp,
- O bebim has arkadaşımdır. Onu naçar bırakma. Biz yola çıkarız, dönüşte ne ki borcu olur hepsini öderim, seni göreyim hancı...Refik Asımın yerine adam aradı. Güvenilir, dürüst, dinç birini bulması gerekiyordu. Aklına kimse gelmedi.

Tevfik'e uğrayıp, hem "Allaha ısmarladık" diyecek, hem de yolculuk yapabilecek tanıdığı birisi olup olmadığını soracaktı. İskender Paşa Konağına gitti. Konakta Fahriye Sultan ile de sohbet etme şansı bulmayı umuyordu.
Konağın kapısında Uşak'a Tevfik'le görüşeceğini söylemiş, Uşak Refik Ağa'yı verendaya almış, Tevfik Ustaya haber vermişti. Tevfik hazırda bekliyormuş gibi hemen kapıya çıkmış, Refik Ağa'nın yanına verandaya gitmişti. Bahçede çitlerin dibindeki kurumuş otların arasında hışırtılar içinde, kurumuş güllerin kurumuş saplarını koparmakla meşgıl olan Fahriye Sultan da duymuştu Refik Ağanın geldiğini. Tevfik'e
-bahçeye gelin burada mevsimin yazdan kalma son günlerini yaşayın, diyerek Refik Ağa ile yakın olabilmeyi düşünmüştü.
Tevfik ile Refik Ağa da bahçeye indi otlar arasında dolaşarak sohbet etmeye başladılar. Refik Ağa yola çıkacaklarını, bir adama ihtiyacı olduğunu, tanıdık birini aradığını,
-siz dahi böylece bir adem bilir misüz?
Tevfik,
-ben istanbulda kimesneyi tanımam, bilmem. Fahriye Sultanıma sorak, Sultanım, sizn bildiğiz bir güvenilir kimesne varmı dur?, Refik soruyu biraz daha açtı,
Refik Ağa,
-zaten bu iş her bir kimesneye verilmez, güvenilir olmalı, sorumluluk taşıyan biri olmalı..,
Fahriye Sultan,
-nasıl bir iştir bu iş? Ticaret işi midür?
-hayır Sultanım, yolculuk işdür. Bir aydan ziyade araba üstünde yola revan olacak. Gündüzleri yol alacak, geceleri dinlenecek. Yatak yorgan istemez bir iştür, biraz yorucu olur o kadar.
Tevfik işin üstüne zıplar,
-aha ben varım...ben ne güne dururum? zaten boştayım, bir işim uğraşım yoktur...Sultanım izin ruhsat veririse ben gelirim... sence de münasip olur mu?
-hay Allah niye aklımıza gelmedi...helbette olur...hemi de çok münasip olur, Fahriye Sultana dönerek, sizce de münasip midür?
Fahriye Sultan, Tevfik'e,
-sen evli barklı bir ademsin. Bunu bana değil, Gülnaz'a soracaksız. Asıl Onun izin vermesigerekir.
-konuşuruk... Gülnaz'a da anlatırım. O da memnun olur. Uşak kahveleri getirmişti. Fahriye Sultan Zehra Kadın'ı çağırmasını istedi. Az sonra Zehra Kadın Aybike'yi de yanına almış, birlikte geldiler. Anadoluda kadınlar bir yere çağrıldıklarında, genellikle yanlarına birini alır, öyle gelirler. Bu çoğu kere bir çocuk olur, yahut bir hanım olur, anası olur, tek başına gelmezler. Zehra Kadın da çoğu kere Aybike'yi alırdı yanına, gene Aybike’yi almıştı yanına. Aybike Rifat Ağay'ı görür görmez kucağına uçmuş, Rifat Ağa onu havada yakalamıştı.
Fahriye Sultan Zehra Kadın'a
-Tevfik bir aylık bir yolculuğa çıkacak. Bosna'ya araba götürecek. İşin bir zorluğu yoktur. On arabalık bir ticaret kervanında olacak. Rifat Ağa'a ile birlikte olacaklar. Bu yolculuk işine Gülnaz ne der?

Refik Ağa Zehra Kadın'ı ilk kez görmüştü. İriyarı, serin kanlı, sert bakışlı, dik duran, sağlam basan, erkek yapılı bir kadındı. Konağın kahyası olduğu belliydi. Refik Ağa ilk defa bir kadın kahya görmüştü. İçi ısınmadı. Zehra Kadın'ın da Refik Ağa'yı gözü tutmadı. Tevfik'e dönüp,
-bu adem, senin zindana kapatılmana sebebp olan adem midür?
-..............
-bence münasip değildür. Amma gene de siz bilirsiz. Gülnaz bilir, Ona sorula, Onu dinlemekliğiz gerekir. Tevfikle beraber Gülnaz'ın yanına gittiler.
Fahriye Sultan, Refik’e
-Bosna da nerede kalırsız?
-Gazi Hüsrev Paşa Külliyesinde kalıruk. Çok güzel ve tedarikli yerderdür. Yolculuğumuzda da gerek imaret hanelerde, gerek tekkelerde dinlenerek gideriz. İş gayet kolay ve eğlencelidür. Bence Tevfik Usta bu iş içün gayet münasiptür. Fahriye Sultan ile Refik Ağa sohbeti koyulaştırıyordu. İşten, aştan, askerlikten konuşuyorlardı. Fahriye Sultan Bursa'yı özlediğini, Bursa da daha rahat yaşadığını, burada sıkıldığını anlatmıştı.
-siz koca Osmanlı'nın soyunu taşırsız. Size zor gelen bir şey olur mu? Her bir yerin ve her bir şeyin sahibisiz, ne istersez onu yaparsız...
Tevfik Usta bir türlü dişarı çıkamıyordu. Belki Gülnaz kocasını salmaya razı gelmiyor, izin işi uzayıp gidiyordu. Fahriye Sultan uşağı çağırdı,
-var get, Gülnaz'ı, Zehra kadını ve Tevfik Ustayı benim odama al, ben de gelirim, dedi,
-ben seni yanız bırakacam, ben de dinleyem dertleri neymiş öğreneyim, diyip kendisi de odasına gitmek üzere Refik Ağa'nın yanından ayrıldı, konağa gitti.

Refik Ağa, Aybike'ye kendisine "emmi" demesini istemişti, Aybike de Ona "emi" demeye başlamıştı, zaten konuşması hep parçalı, yarım yamalaktı, buna Refik Ağa bayılıyordu. Aybike Ona oyun öğretti. Parmaklarını tutup, " biri yemiş, biri kaçmış, bir de hani bana, hani bana " demiş... Refik Ağa da Aybike'ye ata binmeyi öğretiyordu.
-atın böğründe duracaksın. Sol elinle dizgini tutacaksın, sağ elini eyerin aynasına koyacaksın, zıplayacaksın. Sağ bacağını atın sırtından, öteki sağrısına atarken, kendin de eyere oturmuş olacaksın...aha böyle diyerek alçak bir çitin üzerinden bir kaç kere atlayarak göstermiş, sonra da dizlerini ve ellerini yere koyarak sırtını at sırtı gibi yapmış, başını dikleştirmişti. Aybike'nin boyunu geçmişti. Aybike'ye,
-hadi gel, ben at oldum, sen de sırtıma bin. Aybike sevinerek geldi, yanınad durdu. Ama bacağını Refik'in sırtına kadar kaldıramadı, öbür tarafa geçiremedi. Geçirmesi de mümkün değildi. Refik Ağa biraz daha alçalmıştı, moral verip, israr ediyordu. Aybike bir kaç kere sırt üstü yuvarlanınca ata binmekten vaz geçti, Tevfik Usta da gelmiş, tebessümle ata binme oyununu izliyordu. Refik Ağa Tevfik'i görünce ayağı kalkmış, geldin mi?
-Tamam dır. Zevcem biraz muhalefet eder, lakin yolculuğumuza bir manisi yoktur.
-yani sen gelirsin he mi?
-he ya gelirim. Artık adam bakmaya gerek kalmamıştır.
-öyleyse cumartesi günü sabah namazından sonra Topkapıdaki bizim ambarda hazır olunacak.
-ben orada olacam, Allah'tan başkaca bir keder olmazsa...
-bu işe çok memnun oldum. İnşa Allah bir mani çıkmaz. Azim işlerim vardı, deyip ayrldı.

Refik Ağa Abdürrezzak'ın yanında ilk arabayı sürüyordu, beraber yolculuk yapacaklardı. Gene on arabayla yola çıkmışlardı. Gene on üç adam ve on üç beygir vardı. Refik Ağa niçin hep on üç adamla yola çıktığını sordu,
-üç fazla adem sana çok mu gelir? Bence de fazla...bir aylık yolculukta üç adem eksilmez, yani üçü de birden haste olmaz, simdiye kadar, yolculuk boyunca bir ademe bile ihtiyacım olmadı. İki yil evvelisi bir ademim eksilmsti. Ogün bugün heç eksük gedik olmadi. Amma üc fazla bana güven verir. Bir gün gelir bu fazla adamler kervanı da bizi de kurtarır, diye tedbir alırım.

Son arabayı Tevfik Usta götürüyordu. Tevfik Usta'ya da gün batısına gitmek gizemli ve sevindirici geliyordu. İçinde bir sevinç, bir umut vardı. Yeni bir uğraşı olmuştu. Seyahat etmek, bir işe yaramak hoşuna gitmişti. Cami inşaatının bitişinden bu yana aylardır boş kalmıştı. Sonbaharın serin esintisi yüzünü yalarken, aklında kaşlarını çatarak istemiye istemiye gitmesine "he" diyen Gülnazı, gündüzleri uyuyup, geceleri "vıyak" layarak kimseyi uyutmayan Mustafa Cem'i, Bacaklarına sarılarak " bizi bırakma" deyen Aybike'yi düşünüyordu. Ilık bir güneşin renklendirdiği sarının her tonundaki vahşi görününmlü ormanlar arasında kıvrılan yollara dalıp, gidiyordu.

Yol boyu Refik Ağa ile Tevfik Usta'nın birlikteliği, samimiyeti, arkadaşlığı dikkat çekiyordu. Refik Ağa işin piri Abdürrezzak Efendi'den öğrendiklerini satıyordu.
Abdürrezzak Efendi Tevfik Usta'yı sevmişti, samimi bulmuştu. Refik Ağa'nın referansı olduğu için güveni de vardı. Ancak Refik Ağa'nın Onunla bu kadar çok ilgilenmesi, her fırsatta beraber olmaları Abdürrezzak Efendi'yi rahatsız ediyordu. Kimseye bir şey söylemese de Refik Ağa durumu fark ediyor fakat önemsemiyordu. Çünkü Onun için Tevfik Usta daha önemliydi.

Üsküp'te gene Harabat Baba Tekkesinde konaklamışlardı. Tekkenin güvenli oluşu bu mevsimde daha çok önem kazanmıştı. Abürrezzak Efendi Tekkelere boşuna ilgi duymuyor, oraları boşuna sevmiyormuş.
Kosova'da da aynı yerlerde konakladı ve külliyelerden faydalandılar. Refik Ağa her yerde gördüğü ve öğrendiği her şeyi Tevfik Usta'ya anlatıyordu.
-Kosovaya gelen her bir adem evvel emirde Murad ı Hüdavendigar'ın türbesini ziyaret eder, demiş, türbeye gitmişlerdi. Tevfik Usta da Sultan Murat Han'ın ruhuna fatiha okumuştu.

Tevfik Usta Osmanlı'nın Balkanlara yapmış olduğu mimari eserleri, yol, köprü hizmetlerini hayranlıkla izliyordu. Bu eserler bir yandan oralarda yaşayan insanlara hizmet veriyor, öbür yandan da Avrupa'ya açılan ordunun kapısı oluyordu. Buraları ve daha ötesini görmeden Osmalı'nın büyüklüğünü, gücünü kuvvetini tahmin edemezdi. Tevfik Usta yıllarca İznik'te, bir süre Bursa'da daha sonra da İstanbulda yaşamıştı. Bu topraklar Balkanlar'a benzemiyordu. Balkanlarda ki topraklar daha bâkir, daha çekici, kendisine daha yakın ve sıcak geliyordu. Yol boyu sanki birileri bir sonraki durakta kendisini bekliyor gibiydi.

Kosovadan çıkalı bir kaç gün olmuştu. Karadağ vadilerinde serin bir akşam mola verdiler. Geceyi burada geçirmek üzere arabalardan indi, atları çözdüler. Ormanlar arasında, hâlâ yeşil otların bulunduğu genişçe bir düzlüktü. İki çukur taşı yan yana koyarak yapılmış bir çeşmenin yalağında atlara su verdi, yayılıma bıraktılar. Sıcak yemek için ocak yaptı, ateş yaktı, aş koydu, yedi içtiler. Kervandaki arabacılar dışarıda verilen molalara alışıktı, pek hoşlandıkları da söylenemezdi. Refik Ağa ve yeni katılanların hoşuna gidiyordu.

Nöbetçiler hariç, altlarına çullarını serip, kafasını yere koyan çoktan uykuya dalıyordu. Uyumayan iki nöbetçi vardı. Biri arabalara bakıyor, biri de beygirlere göz kulak oluyordu. Bir de Abdürrezzak Efendi'yi uyku tutmuyordu. Böcek gözleri yumuktu amma kulağı kirişteydi.

Yorgun arabacıların renkli rüyalar gördüğü bir anda, atlar huysuzlaştı, ürktü etrafa dağıldı. Abdürrezzak Efendi önce dinledi, sonra işkillendi sonra atların huysuzlaşıp, dağılmasına dikleşti. Etrafında birşeyler aradı, her yan karanlıktı, zifir karanlıkta gözlerinden yardım alamadı. Hisleri vukuat bildirdi. Gecede bir uğursuzluk vardı. Hemen yakınında uyuyan Refik Ağa'yı, Tevfik Usta'yı uyandırdı. Ötekileri uyandırmaya zaman bulamamıştı, arabaların halkalandığı kamp baskın yemişti. Sesler çoğalmış, şamata gürültü içinde eşkıya mallara saldırmıştı. Ne buldularsa alıp kaçanlar paçayı kurtarıyor, gecenin karanlığına bürünüp, kayıp oluyorlardı. Arabacılarla boğuşmaya başlayan eşkiya, canından oluyordu. Refik Ağa kurt gibi saldırmıştı eşkiya sürüsüne. Elindeki Sürmene hançerinden kan damlıyordu.

Abdürrezzak Efendi, bir top ipekli kumaşı kurtarmak için bir eşkiya ile yaptığı mücadelede, eşkiyanın bir hançer darbesi ile sol kolu omuzundan dirseğine kadar kan içinde bırakmıştı. Eşkiya hançerini Abdürrezzak Efendi'nin boynuna saplayacaktı ki, Tevfik Usta'nın nereden geldiği belli olmayan hamlesi ile canından olmuştu. Gene de bu hamle Abdürrezzak Efendi'nin çenesinden boynuna kadar çizilmesine mani olamamıştı ve bu çizikten akan kan göğsüne akıp göyneğini kırmızıya boyuyordu. Kampın nöbetçisi gaflete gelip uyumuş, hatasını canı ile ödemişti. At nöbetçisi ortalarda yoktu. Tevfik Usta atları toparlarken, at nöbetçisini ormanın içinde bir ağaca bağlandığını, kollarının, ayaklarının ve ağzının bağlanmış ve yaralı olduğunu görmüştü. İki at eksikti. Korkudan dili tutulmuş olan at nöbetçisini de alıp kampa döndü.

Kampta Refik Ağa önce Abdürrezzak Efendinin yaralarını yıkamış, temizlemiş, yanlarında bulunan ilaç, merhem ve sargı bezlerini kullanarak akan kanını durdurmuş, güzelce pansuman yapıp sarmıştı. Ocak yaktırdı, çorba kaynatıp, sıcak sıcak içirdi.

Baskın sonucu yerde dört eşkıya leşi yatıyordu. Abdürrezzak bunların Sırp Çeteleri olduğunu söyledi. Kervandan bir adam ile iki at eksilmişti. Malların sayımı yapılmadı. Her arabadan büyük küçük birşeyler alınmıştı.

Yedek at ve adam vardı, kervan yola devam edebilirdi, ancak ölen arkadaşlarını ormana gömerken; bir parçalarını orada, ormanın ortasında bırakmaları herkese hüzün veriyordu. Bu baskın adamlarda tedirginlik yaratmıştı. Atların otlarken çıkardığı seslerden, rüzgarın dalları sallamasından, her şeyden ürküyorlardı. Yola devam etmekten de, orada kalmaktan da korkuyorlardı. Korkmayan üç kişi vardı. Refik Ağa ile Tevfik Usta korkuyu tanımıyorlardı. Çünkü lügatlarında böyle bir sözcük yoktu. Abdürrezzak Efendi de korkusuzdu. Çünkü malı vardı. O çok dirençli ve mallarının kartalıydı. Bunu da ispat etmişti.


Kalkandelende ki Serseri Baba Tekkesinde konakladıktan sonra Güneşli bir sonbahar günü Bosna'ya girmişlerdi. Yolun iki yanındaki kocaman çınar ağaçlarının, şemsiye gibi semayı örten, birbirine girmiş dalları ve her daldan arabalarına düşen sarı çınar yaprakları ile selama durmuş gibi altından geçip gidiyorlardı. Arkasını ulu bir dağa vermiş olan Bosna'nın, önü geniş bir ovaya açılıyordu. Bu haliyle Bursa'ya ne kadar da çok benziyordu. Gene Gazi Hüsrev Paşa Hanı'na inmişlerdi. Baş çarşıda ki dükkancılar Abdürrezzak Efendi'nin arabalarını bekliyorlardı. Mallar kapış kapış gidiyordu. Bu sefer patron arabasında Refik Ağa oturuyordu, yanına da Tevfik Usta'yı almıştı. Abdürrezzak Efendi görünürlerde yoktu. Aslında O arabaların yanında, Refik Ağa'yı, müşteriyi gözetliyordu. Gördüklerinden memnun olmalı ki gizlendiği delikten çıkmıyordu. Tevfik Usta, Refik Ağ'nın satışlardaki becerisini, malları sunuşunu, fiyatlandırılmasını, hesaplamasını hayranlıkla seyrediyordu. Kendisi bir yıl çalışsa bu kadar becerikli olamazdı diye düşünüyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder