1 Aralık 2009 Salı

31.KIBLEGAH-I KİBRİYA

Osmanlının kuruluş yıllarında büyük emekleri geçen isimsiz kahramanlar ve kendiliğinden oluşan dergahlar vardı. Onlardan biri de “Somuncu Baba” dergahı idi. Bu Dergah hala faaliyetine devam ediyordu .Dergahın bir dervişi yahut bir müridi her sabah bir çuval ekmek getirip, inşaata bırakıp ortadan kaybolur gider, kimseye bir şey söylemez, kimseden bir şey sormaz, para pul istemezdi.. Mimar Ahmet Ağa bu hayırlı kişi ile karşılaşmak, işin sırrını öğrenmek istese de bir türlü başaramıyordu. Çünkü kimseyi göremiyordu. Akşam bekliyor, göremiyor, sabah gözetliyor göremiyordu. Ne zaman gelir, bir çuval ekmeği bırakıp yok olur bir türlü anlayamıyordu.
Sedefkâr Mehmet Ağa’ya sordu,

Sedefkâr,
-bu bir hayrattır, bir sadakadır. Biri cami inşaatına yardım eyleyerek bu çorbada bir tutam tuzu olmasını istiyordur. Kimseye görünmemesi de işin gereğidür. Bilirsüz sadakayı alan da veren de bir birlerini görmeyecek. Hatta bir elin verdiği sadakayı öteki el bilmeyecek, sadakanın hükmü budur. Bunun içün göremiyorsun. Dedi. Ahmet gene de bilmek istemiştii ama bir türlü öğrenememişti.

Bir sabah Ahmet abdest alırken, biri arkadan,
-abdestin makbul olsun, dedi. Güneşten solmuş rengi belli olmayan bir cübbe, içine yamalı bir hırka giymiş, sakalı göbeğinde, bir Derviş duruyordu arkasında. Yüzüne, gözlerine bakılmıyordu dervişin uzun ve beyaz kaşları ok olup batıyordu adamın gözüne. O yüzden kimse şeyhin yüzüne uzun süre bakamazdı. Ahmet’te bakamadı.
Derviş,
-padişah camisinin mimarı olmak zor olmasa gerek, Ahmet Ağa. dedi. Ahmet abdestini bitirmiş, kollarından, yüzünden sular damlıyordu, ıslak ıslak cevap verdi,
-erbabına zor değildür...
Derviş,
-burasını Allah’ın evi kılarsun he mi oğul?
-hee Şeyhim
-cami yapmak mu kolaydur, yoksa gönül kazanmak mı?
-yerine göre cami, adamına göre gönül kazanmak, sanırım.
-Bir gönül kırmanın, bin cami ile tamiri mümkün mü?
Şeyhim sen beni imtihan mı idersün? benim lafa harcayacak zamanım yoktur.
-amma kıblegahı kibriyayı (insanların gönlünü-Allah’ın evini) kırmya zamanın vardur he mi oğul?
Senin işin insanların kıblegahını yapmak, Kibriya’ın kıblegahını bozmak degildür.
-haşa öyle bir uğraşım olmamıştur.
-eyi düşün, dedi, döndü arkasını gitti. Ahmet bir süre yerinde çakılı kaldı, abdest ıslaklığının buharı tütüyordu çıplak kollarından. Diken diken olmuş kollarını elleriyle sıvazlarken “yoksa bu derviş her sabah inşaata ekmek bırakan hayırsever mi?” diye düşündü. Gittiği tarafa yönelip peşinden yetişip sormak istedi ama derviş yahut Şeyh çoktan kayıplara karışmıştı.
Ahmet kırdığı “Kıblegah-ı Kibriya” yı düşündü. Kimin kalbini kırmıştı? Ne taş ustası, ne demirci, ne ameleler, ne mimarbaşı Sedefkar Mehmet Ağa, ne vezir, ne paşa, kimseyle bir dalaşı olmamıştı. Bu derviş kimi, neyi kasdetmişti meraklandı, düşündü, rahatsız oldu, canı sıkıldı. Namaza durdu. Namazda da aklına Şeyh takıldı. Şeyh seccadenin başına bağdaş kurmuş oturuyor, ha bire hesap soruyordu. Namazı kılamadı. Namazdan çıktı.La havle…çekip, aklını, kalbini temizledi, Allah’a sığındı, namazını bitirdi.
Ahmet kimin kalbini kırdığını, düşündü durdu. Aradan epey bir zaman geçmişti, bir sabah Şeyh gene geldi, “destur” isteyip Ahmet’in odasına girdi, oturdu.
-buldun mu?
-hayır. Kalbini kırdığım kimse olmamıştur, yahut aklımdan çıkmıştur. Sana malum olan biri mi vardur?
-he ya biri vardur mahzun kalmıştır, biri vardur kin basmıştır, biri de vardur umutsuz kalmışdır.
-de hele baba, sen kimsin ?
-ben aciz bir kulum. Somuncu Baba Tekkesi şeyhi Nurueddin Feyz Allah’ım. Karnı açlar, evinde yemeye ekmeği olmayanlar bilirler bizi. Biz onları yediririz, doyururuz ta Kara Osmandan beri sürer gelirüz. Somuncuların yaptığı beğenilir, söylediği güvenilirdir. duymamışmısın?
-bağışla şeyhim heç duymaz olur muyum, Somuncu babamı?. Şimdi de hele bana, benim kalbini kırdığım kimseleri nereden bilirsün?
-bizim kulağumuz delik, gözümüz ve kalbimiz açıktur. Rabbim isterse bizim gözlerimize her bir şeyi görebilme, kulağumuza her bir sözü duyabilme ruhsatı verir..
Mimar Ahmet Ağa endişelenmeye başladı. Hakikaten Şeyh’e bazı şeyler malum mu olmuştu?. Şeyh boş değildi..
-bağışla şeyhim. Ne etmem gerektiğini de yeter.
-dinle oğul, sebebi sen olmayan biri yandı gitti. Sebebi sen olan biri de ha tutuştu, ha tutuşacak. Var get Onu kurtar.Geç kalmadıysan tabii..
Ahmet karınca yuvasına gözünü dikmiş, acele acele yuvaya rızık taşıyan, konuşmadan tartışmadan itişip kakışmadan görevlerinin peşinde koşuşturan çalışkan küçük canlıları izliyor. Sanki dervişin işaret ettiği kırık kalpleri tamir etmek için uğraş veriyorlardı. Derviş te karınca yuvasına bakarak konuşuyordu, karıncalardan bilgi alıyor gibiydi.

-gitme vakti, dedi, kalktı gitti.

Ahmet karıncalarla baş başa kalmıştı. Onlara yalvarır gibi bakıyordu, kırılan kalplerin nasıl onarılacağını öğretmelerini istiyordu onlardan. Deliğe girip çıkan karıncalarsa ne Mimar Ahmet Ağa’yı, ne Şeyh Nurueddin Feyz Allah’ı’yı görmüyor, hiç ilgilenmiyorlardı.

Ahmet aklını zorladı. ”sebebi ben olmayan yanan biri kim di? Ahmet ateşle oynamamış, kimseyi yakmamıştı.
Sebebi ben olan ha tutuştu, ha tutuşacak olan kim olabilir di”?... Yanan yanmıştır, elimden ne gelir ki? Diye geçirdi içinden. Ama ben kimsenin yanmasına sebep olmamalıyım. Ben kimseyi yakmadım, bundan sonra da yakmayacağım…benim ateşime kimse yanmayacak. Şeyh’in işaret ettileri gönül hikayesi olmalı…Hayatına girmiş olan, aşk ve sevda işi bunlar.

Fahriye Sultan ile Yıldızhan Hatun olmalı.

Fahriye Sultanı yaktın, Yıldızhan Hatunu yakma mı demek istemişti?

Doğru, Fahriye Sultanın ölümüne ben sebep oldum. Ben kim oluyorum da koca Osmanlı Hanedanlığı'nın kerimesine aşık oldum ve Fahriye Sultanın dengine göre bir izdivaç yapmasına engel teşkil ettim ve Fahriye Sultan’ın ölümüne sebep oldum. Fahriye Sultanı ben yaktım. Derviş sebebi sen olmayan demişti, hayır onun sebebi de benim.
Yıldızhan'ı da yakıyorum. Belki Yıldızhan da yanacak ve ölecek Allah korusun, bunu düşünmek bile ürkütüyor. O bana gönlünü ve her şeyini verdi. Ben Fahriye’ye ihanet etmemek için Ona uzak durdum. Belki buna hakkım yoktu... Yanma... Yıldızhan , sabırlı ol, evet gönlüm dolu, belki oraya iki kişi sığmaz, ama mutlaka sana bir yer bulacağım seni küstürmeyeceğim, seni mahzun bırakmayacağım, seni mutlu etmeye çalışacağım. Sana söz veriyorum, hep yanında olacağım. Yanma ne olur!..
Rabbim, benim yüzümden kimselere bir zarar gelmesin… Kimden, nereden öğrenmişti bunları Şeyh Nurueddin Efendi? Ahmet çarpılmıştı. Ben ne büyük günah işlemişim ? Sana binlerce şükürler olsun ki Rabbim beni günahımla baş başa bırakmadın, mübarek bir kuluna malum edip beni uyardın. Tövbeler olun Mevlam Sana, tövbeler olsun!!!

Akşam işi erken bıraktı. Berbere gitti, saçını sakalını düzelttirdi. Hamama gitti, sıcak sularda yundu yıkandı, günahlardan arınmış gibi ferahladı, kendine geldi. İçinde büyük bir neşe, büyük bir coşku vardı. Sanki caminin fil ayaklarını sırtında taşımıştı da, şimdi bu yükten kurtulmuş hafiflemiş, uçmaya yakın bir konuma gelmiş, kanat açmıştı. Hiç farkına varmadı, ayakları Onu Hüsrev Paşa’nın konağına götürmüştü bile.

Kahya da şaştı bu işe., daha akşam bile olmamıştı, bu vakitte Mimar Ağa’nın eve geldiği vaki değildi. Oysa Ahmet bu gün hem erkenci, hem de oldukça neşeli görünüyordu. Kahya Mıcır Yasef Efendi,
-Hos gelmisiz Ağam. Siz verandada istirahat buyurun, ben size bir akşam kahvesi tellendireyim. Hanim Efendi ve küçük hanimler de neredeyse gelirler.
Ahmet verandada geniş bir divana bağdaş kurmuş, oturmuş, Mıcır’ın ortadan şekerli kahvesini yudumluyordu; güneşin denizde kaybolurken etrafa saçılan kızıllıklarına dalmıştı. Bu kızıllık bir demirci körüğünün üfürdüğü kor ateş kızıllığındaydı. İçindeki sarı hüzmelerin nasıl cılızlaşıp kızıla dönüştüğünü gözlüyor, bunu kendi hayatından bazı sahnelere benzetiyor, ne güneşin biraz daha kalmasına, ne renklerin tükenmeden gülümsemesine ne de içinin bilmedik ürpertilerden kurtulmasına etki edemiyordu.

Türkan Hatun kızlarını da almış, sıcağa götürmüştü. Hanımlar haftanın birkaç günü kendilerine ayrılan saatte yakınlarındaki kadınlar hamamına gider, bir günlerini orada geçirirlerdi. Konu komşu orada buluşur, oğlan anaları kız bakar, kız anaları özene bezene yaptıkları yemeklerini kızlarının eseriymiş gibi ikram ederek, kızlarının becerikliğini öğer, dedi-kodular edilir, yunur yıkanır akşama doğru eve dönülürdü.
Kızlar hamamdan çıkmış, yanakları al al olmuştu. Ahmet veranda da tek başına oturmuş kahve içiyordu. Ahmet’i görmüşler, bu kadar erken gelişine şaşmışlar, gene de gelmiş olmasına sevinmişlerdi.

Yıldızhan çok sevinmiş, Onu daha çok ister olmuştu, bir yandan beraber olduklarındaki isteksizliğinden korkuyor, bir yandan da fikrini değiştirmiş olmasını umuyordu. Utanmasa Ahmet’in boynuna atlayacaktı. Ahmet’in Yıldızhan’a karşı duyduğu ilgi ve yakınlık belli oluyordu. Artık Onu mutsuz etmeyeceğini anlatır gibi Yıldızhan'ın içine düşüyordu, zaten bunun için gelmişti erkenden. Herkez Ahmet’in erken gelmesini hayra yordu.
Hüsrev Paşa eve geldiğinde, evde beklenmedik bir sevinçle karşılaştı. Mimar Ahmet Ağa eve gelmişti. Hem de kendiliğinden, hem de erkenden... Paşa da kendinden önce gelmesini, hidayete ermesine yorumladı. Yüzündeki tebesümü gizleyemedi, kendi kendine,
-inşallah, inşallah, diye temenni etti.
Yemeği birlikte yediler, Ahmet yatsı namazının sünnetini kılmadan namazı bitirdi, odasına çekildi, hemen yattı. Peşinden Yıldızhan ve diğerleri de odalarına çekildi yattılar. Yıldızhan hala bir terslik olacağından korkuyordu, çocuksu gülümseyişi bakışındaki ciddiliğe bir tatlılık veriyordu. O bakış, onca acılardan sonra bir tatlılığı hak etmişliğin bakışıydı. Sevgilerin en güzel dakikası " seni seviyorum " dediği an değildir.

Sabahleyin herkes Yıldızhan'ın suratını merak ediyordu.
Merak etmekte haklıymışlar.
Sabahleyin Yıldızhan Hatun başka biri olarak çıktı odasından.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder