1 Aralık 2009 Salı

28.KUBBE ÇATILDI

Caminin duvarları bitmiş, kubbe bağlanmıştı. Sedefkâr Mehmet Ağa sanatını konuşturmaya başlamıştı. Ta Mısırdan, Efesten Marmara adasından, Macaristan’dan, Kırım’dan, İmparatorluğun neresinde renkli bir mermer, işe yarar bir taş, makbul bir ağaç duysa, Anadolu’nun neresinde yeterince pişmiş kiremit, tuğla, hangi ormanda kestane, mazı, sedir, hangi bahçede bir gül ağacı var hepsi Sultan Camii inşaatına getirilmiş, Sedefkâr’ın kullanımına sunulmuştu.
Sedefkar Mehmet Ağa kendisine sunulan imkanları, verilen insan ve malzeme desteğini en iyi en verimli şekilde kullanmıştı. Bil hassa Mimar Ahmet Ağa ile olan uyumu ve bir birlerine verdikleri destek inşaatın eksiğini gediğini tamamlıyordu. Birinin göremediği, ötekinin önemsiz saydığı şeyleri, öbürü görüp düzeltmiş, küçük ayrıntılarda bile birlik ve beraberlik sağlanmıştı.
Dört fil ayağını yerleştirmek işin en zor kısmıydı, Çünkü kırk üç metre yüksekliğindeki büyük kubbeyi bu yuvarlak fil ayaklarının üzerine otutturacaktı. O zoru kolay aştı. Fil ayakları kubbenin ayakları oldu. Her fil ayağı kırk adım kalınlığında üç boy mermerden oluştu. Orta kubbeyi dört sivri kemerle bağlamıştı fil ayaklarına. Yarım kubbelerin kemerleri de sivri kemerdi.
Kim demiş, “Mehmet Ağa devşirmedir,Türk kültürünü bilmez” diye…Sivri kemereri dünya sanatına Türkler hediye etmişlerdi. Yani sivri kemeri İlk defa Türkler kullanmıştı. Sivri kemer bir Türk kemeriydi. Bir Türk Hükümdarı olan Sultan Ahmet Han’ın camiine de sivri kemer yakışırdı, Sedefkâr Mehmet Ağa da, Mimar Ahmet Ağa’da öyle yaptılar. Hem büyük kubbe, hem yarım kubbeler sivri kemerlerle bağlandı.
Kubbenin kilit taşını, Sultan Ahmet Han’ın da hazır bulunduğu, Vezir-Vüzeranın, öteki yöneticilerin de katıldığı bir törenle Şeyh’ül İslam Mehmet Efendi’nin duaları ile yerine yerleştirmişti.
Sedefkâr Mehmet Ağa’yı hayli ugraştıracak birkaç ayrıntı daha vardı. Biri ses yansıması idi. Yani imamın mihrapta okuduğu surenin caminin her köşesinden, hatta son cemaat mahallinden bile aynı şekilde duyulmasını sağlamaktı. Bunun için hava cereyanına, yani hava akımına ihtiyacı vardı. Sesi hava ile nakledecekti. Hava akımı da pencerelerden, kapılardan gelecek havanın, caminin içerisinde dolaşmasıyla sağlayacaktı. Yanacak olan mumların oksijeni yakmasıyla hava değişimi de olabilirdi, bunu da denemekte fayda görüyordu.
Koca Mimar Sinan bu iş için mihrabın önüne nargile kurar, saatlerce fokurdatırmış. Caminin her köşesine koyduğu adamlarından nargilenin fokurtusunu duyup duymadığını sorar, mihrabın derinliğini, duvar kavislerini, yüksekliğini ona göre ayarlarmış. Sedfkar Mehmet Ağa’da ustasından aldığı bu incelikleri aynen uygulamıştı.
Bir gün Sedefkâr Tevfik’e,
-çini siparişi verme zamanı geldi, Seni iznik’e göndermekliğüm gerekür.
-gidebilirim Ağam.
-çini siparişlerini noksansız verersiz?
- benin işimdir bu. Helbet veririm .
-Camimizin neresine hangi motifleri ve her motife ne kadar çini gideceğinin hesabını yapmışık.
-Sen bütün yapılacak süslemeleri bir dahi gözden geçir, her şeyi hazırla, bir dahi konuşalum, dedi.
O gün Tevfik hayatında, hissetmediği oldukça farklı duygular hissetti. İznik’teki arkadaşlarının deyişiyle, kendisinin bir “dönme” olmadığını, Kökünün, aile ocağının, hısım ve akrabalarının İznik’te bulunduğunu, bu nedenle kendisinin de İznik’li olduğunu hissetti. Bu aidiyet duygusu O’na şimdiye kadar hiç yaşamadığı bir yaşama sevinci verdi. İçinde yanan hasret ateşi, açan binlerce çiçeğe dönüştü. Yakup Usta, Rahman Usta, Gülnar, Ayçiçek Hatun, Gül Yusuf, Ahmet Can gözünün önünden geldi geçti. Hiç kimseye ne düşmanlık, ne haset, ne de korku duymuyordu. Hepsi akrabaları, dostları idi. Onlara karşı ayrı kaldıkları yıllar boyunca özlem, sevgi ve saygı yüklenmişti. İznik’e gidecek, O ustaları, o dostları, o arkadaşlarıyla tekrar çalışmaya başlayacak, eski günlerde olduğu gibi, hatta o günlerden biraz daha farklı, işin sabi olarak çalışacaklar. Onlar’a para kazandıracak. Tevfik “büyük adam” olmuştu. Lonca’nın yöneticilerinin yamacına dikilip,
“emriz olur” dedikleri, adamlar gibi biri olmuştu.
Bir hırsız gibi gecenin bir karanlığında gizlice kaçtığı İznik’e, gögsünü gere gere girecek olması Tevfik’in içini coşturuyordu. “Allah yüzümüzü kara çıkartmasın” diye geçirdi içinden.
Öyle dolu, içi öyle kıpır kıpır dı ki, keşke hüngür hüngür ağlayabilseydi…
Ya Günaz kız ne diyecek bu yolculuğa, O ne kadar mutlu olacak?? Yakup Usta’ın, Esma Ana’nın ellerini öpecek, aha bu da torununuz Aybike diyiverecek…
Tanrım sen ne büyüksün…Sen nelere kadirsin Tanrım…Sana şükürler olsun Tanrım…
Birkaç gün sonra
-tiz hazırlıgınu yap, İznik’e var, işi geç komasak yeridir, dedi ve iki koşulu bir araba hazırlatıp, İznik’e göndereceğini ekledi Mimar Başı Sedefkâr Mehmet Ağa.
Tevfik o akşam uçarak geldi konağa.
Hemen Fahriye’ye,
-Sultanım, diyeceklerim çok mühimdür, diye müjde vedi…
-Mimarbaşı beni İznik’e göndereceğini söyledi. Arabayı da hazırlattı. Gidiyorum…Gülnaz’ı da anasuna göstersek mi, Aybike’yi daha görmediler bilem… yanıma Gülnaz’ı ve Aybike’yi de alıp İznik’e götürmem için izin ruhsatız var mıdur?.
Fahriye’de,
-Zehra Kadın’ı da al yanına beraber gidin demiş, Zehra,
-Sultanun seni yalnız bırakamam burada diye itiraz etmiş Fahriye’de fazla israr etmemiş bunun üzerine Zehra Kadın bu yolculuğa dahil olmamıştı. O saatten sonra konakta tatlı bir sevinç, bir telaş yaşanmaya başlanmış, Herkesi bir seviç almıştı. Gülnaz bir bir başka seviniyordu. Bu yolculuk için kendisine elbise diktirmişti. Çiçekli pazenden şalvar ve buluz diktirmişti. Üzerine de el örgüsü yün hırka ayarlmıştı. Ayaklarında Fahriye’nin verdiği, keçi derisinden sarı işlemeli bir çift çedik ve kendisinin ördüğü nakışlı yün çoraplar vardı.
Bu yolculuğa çıkacağını öğrenen Aybike’cik te sevinçten uçuyordu. Aybike iki yaşını sürüyordu. Kara üzüm gözlü ak-pak, tombul tombul elleri, parmakları vardı. Kırmızı yanaklarından kan damlıyordu. Sevimli ve cici bir kızdı Aybike. Gülnaz’ın bütün zamanını ve Tevfik’ten arta kalan sevgisini verdiği biricik kızı tek eğlencesiydi. Aybikenin saçlarını kafasının iki yanına dikip, O’nu tavşan kız yapıyordu. Ele avuca sığmayan afacan tavşan kız Aybike’yi tutan öpmeden bırakazdı. Tavşan kızın en büyük koruyucusu, adını koyan, anası, babası, her şeyi Fahriye Sultan’dı. Fahriye Aybike’ye o kadar düşkündü ki, aşkı, sevgilisi, yaşam sevinci O olmuştu. Yatağında O olmadan yatabilmesi mümkün değildi. Aybike Gülnaz’a “ana”, Fahriye Sultan’a “Sutana”, Zehra Kadın’a “Zena” diyor, yarım yamalak konuşuyor. Kelimelerin harflerin yarısını yutuyor, ters düz ediyor, kolayına geldiği gibi, sanki sevimli olmak için uyduruyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder