1 Aralık 2009 Salı

37.YENİ UFUKLAR,

Refik kapatıldığı kadırga zindanından çıktıktan sonra ki günlerini bir handa geçiriyordu. Bir gün sekban ocağından arkadaşı Deli Asım’la karşılaşmıştı. Sohbet eski günlere götürmüş, hatıraları yad etmişlerdi. Refik Bosna'ya gideceğini, Akıncı birliğine katılacağını anlatmış.
Deli Asım ,
-tam yerine düştün. Bosna'ya varacak tanıdığım bir tüccar var, onun arabalarından birini götürürsün. Adem refakatçi arıyor sen de bu arabalarla Bosna'ya varmış olursun. Sana uyar mı?
-neden olmasın, bence uygun. O tüccarı nasıl bulurum?
-ben yarın uğrar, senden basederim, tüccarın ademe ihtiyacı varsa "olur" der. Sen de gidip, ademle konuşursun.

Ertesi gün Refik handa Deli asım'ı bekliyordu. Deli Asım'ın bir dediği öbürünü tutmazdı. Deli dolu bir askerdi, Refik sayesinde ocakta tutunabiliyordu. Yoksa çoktan ocaktan atılırdı. Nitekim Refik ocaktan ayrıldıktan sonra Asım'ı da atmışlardı. Refik bu işe çok güvenmemekle beraber, gene de bir ümitliydi, eğer olursa önemli bir fırsat yakalamış olacaktı. Hem Bosna'ya varacak, hem de üç beş kuruş kazanmış olacaktı. Deli Asım geldi, adamın adresini verdi. Adı Abdürrezzak Ağa Üsküdar'da malikanesi varmış. Asım Refik'i anlatmış, Abdürrezzak Ağa yarın Refik'i bekliyormuş, mutlaka gidip görüşmesini tembihledi.

Ertesi gün Refik Abdürrezzakın malikanesine gitmişti. Abdürrezzak Ağa, kuru bir orman dalı gibi, zayıf dik bir adamdı. Sivri uzun kafalı, sarı çıkık kaşlarının altında fıldır fıldır dönen böcek gözlü, bir anda iki üç işi birden gören, hepsinin hesabını kesen, hep kazanan Abraham adlı bir yahudiydi. Ticaretin erbabı sayılırdı. Abrahamı kimse aldatamazdı. O da birine mal satarken, yada hizmet alırken mutlaka "senin hatırın içün..." cümlesiyle başlardı söze. Osmanlı'da müslümanların itimadını kazanmak için adını gizlemiş, "Abürrezzak" diye anılır olmuştu. İspanyadan kovulup, Osmanlı'nın kucak açtığı yahudi göçüyle gelip, Selanik'e yerleşen bir ailenin çocuğuymuş. Ticarete Selanik'te başlamış, işleri büyümüş, Çinden ,Yemenden, İrandan, İstanbula, Selanik'e, Bosna'ya ta Avrupa'nın içlerine kadar, İpek, baharat, kahve, bez, zeytin yağı, balık yağı, askeri mühimmat yani ne bulursa alır satarmış. Şimdi de Bosna'ya kadar on atarabalık ticaret kervanı götürürmüş. Bunun için güvenilir on iki refakatçiye alırmış yanına.
-Asım efendi senden çok eyi bahsetti. Sen Bosna'ya niçün varmak istersün. Bosna da seni bekleyen biri vardır?
Refik,
-Bosna Beylerbeyliğine uğramaklığım gerekir.
-ne hizmet?
-akıncı tayfasına katılmak içün.
-cenge mi gidersiz de ticareti düşünmezsiz? Masallah yiğit adamsindir. Cuma namazıni kılin, Cumartesi günü Topkapiden yola çıkariz...tamamdir?
-tamam anlaştık.
Adam sarrafı olan Abdürrezzak, Refik'i bir bakışta anlamıştı. Tam aradığı adam olabilirdi. Dürüst ve güvenilir bulmuştu. Refik asker kökenli olduğu için ticaret bilmez,
hatta sevmezdi, yalanla, dolanla hiç işi olmazdı.
-alacağin parayi konusmadik
-ben para konuşmam. Hakkım neyse alırım. Kimsede param kalmamıştır.
-bende de kalmaz insallah.
-Cumartesi Topkapıda olurum. Beni hazır bil, dedi. Malikhaneden ayrıldı. Mimar
Ahmet Ağa'ya uğramak için Camii inşaatına geldi.

Bir akşam üstü, henüz işi bırakmışlardı, Ahmet şantiye barakasının önünde Refik'i gördü. Özlem mi, merak mı her neyse Onu gördüğüne çok sevindi, birlikte şantiye odasına girdiler. Hoş bir karşılaşma oldu. Sarıldı, tokalaştılar. Daha oturmamışlardı ki Refik söze girdi,
-yakında yolculuğa çıkacam. Seni görüp, hellığını alayım dedim, geldim.
-eyü ettiz, ben dahi seni merak ederdim. Bunca zamandır nerelerdesin, ne yaparsın, nerede kalırsın, nereye yolculuk edersün? Bunları gidip bizim hanemizde uzun uzun konuşak, şayet sence bir mahzuru yoksa.
-senin yanında olmanın heç bir mahzuru yoktur. Amma hanenize gelmekliğim gerekmez. Aha burada vedalaşır, gideriz.
-bizden sıkılmazsan aha seyis gelmiş bizi bekler diyip, dışarı çıkmış, arabaya
binmişlerdi. Arabada Hüsrev Paşa oturmuş damadını bekliyordu.

Refik Hüsrev Paşa'yı arabada görmüş, orada tanışmış, aklındaki "Osmanlı Paşası"na uygun bulmuştu. Refik'in Osmanlı paşas'ına uygun bulduğu paşa az olmuştur. Hüsrev Paşa da bu az bulunan paşalardan biriydi. Bu yüzden haddini bilen bir asker gibi davranmaya çalışıyordu.

Refik dinlenmiş, üstünü başını yenilemiş, bakımlı ve gösterişli, orta yaş bir Sekban Başı havasını taşıyordu. Refik kırklı yaşlardaydı. Normalden biraz kalınca ve uçları yukarı kıvrık bıyıkları, bir tutamı bulmayan beyazı daha çok sakalı, yüzünü uzun gösteriyordu. Geniş omuzlarının üzerindeki dik başı ve ayı pençesi gibi güçlü elleriyle karşısındakinin kolay kolay "pes" ettiremiyeceği bir görünüm verdiriyordu.

Konağın selamlık bölümüne oturdular. Uşak Yasef,
-taamdan evvel birer kahve alırsız? diye sormuş, Hüsrev Paşa,
-aluruk helbet, demiş Ahmet Ağa'nın Refik'i konakta ikamet etmek için getirdiğini düşünerek, Refik'e,
-sen ne iş yapmak istersün, neyden hoşlanırsun, becerilerün nedür?
-benim en hoşlandığım, daha doğrusu tek bildiğim uğraş askerliktür. Bundan içün Bosna'ya varup, Bosna Beylerbeyliğinde"Akıncı" yazılmayı düşünürrüm. Şimdi bir tüccarla Bosna’ya varmak içün anlaştık. Sonra nice olur Allah bilir.
-bizim konakta ikamet itmek istersez kaoımız açıktur.
-Allah razi olsun. Bana yaptığız eylikleri asla unutamam. Gerek Mimar Ahmet Ağam, gerekse Zati Alileriniz bizim içün Dersaadet Kapusuna yanaştız, Yoksa bizi kim kurtarabilirdi Nasuh Paşa'nın elinden? Bence bir mucize zuhur eyledi...
-yok canıım, o kadar büyütmeyin, biz sadece recacı olduk. Padişahımızın hüsnü kabulleri ile affı şahanelerine mazhar olduz. Mimar oğlumuzun padişahımızın takdirlerini kazanmış olmasının da tesiri oldu tabiiy..
-Vezirü Azam, Nasuh Paşa vermek taraftarı deilmiş amma değilmiş,
- üç kıtanın hükümdarının emrine "ben veremem" diye direnen kim olursa olsun, başınu verür. Vezirü Azam’ın bunu bilmesi lazımdı, insanlara karşu bu kadar düşmanlık ve inadın sonu budur…Padişahımız Efendimiz Mimar Oğlumuza karşılık Veziri Azamını astırdı. Var sen hesap eyle evlat..
Mevla üçünün gelişini, birinin gidişinden daha hayırlı kıldı ki birinin hayatına karşı üçünün hayatını bağışlattı.
-evet asılmış. Ya onlar, ya başım demiş, bizi vermek istememiş, başını vermiş.
-neyse kapatalım bu tatsız mevzuu, şimdi halas bulduz ya mesele yok.. Bundan sonra başızı belaya sokmadan, millete, memlekete faidelü birer adem olarak yaşayın..
Ahmet söze girdi,
-Refik karındaşımı ben davet etmiştim, bu konakta bizimle betraber yaşarsın, demiştim. Aha Hüsrev Paşam'da burada, bir manisi var mıdır Paşam?
-Zinhar yoktur. Bizim atımıza arabamıza da bakarsın, burada ikamet edersün. Buyur gel, burayı evin belle diyerek ruhsat verdi.
Refik,
-ben sizlere minnettarım. Bundan öte yük olmak bize yaraşmaz.
yemeğin hazır olduğunu bildirmişler, yemeğe oturmuşlardı. Hüsrev Paşa'nın sofrası hep açık ve boldur. Konakta misafirsiz gün yoktur. Paşa ikram işine,
-Herkez yer içer bereketinü bırakır gider, şeklinde yaklaşıyordu.

Refik için kuştüyü yastıklar, kar beyaz çarşaflar yumuşak yataklar hazırlanmıştı. Refik ne sekban ocağında, ne de kervansarayda, handa böyle bir yatakta yatmamıştı. "paşa yatağı her halde böyle olurmuş" diye geçirdi içinden. Refik makbul bir misafir olarak ağırlanmıştı, kendisi de farkındaydı ve bu ağırlamadan memnun kalmıştı.
Sabah kalktığında Hüsrev Paşa çıkmıştı. Ahmet Ağa da Refik'i bekliyordu. Beraber kahvaltı yapmış, birlikte dışarı çıkmışlardı. Ahmet inşaata, Refik'te bir daha dönüp dönmeyeceği belli olmayan Bosna yolculuğu için ayrılmışlardı.

Cumartesi günü, Abraham'ın uğurlu günüydü. Arabalar hazırlandı,sürücüler bindi, daha kırbaç şaklamamıştı ki, zaptiyeler arabaları ve sürücüleri kontrol etmeye başladılar. Arabalar sırayla kontrol ediliyordu. En son arabaya Sekban Refk binmişti. Bir zaptiye Refik'i tanıdı,
-ahahh...Sekban Refik. Eşkiya dağdan inmiş şehere...çek arabayı kenara, dedi. Öteki zaptiyeler "Mal Bulmuş Mağribi" gibi, Refik'i tutup, aldılar aşağıya. Başlarındaki zaptiye,
-araba da müsadere edile, diye emir verdi. Yani arabaya da el koydular. Abdürrezzak Efendi, önce efelendi, sökmeyince debelendi,
-siz ne eylersüz? Bu adem serefli bir subaydur. Na hak yere yolundan idersüz. Hemi de bu araba ve dahi içindeki emtea benimdür. Benim malim neden müsadere idersüz.? diye karşı koyarken,
-aha tezkerem," diyip, cebinden tezkeresini çıkartıp, zaptiyeye göstermeye çalışıyordu. Zaptiye kağıda bile bakmadan,
-babalık, sen get meramını yukarıya anlat. Biz vazifemizi yaparuk, demişti. Abdürrezzak Efendi, öteki arabaları durdurup, hareketi ertelemişti.
Refik,
-Ağalar, ben padişahımızın affı şahanelerine mazhar olmuş bir kadim askerim. Siz azim hata idersüz. Hepizi dava eder, içeri attırırım. Varun işize gidin. Bu isrardan vaz geçin, diye itirazını sürdürdü,
Zaptiye Başı,
-sen bu hikayeyi bizim Çorbacıya anlatırsın. Bizi az mı peşinden koşturdun, her seferinde elimizden kaçıp kurtulmayı becerdin amma velakin bu sefer kaçamayacaksın. Seni azim bir celali olarak dama tıkaycam, sonra da encamını seyreyleyecem. dedi Abdürrezzak Efendi çıldırmak üzereydi. Küçük böcek gözleri, iri birer hamam böceği gibi büyümüş, değme fırıldaklara taş çıkarırcasına dönmeye başlamış, dirgen kollarıyla arabaya yapışmış,
-bu araba, bu mal benimdir, bunlari alamazsuz. Beni ezmeden ababami çekemezsüz...Aha o sekbani alin götürün, amma arabami almaya hakkinuz yoktur, diye saçını başını yoluyordu. İki zaptiye atların gemini tutmuş, iki zaptiye de Sekbanın kollarına girmiş götürüyorlardı. Abdürrezzak Efendi bir öndeki zaptiyelere, bir sonraki zaptiyelere itirazını sürdürüyordu. Zaptiye Başı,
-Sen bir arzuhalciye var, arzuhalini yazdır, kadi efendiye başvur. Bizi rahat bırak, şimdi seni de alırım içeri. Refik bir kere daha itiraz etti,
-ben bu ademe seyislik yapmak içün parayla tutuldum. At ta, araba da, içindeki mal da bu ademindür. Bu işlediğiz günahdır. Verin ademin arabasını gitsin. Beni aldız yetmedi mi?
Abdürrezzak Efendi Refik'e,
-hani sen affedilmissin? bu ne haldir?
-var mı af tezkeresi, beraat ilamı, hani nerede, gösretse ya?
-affın tezkeresi mi vardur? Bostancı Başı bizi saldı, gitmeyip, tezkere yaz mı deseydik....hem gidiyor, hem iddialaşıyorlardı. Refik tutuklanmıştı, hakkını arama şansı da elinden gitmişti.
Abdürrezzak,
-senin içün padişahin affina kim recaci olmuştu, gidip onu bulayum?
-bu münasip olmaz. İnsanlar padişaha bir kere ricacı olurlar. Her daim olmaz...
Ne Abdürrezzak Efendinin çırpınışları, ne de Sekban Refik'in itirazları sonucu değiştirmemiş, zaptiyeler Refik'le birlikte arabayı da Kadırga Karakoluna teslim etmişlerdi.

Refik Kadırga'dan Yedi Kule zindanına götürüldü. Yedi kule zindanına kapatılan kimse oradan sağ çıkamazdı. Bu durumdan ne Mimar Ahmet Ağa'nın, ne Tevfik Usta'nın bilgisi vardı. Bunlardan başka Refik'in kimsesi de yoktu. Ya bekleyip, kaderine razı olacaktı, ya da bir yolunu bulup firar edecekti.

Refik Yedikule Zindanın da yazgısını bekliyordu. Firar etme yollarını da aramaya başladı. Zindanın kapısından başka çıkış yeri yoktu. Kapı da hiç açılmıyordu. Ancak zindana yeni bir mahkum koymak yahut içerde ki bir mahkumu almak için kapı açılıyordu. O zaman da onlarca bostancı diziliyordu kapının etrafına, yollara, her yan zindancı, bostancı kaynıyordu, silahlı, iri kıyım bostancılardı. Hangi biriyle başa çıkılırdı ki...Zindanda üç kişi vardı. Biri Refik, diğeri bir meyhaneciyi kesen, şimdiye kadar beş kişi kesip, ancak yakayı ele vermiş olan Rum Marikos. Diğeri de bir korsan… Denizlerde bir çok kere bizim kalyonlara saldırmış, bir gemide kıstırılmış, yaralı olarak yakalanmış, yarası tedavi edilip, asılmak üzere buraya kapatılmış olan bir sicilyal idi. Türkçe bilmediği için hakkında bu kadar bilgi edinmişlerdi.
Rum mahkum ile Refik zindandan firar etmek için anlaşmışlar, kapıyı gözetlemeye başlamışlardı. İlk içeri giren Bostancı'dan başlanacak, zindandan çıkana kadar önlerine kim gelirse yok edilecekti.

Günlerce beklediler. Ne gelen vardı ne de giden. Bir türlü kapı açılmıyordu. Artık heyecanları pörsümüş, umutları bitmiş, neredeyse zindan hayatı, normal hayatları olmuştu. Sonunda asılma yahut ölüm yoksa zindanda da yaşanabilir mantığı yerleşiyordu kafalarına.
Zindana kapatılalı kaçıncı gündü belli değildi, kapıda sesler duyulmaya başlanmış, kapı açılacak gibi kıpırdayınca, içerdeki üç adam da vaziyet alıp, yumruklarını sıkıp, tetikte durmaya başlamışlardı. Silah namına hiç birşeyleri yoktu, yumruklarından başka.
Zindancı Başı bağırmış,
-desduuuurrrr, kapu açılacak. Karşı ki duvara dönüp, elerini duvara dayamamış olanı vallah tepelerük. Biraz bekledikten sonra, gök gürültüsü gibi tekrar gürlemiş, beni duyduz muuu, vallah tepelerük duvara ellerizi koyasuz. Ses virün beni duyduz muuu...içeriden ses çıkmıyordu. Zindancı Başı da söyleyecek söz bulamıyordu. Hem içeride, hem de kapının önünde bekleşmeler sürüyordu.
Zindancı Başı,
-Sekban Refik celalisi seni almaya geldük. Sekban beni duyar mısuz? duvara dayanup, des durasuz. Kapu aralanunca bir tek adem, Sekban Refik çıka...başkaca kimesne görünmeye, vallah tepelerük , demiş, kapıyı aralatmıştı. İçeriden üçü birden kapıyı zorlayıp çıkınca, kılıçlar kalkmış, süngüler çekilmiş, ilk dışarı fırlayan korsan suratına inene süngü darbesiyle kapının önüne yığılmıştı. Suratı ikiye bölünen korsandan bir manda böğürtüsü duyulmuş, kandan başka bir şey görülmemişti. Bu ders ötekilerin gözünü korkutmuş, ellerini duvara dayıyarak beklemeye başlamışlardı.

Sekban Refik titriyordu. Zindanın tek çıkışı vardı, o da yağlı urgana giderdi. Zindancı başı Refik'i almaya gelmişti. Refik çaresizdi. Kuzu kuzu teslim mi olsun, kimseye zahmet vermeden asılsın mı? yoksa direnip, bir kaç kişiyi haklayıp, kaçmayı mı denesin? Her iki ihtimalin de sonunu göremiyordu. Zindancı bir kere daha bağırarak ikaz ett.
-Bre Sekban akıllı olasun. Kimesneye karşı koymayasun. Bostancılar gelüp seni derdest ideceklerdür. Belanı bizden bulmayasun. Refik cevap verdi,
-beni neden içün alacaksuz, nereye götüreceksüz?
-seni Kadi Efendi murat ider. Kadı'ya gideceksün...Refik başka söz duymadı, yahut zindancı başka laf etmedi. Refik'in içi geçmiş, duvarın dibine yığılmıştı. Biraz önce ölecekken, şimdi zayıf ta olsa yaşam ışığı hüzmelenmişti. Bir anda beyninden binlerce ihtimal geçmiş, dayanamamış, direnci kırılmış, kendini salıvermişti.

Beş zindancı içeriye dalıp, Sekban Refik'i kollarına girip, sürükleyerek çıkarmış, zindanda katil Rum tekbaşına kalmıştı. Kapının önüne manda gibi sırt üstü yuvarlanıp ölmüş olan Korsanı da sürükleyerek kapının önünden kenara çekmiş, kapıyı demir sürgülerle sürgülemişlerdi.

Refik ayaklarının üzerine basmakta zorlanıyordu. İki bostancı kollarına girmiş, sürükler gibi taşıyorlardı. Kadıya varmadan Abdürrezzak Efendi'yi zor zar seçebildi. Abdürrezzak Efendi'nin yüzü mü değişmiş, yoksa başka birini Ona mı benzetiyordu? Refik'in dünyası kararmıştı. Kadının huzurunda da dik duramıyordu. Kadının ne sorduğunu da algılıyamamıştı, ancak kadı olduğunu bildiği için Ona,
-ben suçsuzum. Zatı şahanelerinin affı şahanelerine mazhar oldum. Bostancı Başı beni saldı. Makamı vezaretteki bostancılar şahittür. diyebildi. Kadı Efendi bostancıları dinledikten sonra,
-Madema ki affı şanelerine mazhar oldular ve dahi salıverdiz, niçün ellerine birer "Beraat Tezkeresi" verilmedü, diye azarlamış, bostancı elinde getirdiği tezkereyi göstererek,
-Kadı Efendi, Beraat Tezkeresi aha elimdedür. Amma bu ademler "serbessüz" sözünü duyar duymaz öyle tizden yok oldular ki, arkalarından yetişemedük. demiş, elindeki tezkereleri kadıya uzatmış. Kadı Efendi tezkereyi almış, okumuş, kafasını aşağı yukarı sallayarak
-Haklıymışın Evlat. Zâtu Şâhâneleri seni azat eylemiş, demiş elindeki teskereyi .Refik'e uzatmış ve,
-sana Sekban Refik olarak Beraat Tezkeresi yazılmuş. Bunu alasun, her daim koynunda saklayasun. Bir dahi sakın ola kim tezkeresüz gezmeyesüz. Atı arabası başkaca neyi müsadere edilmişse serbest bırakıla, demiş. Refik Beraat Tezkeresini Kadı Efendi’nin elinden almış, öpmüş başına koymuştu. Hatta Kadı Efendinin elini de öpmeye yönelmiş, Kadı Efendi elini hiç öptürmüyordu, Refik te öpememişti.

Bu işe en çok sevinen de tabi Abdürrezzak Efendi olmuştu. Abdürrezzak Efendinin sevinmesi keçi sakalının titreyerek aşağı yukarı kalkmasından, göz kenarlarındaki kırışıklıkların çoğalması ve böcek gözlerinin ufalmasından belli oluyordu.

Cumartesi şafakla yola çıklmışlardı. Refik İstanbuldan ikinci kere ayrılıyordu. Her ayrılışında bir daha geri dönmemek üzere ayrılmıştı. Sekban Ocağından ayrıldığı zaman da bir daha dönmeyecekti. Fakar İstanbulun çekim alanından bir türlü kurtulamıyordu.

Gümülçine, İskeçe, Kavala'ya geldiler. İki gün Kavala'da mola verdiler. Abdürrezzak Efendi Kavala'da Osmanlı'nın yaptırmış olduğu su kemerlerini gösterdi.
-Osmanlı girdiği yere medeniyet götürür. Kavala'nin susuz kalması kimin umurunda ki...Amma Osmanlı böyle düşünmemiş, onlara suyunu da vermiş, havasinide vermiş. Huzur ve güven içinde yaşamalarını sağlamış. Hatta hiç bir devletin, hiçbir hükümdarın vermediği dini serbesliği vermiş...bu ne büyük bir nimettür siz bilemezsiz. Bunu ancak Osmanlı Devletinde yaşayan, Müslüman olmayanlar bilir evlat, diyerek Osmanlı’nın hakkını teslim ediyordu.

Selanik'e geldiler. Atlar dinçti, yolculuk zevkli geçiyordu. Onsekiz günde Selanik'e ulaştılar. Selanik İkinci Sultan Murat tarafından Osmanlı toprağına katılmıştı. Halkı Rum, Yahudi ve Türk'lerden oluşuyordu.

Balkanlar tarih içinde Hun, Avar, Oğuz, Bulgar, Peçenek ve Kuman Türk'lerinin gelip yerleşmesiyle Türkleşmeye başlamış, Osman Oğulları'nın bölgeyi feth etmesiyle de Türkleşme , Müslümanlaşmaya kavuşmuştu. Bu nedenle bu bölgelerdeki birçok asıl unsur Türk'tü. Yol güzergahlarında Müslüman Türk Halkı yaşıyordu.

Refik İstanbulun çekim alanından kurtulmuş, günbatımınn çekim alanına girmişti. Bosna'yı hayal ediyordu. Durakları birleştirmek, yolu kısaltmak, hatta uçmak, uçarak gitmek istiyordu. Yol boyu farklı bir tabiat ve bitki örtüsü görüyordu. Her taraf yem yeşildi. Balta girmemiş ormanlar arasında özenle yapılmış yollarda yolculuk ediyorlardı.

Abdürrezzak Efendi Selanik'te bir iki araba mal satmış, Bosna'ya götürmek üzere başka mallar almıştı. Atlar değiştirilmiş, üç gün dinlenmişler tekrar yola vurmuşlardı.
Hedef Üsküp'tü. Üsküp bir haftalık yoldu. Ancak üç dört günde bir kaç gün dinlenmek gerekiyordu. Manastıra kadar dayandı, Manastırda mola verdiler.

Manastırdaki Bedesten de Abdürrezzak Efendi müşteriyi bekler bulmuş epeyce mal satmıştı. Kârlı bir alış-veriş yaptığı belliydi. Sakalı pır pır titriyor, gözleri yok gibi kabuğuna çekiliyordu. Sekban Refik Manastır'ın saat kulesine hayran kalmıştı. İshakiye camiinde cemaate karışmış, namazlarını eda etmişlerdi.

Üsküp'e cuma günü, namaz vaktine yakın varmışlardı. Harabat Baba tekkesine inmişlerdi. Abdürrezzak Efendi bu tekkeyi çok sevdiğini söylemişti. Tekkeler hem güvenli, hem ikramları bol, hem de hizmetleri samiydi, bir karşılık beklemezlerdi. Konuklar ne verirlerse onula yetinir, bir bedel veremiyene ayrıca "helallik yol azığı " verilerek yolcu edilirdi. Abdürrezzak'ın bu yüzden beğendiğini sanmışlardı.
Oysa O,
-Siz cumalarizi kilmaya gidin, ben Şeyh Mükremin Babaya varacam, demiş, Şeyh'in huzuruna çıkmış, Şeyh'in duasını almıştı. Abdürrezzak Efendi buraya her gelişinde Şeyhin huzuruna çıkar, hizmetlerine karşılık iyi bir ödeme yapar, Yolculuklarının selametle geçmesi için Şeyh'in duasını alırdı.
Üsküp'ü Çandarlı Halil Hayrettin Paşa feth etmiş, adını kalıcı kılacak güzel de bir cami inşa etmişti. Saat kulesi de o zamanlardan kalmış. Üsküpte üç gün kalmış, Harabat BabaTekkesinde yemiş, içmiş, dinlenmiş, atları tımar edilmiş, büyük bir memnuniyetle oradan ayrılmışlardı.

Hedefleri Kosova'ydı. Gündüzleri yol alıp, geceleri dinlenerek devam ediyorlardı. Beş günde Kosova'ya ulaştılar. Yaz öyle lekesiz, öyle pürüzsüz uçup gidiyordu ki, yazın hayatı kolaylaştıran güzel günlerini doyasıya yaşıyorlardı. Yolculukta yazın nimetleri çoktu. Nerede akşam orada sabah edilebiliyorlardı. Yazın üzümünden kavununa karpuzuna, nerede acıkırsan, orada doyarsın...Kosova da Gazi Mehmet Paşa Külliyesi'ne indiler. Külliyede Cami, şadırvan, han, hamam, aş evi vardı. Hana at ve arabalarını teslim edip, hamama gittiler. Hamamda göbek taşına yorgun sırtlarını yaymışlardı. Sıcaklık iliklerine kadar işlemiş, her yanlarından buram buram ter sökün etmişti. Ellerinde keseler ve bol köpüklü leğenleriyle keseciler her birini ağaç rendeler gibi, derilerini soyarcasına keselemişlerdi. Sonra birinden sıcak, birinden soğuk su akan kurnaların başıan geçip, tas tas ılık sularda yunmuş yıkanmış, hiç yol gitmemiş gibi dinlenmişlerdi.

Kosova'ya gelen her Türk Muratı Hüdavendigar türbesini ziyaret etmeden gidemezdi. Abdürrezzak Efendi ve kervandaki on üç adam hep beraber türbeye girmişler, Kosova Meydan Savaşı'nı düşünmüşlerdi.
Murat Hüdâvendigâr, Sırp, Bulgar ve diğer Hıristiyan devletlerin doğurduğu tehlikeyi önlemek amacıyla, Altmış bin kişilik bir kuvvetle Sırbistan üzerine yürümüştü. Murad Han'ın yanında oğulları Bayezid (Yıldırım) ile Yakub Bey vardı. Öncü kuvvetlerin başında Evrenos Bey ile Paşa Yiğit bulunuyordu. İki ordu Priştina'nın kuzeybatısında karşılaşmıştı. Haçlı kuvvetleri Osmanlılar'dan fazlaydı. Sekiz saatlik bir çarpışmadan sonra, henüz savaşın sonucu alınmadan, Sıp asilzadelerinden Miloş Obiliç bir elçi gibi Sultan Murad Han'a yaklaşmış birden çıkardığı hançerle padişahı yaralamıştı. Sultan Murad Han'ın yaralandığı yere bir çadır kurulmuş; sultan, ağır yaralı olduğu halde kumandayı elden bırakmamıştı. Bu sebeple, savaş Türklerin lehine sonuçlankıştı. Ölmeden önce esir alınan Sırp despotu Lazar ile damadı ve diğer Sırp asilzadeleri öldürülmüşlerler. Murad Han'ın vefatından sonra yerine, I. Bayezid (Yıldırım) padişah olmuş, Sırpları takip eden Yakup Çelebi de şehit edilmişti.
Kosova Savaşı sonunda, Sırp despotu Stephan Lazaroviç, Osmanlılara vergi vermeyi ve savaşlara askerleri ile birlikte katılmayı kabul etmiş; ayrıca kızkardeşi Despina'yı, Bayezid Han'a zevce olarak vermişti.
Sultan Murat Han'ın, Kosova Meydan Savaşı’dan önce okuduğu dua :
“Peygamberin yüzünün suyu, Kerbela’da akan kan, ayrılık gecesinde ağlayan göz, için! Lütfunu bizimle beraber kıl ve muhafazani bizden eksik etme Yarabbi! Yarab! İslam ehline yardımcı ol, düşmanın elini bizden uzak tut! Günahımıza değil, candan ve gönülden gelen ahımıza bak! Mücahidlerini telef ve bizi düşman oklarına hedef ettirme.Yarabbi, bilirim ki İslam ehline lütufların çoktur, bu lütuflarını bu savaşta da göster. Din yolunda şehit olunacaksa beni et de ahirette mutlu bir yere ulaşayım.”
Abdurrezzak’ın kervanı Kosova'da üç gün yattı kalktı, bolca yol azığı aldı, gezdi, dinlendiler. Üçüncü günü cumartesi günüydü yola vurdular. Ovalar dağlar aşılmakla bitmiyordu. Yol boyunca Osmanlı imaret ve hayratlarında, han va hamamlarında dinlenerek, camilerinde ibadet ederek yollarına devam ediyorlardı. Yol boyu köprü menfez ve geçitler Osmanlı ordusunun Avrupa seferleri için yapılmış görkemli birer sanat eseri olarak, Türk'ün izini taşıyordu. Yolculuk bunaltmıyordu. Yol boyu büyük bir kültürü, büyük bir medeniyeti görerek, yaşayarak ilrliyorlardı. Üç gün sonra, hava kararmıştı Kalkandelene ulaştılar.
Gecenin karanlık bir saatinde Kalkandelende ki Serseri Ali Baba tekkesine indiler. Tekkenin kanatlı kapıları sürgülenmişti. Ancak kapının içine bir adam sığacak kadar küçük bir kapı yapılmıştı ve o kapıcık hiç kilitlenmiyordu. Deli Asım küçük kapıdan içeri süzülüp, konuk geldiklerini haber vermişti. Tekkenin Bektaşi Şeyhi hemen müritlerini uyandırmış, kapıları açtırmış, atları arabaları ve konukları içeri aldırmış,
-hoş geldiz, safalar getirdiz Tanrı Misafirleri...Bu gece bizimlesiz, konuğumuzsuz, dileyin bizden ne dilersiz? Ne dilersez bir fazlası var evvel Allah... Mürit'e de,
-açsalar doyur, dertleri varsa derman ol, sakın ha ola ki kimesneyi incitmeyesin.

Abdürrezzak Efendi bu tekkeleri hiç boş geçmez, her tekkeye çam sakızı çoban armağanı verecek bir şeyleri vardır.Tekke mensupları da Onu tanır. Müritlerin hizmette yarışıyor olmalarına bakılırsa; Abdürrezzakın mutlaka hizmetlerinin karşılığını fazlasıyla verdiği anlaşılıyor.
Sabahleyin kahvaltılarını yapıp, kuşlukla arabalara bindi, kırbaçlarını şaklattılar. Bosna'ya kadar mola vermeyeceklerdi. Abdürrezzak Efendi Refik'i arabasına almıştı,
-sana diyeceklerim vardur, demiş uzun süre konuşmamıştı.
Refik söze girerek,
-yolumuzda başkaca tekke var mıdur ? diye sordu.
-neden sorarsun?
-sen tekkelerden azim haz idersün deyu sorarum.
-iderüm. Tekkelerden azim haz iderüm. Çünkü oralarda her bir hizmet Allah rizasi içün yapilur, para kazanmaği, kâr etmeği gütmezler. Ondan içün de memnun kalinur. Geçimlerini ve dahi ikramlarunu da bizden aldiklaruyla sağlarlar. Anin içün buralara sıkça uğramak ve dahi cömert davranmak gerekür. Sana diyeceğim asil su ki, sen Akinci olmayi bos veresin. Gel benimle calis. Seni yanima yardimci alayim. dikkat buyur, maraba değilsün, yardimci...ben ne kazanirim,sen de kazanirsin, ne desin bu teklifime? aklin yatar?
Reffik, kırk yıl düşünse aklının ucundan bile geçiremeyeceği bu teklif karşısında şaşmış kalmış;
-bilmem...hiç düşünmedim. Ben ticaretten anlamam ben askerim. Ben ancak asker olurum. Bundan içün de akıncı olmayı düşlerim.
-sen gene de benim teklifimi aklina koy. Eyü düsün, bundan sonra savaşmayi birak.
-haklı olabilirsin. Ben hiç böyle düşünmemiştim. Karar vermeden önce seni bulurum.
Dinlenmiş atlar hızla yol alıyorlardı. Akşamın geceye döndüğü saatti. Refik bol yıldızlı gecenin, parlak ay ışığının altında, aydınlık bir havada bildik tanıdık yerlerden geçiyordu sanki. Yahut içindeki ışık aydınlatıyordu yollarını. Sekban Refik, ordu ile Avrupa seferlerine çıkarken buralardan geçtiği olmuştu, ama hiç bir seferinde buraları bu kadar yaşamamış ve bu kadar yakından görmemiş, tanımamıştı. Bir kaş gece daha yollarda konakladıktan sonra Saraybosna'ya ulaşmışlardı.










40.SARAYBOSNA

Sekban Refik hayretini gizleyememiş,
-burası Bosna mı, Bursa mı? diye sormak zorunda kalmıştı. Müthiş bir benzerlik görmüştü. İki şehir bu kadar bir birine benzer mi? Anadolu'yu almış ta buralara koymuşlardı sanki. Böreğinden, künefesine camisinden sokağına Saraybosna'yı aynen Bursa'ya benzetti.
Gazi Hüsrev Paşa Hanı'na inmişlerdi.
Gazi Hüsrev Paşa, Bosna Sancak beyliğine atandıktan sonra çevresindeki toprakları Osmanlı toprağına katan ve bu toprakların Türkleşmesine, İslamlaşmasında hizmet ve eserler bırakan bir Osmanlı Paşası'ydı.
Abdürrezzak Efendi arabaları Başçarşıya çektirdi. Başçarşıdaki her dükkan Abdürrezzakı bekler gibi arabalara üşüştü, mallara saldırdı, kahveden, beze, ipekten baharata ne var ne yok müşterisi bol, belki fiyatı da uygun bütün mallar araba araba satılmaya başladı. Abdürrezzak Efendi rızık dağıtıyor gibiydi(rezzak, rızık dagıtan demek). Parası olandan alıyor, olmayanı erteliyor, fakat kimseyi boş çevirmiyordu.
Bosna Fatih Sultan Mehmet tarafından feth edilip, Önceleri Sancak Beyliği, sonrada Rumeli Beylerbeyliği olarak, Osmanlının Avrupa'ya açılan kapısıydı. Halkının çoğunluğu Boşnaklardan oluşuyordu. Az sayıda Sırp ve Arnavut vardı.
Bosnalılar Anadoludan gelen erenlerin etkisi altında kalmışlar, Müslüman olmak istediklerini bildirmşlerdi. Fatih Sultan Mehmet'in talimatıyla Jajçe şehrinde büyük bir tören düzenlenmiş, törene Fatih Sultan Mehmet te katılmış. Fatih, o gün Müslüman olan Boşnaklar’a “dileyin benden ne dilersiz” demiş. Boşnaklar da Sultan’dan iki dilekte bulunmuşlardı.
-Birinci dilekleri ; Müslüman çocukları yeniçeri yazılamıyordu. Buna rağmen, kendi çocuklarının yeniçeri yazılmaları içün “devşirme” yapılmasına izin verilmesi ve İstanbul’da eğitim görmelerini istemişlerdi..
-İkinci ise Bosna’da toprak düzeninin değiştirilmemesini istemişlerdi.

Fatih Sultan Mehmet Han, Boşnakların her iki dileğini de kabul etmişti. Boşnaklar Osmanlı devletine sadık bir millet olup çok sayıda devlet adamı, paşa ve bilim adamı çıkarmışlardı. Bunlardan en önemlileri Osmanlı Devleti’nde beş kez sadrâzamlığa getirilen Hersekzade Ahmed Paşa, üç kez sadrazâmlık yapan Damad İbrahim Paşa ve bir dönemde iz bırakmış Sokullu Mehmed Paşa dır.

Bosna da minareler, Avrupa’nın ortasındaki bu ülkenin Müslümanlığı’na şehadet edercesine yükseliyordu. Burada camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, bedestenler Refik'e çok aşina geliyordu. Bu Osmanlı mimarisini çok tanıdık buluyordu. Çarşı ve pazarlar da aynı mimari şekillenmişti. Saraybosna'da Gazi Hüsrev Bey Camii ve Medresesi bu muhteşem Osmanlı mimarisinin en güzel örneğiydi.

Refik Bosna'yı gezerken Çok beğendiği Süleyman paşa camiinde de namaz kılmış, bir Boşnak'a Süleyman Paşa'nın kim olduğunu sormuştu.
Boşnak,
-Ona Boşnak Süleyman Paşa derler. Hersek sancağının Prepolye kasabasındandır. Vakfiyede babasının adının Mürüvvet olduğu yazılıdır. Sarayda helvacılar sınıfındayken, padişah musahibi (hazine vekili) olarak Dilsiz Tavşan Ağa'nın hizmetinde bulunup, oradan terfi ederek Çavuşbaşı olmuş, diye anlattı.
Yeşillikler içindeki Sarayova'yı gezerken kayalıkların arasından fışkıran büyük bir şelalenin yanında Balagay'daki Alperenler Tekkesi’ne ulaşıyor. Burasının Sarı Saltuk’un makamlarından birisi olduğunu öğreniyor. Ayrıca burada Açıkbaş namında bir Sarı Saltuk dervişinin türbesi de bulunuyormuş. Burası "maddi fetihten önce gönüllerdeki fethi" gerçekleştirmek için gelmiş Anadolu erenlerinin bir mekânı imiş.

Refik Fatih Sultan Mehmet'in Bosnayı fetteği gün ilan ettiği Fermanında, Bosnalılara nasıl kucak açmış olduğunu okumuştu,
Fermanda şunlar yazılıydı:
"Ben ki Sultân Mehmed Hanım .Cümle avâm ve havâssa malum ola ki işbu dârendegân-ı fermân-ı hümâyûn Bosna ruhbânlarına mezîd-i inâyetim zuhûra gelüp kiliselerine kimse mâni‘ ve müzâhim olmayıp, ihtiyâtsız memleketimde duralar. Ve kaçup gidenler dahi emn ü emânda Gelip bizim hâssa memleketimizde havfsiz sâkin olup kiliselerine mütemekkin olalar. . Ve yüce hazretimden ve vezîrlerimden ve kullarımdan ve reâyalarımdan ve cemi‘-i memleketim halkından kimse mezbûrelere dahl ve ta‘arrûz edip incitmeyeler, kendülere ve cânlarına ve mâllarına ve kiliselerine ve dahi yabandan hâssa memleketimize âdem gelirler ise yemin-i mugallaza ederim ki yeri, göğü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve Mushaf hakkıçün ulu Peygamberimiz hakkıçün ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkıçün ve kuşandığım kılıç hakkıçün bu yazılanlara hiç bir fert muhâlefet etmeye. Mâdâm ki bunlar benim emrime mutî‘ u münkâd olalar. Şöyle bilesiz"

“Ben ki Sultân Mehmed Hanım. Halk ve ileri gelenler bilsinler ki, bu mutlu fermanı size yardım ve kolaylık olsun diye buyurdum ki, Bosna ruhbanlarına ve kiliselerine kimse mani olmayıp, memleketimde korkusuz ve emin olarak yaşayacaklar. Kaçıp gidenlerde, gelüp memlekeytimizde korkusuzca yaşayalar. Yüce zatımdan ve vezirlerimden ve kullarımdan ve tüm memleketim halkından kimse incinmeyecek. Kendilerine ve canlarına ve mallarına ve kiliselerine ve bu güzel memleketimize dışarıdan gelenler olursa; büyük yemin erdim, yeri göğü yaratan peverğah hakkı çün ve Mushaf hakkıçün ve peyğamber hakkıyçün ve kuşandığım kılıç hakkıyçün bu yazılanlara hiçbir fert karşı gelmeye itaat edip boyu eğeler .”
Bu fermanın gereği olarak bölgedeki Hıristiyanlar tam bir hürriyet ortamı içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.

Sekban'a bakılırsa, yer gök ağaçlar, yapraklar alabildiğine canlı, neşeli...hepsi sahipli görünüyordu. Bunların hepsi "benim" der gibi içinde bir sahiplenme vardı.
Gene bir Boşnak,
-Bugoj na şehrine bağlı Prusaç kasabasında ormanlık alan içinde Ayvazdede Tekkesi vardır. Bir gün git Avaz Dede'ye, O mübarek zat buraları tutmuş, ta dünyanın öbür ucundan gelp ziyaret ederler.
"Ya Rabbi, bizim isyanımıza bakma,
Sabi ve sübyanımıza bak ve bize merhamet et." mısraları herkesin dilindeir. dedi.
Refik Bosna'da gezerek günlerini geçirirken Abdürrezzak Efendinin "beraber çalışalım" teklifini de gözden ırak tutmuyordu. Aslında içinden geçen ve yapmak istediği sınır boylarında, kimsenin emri altında olmadan üç-beş serdengeçtiyle Akınlar düzenlemekti. Hür ve şerefli bir askerlik yapmaktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder