1 Aralık 2009 Salı

10.ŞEHREMİNİ

Ali Rıza, arkadaşı Mimar Ahmet yüzünden Nasuh’la yaptığı nizadan dolayı bir süre Enderun’dan uzaklaştırılmıştı. Aradan kasvetli, belirsiz, kendisince çok uzun gelen bir süre geçmişti. Bir gün saraydan çağrıldı. Hafız Ahmet Paşa çağırmıştı. Meraklandı, biraz da korktu. Ne ola ki? Gene Nasuh belası mı, sürgün mü yiyecekti, diyar diyar sürülecek miydi yoksa makam mansıp için mi görmek istemişti ? Saraya gitti. İşin doğrusunu öğrendi. Vezir Hafız Ahmet Paşa hanesine davet etmiş. Merakı daha da arttı. Hafız Ahmet paşa Enderunda hocası idı ve de padişahın çok sadık bir veziri idi. Ali Rıza, Hafız Ahmet Paşayı hem gıpta ediyor, hem de seviyordu. İyiye yorumlamak istedi, daha dogrusu ruhunu kuşatan aydınlık havayı mıncıklamak istemiyordu.
Akşam konaga gitti, konak bakıcıları haberliydi, Ali Rıza yı selamlığa aldılar. Üç duvarında renkli yastıklarla donatılmış divanlar, önlerinde sedef kakmalı sehpalar, yerde üzerine bastıkça ayagı içine gömülen iki kat halı, pencerelerde vitraylı camlar, karşıda bogaz, bogazda donanmaya mahsus iki üç parça muhrip, akşamın karanlığa dönen şavkın da ufku okşuyordu. Ali Rıza çekine çekine kapının sağındaki divana ilişti, duvardaki küfi yazılı tabloyu okumaya çalışıyordu.
Başında tıg işi kar beyaz takke, pamuk fanila üstüne kırmızı beyaz yolluklu, basma kumaştan, önü açık ve kavuşturma peşli gecelik entari, onun üstünde aynı kumaştan hırka, en üstte de feyyum kürk giymiş, çıplak ayaklarında ökçesiz vidala terlikleriyle Vezir Hafız Ahmet Paşa ya benzeyen, belki de ta kendisi olan biri, içeri girip, karşı divandaki “baş köşe” ye oturdu. Ali Rıza ceryan çarpmış gibi ayağa fırlayıp el-pençe divan durmuştu bile. İçeri giren Hafız Ahmet Paşa’dı,
-hoş geldin, sefa getirdin hanemize…istirahat et, selamette ol evladım…burada hoca talebe, vezir yoktur. Sen ve ben varuk, bir de bizim hane halkı..Ali Rıza tekrar yerine oturup, biraz daha rahatlamış, içi ısınmıştı. Ekabir (büyükler) çok yakınları olmadıkça “evladım” demezlerdi.
“-emir buyurmuşsuz geldim vezirim..
“-emir vermedim, davette bulundum, bir akşam seninle yek be yek (teke tek) sohbet idelüm deyu. Sen bana şu niza olayını anlat, tamı tamına senden duyayım da senin içün düşündüğüm hizmetlere mani bir hali varmıdur bileyüm. Ali Rıza olan biteni ne bir fazla, ne bir eksik anlatmaya başladı.
Bir yeni yetme kız elinde gümüş tepside kahve ikram etmek üzere içeri girmişti. Ali Rıza Vezire kahve tepsisini uzatınca fark etti. Vezir H.Ahmet Paşa fincanını aldı, Ali Rızaya döndü, tepsiyi uzattı. Yüzüne bakamadığı için, yüzünü pek seçemiyen Ali Rıza ince narin ve bakımlı ellerini sanat esei izler gibi zevkle izlerken, ellerin biri birine dolaşması, kahve fincanının devrilmesine sebep olacaktı ki durumu vezir düzeltti,
-kerimemiz Rabia şimdiye kadar kimseye kahve ikram etmiş degildür. Ellerinin titremesi ondandur. Kusuruna bakmayasun
-estagfurullah…biz kim kusura bakmak kim Vezirim derken Rabia’ın kıyafetine bakmaktan kendini alamamıştı.
Rabia’nın başında, sık boncuklarla işleniş başlık, nar çiçegi rengindeki başlığın çevresine “alyanak” denilen siyah üzerine kırmızı elma motifli yazma bağlamış, ön kısmı çeşitli motiflerle renkli boncuklarla bezenmiş, bunlara karanfiller dizilmişti. Kuru karanfil bir nevi parfümdü, güzel kokmasını sağllıyordu. Yanaklar üzerinde küme küme boncuklar ve pullar hareket ettikçe Rabia’ın yanaklarını döven, yanak dövenler ve alnına düşen bir inci takılıydı başlıgına.
Üzerinde kırmızı ipekli dokumadan yapılan elbise vardı. El tezgahlarında ipekten dokunmuş, yakalarında iğne oyasıyla yapılmış beyaz oyalar vardı. Belini altın kemerle sıkmış, ön etekler arka etekten bir karış kısa gibiydi. Kol ağzı, arka etek uçları, tığ ile yapılmış dantelle süslenmişti. Altta boyu ayak bileklerine kadar inen, beli uçkurda toplanmış, krem renkli ham ipek kumaştan yapılmış, paçadan dize kadar kırmızı lacivert nakışlı şalvarı vardı. Önü göğüse kadar açıktı. Altına pembe bir göynek giymişti. En üstte de kadifeden yapılış, kollu, ön kısmı açık etekleri kısa yarım ceketi andıran işlemeli bir yelek vardı. . Ayağına yünden, beş şişle örülmüş desenli çoraplar, üzerine ise keçi derisinden çetik giymişti. Her ne giymişse yakışmış, diri ve güzel bir genç kız olarak bakışları üzerine çekmeyi becermişti. Aslında herkes ona baksın diye giymemişti ama herkes ona bakmak zorunda kalmıştı.
Ali Rıza da başını kaldırdı, gözleri; al al kızarmış yanakları, ince ve körpe dudakları, kumral rengini daha çok kızartmasın diye yeşile boyanmış göz bebeklerine takıldı kaldı. Hafız Ahmet Paşa’nın,
- be Ali Rıza oğlum çekinme al fincanını...ikazı ile kendine gelen misafir, utanmasına utandı da, ne takıldığ Rabia’ın deniz gözlerinden çıkabildi, ne de Rabia Ali Rıza’nın taze tenine sinmiş erkek kokusundan, şahin bakışlı ela ğözlerinin etkisinden kurtulabildi. En iyisini Vezir yaptı, onları öyle bırakıp, selamlıktan dışarı çıktı.
Ali Rıza Enderun sınıfının giydiği, yeşil üzerine üç sarı sırmalı serpuş, sarıya yakın kumral ve geniş alnında ter damlaları oluşturuyordu. Henüz hiçbir nişan olmayan ikinci sınıf kaba kadife ceketi içinde kolalı gibi dik duran beyaz yakalı işlik ile uzun boyuna yakışan bir asalet yeriyor, gerek gençligi, gerek kibar ve agırbaşlı davranışları Rabia’yı kırbaçlıyordu ve o da Ali Rıza’nın ela gözlerinde gömülüp kalmıştı. Kenetlenen yalnız bakışları degil, gönlü de, dudaklarındaki çocuksu tebessümü de…Ali Rıza büyük bir itina ile kahvesini aldı, Rabia’y a teşekkür etti.
Hafız Ahmet Paşa boğazını temizler gibi öksürerek, yanında da Rabia’yı çok anımsatan, anası olduğu belli olan bir Osmanlı hanımı ile içeri girdi. Gençler kendi alemlerinde, derin deryalara dalmış gibiydiler. Ali Rıza’nın gözleri elindeki kahve fincanın içindeydi ve gözlerini fincandan ayıramıyordu. Belki misafir olduğu evin kerimesini aklına takmaktan utanmış, belki de Rabia’ın yeşil gözlerinde boğulup kalmıştı. Rabia ise kapının arkasında , süpürgenin yanında niçin dimdik ve hareketsiz durduğunun farkında bile değildi. Yok olmuş, orada değilmiş gibiydi.
Hafız Ahmet Paşa,
-Bu da zevcemiz , muhterem Fatma Hatun’dur. O dahi senü merak etmiştür. Bu akşam misafirimiz olmanızdan memnun kalmuştur. Fatma Hatun büyük bir terbiye edasıyla başını hafifce egerek selam vermiş gibi hissettirip,
-burayu kendü hanen bilesün. Ahmet Paşa’muz, Allah onu başumuzdan eksük itmesün, senden pek haz ider. Yüce Tanrum bize biricik kerimizi bağışlamıştur, başkaca evladımuz yoktur. Sen dahi evladımuz gibisün.
Bütün bu iltifat ve yakın saymalar Ali Rıza’yı öyle sıktı, öyle terletti ki, göyneğinin sırtına yapıştığını hissediyordu. Bereket versin Ahmet Paşa
-abdest tazeleyüp. Akşam namazını eda edüp, taama oturalum…iradesiyle içeriye elinde gümüş ibrik ve leğen olan bir hizmetli arap uşak ile havlu, sabun, misvak ve gülsuyu olan başka bir siyahi hizmetli girdiler.
Hanımlar ve Vezir dışarı çıktılar. Ali Rıza ceketini ve çoraplarını çıkarttı, kollarını ve paçalarını sıvadı, Abdestin ılık suyla ferahlamaya başladı. Bu O’nun köşke geldiği andan itibaren yaşadığı heyecandan sıkışan yüreğini rahatlattı, vücudunun hararetini dindirdi. Abdestini bitirdi. Vezir ve hanımlar da abdestlerini almış olarak içeri girdiler. Kararmaya yüz tutan gökyüzünün odanın bazı köşelerini de kararttığı ve bu flu aydınlık içinde Ali Rıza’nın sarıya yakın teni ve yeni fışkırmaya başlayan sakal ve bıyıklarından süzülmeye başlayan abdest sularında tabiatın canlılığını gözleri ile görür gibiydiler. Ali Rıza siyahi hizmetlinin uzattığı misk’ü anber kokan havlu ile kurulandı. Erkekler önde, kadınlar arkada , Hafız Ahmet Paşa imam olup cemaatle kılınan namazda sanki Ali Rıza bu hanenin bir ferdi olmuştu. Ne Vezirin ailesi, Rabia dahil, ne de Ali Rıza artık kendini yabancı hissetmiyordu.
O akşam, yemeğinde bir kuş sütü yoktu. Ali Rıza sıkılmasına rağmen hiç tatmadığı yemekleri, tatlı ve tuzluları yedi, içti. Vezir Hafız Ahmet Paşa Ali Rıza’ya
-sabah Şehremin’i Veli Paşa’ya varacak, seni yanına almasınu teklif edecem diye söze girdi. Şehremininin işleri hakkında sohbet ettiler. Ali Rıza’ya sen ne dersün bu mevzuda, sencileyin de uygun mudur?
-siz nasıl tensip buyurursaz öyle olsun. Diye cevap verdi. Ali Rıza o gece konakta kuş tüyü yatak ve kar beyaz çarşaflarda yatırmıştı. Sabah kahvaltıdan sonra Vezir, Ali rıza yı İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Veli Paşa’ya götürdü. Veli paşa’ya :
-Veli Paşam, bu benüm mahdumum sayulur. Senün dest’ü himayende bulunmak üçün getürdüm. Alasun, her yola süresün, gözün arkanda kalmaya..eti senün kemüğü bizimdür. Dedi
-Vezirümüz, Hafız ı Kuran Ahmet Paşa’muz getürmüşse, bizim başumuzun üstünde yeri vardur... Oğlumuz İnşa Allah hü Taalâ gün gelür İstanbulun Şehr ü Eminü olur. Vezirin göz işaretiyle Ali Rıza yerinden kalkıp, büyük bir edep ve saygıyla Veli paşa’nın elini öpüp, gösterdiği yere ilişmişti.
Veli Paşa yaşlıydı, o günden itibaren Ali Rıza İstanbul Şehr Emini yardımcılığını üstlenmiş ve koca İstanbulu yönetmeye başlamıştı, Saray da bu tayinden memnun kalmıştı
Bir süre sonra Bursa’nın şehremini vefat etmiş, yerine Ali Rıza “paşa “ rütbesi ile Bursa’ya, şehremini olarak tayin edilmişti. Otuz yıl önce küçük bir çocuk olarak geldiği Bursa Şehrine, şimdi Şehr Emini olarak tayin edilmişti…Zevcesi Hafız Ahmet Paşa’nın kızı Rabia ile birlikte.
Aradan iki sene geçmişti. Vezir Hafız Ahmet Paşa hem torununu görmek, hem de uzun zamandır gitme fırsatı bulamadığı Bursa'ya gitmişti. Şehremini Ali Rıza paşa Bursa'yı şöyle anlatmaya çalıştı;
-Bursa'mız, kahramanlık şehridür, zaferle dost olmuştur. Bu birinci taht şehri hala o hüviyetini taşur, hala bahadırlar gibi vakur ve dik başlıdur.
Bursa’da her evin içinde su akar. Her ev bahçelidür. Bahçesinde ceviz, dut ağaçları vardur. Evleri dıştan geniş saçaklı, içten sofalı, ocaklı, nakışlı, oymalıdur. Evlerin bacaları kiremitle örtülmüştür. Sokaklarında kolları dört bir yana uzanmış çınarlar, salkımlarını insanlara ikaram eden asmalar, kavak ve söğüt ağaçları ile çevrelerini gölgelenmiştür. Dükkanları bir birine ağlayan çarşılar, gayet cilalı kuvars taşı ile döşenmiş sokaklar, sokaklarında şarıltıyla akan çeşmeler,.susamışlığı ve yanıklığı insan hayatına yakıştırmayan cömert eller gibidür.
Her konan ve göçene sofrası açık olan imaretleri, ahırlı, mescidli, hamamlı hanları ve yolcuların ücretsiz minnetsiz şifalandıkları tıp haneleri vardur.
Yüz yetmiş altı Müslüman mahallesi, yedi Ermeni mahallesi, dokuz Rum mahallesi, altı da Yahudi mahallesi vardur. Yiyecek içecek satan esnafın hepsi Müslümandur. Gözel Meddahlaru vardur. Meddahlarının başı “Kurban Ali Hamza” adında sanatkar biridür. Meddah Şerif ” Firdevsin Şeyh namesi”ni yaman oynar. Meddahların baş oyunlaru“ Karagözle Hacivattır”. Bu oyunun namı o kadar yayılmıştır ki, bırakın şehzade sünnetlerini, sıradan çocuk sünnetlerinde bile Karagözle Hacivat baş köşede otururdu.
Nice bin samur kürklü, muhteşem, çok zengin tüccarı ve bilginleri vardur. Burası Anadolu toprağı olduğundan lehçeleri de alışılmadık hoş bir lehçedür. Halkı misafirperverdür. Gezmeyi seven hoş konuşan güzel insanları vardur. Saraydan Sultanlar daha çok kaplıca için Bursa’ya gelirlerdi..
-Ipeği nasul iderler, neden olur diye sordu, vezir, Şehremine:
-ipeki bir türlü kelebek kurtları yapar...kurtlar dut yapraklarının üzerine atulur, hayvancıklar dut yaprağını yiyerek beslenür ve kendisine bir ev yapar, tıpkı iri bir hurma gibi koza denilen bir barınak yapar. Ipekçiler onun zamanını eyi bilip, kelebek olmak üzere olan kurt kozadan çıkmadan, kozaları toplayup çok sıcak suya basarlar. O kozaları tiftikleyüp ipek eylerler...Bursa'da her evin bahçesinde dut ağacu ve her hanede de ipek imalatı yapulur. Çok faydalı bir iştür, Bursa'ya zenginlük katar..." daha nice konuşmalar oldu ve misafir dinlensin diye sohbeti bitirdiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder