1 Aralık 2009 Salı

18.KALEDEN KALEYE ŞAHIN UÇURDUM...

Vezir Hafız Ahmet Paşa Fahriye Sultan’ın, Mimar Ahmet Ağa’ya iş bulması konusunda ki ricasını yerine getirmek için epey düşündü. Ne desin de, padişahın affına mazhar olsun diye akıl yordu. Sonunda, bunun için Ahmet Han’ın kıramıyacağı hocası Mustafa Efendi’ye gitti. Mustafa Efendi’den, Mimar Ahmet Ağa’nın af edilmesini ve kendisine devlet kapısından görev verilmesini istedi. Mustafa Eefendi Mimar Ahmet’i hiç suçlu bulmuyordu ve bu görevlendirmeyi de devlet için yararlı görüp Ahmet Han’a açtı, anlattı, kefil bile oldu.
Ahmet Han ,
-madem bizim içün faydalu bir ademdür ve de siz muhterem hocam ricacu olursuz bize de kabullenmek kalur. Nasıl dilersez öyle olsun, dedi, Vezir Hafız Ahmet Paşa Mimar Ahme’ti çağırttı
-bu şansını eyü kullanasun, cihan imparatorunun kimseye ihtiyacu olmaz ve de azl ettiğü kullarunu kolay kolay bağışlayup, devlet kapusunda görevlendirmez. Senin ricacılarun çok maruf kişiler...aslında sen de bunlara layıksun... Allah yüzünü ağartsun, yolun açık olsun, dedi,
-Rumelin de ki Türk kal’alarunu teftiş itmek üzere gideceksün, hazırlan diye müjdeledi. Ahmet, dünyanın en mutlu insanı sayıyoru kendini..
İlk defa devlet görevi almış olan Mimar Ahmet, padişah adına Rumelideki kaleleri teftişe başlamıştı. Görevini çok ciddiye alıyor, kalelerin yönetimi, malzeme ve adam sayısı, İstanbul’dan gönderilen tahsisatın, yani paranın nerelere nasıl harcandığı, silah ve mühimmat stokları gibi konularda kale komutanları ile görüşüp, raporlar hazırlıyor, padişah adına teftiş ediyordu.
Timeşvar, Estergon dahil bir çok kaleyi teftiş etti. Çok enteresan şeylere şahit oldu. Kiminde kale komutanı her şeye hakim ve işinin bilincinde. Ne yazık ki bir çoğunda kale komutanı bile belli değil, asker sivilleşmiş, herkes canının istediğini yapıyordu. Birinde de kaleyi yönettiğini sanan paşanın ne askerinden ne kalesinden haberi vardı. Kötü bir rapor düzenleneceğini tahmin ettiği için Ahmet’e yalvarıp yakarıp, iyi rapor vermesini istiyor, rüşvet bile teklif ediyordu.
- kötü bir şey yazarsaz kellemi keserler, diye yakınıyordu. Dil bilmeyen adamlar, barutu bitmiş kalelerden, güllesi olmayan toplara kadar ne ararsan bulunuyordu. En kötüsü de kapısı duvarı yıkılmış, korumasız, sahipsiz ve bakımsız kalelerdi.
Ahmet emrine verilen yedi adamıyla Belgrata geçti Uyvar kalesine gitti. Kale komutanı Boçrkay’dı. Mimar Ahmet Ağa’nın kim olduğunu çok iyi biliyordu. Borçkay Türklük ve İslamiyet hakkındaki olumsuz sözlerinden dolayı Enderundan atılmıştı. Bir sancak beyliğinden de bazı rüşvet ve adam kayırma iddialarından dolayı uzaklaştırılmıştı. Uyvar Kalesi’ne nasıl komutan olduğu biraz karışıktı.
Mimar Ahmet Borçkay’ın makanına çıktı. Simasını zor seçebildiği bir tanıdık bekliyordu. Padişah adına teftiş yapma berratını verdi. Boçkay berata hiç bakmadı, attı masanın üstüne.
Ahmet’e dik dik bakarak,
- ne istarsün?
Ahmet, Padişah’ın beraatine gösterdiği saygısızlığı ve berat sahibi olduğu halde kendisine karşı küstahça tavırları göz ardı etmek istemedi, ama önce işine baktı,
-kal’ada kaç asker var, kaç subay var taadat (sayım) isterüm.
-başkaca ne istersün?
-kal’ada ne malzeme var, toptan, baruttan, tüfenkten...lafını bitirmemişti ki
Boçkay,
-sen çaşıt mısun, yaban mısun, nesün...benim kalamın adamını malını neden öğrenürsün?
Ahmet,
- Sen, benim buraya niçün geldiğimi anlamaz mısun, Bir daha bilesiz ki ben cümle kal’alaru Yüce Padişahımuz adına teftiş iderüm. Buradaki asker ve malzeme sana yetermi yetmezmi, az sa çoğalturum, çok ise az olan kal’alara takviye iderüm
- biz yeterince adem de buluruz top ta barutta..başkaca yerler benüm umurumda bile degildür.
-saraydan ne kadar tahsisat alursuz, gönderilen para yeterli olur mu, parayu nerelere harcarsuz..
Boçkayın tepesi attı ve,
-senin dilin çok uzundur bilirüm, birazını kesmem gerekür...ya burayı heman terk idersün, yada senü kapu ardına koyarum...
Ahmet’te sertleşti, göz dağı verir gibi,
-sen padişahumuzun kulu değil misün, ben bunlaru padişahımuz adına sorarım...sen bana cevap vermezsen, Dersaadet’e varup Padişah-ı Rui Zemin Sultan Ahmet Han Hazretlerinin eteğinü öper, Ona cevap verirsüz.. odaya sıkıcı bir sesizlik çökmüştü.. Birbirlerine karşı duydukları nefret dağının içinde lavlar kabardı ve yanardağ patladı, Boçkay gürledi,
-atın bu densizü içerü padişahu gelsün kurtarsun. İki zebani gibi adam Mimar Ahmet’in kollarına girip, ayaklarını yerden kesti, götürüp kalenin loş mahzenine attı kapıyı kitledi, sürgüyü sürdüler...
Ahmet, cılız bir meşalenin loş ışığıyla yarı aydınlanmış, bir dehlizden çok, mağaraya benzeyen kalenin zindanındaydı... Zindanın ıslak duvarları arasında bir köşeye atılmış ıslak ot şiltenin üzerinde buldu kendini. Uzun bir süre hiçbir şey düşünmeden ıslak duvara yaslanıp kaldı. Neden sonra, nerede olduğunu, başına gelen bu berbat işin ne demek olduğunu düşünmeye başladı. Gece oldu…gündüz oldu, hep karanlık, hep kasvetli günler bir birini kovaladı, epey bir süre yaşadı, buna yaşamak denirse...günleri sayamaz, geceyi gündüzü bilemez , kimseye haber veremez oldu. Alman sınırında pis bir zindanda çürümeye terk edildi. Ara sıra kapının altından sürülen kurumuş ekmekle rengini ve tadını bilemediği su ile idare ediyordu. Karanlık ve kokuşmuş bu mağarada Fahriye’yi düşünmek istemiyor, burayı Fahriye ile paylaşmaktan hicap duyuyor, utanıyordu.
Binlerce şehidin kanı pahasına alınan bu kalelerin sahipsizliğine yanıyordu. Kale güvenliği sağlanmamış, kaledeki askerler disiplinsiz ve yılgındı. Bu askerler asla savaşmazlar. Ya kaçar, ya da düşman tarafına geçerler. Bu askerler ve bu komutanlarla bu kaleler savunulamazdı…Sınır boylarının, bu pervasız, acımasız ve vicdansız insanlarının elinede kalmış olmasını mutlaka saraya bildirmeliydi. Ancak sınır boylarının sarayla hiç bir bağlantıları yoktu. Padişah adına kaleyi teftişe gelen bir müfettişi bile, tutuklayıp zindana atmaktan çekinmiyorlardı...adamlarına ne olmuştu, onlar neredeydiler, onlara nasıl haber salacaktı... belki onları da ya kapatmış, ya da öldürmüşlerdir, diye düşündü...Hiç bir taş yerine oturmuyordu...her soru boşlukta kalıyor, bir cevap bulamıyordu.
Osmanlı sarayı duvarlarının dışını göremiyordu... Bu kaleleri Osmanlıya bırakmazlar, Osmanlı Avrupada kök salamaz. Serdengeçtiler, akıncılar, gözünü budaktan sakınmayan, yoluna canını feda eden bunca asker ve paşalar boşuna mı şehit olmuşlardı? Şimdi o paşalar neredeydiler, neden buralara sahip çıkmazlar?...
Ahmet’in önce vücudu tembelleşmeye, mafsalları tutulmaya, sonra da beyni keçeleşmeye başladı, çürümeye yüz tutuyordu. Kimse aramıyor, kimse sormuyor, kimsenin olanlardan haberi yoktu, Boçkay’dan başka... Donmaya başlayan insanların uyuşup uykuya dalması gibi Uyvar kalesinin ıslak ve küf kokan zindanı Ahmet’in uyuşmasına, vücudunun et ve kemik yığını gibi ıslak ve pis kokulu ot şilteye yığılmasına sebep olmuştu.
Kaçıncı gündü, sabahmı gece mi olduğunun bilemediği bir andı kapının ardında bir tıkırtı duydu, ses geldi, konuşuk oldu, biri kendi kendine
-Adem ölmüş mü...ekmeği suyu almamış..dedi. Ahmet kendini toparladı, son bir hamle yapacak güç kazandı. Adam zindanın demir kapısını açtı, Ahmet ölü gibi yatıyordu şiltenin üstünde. Adamın tavuk karası gözleri zindanın içini seçemiyordu, ot şiltenin yanına gelip, ayağıyla yoklayıp, elini uzattığı sırada, Ahmet bir hamlede adamın boynuna sarılıp, ıslak taşlara yapıştırdı, gırtlağına geçirdiği parmaklarını yoruluncaya kadar sıktı. Gırtlağını bıraktığında adam cansız yatıyordu. Kimsenin gelip geçmediği, bakıp uğramadığı bu unutulmuş uğursuz zindandan çıkıp, demir kapısını adamın üstüne örttü sürgüledi. Nerede olduğunu ne tarafa gideceğini bilmiyordu...Mevlaya sığınıp loş merdivenleri tırmanmaya başladı...
Gündüzdü...gözleri ışığa alışamıyor, ellerini yumruk yapıp gözlerini oğuşturarak alıştırmaya çalıştırıyordu...Ey vah!!! Tam adamların kucağına düşmüştü ki hemen geri dönüp zindana girdi, kapıyı kapattı. Geceyi beklemeye karar verdi. Yatan adamı yokladı, adam nefes alıyordu...ölmemişti, buna sevindi...adamı öldürmek istemiyordu. Adamı bağlayacak bir şey bulamıyordu, adam kalkıp saldırabilir, kaçma şansı elinden gidebilirdi. Baygın adamı soyundurdu, göyneğini yırtıp kollarını arkadan bağladı, ayaklarını bağladı ve ağzını sıkıca kapattı. Üstlüğünü ve şalvarını da kendisi giydi. Iyice karanlık olmuştur diye düşündüğü bir an dışarı çıkıp zindanın demir kapısını yeniden sürgüledi. Kalenin içinde gizlene gizlene burçlara yanaştı. Bulduğu bir urganın bir ucunu kalenin burcuna, öbür ucunu de beline bağlayıp gecenin zifiri karanlığında kalenin duvarlarından yılan gibi süzülüp aşağı indi, ayağı toprağa değdiğinde hayli sevinmiş, ferahlamıştı...
Ancak kalenin etrafı geniş bir hendekle çevrilmiş, içi su ile doldurulmuştu. “denizi geçip, derede boğulmak “ diye buna denirdi. Gökte ne ay vardı, ne yıldız, kapkaranlık bir yaz gecesiydi. Kalenin etrafında yürümeğe başladı. Kale kapısının önünde köprü vardı ve köprü açık bırakılmıştı. Kale yönetiminin ilgisizliği, dikkatsizliği veya ihmalkarlığı Ahmet’e yaramıştı. Ama bundan düşman da faydalanabilirdi..bir gece baskın yapıp kapıyı kırıp kaleye girebilirdi. Köprüden geçerken sevinemedi..hatta üzüldü, hayıflandı, lanetledi Boçkayı ve adamlarını. Sabah gün ışıdığında Uyvar kalesi görünmüyordu, güneş batmadan Estergona ulaştı...
Vezir Hafız Ahmet Paşa Mimar Ahmet Ağa’nın anlattıklarını Ahmet Han’a iletti. Sultan Ahmet Han divan topladı. Divanda vezirler ve şeyhül islam vardı. Ağır tartışmalar ve sataşmalar oluyordu. Şeyhülislam Mehmet efendi uzun konuştu:
-Bursa’da Osman Bey’in Şeyh Edebali’den el alarak diktiği, şehitlerin kanlaru ve canlaru ile sulanarak büyüyen Osmanlı Çınaru üç kıtaya dal atmış.Üç Hilalli bayrağı üç kıtada dalgalanır. Onlarca ülkeyü kucaklamış, bir imparatorluk oluşmuştur. Ne yazık ki artık bu koca çınar rast gele baltalanmaya başlanmıştır. Her vuruşta bir parça kopmakta ve kan kaybetmektedür. Kaderin acı cilvesüne bakın kİ bu koca çınara balta vuranlar kendİ adamlarımızdur...alimi, komutanı, askeri herkes suçludur bu mevzuda. Vezir Hafız Ahmet Paşa hakludur. Bu pervasızluğun cezasu verülmelüdür.
Başka bir vezir, Ahmet’i suçlayan bir konuşma yapmış,
-bir mimar adem, bir zenaatkar adem kal’a teftişinden ne anlar ki, siz onu dikkate alursuz..
bir başkası:
-Boçkay güvendüğümüz bir komutandur, ona yapılanlar iftiradan başka bir şey değüldür..
bir başka vezir:
-serhaddi siz ne sanursuz? Orada sinirler gergün, suratlar asuktur. Heç belli olamaz bir gice etrafun çevrilir, kal’a mezar olur...orada oyun mu oynanur sanursuz? der.
Mehmet Efendi:
-ben hocayum. Bir kal’aya teftişe getsem, orada ne olup bittiğinü göremez miyüm? Askerin gevşekliğinü, kal’anun sahipsüzlüğünü sezemez miyüm? Siz kendinüzü ne sanursuz?... Vezirin dedigi gibin, eğer uyanık olmaz, tetikte durmazzaz heç belli olamaz bir gice etrafun çevrülür, kal’a mezar olur.
Sultan Ahmet Han konuşmaları dinledi, divanı dagıttı. Ertesi gün
« -divanımda bir birlerine muhalif vezir vüzera istemem dedi ve birbirleri ile sürtüşen vezirleri ikaz etti, azarladı, bazılarını azletti. Kaleyi teftişe giden Mimar Ahmet Ağa’yı haklı buldu.
Darüs-saadet’ten ( İstanbuldan) giden bir paşa ile bir bölük bostancı tarafından, Uyvar kalasının loş ininde, ıslak ot minder üzerinde Borçkay’ın boynu vuruldu, kellesi bedeninden koparılıp, pis bir çuvala koyulup, Darüs-saadete yollandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder