1 Aralık 2009 Salı

24.HÜSREV PAŞA

Diyarıbekir’e giden ulak Hüsrev Paşa’ya Sultan Ahmet Han’ın fermanını sunmuş, fermanı ulaktan alıp, öpüp başına koyan Hüsrev Paşa, açıp okumuştu,
“Heman yerinize bir vekil bırakup, Der Saadet’e gelesüz….” Hüsrev Paşa fermanı bir kere daha öpüp başına koydu,
-emriz başumuz üstünedür, dedi.
Hayatı boyunca yaptığı hizmetler bir çırpıda gözünün önünden geçti. Kendince hiç hatası, kastı, ihaneti olmamıştı. Çiğ yememiş, karnı ağırmamıştı. Padişaha bağlılığında, Yönetime uyumunda da hiç şüphesi yoktu. Ne emir almış, ne görev verilmişse hepsini başarı ile yerine getirmişti… Ama dünyanın nizamını bozup tersine çevirmek isteyen fitneci, düzenbaz, aç gözlü çıkarcı bir yığın insan hep vardı. Padişah’ın bile arkasından küfredenleri duymuştu. Kendisi aleyhinde de bir sürü yalan dolan, uydurma dolaplar dönmüş olabilir diye aklından geçirdi. Kim niye, ne için gammazlamış ola ki? Bir an kellesinin yerinde olup olmadığından bile şüphelendi…düşman aradı kendine göre, kime bir haksızlık, bir kötülük yaptığını düşündü, bulamadı…kimseyi incitmediğini sanıyordu. Hüsrev Paşa’nın, Allah’a sığınmaktan başka yapabileceği hiç bir şeyi yoktu …
Hüsrev Paşa fermana uyarak derhal İstanbul’a gelmiş, önce Vezir’i Azama uğramış, Onunla birlikte Padişah’ın huzuruna kabul edilişlerdi. Hüsrev Paşa’nın bacakları titriyordu.Yer etek öpmüş, dim dik duruyordu.
-hizmetlerinüzden memnun kalduk. Bundan içün seni, Kubbealtı Vezir’liğine aldum, demişti Sultan Ahmet Han. Hüsrev Paşa’nın aldığı derin nefesi neredeyse padişah bile duyacaktı, ciğerlerini doldurdu, patlatırcasına…bir ohhh demiş, gözlerini kapatmış, bir an öyle kalmıştı, kendini yeniden doğmuş gibi hissediyordu. Allah’a ne kadar şükretse azdı. Sayısız savaşlara katılmış, kaleler feth etmiş, yaralanmış, zaferler kazanmıştı ama hiç bu kadar sıkıntıya düşmemişti, hiç bu kadar sevinmemişti. Ahmet Han yaptığı hizmetlerden dolayı kendisini Kubbealtı Vezliği ile ödüllendirdiğini söylemiş. İçinden “yaşamak güzel şey” diye geçirdi ve padişaha,
-Cihanun en haşmetli Türk imparatorluğu olan Devlet’i Ali Osmani’ye ye ve Sultan’ı İklim’i Rum ve Halife’i Ru’i Zemin olan Sen padişahımız Sultan Ahmet Han’a sadakatimi, verilen ve verilecek bütün vazifeleri birer namus ve vicdani mesuliyet içinde yaptığımı, bundan da şeref duyduğunu arzederim. Demiş, huzurdan çekilmiş, arzı padişah tarafından kabul görmüştü. Hüsrev Paşa Kubbealtı vezirliğine terfih etmişti, fakat içi rahat değildi. Keşke Diyaribekir’de kale muhafızı olarak kalsa daha iyiydi, evinden çocuklarından ayrılığının bile önemi yoktu. Amma görev, görevdi, ateşten gönmlek bile olsa onu giyecekti ve giydi de.
Hüsrev Paşa bir gün yapılmakta olan Sultan Camii inşaatına gitmiş, orada Sedefkar’ı ve Mimar Ahmet’i ziyaret etmişti. Mimar Ahmet Hüsrev Paşa’yı karşısında görünce gözlerine inanamamış, büyük mutluluk duymuştu. Hüsrev Paşa Fahriye’nin ölümü üzerine Ahmet’e kol kanat geren, onu işe yönelten, bir bakıma teselli eden, babası yerine koyduğu, saygı ve sevgi duyduğu biriydi. Hüsrev Paşa’da Mimarı evladı yerine koyuyor, O’nun hem yüksek ruhi duygularını, hem de sanatını beğeniyordu. Şimdi Ahmet’i daha olgunlaşmış, daha sanatkar bulmuştu.. Aradaki protokolu bırakıp, sarıldı, hasretle kucaklaştılar. Mimar Ahmet Ağa Hüsrev Paşa’ya inşaatı gezdirdi, nereye, nasıl, ne yapacağını anlattı, Hüsrev paşa’da O’na Kubbealtı veziri olduğunu söylemişti tevazu içinde, bir akşam konağına davet edeceğini ve kendisini ev halkı ile tanıştırmak istediğini buna bir diyeceği olup olmadığını sormuş, Ahmet te,
-bu bize şeref virür Paşa’m, demiş, ayrılmışlardı.
Bir Cuma akşamı Hüsrev Paşa seyisine atları koşturup, arabasını yolladı. Seyis mimar Ahmet’i Ağa'yı, Hüsrev Paşa’nın konağına götürdü. Yemek için erken bir saatti. Selamlıkta Ahmet’ten başka kimse yotu. Hüsrev Paşa Ahmet’e “ hoş geldin, sefalar getirdin”, diyip kısaca hal hatır sorduktan sonra, biraz beklemesini söyledi. Ahmet’in dervişimsi tavırlarına rağmen giyim kuşamı da hayli genç, temiz ve yakışmıştı. İçeri iki taze, bir de Hüsrev Paşa’ın zevcesi olmak üzere üç hanım girdiler. Hüsrev Paşa önce Mimar Ahmet Ağa’yı anlattı. Diyaribekirde beraber nice hoş ve faydalı işler yaptıklarını, Ahmet’in ne büyük bir sanatkar olduğundan bahsetti. Sonra da hanımların zevcesi ve kerimeleri olduğunu söyledi. Ahmet böyle bir merasim beklemiyordu. Ahmet’in gönül gözü Fahriye ile dolduğu için ne Paşa’nın zevcesini, ne de kızlarını görüyordu. O her kadında“ Fahriye” yi görüyordu. Gene öyle oldu. Ancak Yıldızhan’ın,
-bu kadar mühim işleri yapan Mimar Ağa’nın bu kadar genç olmasını tahmin etmek çok mümkün değildir, insanın inanası gelmiyor, diye lafa girmesi hazırda bekleyen öteki hatunların da konuşmasına ve Ahmet’in onlara tevazu içinde cevap vermesine neden oldu. Nurhan’ın
-kaç çocuğunuz var? Sorusu Ahmet’in yarasını kanattı. Cevabı Paşa verdi
-iş görmekten evlenmeye zaman bulamamıştur Mimar evladımuz. Ahmet içinden bir “oh” çekti. Bu sıkıntıyı da atlatmıştı.Nurhan lafın peşini bırakmıyordu,
-sana göre kız mı yok.. derken göz ucuyla da ablası Yıldızhan’a bakmayı ihmal etmedi.
Konu hep Ahmet’ti. Arada bir Sultan Cami inşaatı konuşuluyor, Hüsrev Paşa Diyaribekir’de ki kışla ve camii nasıl yaptıklarını anlatıyor, kızlar hemen gönül işlerine dönüp ufukta bir şeylerin olup olmadığını iyice öğrenmek istiyorlardı. Hüsrev Paşa’nın karısı Türkhan da,
-sizin konağınız bu yakınlarda mı? diye sordu. Ahmet’in hiç konağı olmamıştı. O hayatında ne konak düşünmüş, ne de Fahriye’siz bir ev kurmayı, Önce Fahriye olmalı ki, O’nun şenlendireceği evi ocağı olsun. O yoksa ne evi olur, ne de konağı..
-benim konağum olmamışdur.
-nerede yatıp kalkarsız, nerede yaşarsız?
-inşaatun içinde kendime ufak bir oda yaptum, şantiye odası şimdilik orada ikamet ederüm.
Yemek için başka misafirler gelmeğe başlayınca, tanışma faslını burada bitirdiler.
Yemeğe, Ahmet’e çok iyilikleri geçmiş olan Hafız Ahmet Paşa’da çağrılmıştı. Hafız Ahmet Paşa, Ahmet’i görmekten duyduğu memnuniyeti dile getirdi ve başarılı çalışmalarını övdü. Ahmet sadece mahcubiyetle dinlemede kalmıştı. Yemek konağın başka bölümünde hazırlanmıştı, oraya geçip, çorbasından, etlisine, pilavına hoşafına, tatlısına, İstanbul’da bulunan her ne yiyilebilecek ve ne nimet varsa sofradaydı, kuş sütü hariç…yemekler yendi. Kahveler içilmek üzere tekrar selamlığa geçildi.
-kahveler…diye gürledi Hüsrev Paşa. Ahçı başının getirdiği tepsiyi Yıldızhan kaptığı gibi Ahmet’e takdim ett. Hüsrev Paşa,
-ikrama büyükten başlanır diyerek, Hafız Ahmet Paşa’adan başlattı.
Yatsı namazı için abdest tazelenecekti. Arap uşaklar ellerinde ibrik leğen içeri girdiler.
Ilık suda, güzel kokular içinde keyiflice abdest aldı. Ahmet Hüsrev Paşa’yı seviyordu, güzel yemeklerden sonra kahve, abdest hep ılık ılık geliyordu Ahmet’e. Ahmet evi de misafirliği de çok sıcak buldu. İçi ısındı. Hüsrev Paşa'nın konağı sevimliydi. Konağı sevimli kılan Hüsrev Paşa'nın sevimliliği idi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder