9 Şubat 2015 Pazartesi

Blokumun adresi ve bütün bloklarımın olduğu sayfaların bulunacağı adres

http://nygulden.blogspot.com/

7 Eylül 2010 Salı

ÇOCUKLUK YILLARIMDAN BİR ANI

KARNAPA


Başlık ‘Karnapa ile Nazlı’ da olabilirdi. Benim favorim Karnapa olduğu için, başlığı böyle attım. Siz kendinize göre başlık atabilirsiniz..

Karnapa ile Nazlı iki can yoldaş, kaderleri bir birine bağlı iki dost, iki arkadaş.

Karnapa karnı geniş, büyük karınlı demekti... Karnının büyüklüğünden dolayı ‘Karnapa’,adını almıştı. Benim sığabileceğim kadar karnı vardı. Yazın girdiği bütün göletleri taşırırdı. Sırtı ile karnı dümdüzdü, hava alanı gibi sırtı vardı, benim dostumdu. Beni sırtında taşırdı. Ben Karnapa’nın sırtında öyle uyurdum ki; saatlerce nereye gittiğimi bilemezdim ve hiç rahatsız olmazdım. Biliyordum, Karnapa beni rahatsız etmeden taşımaya özen gösterirdi.
Göbekli, göbeği yerlere kadar sarkan, çirkin görünüşlü, şekilsiz yaratık değildi. O tam tersine büyüklüğü kendisine yakışan, her şeye rağmen güzel görünüşlüydü. Hep göz önündeydi, hiç kaybolmazdı, kaçmazdı, naz bilmezdi.

Nazlı ise, çok yakışıklı, boylu postlu, pırıl pırıl bir gençti. O da iriydi ama mevzun bir endamı vardı. Yaşça Karnapa’dan epey küçüktü. Sürmeli iri gözlerinin karası kap kara, beyazı bem beyazdı. Kızdığında iri burun deliklerinden körük gibi hava fışkırdığını gözler, ürkerdim. O nazlıydı, çok seçiciydi. Her şeyi yemez, her suyu içmezdi. Onun içeceği su ayna gibi dup duru olmalıydı ve o suyun şavkında kendisini görmeliydi. Dik başlıydı. Nazını çektiğimiz için mi, yoksa hür mizaçlı olduğundan mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa; bir şeye kafası bozuldu mu çeker giderdi. Beni, Onu aranmaya çok göndermişlerdi. Ben de çoğu kere Onun hangi ağacın altında gölgelendiğini, nerelerde saklandığını bilirdim. Beni görünce suçlu suçlu gözüme bakardı. Ben de:
-Niye kaçıyorsun, beni aratıyosun, bi dah saklanırsan sana sorarım…düş peşime’ diye azarlardım. O da peşime düşer, tıpış tıpış eve kadar peşimden gelirdi.

Altmış yıl öncden bahsediyorum. Babamız yoktu. Önümüzde dağ gibi amcalarımız vardı. Yaşlı anam çok toparlayıcı ve besleyici idi. Fakirdik, ama Allaha şükür ‘ele güne’ muhtaç değildik. Allah Rahmet etsin babamız, o yokluk yıllarına rağmen, bize mamur bir yurt ve bol kazançlı kârhaneler fabrikalar bırakmıştı. O fabrikalar, fabrika yapan fabrikalardı. Etibank'ın madenlerini mi desem, Sümerbank'ın tekstil Fabrikalarını mı anlatsam, Çelik ağlarla örülen Demir yollarından mı bahsetsem bilmem ki hangi birini sığdırabilirim bu satırlara? Kırk yamalı gömlek giyerdik, başı açık-yalın ayaktık, ama gürbüzdük, temiz yuzlüydük, temiz yer, temiz düşünür, temiz konuşurduk. Yarı aç, yarı tok yattığımız günler çok olmuştu. Kafamızı yastığa koyar koymaz uykuya dalar, bin bir masal güzlliğinde rüyalar görürdük. Toprakla güreşir, güneşle yarışırdık. O zaman ‘gök bakır, yer demir’ değildi. Makine, Traktör bilmezdik. Tarlayı Karnapa ile Nazlı sürerdi, ibadet eder gibi…toprağı işlemek kimseye ağır gelmezdi…daldık gittik altmış yıl öncesine, Karnapa ile Nazlıyı unuttuk.

Onlar bizim hanede yetişen iki mandalarımızdı, bizden iki parça idiler. Karnapa’nın iri görünüşünün altında hassas bir ruhu ve akıl dolu kafası vardı. Nazlı kendisine eş oldu olalı onu hep korudu. Yayılırken bile iyi ot bulduğu zaman, Nazlı’yı burnu ile o tarafa iterdi. Ben bunları şu gözlerimle gördüm.

Ben Karnapayı seviyorum. O da beni seviyordu. Her sabah malları meraya otlatmaya çıkarırdık. Karnapa beni görünce önümde çökerdi. Ben uykulu uykulu, el yordamıyla Karnapa’nın sırtına biner, meraya kadar orada uyurdum. Meraya geldiğimizde Karnapa çöker beni sırtından indirirdi. İri kafasını yarım ay gibi süsleyen boynuzlarını sivriltir, yağlardım. Kavgada yaralanmasın diye. Ama O hiç kavga etmezdi. Nazlı, gün geçmezdi ki birini yaralamasın, bir yerlerini çizdirmesin.

Bir gün dağa oduna gitmiştik. Amcalarım odun keserken ben de hayvanlara göz kulak oluyordum. Odunlar kesildi, kağnılara yüklendi. Mandalar kağnılara koşuldu, yola koyulduk. Gecenin bir saati, ormancı korkusu bir tarafatan, zifiri karanlık, soğuk bir taraftan dağın yamacını dönüyoruz. Yüksek bir dağ eteğindeyiz. Yol iz yok…keçi yollarını takip ediyoruz. Dik bir yamaçtı. Nazlı yamacın alt tarafında kalmıştı, Karnapa üst tarafındaydı. Araba Nazlı’nın üstüne üstüne yatmaya başladı. Araba, belki 200 kulaçlık bu uçurumdan aşağıya yuvarlanacak ne hayvanlar, ne de araba kalacaktı. Herkes önlem düşünmeye çalışıyordu, fakat o anda alınacak hiçbir önlem yoktu.

O anda bir MUCİZE gerçekleşti.Karnapa durumu fark etti. Ön ayaklarını kıvırdı, dirsekleri üzerinde, yönünü de tepeye doğru çevirip arabayı çekmeğe başladı. Karnapa da 100 beygir gücü, güç vardı…O karnını boşa büyütmemişti. O arabayı ve Nazlıyı, o çurumdan, dirsekleri üzerinde çekti çıkardı…Bu aklı, bu hissi altmış yıldır unutamıyorum. Her aklıma geldiğinde tüylerim diken diken oluyor.

Bu hassas, akıllı, güçlü, vefakar ve cefakar mandalarımı özlüyorum. Bu yazımı da O munis hayvanlar unutulmasınlar diye yazdım…
Saygılarımla
15.8.10

Nurettin Gülden
TOKAT

19 Ağustos 2010 Perşembe

BEKLENMEDİK MUTLULUK

ŞİLİ'DE ATATÜRK'ÜN HEYKELİ
Oğlum M.Cem Güney Amerikada Şili’ye gitmişti. Orada ATATÜRK’ün heykelini görmüş. “Atatürk’ün heykelini Taaaaa dünyanın bir ucu olan Şili de buldum…artik sirtim yere gelmez...” diyor.
"Türkiye Cumhuriyeti' nin kurucusu, vatanının fedakar ve sadık hizmetkarı, benzeri olmayan kahraman...insanlık idealinin canlı timsali... Bütün hayatını Türk Milletine vakfetmiş, milletine kendi ruhunun ateşini vermiştir. Hatırası milletinin ruhunu ateşli tutan sönmez bir meşale olarak yaşamaktadır" sözleri yazılı...imiş
Ben de Amerikada, CHCAGO’da bir kuyumcunun vitrininde “Ay yıldızın içinde Atatürk figürü bulunan kolya” gördüm. Çok heyecanlandım. İnsan beklemediği ve hiç ilgisi olmayan bir yerde önemli bir şey gördüğü zaman nasıl hayrete düşer, nasıl mutlu olur? Ben de öyle oldum. İçeri girdim, sordum. Kuyumcu çok düzgün bir Türkçe ile,
-İstanbul'da doğdum, orada büyüdüm, orada okudum, oradan geldim…dedi. Bir Ermedi Türk vatandaşı olduğunu söyledi.
Oğlum da Şili de Atatürkün Heykelini görünce, nasıl mutlu olduğunu "artik sırtım yere gelmez..." diyerek ifade ediyor.

15 Ağustos 2010 Pazar

HAYALİ CİHAN DEĞER BİR ANI

KARNAPA


Başlık ‘Karnapa ile Nazlı’ da olabilirdi. Benim favorim Karnapa olduğu için, başlığı böyle attım. Siz kendinize göre başlık atabilirsiniz..

Karnapa ile Nazlı iki can yoldaş, kaderleri bir birine bağlı iki dost, iki arkadaş.

Karnapa karnı geniş, büyük karınlı demekti... Karnının büyüklüğünden dolayı ‘Karnapa’,adını almıştı. Benim sığabileceğim kadar karnı vardı. Yazın girdiği bütün göletleri taşırırdı. Sırtı ile karnı dümdüzdü, hava alanı gibi sırtı vardı.Karnapa benim dostumdu. Beni sırtında taşırdı. Ben Karnapa’nın sırtında uyurdum, saatlerce nereye gittiğimi bilemezdim ve hiç rahatsız olmazdım. Karnapa'nın beni rahatsız etmeden taşımaya özen göstereceğini biliyordum, .
Göbekli, göbeği yerlere kadar sarkan, çirkin görünüşlü, şekilsiz yaratık değildi. O tam tersine büyüklüğü kendisine yakıştıran her şeye rağmen güzel görünüşlüydü. Hep göz önündeydi, hiç kaybolmazdı, kaçmazdı, naz bilmezdi.

Nazlı ise, çok yakışıklı, boylu postlu, pırıl pırıl bir gençti. O da iriydi ama mevzun bir endamı vardı. Yaşça Karnapa’dan epey küçüktü. Sürmeli iri gözlerinin karası kap kara, beyazı bem beyazdı. Kızdığında iri burun deliklerinden körük gibi hava fışkırdığını gözler , ürkerdim. O nazlıydı, çok seçiciydi. Her şeyi yemez, her suyu içmezdi. Onun içeceği su ayna gibi dup duru olmalıydı ve o suyun şavkında kendisini görmeliydi. Dik başlıydı. Nazını çektiğimiz için mi, yoksa hür mizaçlı olduğundan mı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa; bir şeye kafası bozuldu mu çeker giderdi. Beni, Onu aranmaya çok göndermişlerdi. Ben de çoğu kere Onun hangi ağacın altında gölgelendiğini, nerelerde saklandığını bilirdim. Beni görünce suçlu suçlu gözüme bakar, kafasını iki yana sallayarak okşamamı isterdi. Ben ise:
-Niye kaçıyorsun, ömrüm seni aramakla mı geçecek??? bi dah saklanırsan sana sorarım…düş peşime’ diye azarlardım. O da peşime düşer, tıpış tıpış eve kadar peşimden gelirdi.

Altmış yıl öncden bahsediyorum. Cumhuriyet körpe idi. Babamız ölmüştü. Önümüzde dağ gibi amcalarımız vardı. Yaşlı anam çok toparlayıcı ve besleyici idiler. Fakirdik, ama Allaha şükür ‘ele güne’ muhtaç değildik. Allah Rahmet etsin babamız, o yokluk yıllarına rağmen, bize mamur bir yurt ve bol kazançlı kârhaneler bırakmıştı. Kırk yamalı gömlek giyerdik, başı açık-yalın ayaktık, ama gürbüzdük, temiz yuzlüydük, temiz yer, temiz düşünür, temiz konuşurduk. Yarı aç, yarı tok yattığımız günler çok olmuştu. Kafamızı yastığa koyar koymaz uykuya dalar, bin bir masal güzlliğinde rüyalar görürdük. Toprakla güreşir, güneşle yarışırdık. O zaman ‘gök bakır, yer demir’ değildi. Makine, Traktör bilmezdik. Tarlayı Karnapa ile Nazlı sürerdi, ibadet eder gibi…toprağı işlemek kimseye ağır gelmezdi…daldık gittik altmış yıl öncesine, Karnapa ile Nazlıyı unuttuk.

Onlar bizim hanede yetişen iki mandalarımızdı, bizden iki parça idiler. Karnapa’nın iri görünüşünün altında hassas bir ruhu ve akıl dolu kafası vardı. Nazlı kendisine eş oldu olalı onu hep korudu. Yayılırken bile iyi ot bulduğu zaman, Nazlı’yı burnu ile o tarafa iterdi. Ben bunları şu gözlerimle gördüm.

Ben Karnapayı seviyorum. O da beni seviyordu. Her sabah malları meraya otlatmaya çıkarırdık. Karnapa beni görünce önümde çökerdi. Ben uykulu uykulu, el yordamıyla Karnapa’nın sırtına biner, meraya kadar orada uyurdum. Meraya geldiğimizde Karnapa çöker beni sırtından indirirdi. İri kafasını yarım ay gibi süsleyen boynuzlarını sivriltir, yağlardım. Kavgada yaralanmasın diye. Ama O hiç kavga etmezdi.Nazlı, gün geçmezdi ki birini yaralamasın, bir yerlerini çizdirmesin.

Bir gün dağa oduna gitmiştik. Amcalarım odun keserken ben de hayvanlara göz kulak oluyordum. Odunlar kesildi, kağnılara yüklendi. Mandalar kağnılara koşuldu, yola koyulduk. Gecenin bir saati, ormancı korkusu bir tarafatan, zifiri karanlık, soğuk bir taraftan dağın yamacını dönüyoruz. Yüksek bir dağ eteğindeyiz. Yol iz yok…keçi yollarını takip ediyoruz. Dik bir yamaçtı. Nazlı yamacın alt tarafında kalmıştı, Karnapa üst tarafındaydı. Araba Nazlı’nın üstüne üstüne yatmaya başladı. Araba, belki 200 kulaçlık bu uçurumdan aşağıya yuvarlanacak ne hayvanlar, ne de araba kalacaktı. Herkes önlem düşünmeye çalışıyordu, fakat o anda alınacak hiçbir önlem yoktu.

Karnapa bunu fark etti. Ön ayaklarını kıvırdı, dirsekleri üzerinde, yönünü de tepeye doğru çevirip arabayı çekmeğe başladı. Karnapa da 100 beygir gücü vardı…O karnını boşa büyütmemişti. O arabayı Nazlı ile birlikte, o uçurumdan, dirsekleri üzerinde çekti çıkardı…Bu aklı, bu hissi bu gücü altmış yıldır unutamıyorum. Her aklıma geldiğinde tüylerim diken diken oluyor.

Bu hassas, akıllı, güçlü, vefakar ve cefakar mandalarımı özlüyorum. Bu yazımı da unutulmasınlar diye yazdım…
Saygılarımla
15.8.10

Nurettin Gülden

5 Ağustos 2010 Perşembe

BİR KÜRT KLASİĞİ

YAVUZ SULTAN SELİMİN HAYRATI

28 Ağustos 1516 Tarihinde Osmanlının en cesur padişahı Yavuz
Sultan Selim Han, Ridaniye seferine çıkarken, susuzluk çeken
halkı görüyor, askere emir veriyor ve Muş'ta bir çeşme yaptırıyor, tam 12 musluklu
büyük bir hayrat oluyor.

Yavuz Sultan Selim, giderken yaptırdığı çeşmeyi dönüşte suyu kesilmiş ve harap vaziyette bulunca, tekrar eskisi gibi çeşmeyi inşaa ettiriyor ve aşağıdaki mısraları bizzat kendisi kaleme aldırarak, Kitabe olarak yazdırıyor;

* *
*Kürde fırsat verme YARAB, Dehre Sultan olmasın*
*Ayağını çarık sıksın, Gönlü huzur bulmasın.*

*Vur sopayı al haracı, Karnı bile doymasın.*
*Ol çeşmeden gavur içsin, Kürde nasip olmasın.*

*Vasiyetim oldur ki, Kürd bin kere yalvarsın,İnanma, kanma evlat, Yakana bit, kapına kürd dadandırma...*

* *
*Kaynak:Evliya Çelebi Seyahatname, Zuhur Danışman Derlemesi Cilt 3 Sayfa 80*

* *
*Not: Çeşme hala yerinde ve yerel halk suyundan faydalanmaktadır. Ancak,
üzerindeki kitabe tahrip edilmiştir..!*

17 Mayıs 2010 Pazartesi

EBEDİ HAYAT

Bu Çalışma yeni kaleme aldığım bir denememdir.
İLAHİ HAYATI algılamaya, yaşamaya, anlatmaya çalışıyorum







İÇİNDEKİLER

1. Tufan………………………. 7
2. Teknolaji………………….. 16
3. Uygarlıklar…………………..19
4. Son Tufan………………… 23
5. Tiamatlar…………………. 27
6. Tefnut……………………….32
7. Şeyh…………………………39
8. Elyasa………………………. 42
9. Şahan…………………....... 48
10. Alsena…………………… 52
11. Neccaftay’un Kıyameti......... 64
12. Alpi………………………… 72
13. NocCed…………………….. 81
14. Daab……………………… 89
15. Kıyamet.………………… 94
16. Güneşin Kıyameti………… 103
17. Nefis ve Ruh………………...113
18. Ölüm ve kabir………… 114
19. Mahşer…………………… 124
20. ARAF……………………….146
21. MİZAN…………………… 144
22. Cennet…………………… 148
23. Cehennem…………………...164
24. Peygamberler………………. 176




Allah, sizi analarınızın karnından,
siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı.
Şükredesiniz diye size kulaklar,
gözler ve kalpler verdi.

Nahl Sûresi, 78. âye






EBEDİ HAYAT
KURANA GÖRE YENİDEN
DİRİLİŞ
Hamd yalnız ve tek olan Allah'a mahsustur. Salat ve selam Onun Sevgili Peygamberi Hz. Muhammet Mustafa(sas) ‘e olsun..
Sözün hayırlısı az ve öz olanıdır.
Elinizdeki bu eser, Yüce İslamda “İlahi Gerçek” olarak inanılan ve İmanın şartı olan ‘Kıyamet’i ve ‘Ahiret Hayatı ‘ nı İslami kaynaklara sadık kalarak, Romancı Muhayyelesi ile anlatan bir çalışmadır.
İslama göre, insanlar dünya hayatını kendi iradeleri ile yaşar ve vadesi geldiğinde ölümü tadar ve kabir hayatı başlar. Kıyametin kopuşuna kadar kabirde bekler. Kıyametle başlayacak olan “Ahiret Hayatı” bir gerçektir... Ne kabir için ne Mahşer, ne Mizan ve ne de Ahiret hayatı ve oralarda yaşanacaklar için Dante gibi “Komedi” diyemeyiz. Bu tüyler ürpertici ciddi bir olaydır. Buna ‘komedi’ demekle komik duruma düşmüş olmanın yanında, inancınızı da inkar etmiş olursunuz
Bize göre ölüm Allah’a kavuşmadır. İnsan ne kadar güçlü olursan olsun, mutlahka o ürperten güzelle karşılaşacak ve toprağın altına girecektir. Soğukta sıcakta, yağmurda yağışta yalnız başına orada yatacak, kötüler kötülüklerinin cezasına uygun bir azab çukurunda, azap çekerek, iyi amel işleyenler de Cennet bahçelerinden bir bahçede sevdikleri ile beraber yaşamlarını sürdüreceklerdir. Hiç kimse bu gerçeğin dışında kalmayacaktır.
Dünyamızın milyarlaca gezegenden sadece biri olduğunu biliyoruz. Bu gezegenler nasıl yaratıldı ise öylece yok edilecek. Bu yok edilme her şeye şamil olacak. İnsanın, canlı ve cansız her varlığın sona ermesidir. İşte ‘Kıyamet’ budur.
Kıyametin ne zaman kopacağı hiç bir kaynakta, hiç bir şekilde bahsedilmemiştir. Biz kıyametin kopuşuyla ilgili bir başlangıç olması bakımından ayet sayısına yakın olan 6666 sayısını miladi 6666 cı yıl olarak alıyoruz. Bu sayı aynı zamanda Hıristiyan dünyasının mukaddes “The four sixes” dedikleri dört altı sayısıdır. Bu sayısının Kur’ana ait bir işaret olabileceğini düşünrek, her iki dinde de bulunan bu rakamı kıyametin başlangıcı olarak aldık. Bu sadece bize ait bir muhayyileden başka bir şey değildir.
Başlangıcını bilmediğimiz evrenin yaşamı milyarlarca yıldır devam etmektedir. Bu süre içerisinde bir çok evreler geçirmiştir. Kutsal kitaplara göre, insanların azgınlıklarının, emir ve yasaklara uymamalarının cezası olarak, adına ‘Tufan’ denilen Allah’ın, bir kavmi, bir milleti ya da tüm insanları cezalandırmak amacıyla gönderildiğine inanılan büyük felaketler olmuştur. Tufan yalnızca kutsal metinlere özgü bir kavram değildir; pek çok mitoloji ve Efsanelerde yer bulmuştur.
Biz Dünya hayatının miladi 3000 yıllarına vardığı tarihten itibaren, muhayyelemizde yeni bir dünya ve o dünyada yaşananları anlatmaya çalıştık.
Yaşlı dünya 3001 yılına ulaşmıştı. Teknoloji çok ilerlemişti, ancak insan hayatını kolaylaştırmaya, insanı mutlu etmeğe uğraşmıyordu. Tersine, tüm insanlığı toplumu yok edecek seviyelere gelmişti. Tabiatı hoyratca kullanıp, evrenin dengelerini bozmaya başlamışlardı. Bu süreçte Allah insanlara, ilahi kanunun bozulamıyacağını, eğer bozmaya çalışırlarsa başlarına nasıl bir felaketin geleceğini göstermek üzere bir Tufan da vermişti. Dünyanın yarısını, bir çok ülkeyi sular altında bırakmıştı. Kalan insanlara ne teknolojinin ne zalim hükümdarların Allah’ın kanunlarını bozamıyacağını mucize olarak bir kere daha yaşatmıştı. ‘Düşünüp akıl ediniz’ ayetini hatırlatmıştı.
İnsanlar büyük felaketten epey hırpalanmış olarak çıkmışlar. Sulardan arta kalan mallarını derlemiş toparlamış, kırılanı döküleni tamir etmiş, parçalanan ülkelerini birleştirmeye çalışmşlardı. Yeni devletler kurulmuş, dünya yeniden şekillenmiş, bunca felaketen ders almamış, gene de akıllanmamışlardı.
Giderek insanların Allah’a ve Onun gönderdiği son peygamber Hz.Muhammed’e inançları azalmaya başlamıştı. Ayet ve hadislerde bahsedilen kıyametin alametleri bir bir yaşanıyordu. Toplum zulmün, dayanılmaz acıların ve yoksullugun pençesinde can çekişiyordu. Kurtulma ümidi yoktu. Zalim Krallar ve onların köleleri olan yöneticiler dinlerini, şeref ve onurlarını para, şan ve şöhret karşılığı satmışlardı. ‘Talih zebun, düşman kavi’ idi. Yıl miladi 6666 olmuştu, kıyamet koptu.
Burada maksadımız; Kur’ân-ı Kerîm’in bir kere daha mu’cizevî yönüyle haber verdiği muazzam hâdiseleri, yine Cenab-ı Hakk’ın insanlığa bahşettiği idrâki ele alarak ve aklımıza yeni pencereler açarak olayları olayları yansıtmaktır. Vuku bulan ve bulacak olan hâdiselerin gerçek şeklini elbette ki ancak Allah (cc) bilir. Biz ancak ayet ve hadislerin ışığında hayal ettiğimiz kadarını yansıtabildik.
Kıyametin ürperterek titreten haşmeti, yeryüzünün dürülüp içindekini atması, Mahşeri kalabalık, hesaplaşma, kılı kırk yaran Mizan, ebedi Cennet ve Cehennem hakkında detaylı bilği vermeğe çalıştık. Orada ne varsa dilimiz döndüğünce, aklımız erdiğince ve en önemlisi de imancımızı rencide etmeden, hatta daha da pekiştirerek anlatmağa çalıştık.
İslamiyette Kıyamet ve Ahret Hayatının nasıl yaşanacağına bir projöktör tuttuk.
Konumuz ile ilgisi bakımından bazı peygamberlerin hayatlarını Kuranı Kerimde bahsedildiği şekliyle almaya çalıştık, bazı menkıbeleri anlatıldığı şekliyle yansıttık.
Sürcü lisan etti isek affola…
Gayret bizden, Tevfik Allah’tan.
’Yeryüzünde şımarıklık taslayarak yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilirsin, ve ne de boyca dağlara erebilirsin.’ İsra Suresi 37





Hz. Mevlana

Sevgide güneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları örtmede gece gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Öfkede ölü gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi görün,
Ya göründüğün gibi ol.’ Diyor




































1. YARATILIŞ

Dünya ne zamandan beri var, bilen yok. Bilim adamları Hz. İsa’nın doğumundan sekiz asır öncesine ait bir takım fosilleri değerlendirerek dünyaya ömür biçmeğe çalışıyor.
Biz Kuran’ın aydınlattığı yolda yürüdük, Kuran’ın verdiği bilgileri esas aldık.
Kuranı Kerim Hz. Ademin yaratılışı ile insan hayatını, Cennetten çıkarılışı ile de dünya hayatını başlatıyor.
Hz. Mevlana yaratılışı şöyle anlatıyor…
Allah, hayra, şerre uğramak, vereceği nimetlerden imtihan etmek üzere Adem’i yaratmak istedi. Cebrail’e, yer yüzünden bir avuç toprak ödünç al, getir, buyurdu. Cebrail hizmete bel bağlayıp alemlerin Rabbinin emrini yerine getirmek üzere yeryüzüne geldi. O, buyruk kulu, yere el attı. Toprak, kendini çekti, çekindi.
Dile gelip yalvarmaya başladı. Tek yaratıcı hürmetine beni bırak, yürü git, canımı bağışla. Benden yaratılacak insan, tekliflere uğrayacak, tehlikelere düşecek. Tanrı hakkı için beni bırak, alma. O lütuf hakkı için vazgeç benden.
Cebrail toprak almadan döndü, Allah’a sığındı, Utandım, sıkıldım. Yoksa bir avuç toprak getirmek kolay bir şey. Sen bize öyle bir güç ve kuvvetin vermişsin ki bu gökleri bile yırtarlar. Merhamet, gazaptan üstündür. Tanrı sıfatlarından lütuf, kahrın üstündedir.
Allah, Mikael’e, Sen yeryüzüne in ordan aslan gibi bir avuç toprak kapıver, dedi. Mikael yeryüzüne gelip ondan bir avuç toprak kapacağı zaman, yeryüzü titredi, ağlamaya, yalvarmaya, gözyaşları dökmeye başladı. Gönlü yanarak yalvardı, kanlı gözyaşı dökerek ant verdi.
Mikail, Rabbinin kapısına, eli yeni boş olarak gitti. Dedi ki: Ey sırları bilen tek padişah, toprak ağlayıp inledi, yolumu bağladı benim.
Yaşlı gözün değerinin Sence ne kadar büyük olduğunu biliyorum. Artık ben, nasıl inat edebilirdim?
Allah bunun üzerine İsrafil’e, yürü dedi, avucunu toprakla doldur gel. İsrafil yeryüzüne geldi.
Toprak İsrafil'e karşı suratını ekşitti gene, ağlayıp inlemeye başladı.
Yüzlerce şekilde yalvarıp yakardı. Ululuk ıssı pak Tanrı hakkı için dedi, bana bu kahrı helal görme. Ey dertlilere şifa ve rahmet olan melek, sen de o iki meleğin yaptıklarını yap.
İsrafil, çabucak padişahın tapısına döndü, özür getirdi olanları anlattı. Dedi ki: Yarabbi, görünüşte toprağı al diye emrettin ama içine onun aksini ilham ettin.
Rahmet gazaptan fazladır, üstündür, üstün geldi ey işleri eşsiz, örneksiz olan ve iyi işler işleyen Tanrı.
Allah, Azrail’e, Çabuk git, o hayallere kapılmış toprağın halini gör. O zalimi bul, hemen bir avuç torak al, gel, dedi. Kaza ve kader çavuşu Azrail, buyruğu yerine getirmek üzere toprak yuvarlağına geldi. Toprak adeti veçhile yine feryada, ant vermeye başladı. Bir çok yeminler verdi.
Yalvarmana… içim yanıp durmada. Acı gözyaşlarından gönlüm kanla doldu. Merhametsiz değilim, hatta o üç temiz melekten daha merhametliyim ben, senin derdinle dertleniyorum. Feryadından ciğerim yanıyor. Fakat Tanrı, bana başka bir çeşit lütuf öğretmedi.
Toprak tekrar başka bir çeşit yalvarmaya, sarhoş gibi secde etmeye başladı.
Ben emir kuluyum, emri terk edemem. Tanrı’nın emrinden başka kendiliğimden ne bir hayır dilerim, ne bir şer yapamam.
Azrail toprağı söze tuttu; o sırada o köhne topraktan bir avuç kaptı. Toprak, sözle meşguldü, ondan haberi bile olmadı. O bir avuç toprağı yeryüzünün rızası olmadan aldı, Tanrı kapısına götürdü.
İnsanın ruh dışında iki unsuru var; toprak ve su.
Kuranı Kerimde Ademin yaratılışı detaylı bir şekilde anlatılır.
"Hani Rabb'in, meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti.
- Melekler "Ya Rabbi sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kantar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, takdis ediyoruz" dediler. Allah meleklere "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi. (Bakara Suresi 30)
"Topraktan bir varlık yaratılmıştır (yapışkan cıvık çamurdan, değişken cıvık çamurdan, çamurdan süzülmüş özden) (Rahman Suresi 14).
Yaratılan bu varlığın ismini, “Meleklere Âdem’e secde edin” (Araf Suresi 11)
emriyle, isminin Âdem olduğunu öğrenmişlerdir.
Âdem, Allah tarafından üfürülen bir ruh ile insan olma özelliğine kavuşmuştur.
Cebrail Ademin kalbinin boş olduğunu söylemişti.
-Ey Cebrail Orası benim gizli hazinemdir, beni arayanlar orada bulacaktır dedi.

Biz biliyoruz ki Cenabı Hak müminin kalbindedir, Cenabı Hak Adem'de gizlenmiştir.
Tanrı insanı yaratıp ona ruhundan üfürdüğü için insan da Tanrı’dan
bir eser taşımaktadır ve dolayısıyla kutsaldır. O sebeple Mevlana’nın nazarında kim olursa olsun, ister dinli ister dinsiz, ister kadın ister erkek, ister zengin isterse fakir olsun hepsi saygı değerdir.
Bütün insanları bir gözle görmek ve ona saygı göstermek gerekir. Ayrıca insanlardan şikayet etmek de doğru değildir. Çünkü Mevlana’ya göre, “Yaratıktan şikayet, Yaratandan şikayettir”

“Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ dedik, hepsi secde ettiler, yalnız İblis etmedi, o secde edenlerden olmadı... Allah buyurdu; ‘Haydi sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık’. Böylece daha önce melekler arasında seçkin bir yeri ve evrenle ilgili geniş bilgisi olan İblis, büyüklük taslaması sonucunda cennetten ve ilâhi rahmetten kovulmuştur. Hicr Suresi 34, 35.
Adem ilk dileğinde kendisine öğretilen isimlerin yüzü suyu hürmetine başka dilekte bulunmayı akıl edemedi. Sadece yaratılış icabı kendi cinsinden arkadaş bulup onunla yakınlık kurmak istedi. Şüphesiz istediği kendi gibi bir insandı. İlgiyle, sevgiyle bağlı kalacağı, Cennet'te el ele, göz göze yürüye bileceği, Cennet'in güzelliklerini her daim paylaşacağı biri olmalıydı.
Uykusunda Allah onun bu istediğine cevap olarak sol tarafında Havva' yı yarattı. Havva melekti aslında, ama bunu ikisi de bilmiyordu. Tıpkı Adem'in suretinde, onun boyunda onun şeklinde ve rengindeydi. Yüzünün güzelliği de Adem'inki gibiydi. Havva'nın derisi, Adem'in derisinden daha nazik, yumuşak ve rengi çok parlaktı. Tıpkı bir melek gibiydi
Kaburga kelimesi Tarik suresi 6-7. ayetlerinde,
"Fırlayan bir suyun, bir parçacığından yaratıldı O. Bel ile kaburgalar arasından çıkar o su."diye geçmektedir.

Adem uyandı ve sol tarafında Havva'yı gördü,
-Bu kim?" diye sordu sağındaki Cebrail'e,
-Havva" dedi.
-Niçin yaratıldı?"diye sordu, Ademi
-Senin için" dedi, Cebrail.
-uyumasaydım da onun yaratılışını görseydim olmaz mıydı?" diye sordu.
-Eğer Havva'nın yaratılışını görseydin zahir alemde erkekle kadın birbirine eş olmazdı" dedi. Sonra Adem Havva'ya
-Sen kimsin ? niçin geldin ?" diye sordu
Havva da
-Ben sana sevgili olarak yaratıldım. Allah beni sana arkadaş olmak için yarattı ve sana eş olayım diye gönderdi'' diye cevap verdi
Kadın erkeğin sükunu için yaratıldı, Adem Havva’dan nasıl uzaklaşabilir?
Kişi, Hz. Hamza ve Rüstemden daha kahraman da olsa, yine de o karısının esiridir.
Su şiddetle saldırıp ateşe galip gelir, lakin su kaba konunca, ateş onu kaynatır
Görünüşte erkekler, suyun ateşe olduğu gibi kadına galipse de, gerçekte şüphesiz kadının
mağlubudurlar

Mevlana’ya göre kadın, erkeği sakinleştirmek için yaratılmıştır. Ayrıca erkek kadından güçlü gibi görünmesine rağmen gerçekte kadın, bazı özellikleri dolayısıyla erkeğe galip gelebilir. Çünkü Tanrı, kadını erkeği alt edebilecek bir takım yeteneklerle donatmıştır.
Aşk, insanın ilk yaratılışından beri vardır ve insanın doğasına konulmuştur. Bizi yaratan o kadar lütufkârdı ki, dünyayı aşksız yaratmadı. Bizi yarım bırakmadı. Çünkü insan aşksız yarımdı. Aşk olmasaydı hep bir eksikliği olacaktı da. Aşk her şeydi. Mutluluktu. Temizlik ve saflıktı. Masum ve samimiydi
“Ey Âdem, sen ve eşin cennette durun, dilediğiniz yerden yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Araf, 11, 19) buyurularak, Hz. Âdem’in cennette yaratıldığı ifade edilmektedir
Adem,
-Allah'ım bu nasıl bir şeydir ki, onu sevdim ve ona bağlandım, içimden anlayamadığım şeyler neden ona doğru akıyor?" diye sordu.
Allah buyurdu ki:
-Sen benim kulumsun. Seni topraktan yarattım. Adını Adem koydum: Oda benim kulumdur. Adını Havva koydum''
Adem:
-Ya Rabbim, Kalbim ona çok şey meyletti. Sanki ciğerimden bir parçadır'' dedi.
-Onu senin için yarattım''
Sonra Allah, Adem ile Havva’ya,
-Ey Adem ve Havva! Cennet'imde sâkin olun. Meyvelerimden yiyin. Şu ağaca yaklaşmayın. İkinize de selâm ve rahmetim olsun''
Böylece Aşkları nikâhla birlikte daha bir kuvvetlenen Adem ile Havva Cennet'te dolaşmaya başlarlar,
Şeytanın, Cennet'e girişi yasaklanmıştı. Cennet'e ne kadar girmek istediyse de izin vermediler. Cennet'in kapısında bekledi. "Bir kimse çıksın da onu aldatayım" diye... Sonunda bir melek çıka geldi.
Melek ona kim olduğunu sordu
Şeytan,
-Ben Allah'a yakın meleklerden biriyim. Cennet'e girmek ve Allah'ın dostlarına hazırlamış olduğu nimetleri görmek istiyorum. Her an ibadet ederim. Lâkin şevk ve iştiyakım fazlalaşsın diyorum. Cennet'e girmeme yardım edersen sana öğreteceğim şey sayesinde sen de sürekli Cennet'te kalacaksın, dedi.
Melek Şeytanı tanıdı. Haline acıdılar ve Cennete aldı.
Şeytan, Aden ile Havva’ya şeytanca davranmaya başladı; ağlıyordu
-niçin ağlıyorsun?" diye sordular.
Şeytan,
Ey bütün meleklerin secde ettiği ve ey yerin ve göklerin seçilmişi! Yüzünün güzelliği kimsede yok. Hiç kimse senin bu derecene yükselemez. Bu nimetlerden başkasına verilmez. Ama şunu bil ki, seni bu makamda bırakmazlar. Cennet'ten çıkarırlar. Afiyet elbisesini alıp ölüm çulunu giydirirler" diyerek Adem'i vesveseye sürükledi. Adem'in kalbine bir korku düştü. "Ne yapsam da ölmesem" diye kara kara düşünürken şeytan tekrar çıkageldi. Yasak olan ağaçtan bir meyve yerlerse sürekli burada kalacaklarına dair onlara yemin verdi, onları ikna edip kandırdı.
Şeytanın vesvesesi ilk önce Havva'ya tesir etti... Yasak ağaçtan yedi tane başak koparıp aldı.
Sonra kendisi yedi, birazda Adem'e verdi. Lezzetini överek. Adem yemekten çekindi,
-Hak Tealâ'nın rahmeti sonsuzdur, mağfireti hesapsızdır. Bizi mutlaka bağışlar, affeder" dedi Havva
Böylece Adem de yasaklanan meyveyi yedi. Allah vaadine uyarak Adem ve Havva’yı Cennet'ten i kovdu. Farklı kapılarından çıkarılıp dünyanın birbirlerinden uzak farklı iki bölgesine, Adem'in Seylan adasına, Havva'nın ise Cidde'ye atıldıkları rivayet edilir.
Hz. Adem ve Havva'nın ağlamalarından akan yaşlar dünyanın nehirlerini, ırmaklarını, derelerini meydana getirmişti.
Adem çok kederliydi ve yalnızdı.
-Ya rabbi! Senden utandığım için kaçıyorum" diyordu. Allah bütün mahlûkata Adem'e gidip onun halini hatırını sorup ona teselli vermelerini emretti. Yasakları çiğnedikleri için onlara bu ağır ıstırabı yaşatan Allah, sonunda Adem'in tövbesini kabul etti Allah, onları Arafat'ta birbirine kavuşturdu. Burada buluştular.
Havva her sene ikiz bebe doğuruyordu. Toplam 36 ikiz çocuk doğurmuştu. Doğan her ikizin biri erkek biri kız oldu. Bu ikizlerden ilki Kabil ve Iklıma idi. ikinci ikizler ise 1 yıl sonra doğan Habil ve Saya idi. Iklıma, Saya dan daha güzel bir kızdı. Bu yüzden Kabil'de ikiz kız kardeşi Iklıma'yı çok sevdi. Habil'in kişilik yönünden babasına, Kabil'de annesine daha yakındı.
Bu yüzden Adem Habil'i, tüm oğullarından daha fazla severdi. Kabil'de bu yüzden içten içe Habil'i kıskanmaktaydı. Aradan yıllar geçti. Adem'in bu ilk olan iki ikiz kardeşler büyürler. Çalışıp babalarına yardımcı olacak yaşa gelirler.
Kabil'e çirkin olan küçük ikiz kardeş Saya, küçük olan Habil'e ise güzel ve kendinden büyük ikiz kız kardeş olan Iklıma helal eş olmuştu. Habil'in evleneceği Iklıma, Kabil'in evleneceği Sara’dan daha güzel olduğu için Kabil'in kıskançlık krizlerini kabartmıştı.
Bir gün Şeytan Kabil'in kulağına,
-Ne duruyorsun kardeşini ortadan kaldır, onu öldürsene" diye fısıldadı...
Kabil önceleri bu fikri kafasından atmayı denedi. Fakat sonunda şeytanın telkinlerine ve içindeki kin ve haset duygularının tahrikine kapıldı. Kardeşini öldürme fikrini yavaş yavaş benimsedi. Uygun zamanı kollamaya başladı.
Bir gün Habil'i dağın başında yalnız gördü. Koşarak yanına gitti. Burnundan soluyordu.
-Son duanı et seni öldüreceğim" dedi.
Habil şaşırmıştı,
-Niçin öldüreceksin beni? Ben sana ne yaptım ki?" Kabil dişlerini sıkarak cevap verdi.
-Daha ne olsun. Babam seni benden daha çok seviyor.
-Böyle bir şey yaparsan babamın sevgisini tamamen kaybedersin. Allah'ın öfke ve lanetine uğrarsın. Cehennemlik olursun" diye uyardı Habil.
Kabil'de
-Seni öldürmezsem rahat ve huzur bulamam" dedi.
Habil
-Allah'tan kork" dedi. Kabil bu sözlerden sonra ürktü ve geri çekilmek zorunda kaldı. Kabil o gece sabaha kadar uyumadı. Şeytan her fırsatta ona "kardeşini öldürmezsen sana rahat, huzur yok" diyordu.
Onun bu hali Kabil'i daha da öfkelendiriyordu.Yerden bir taş alıp sessizce kardeşinin arkasından yaklaştı ve Habil'in başına taşla vura vura onu öldürdü. Böylece yeryüzünde ilk cinayet işlenmiş oldu












2. NUH TUFANI
Kuran’ı Kerim’e göre; Hz. Nuh(as), Allah'ın ayetlerinden uzaklaşarak O'na ortak koşan kavmini, Yalnız Allah'a kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmmıtı. Nuh(as) kavmine Allah'ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah'ın azabına karşı birçok kez uyardığı halde, onlar Nuh(as), 'ı yalanlamış ve şirk koşmaya devam etmişlerdi. Bunun üzerine Allah Nuh(as) 'a, inkar edip zulmedenlerin suda boğularak cezalandırılacağını ve iman edenlerin kurtarılacağını haber vermiştir.
Nuh Tufanı diye adlandırılan bu gazap altı büyük pegamberde Nuh(as) zamında vuku bulmuştur.
Hz. NUH'(as), İdris aleyhisselam göğe çıkarıldıktan sonra azan insanlara peygamber olarak gönderildi. İnsanlar putlara tapıyorlardı.. Cenab-i Hak bunun için Nuh aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. O zaman 50 yaşında idi.
Yıllarca insanları dine davet etti, putlara tapınmaktan sakındırdı ve
Allahü Tealaya ibadet etmelerini söyledi.
Ama Nuh aleyhisselama kendi oğulları başta Yam , Sam, Ham bile ona inanmadılar. Ona en fazla inanan kişi oğlu Lem ile kızı Naci olmuştur. Oğlu Yam alaya alıp işkence b ile etmişti:
Nuh aleyhisselam sayısı 80 kişi kadar olan mü'minler ile 3 katlı olan gemiye bindi ve
her hayvandan birer çift aldı. Oğlu Ken'an'ı da gemiye almak istedi, ama o
"Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi, gemiye binmedi ve hemen bir dalga onu alıp boğdu.
Gemi bitince Tufan oldu (denizler taştı ve her taraf su oldu). Sular dağları aştı, insanlar ve hayvanlar telef oldu. 150 gün geçtikten sonra Allahü Teala:
« Yere suyunu çek; göğe: ey gök sen de yağmurunu tut » buyurdu ve bunun üzerine yağmur durdu, sular çekildi.
Ve gemi CUDİ isimli dağa oturdu.
Hz. Nuh'a(as), inanıp kurtulan insanlar aç oldukları ve dağda yiyecek olmadığı için Nuh aleyhisselamin emri üzerine ellerinde olan bütün yiyecekleri birleştirdiler ve böylece ilk defa AŞURE yemeğini yaptılar.
İnsanlar Nuh aleyhisselamin 3 oglu Sam, Ham ve Yafes'ten türediği için
Hz. Nuh'a ikinci Adem de denir. Nuh aleyhisselamin 1000 yaşında vefat ettiği söyleniyor, ama
Kur'an-i Kerim'de
« Andolsun ki biz Nuh'u kavmine gönderdik de o 1000 yıldan 50 yıl eksik bir süre yanlarında kaldı.(...) » geçiyor. . : (El-Ankebut suresi, 14)
Hz. Nuh gemicilerin ve marangozların piri sayılır, çünkü bu işleri Allah'ın ihsanıyla ilk defa o yapmıştır.





Allah, Nuh Tufanı'nı, insanlara bir ibret ve ders olsun diye, gönderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla aktarmıştır
Tufan, Tevrat 'ta anlatıldığı gibi suların her yeri kaplamasından ibaret olarak belirtilmez; daha doğrusu, Tevrat 'ta anlatılan afet, yeryüzünde meydana gelmiş afetlerden ya da afet dönemlerinden yalnızca birini oluşturmaktadır.

Kuran'ı Kerimde ‘Nuh Tufanı’ Nuh kavminin helak edilişi ve iman edenlerin kurtuluşu şöyle anlatılmaktadır:
"Şüphesiz biz Nûh'u, kavmine, "Kendilerine elem dolu bir azap gelmeden önce kavmini uyar" diye peygamber olarak gönderdik. "
"Nûh şöyle dedi: "Ey kavmim! Şüphesiz, ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım."
"Allah'a ibadet edin. Ona karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin ki sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vakte kadar ertelesin. Şüphesiz, Allah'ın belirlediği vakit gelince ertelenmez. Keşke bilseydiniz."
"Nûh şöyle dedi: "Ey Rabbim! Gerçekten ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim."
"Fakat benim davetim ancak onların kaçışını artırdı." Nuh Suresi 1-6
Andolsun, Biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkarım' dedi. (Hud Suresi, 25-26)
Böylelikle Biz ona: 'Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim Bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda Bana muhatap olma, çünkü onlar boğulacaklardır' diye vahyettik. (Müminun Suresi, 27)
‘’Biz, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti. Ve onu da tahtalar, çiviler üzerinde taşıdık. (Kamer Suresi, 11-13)
Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (A'raf Suresi, 64)
Denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.' Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: 'Uzak olsunlar' denildi. (Hud Suresi, 44)
Böylece onu ve onunla birlikte olanları Katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk. (A'raf Suresi, 72)’’
Milattan Önce 3000 yılları civarında gerçekleştiği tahmin edilen tufan, tüm uygarlığı bir anda yok etmiş ve bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasını sağlamıştır. Böylece Tufan'ın açık delilleri, bizlerin ibret alması için binlerce yıl korunmuştur.Yapılan çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları değerlendirildiğinde, Tufan'ın tüm Mezopotamya ovasını kapladığı görülmektedir.

Ayrıca Milattan Önce 3000'li yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi yapısı günümüzdekinden daha farklıdır. O devirlerde Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş'ten geçen bir hatta denk gelmektedir. Dolayısıyla söz konusu bölgede Fırat nehrinin taştığı ve bu dört şehri yerle bir ettiği anlaşılmaktadır. (En doğrusunu Allah bilir.)
Tufan yalnızca kutsal metinlere özgü bir kavram değildir; kutsal metinlerin dışında da pek çok mitoloji, masal ve inanışlarda yer bulmuş bir olaydır. Tufanların bazıları dini kitaplardan öğrenilmiş, bazıları da destan ve efsana olarak kulaktan kulağa aktarılarak günümüze kadar ulaşmıştır. Arkeolojik kazılar ile tufan bilgilerine ulaşılmaya çalışılmaktadır. Sümer kil tabletlerinin incelenmesi ile bilimsel olabilecek düzeyde tufan ile ilgili bilgi edinilmiştir.

Hemen hemen her kültür tufandan söz etmiştir. Yani insanlar tufanlara yabancı değil. Bu tufanlardan birkaç örnek vermek suretiyle, tarih boyunca insanların tufanlara nasıl düçar kaldığını anlatmaya çalışacağız.


















KUM TUFANI

Hz Hud (as) a isyan eden Âd Kavminin başına gelenler de bir Tufan sayılır.
Kuran'ı Kerim’in çeşitli surelerinde sözü geçen bir başka helak olmuş kavim ise, adı Nuh Kavmi'nden sonra anılan Ad Kavmi'dir. Ad Kavmi'ne gönderilen Hz. Hud tüm peygamberler gibi kavmini ortak koşmadan Allah'a iman etmeye ve kendisinin söylediklerine itaat etmeye çağırır. Kavimi, Hz. Hud'a düşmanlıkla cevap verir. Hud Suresi'nde Hz. Hud ve kavmi arasında geçenler ayrıntılı olarak anlatılmaktadır:
Şuara Suresi'nde Ad Kavmi'nin bazı özelliklerine dikkat çekilir. Bunlar, yüksek yerlere anıtlar inşa etmekte ve ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları yapıyorlardı. Ayrıca bozgunculuk edip, zorbaca davranıyorlardı. Hz. Hud, kavmini uyardığında ise, onun sözlerini "geçmiştekilerin geleneksel tutumu" olarak yorumlarlar. Başlarına bir şey gelmeyeceğinden de son derece emindirler.
‘’Ad (halkına da) kardeşleri Hud'u (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz yalan olarak (tanrılar) düzenlerden başkası değilsiniz. Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz? Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Üstünüze gökten sağanak (yağmurlar, bol nimetler) yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Suçlu-günahkarlar olarak yüz çevirmeyin.' 'Ey Hud' dediler. 'Sen bize apaçık bir belge (mucize) ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terketmeyiz. Sana iman edecek de değiliz. Biz: 'Bazı ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır' (demekten) başka bir şey söylemeyiz.' Dedi ki: 'Allah'ı şahid tutarım, siz de şahidler olun ki, gerçekten ben, sizin şirk koştuklarınızdan uzağım. O'nun dışındaki (tanrılardan). Artık siz bana, toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın. Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.) Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, herşeyi gözetleyip-koruyandır.' Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmet ile Hud'u ve onunla birlikte iman edenleri kurtardık. Onları şiddetli-ağır bir azaptan kurtardık. İşte Ad (halkı): Rablerinin ayetlerini tanımayıp reddettiler. O'nun elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emri ardınca yürüdüler. Ve bu dünyada da, kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular. Haberiniz olsun; gerçekten Ad (halkı), Rablerine (karşı) inkâr ettiler. Haberiniz olsun; Hud kavmi Ad'a (Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi). (Hud Suresi, 50-60)
‘’Ad (halkın)a gelince; onlar da, uğultu yüklü, azgın bir kasırga ile helak edildiler. (Allah) Onu, yedi gece ve sekiz gün, aralık vermeksizin üzerlerine musallat etti. Öyle ki, o kavmin, orada sanki içi kof hurma kütükleriymiş gibi çarpılıp yere yıkıldığını görürsün. Şimdi onlardan hiç arta kalan (bir şey) görüyor musun? (Hakka Suresi, 6-8)

SAYHA TUFANI

Semut Kavmi de Peygamberleri Salih(as) a isyan ettikleri için bir afete düçar oldu ve yok oldular.
Kuranı Kerimde Semud Kavmi’ni uyarıp, Allaha inanmaları için Hz. Salih(as) 'ın gönderildiğinden bahsedilir. Hz. Salih(as), Nuh aleyhisselam ın oğullarından Sam'ın neslindendir. Hz. Âdem'in 19. kuşaktan torunudur. Âd kavmi helâk olduktan sonra felaketten kurtulanlardan Semud, Sam ile Hicaz arasındaki Hicr denilen yere yerleşmişti. Semud'un torunları ise, Ad'in helâk olduğu yere yerleştiler. Reisleri de Cenda bin Amr isminde birisi idi. Zamanla bolluğa kavuşup Ad kavmi gibi azdılar. Taşlardan yaptıkları putlara taptılar. İşte bu diyarda Hz. Sâlih(as) doğup büyüdü. Küçük yastan itibaren putlara tapmazdı, ve ileride kendisinin Semud halkı içinde tanınan bir kişidir. Onun hak dini tebliğ etmesini ummayan kavimi ise, kendilerini içinde bulundukları sapkınlıktan uzaklaşmaya çağırması karşısında şaşkınlığa düşmüştür. İlk tepkileri, yadırgama ve kınama olmuştur.
"Semudoğulları da uyarıları yalanlamışlardı.
Dediler ki: "İçimizden bir insanın peşinden mi gideceğiz? Öyle yaparsak sapıtmış ve kendimizi ateşe atmış oluruz." ‘ (Kamer Suresi, 23-24
Semud (halkına da) kardeşleri Salih'(as) i (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duaları) kabul edendir." Dediler ki: "Ey Salih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." (Hud Suresi, 61-62)
Salih(as) Peygamber'in çağrısına halkın az bir kısmı uydu, çoğu ise anlattıklarını kabul etmedi. Özellikle de kavmin önde gelenleri Hz. Salih'i inkar ettiler ve ona karşı düşmanca bir tavır takındılar.
‘’Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Ad ve Semud ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: "Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." (İbrahim Suresi, 9)
‘’Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara dediler ki: "Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" Onlar: "Biz gerçekten onunla gönderilene inananlarız." dediler. Büyüklük taslayanlar dedi: "Biz de, gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız." (Araf Suresi, 75-76)
Semud Kavmi hala Allah ve Hz. Salih'in peygamberliği hakkında kuşkulara kapılmaktaydı. Üstelik bir kısım, Hz. Salih(as) 'i açık olarak inkar ediyordu. Hatta, inkar edenlerden bir grup—hem de sözde Allah adına—Hz. Salih'i öldürmek için planlar yapıyordu:
Dediler ki: "Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık." (Salih) Dedi ki: "Sizin uğursuzluğunuz ,başınıza gelenler Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz." Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: "Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yokoluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim." Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. (Neml Suresi, 47-50)

Hani onlara kardeşleri Salih: "Sakınmaz mısınız? demişti. "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız? Bahçelerin, pınarların içinde, ekinler ve yumuşak tomurcuklu gözalıcı hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar)." Dediler ki: "Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda bir ayet (mucize) getir-görelim." Dedi ki: "İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yakalar." Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular. (Şuara Suresi, 141-157)
Bu şekilde Salih(as) mücadelesi yirmi yıl sürdü. Davetine kulak tıkayan Semûd Kavmi, bir keresinde, Hz. Salih'ten davasını isbat edecek bir mucize ister. Allah peygamberini ve davetini, bir 'dişi deve' (naka-i Salih) mucizesiyle destekler.

Kur'an-ı Kerim, bu mucizenin ne şekilde vuku bulduğunu ‘’İşte bu, dişi bir devedir’’ ifadesi ile haber vermektedir.

Hz. Salih ile kavmi arasındaki mücadele Kamer Suresi'nde ise şöyle bildirilir:
"Bizler dururken vahiy ona indirildi, öyle mi? Hayır, o şımarık bir yalancıdır:"
Onlar yarın kimin şımarık bir yalancı olduğunu öğreneceklerdir.
Biz onları sınavdan geçirmek için dişi deveyi gönderenizz. Sabret de gör bakalım, ne yapacaklar?
Onlara suyun deve ile aralarında bölüştürüldüğünü bildir. Kimin sırası ise gelir, su içer.
Ama onlar bir arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekerek hayvanı cansız yere serdi’’. Kamer Suresi 25-29
Deveyi öldürdükten sonra kendilerine azabın çabucak gelmemesi, kavmin azgınlığını daha da arttırdı. Hz. Salih'i rahatsız etmeye, onu eleştirmeye ve yalancılıkla suçlamaya başladılar:
Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Salih'e de şöyle) dediler: "Ey Salih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vadettiğin şeyi getir, bakalım." (Araf Suresi, 77)
Allah, inkar edenlerin kurdukları hileli düzenleri boşa çıkarttı ve Hz. Salih'i kötülük yapmak isteyenlerin ellerinden kurtardı. Bu olaydan sonra artık kavme her türlü tebliği yaptığını ve hiç kimsenin öğüt almadığını gören Hz. Salih, kavmine kendilerinin üç gün içinde helak olacaklarını bildirdi:
...(Salih) Dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaattir'." (Hud Suresi, 65)
Nitekim üç gün sonra Hz. Salih'in uyarısı gerçekleşti ve Semud Kavmi helak edildi:
‘’O zulmedenleri dayanılmaz bir ses, sayha……çığlık, feryad, sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud (halkı) gerçekten Rablerine (karşı) inkâr etmişlerdi. Haberiniz olsun; Semud (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi.) (Hud Suresi, 67-68)
















SÜMERLERIN GILGAMIŞ TUFANI

Gılgamış (Gılgamesh olarak da geçer) Mezopotamya'da yaşayıp hüküm sürdüğüne inanılan efsanevi Uruk kralının adı olup Gılgamış Destanı'nın baş kahramanıdır.
Yeryüzü dolup taştı. Tanrı Enlil, "İnsanoğlunun çıkardığı bu kargaşalık çekilmez hale geldi," dedi. Bunun üzerine tanrılar insanoğlunu yok etmeye karar verdiler. Buna karşılık tanrıca EA, beni bir düş aracılığı ile haberdar etti. "Ey Ubara-Tutu'nun oğlu Gılgamış, kendine bir tekne yap. Yeryüzünün nimetlerini bırakıp canını kurtarmaya bak! Yapacağın teknenin eni boyuna eşit olsun. Yapıp bitirdikten sonra gemiye bütün canlı
yaratıkların tohumunu al," dedi.
Zifti çocuklar, geri kalan nesneleri erkekler getirdi... 7 güverte yaptım. Güverteleri tahta perdelerle 9 bölmeye ayırdım. Ailemi, hem yabanî, hem evcil hayvanları tekneye aldım. Vakit gelip çatmıştı. Fırtınanın binicisi yağmuru gönderdi. Hava gerçekten korkunçtu. Gemiye binip her tarafı sımsıkı kapattım...
6 gün 6 gece boyunca yeller esti, sel, bora, su taşkınları yeryüzünü kastı kavurdu. 7. gün deniz yatıştı. Gemi Nisir Dağı'na oturdu. Tan yeri ağarırken bir güvercin salıverdim. Konacak yer bulamadan geri döndü. Sonra bir kırlangaç salıverdim. O da dönüp geldi. Sonra bir kuzgun saldım. Bulduklarını yemeye koyuldu, geri dönmedi. Bunun üzerine yiyecek-içecekten adak adadım. Yedi yere yedi kazan kurdum. Tanrılar tatlı kokuyu alınca (aşure) adağın başına üşüştüler...Geçmiş günlerde Utnapiştizim Zuisurda-Atrahasis- Sisuthros veya Hz. NUH (as) ölümlü bir kişi idi. Tanrılar beni alıp ırmakların ağzında (dünya cennetinde) yaşamak üzere yerleştirdiler.

Bu destanın önemi, sadece Tufan olayının doğrulanması değildir. Destanın en eski metninin Milattan 2000 yıl önce yazıldığı Sümer dilinin Ural-Altay dil grubundan olması, bizim açımızdan en az Tufan kadar dikkate değer bir husustur.
Bilim adamları son zamanlarda Gılgamış adlı bir kralın Milattan Önce 2700 yıllarında gerçekten yaşadığını ve Tufan'dan sonraki Uruk sülalesinin 5. kralı olduğunu, uzun bir süre hükümdarlık yaptığını tesbit etmişlerdir... Şurası muhakkaktır ki, Gılgamış Efsanesi kendinden daha önceki olayları anlatan hikâyelerle birlikte dile getirilmiş, Yaratılış ve Tufan Efsaneleri ile ilgisi bu suretle kurulmuştur.




ALTAY TUFANI
Türkmen mitolojisinde, tufan ile ilgili örnekler Altay Türkmenleri'nin efsanelerinde yaşamaktadır. Altay Türkmenleri'nde, tufan efsanesinin bir kaç söyleyişi vardır. Aşağıda bu söyleyişlerden bazılarına yer verilmiştir.
Bunlardan biri; Altay Türkmenleri’nin yaratılış efsanesinde, Dünya’nın ekseninin sabitliği, Tanrı Ülgen’ce başı zincirle bir kazığa bağlanan balık sembolizmiyle belirtilmiştir. Bu balığın başının yönünün, yani eksenin yönünün değişmesi halinde tufanın tekrar meydana geleceği anlatılır.

Bir Diğerinde ise; Nuh Tufanına benzeyen aşağıdaki anlatılan Tufandır.
Sel bütün yeri kapladığında, Tengiz (=Deniz) yerin üzerinde efendi idi. Tengiz'in yönetimi altında Nama adında iyi bir erkek yaşardı. Nama'nın Sozun Uul, Sar Uul ve Balık adlarında üç oğlu vardı.
Ülgen (Tanrı), Nama'ya bir kerep (=tahta sandık) yapmasını buyurdu.

Nama, sandığın yapılması işini üç oğluna bıraktı. Oğulları, kerepi bir dağ üzerinde yaptılar. Kerep yapıldıktan sonra Nama, onu her biri seksen kulaç olan sekiz halatla köşelerinden yere bağlamalarını söyledi. Böylece su seksen kulaç yükseldiğinde durum anlaşılacaktı. Bundan sonra Nama, ailesi ile çeşitli hayvanları, kuşları alarak kerepe girdi.
Yeryüzünü sisler kapladı. Dünya korkunç bir karanlığa gömüldü. Yerin altından, ırmaklardan, denizlerden sular fışkırdı. Gökten sağanaklar boşandı. Yedi gün sonra yere bağlanan halatlar koptu, kerep yüzmeğe başladı; suyun seksen kulaç yükseldiği anlaşıldı. Yedi gün daha geçti. Nama en büyük oğluna kerepin penceresini açmasını, çevreye bakmasını söyledi. Sozun Uul bütün yönlere baktı. Sonra şöyle dedi:

Her şey suların altına batmış. Yalnızca dağların dorukları görünüyor.

Daha sonra Nama da baktı. O da "Gökyüzü ile sular dışında bir nesne görünmüyor" dedi.
Kerep sonunda sekiz dağın birbirine yaklaştığı yerde durdu. Çomoday ve Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Nama pencereyi açtı, kuzgunu serbest bıraktı. Kuzgun geri dönmedi. İkinci gün kargayı gönderdi, üçüncü gün saksağanı gönderdi. Hiçbiri geri gelmedi. Dördüncü gün bir güvercin gönderdi. Güvercin, gagasında bir ince dalla geri döndü. Nama bu kuştan, öteki kuşların niçin geri gelmediğini öğrendi. Onlar sırasıyla geyik, köpek ve at leşi yemek üzere gittikleri yerde kalmışlardı. Nama bunu duyunca öfkelendi.

"Onlar şimdi ne yapıyorsa, dünyanın sonuna değin onu yapmağa devam etsinler" dedi.
Efsanenin devamında Nama yaşlandığı zaman, kurtardığı canlıları öldürmesi için kendisini kışkırtan karısını öldürür. Oğlu Sozun Uul'u yanına alarak cennete (göğe) çıkar. Daha sonra orada beş yıldızlı bir yıldız kümesine dönüşür. Holmberg'in düşüncesine göre, tufan kahramanları, Yayık Han'a dönüşmüştür. Yayık Han, Altay Türkmenleri'ne göre, insanları koruyan ve yaşam veren bir ruhtur. Ayrıca insanlarla Ülgen (Tanrı) arasında elçilik yapar.
YUNAN TUFANI :

Olympos'un efendisi Zeus'un ilk egemenlik döneminde , sadece kendilerini düşünen bir insan ırkı yaşıyordu. Bunların hiç bir şeye ve de tanrılara saygısı kalmamıştı. Zeus bunu kendi gözleriyle görmek istedi. Bir dilenci kılıgında kral Lykaon'un sarayına gitti. Kral onu aşşagıladı ve kovaladı. Zeus kralın aşşagılayıcı sözlerine şöyle karşılık verdi :

"Olympos'un efendisi Zeus için yolcuyla dilenciler değerli olduğundan yabancıyı aranıza kabul etmeniz daha uygundur. Kuzeydeki ülkelerden geldim ve konuk severliginizi bekliyorum. Önünüzde hem bir yabancı hem de Zeus, tanrıların ve ölümlülerin babası olarak duruyorum. "

Bu sözler üzerine soylular korkuyla Zeus'a baktılar. Ama Lykaon gülerek Zeus'u sınayacak bir yol bildigini ve tanrı mı ölümlümü oldugunu anlayacaklarını söyledi ve yabancıyı sofraya davet ederek yemek yemesine izin verdi. Taze hazırlanmış etlerden bir tabak getirmelerini istedi. Getirdikleri et insan etiydi. Zeus bunu farkeder farketmez bir anda yer gök inledi, alevler ve ateşler çıktı. Soylular hemen öldüler, Lykaon da bir kurt haline geldi.

Çok kızan Zeus bütün ölümlüleri cezalandırmaya karar verdi. Dünyayı yıldırımlarıyla yok etmeye karar verdi. Ancak bunun sonucu çıkacak alevlerden Olympos dağının da etkilenecegini düşünerek insanları dünyayı basan bir sel felaketi ile yok etmeyi tasarladı. Ve fırtına bulutlarını serbest bıraktı. Poseidon da tüm deniz , sel ve ırmakları serbest bıraktı. İnsanlar bu tufan fekaleti karşısında tepelere tırmanarak kurtulmaya çalıştılar, ancak durmadan yükselen sular en yüksek dag doruklarına kadar ulaştı. Bogularak ölmekten kurtulan bir kaç kişi de açlıktan öldü.

Yaratıcı titan Prometheus ilk ölümlüleri toprak ve sudan ortaya çıkarmıştı.Ayrıca Prometheus'un kendisi ile ilgili olan hariç tüm gelecegi görme yetisi vardı. Zeus'un tüm insanlıgı yok edecegini görerek anladı. Ölümlü oglu Deukalion'u çağırdı. Uyumakta olan oglu Deukalion rüyasında babasının çok büyük bir sandık yaparak, içinde yiyecek, elbise, avadanlık gibi her çeşit malzemeyi saklamasını öğütledigini duydu.

Zeus aşşağıya baktığında, denizlerin, masum, iyilik dolu, tanrılardan korkan Deukalion ile eşi Pyrrha dışında erkeklerle kadınların tümünü bağmuş olduğunu gördü. Ve tufanın bitmesini buyurdu. Yağmurlar durdu ve Dukalion ile Pyrrha Parnassos Dağı kıyısında karaya çıktılar. Dukalion " babam gibi yeteneklere sahip olsaydım, çamurdan insanlar yapar ve vücutlarına ruhlar yerleştirirdim diye düşündü" ve Büyük Themis' e giderek kehanet almaya karar verdiler.

Themis " tapınağımdan ayrılınca kemerlerinizi çözünki giysileriniz serbest kalsın. Sonra yüzlerinizi saklayıp büyük annenizin kemiklerinizi arkanıza atın" dedi.

Ne yapacaklarını düşünüp ilerlerken Dukalion " Ölümsüz tanrılar adildir, kötü bir şey yapmamızı emretmezler. Kerameti yanlış anlamadıysam dünya bizim büyük annemiz, kemikleri ise çevremizdeki taşlar, kayalar," dedi.

Bunun üzerine Pyrrha ile Dukalion elbiselerini gevşettiler, başlarını örttüler, elbiselerini eteklerinde toplayarak çevrelerindeki taşları topladılar. Sonra Parnassos dağından aşağıya doğru yürümeye başladılar. Taşları omuzlarından arkaya doğru atatrken sadece karşıya baktılar.

Taşlar yere çarpınca sertliklerini kaybediyorlardı. Yumuşadıkça büyüdüler, insan şeklini almaya başladılar. Kısa süre sonra canlı görünmeleri için heykeltraşın son rötüşlarına gerek duyan pürüzlü mermer heykeller gibiydiler. Her kayanın katı bölümü insan kemigine dönüşürken, yumuşak nemli toprak içeren tarafı et oldu. Damarlar kayada oldugu gibiydi, sadece şimdi insan damarlarıydı. Deukalion'un attıgı kayalar erkek oldu, Pyrrha'nın kile kadın. Birlikte yaratıldıkları malzemenin kuvvetine, dayanıklılığına sahip bir ırk yarattılar.






































HİNT TUFANI :

Dünya sonsuz tekrar edilen döngülerde yaratılır, yok edilir ve tekrar yaratılır. Dünya Yaşamında bir yıla karşılık gelen 1000 Maha Yuga ( Büyük Çağ ) sonunda büyük tanrı Vişnu, Şiva-Rudra 'ya dönüşecek ve tüm yaşamı yok edecektir. Bir gece dünyadaki yaşamda bir günlük bir süreç başlatacaktır. Önce güneş ışınlarına girecek ve dünya tüzeyindeki tüm suyu buharlaştıracak, ısıyı arttırmak için yüz yıl boyunca güneş ışınlarını yoğunlaştıracaktır. Her üç dünya gökyüzü, yeryüzü ve yeraltı, bu korkunç sıcakta kavrulacak, büyük kuraklık ve kavurucu ateş, bomboş bir çöl yaratacaktır. Kıtlık evrende kol gezecek, 100 yıllık süre sona erdiginde , hiç bir canlı varlık kalmayacaktır.

Ateşler 3 dünyadaki tüm yaşamı tükettiklerinde, Şiva-Rudra yani Vişnu' nun yıkıcı biçimi ,
korkunç fırtına bulutları püskürtecektir. Yüz yıl boyunca gündüz ve gece, dünyadaki her şey , yıkıcı sellerin derin suları altında yok oluncaya kadarbir yağmur tufanı sürece, ateş ve seller, yaşamla birlikte tüm diğer tanrıları da yok edeceği için korkunç tufan yanında sadece büyük tanrı Vişnu varlığını sürdürecektir.

Büyük tufan tüm yaşamı yok etmeye başladığında, büyük bir altın yumurta ortaya çıkacak; bu yumurta tufan öncesi dünyada var olan tüm hayat biçimlerinin tohumlarını taşıyaca; dünya sulara gömlürken, bu yumurta sınırsız okyanusun suları üzerinde güvenlik içerisinde yüzecektir.

Okyanus üç dünyayı tümüyle kapladığında, Vişnu kurutucu bir rüzgar püskürtecek; yüz yıl boyunca bu rüzgar fırtına bulutlarını dağıtarak dünya çevresinde dolanacak; 1000 Maha Yuganın kalanında dünya yaşamındaki bir gecede Vişnu uyuyacak ve dünya da uyuyacaktır.

Uzun bir Maha Yuga gecesinin sonunda Vişnu uyanacaktır. Göbeğinde muhtemelen bir
lotus çiçeği çıkacak ve Vişnu, dünyadaki yaşamın yaratıcısı olan yaratıcı Brahma biçiminde bu çiçekten çıkacaktır. Lotus üç dünyanın temeli olacaktır. Brahma çiçekten çıktığında onun üzerinde dinlenecek, sellerin tüm hayatı öldürdüğünü kavrayan Brahma, yeniden doğuş sürecini harekete geçirmek için yumurtayı kırarak açacaktır. Böylece Visnu tanrı Brahma olarak , dünyanın yaşamında yeni bir 1000 Maha Yuga zamanını müjdeleyecektir.















ÇİN TUFANI :

Çin de Ana Tanrıça Nugua ilk insanları yarattı. Kendisi de bir insana benziyordu, ancak bacaklarının yerinde bir ejderha kuyruğu vardı. Nugua' nın çocukları bir süre sonra evlerini yapıp, köylere ve çiftliklere yerleşerek günlük gereksinimlerini karşılamaya başlayınca, canavar Gong-gong çok kızdı. Başını gökyüzünü tutan dağlara şiddetle vurdu. Dağ yere yıkıldı, gökyüzünde tuttuğu bir bölümde büyük bir delik açıldı ve yeryüzünün pek çok yerinin çatlamasına neden oldu. Bazı büyük yarıklardan alevler fışkırarak evleri ve ekinleri yaktı. Nehirler yataklarından taştılar ve yeraltı sularının oluşturduğu seller yarıklardan fışkırarak eskiden köy ve çiftlik olan yerlerde büyük bir okyanus oluşturdular.

Büyük Tanrıça, dehşet içinde insanların boğularak ölmesini izledi ve yarattıklarını kurtarmak için harekete geçti. İlk önce nehir kıyısındaki sazları ateşe verdi ve küllerini ateşi söndürmek için yanan yarıklara doldurdu. Sonra sellerin toprağa sızmasını ve sazların küllerini set gibi yığarak, suların eski nehir yataklarından akmasını sağladı.

İnsanlar köylerine dönüp günlük işlerini yapmaya başlayınca, Nugua Sarı Nehire doğru süzüldü ve beş değişik renkte taş topladı. Bu taşları ocakta eriterek göklerdeki deliği bununla kapadı. Daha sonra dev bir kamlumbağanın dört ayağını aldı ve bunları gökyüzüne destek olması için, dünyanın dört köşesine ek sütunlar olarak yerleştirdi. Böylece Ana Tanrıça, Gong-gong' un düşüncesizce yol açtığı yıkımı onardı.
























3. TEKNOLOJİNİN MARİFETLERİ:
İsanın doğumundan 3000 yıl, Nuh Tufanından 6000 yıl sonra idi. Teknoloji insan beynini çoktan aşmıştı. Artık kendi kendini doğuruyor, kendi kendini geliştiriyordu. Bu gelişimin sonunda belki de kendi kendini yok edecekti.
Teknoloji dünyayı ve uzayı kontrolü altına almıştı. Kozmik Enerjilerle uyandırılmaya başlanan insan beyni bilgiyi, tekniğe ve yaşama yani pratiğe aktararak, zihinsel, bilimsel, fizik ve kimyasal çabayı insan hayatına bahşetmişti. Dünya problemlerine çözüm yolu bulmaya çalışmışlardı. İnsan soyu bilgi ve becerisini kullanarak, yeni oluşumlar elde etmişti. Teknoloji barış, konfor ve rahat yaşamak için kullanılacaktı. İnsani bilinçlerin uyanmaya başladığı bu devrede Okyanusların altında kurulmuş olan “Dragon” isimli yüksek bir medeniyet, Marsta da dünyanın kafasında tepinen, daha yüksek teknolojiye sahip ve dünya kültürüne ters bir canavar mevcuttu..
Bu çalışmaların ürünleri dünyanın hasarına, ortamı ve doğal kaynakları kirletip, tüketmesine, tahrip edici güçlü silahların geliştirilmesine sebep oluştu. Çevre harap olmuş, tabiat tükenmişti. Su kaynakları daralmış, ülkeler su yüzünden batma noktasına gelmişti. Suya kavuşan, suyu bulan zengin oluyordu.
Nükleer ve biyolojik silahlar vasıtasıyla milyonlarca insan yok edilmişti.
Petrol tükenmişti. Enerji nükleer kaynaklardan sağlanıyordu. İnsanlar uzay çalışmaları, uzay seyahatleri ve araştırmaları, yaparak, yepyeni bilim dalları geliştiriyorlardı.
Her yerde, savaş, açlık, korku, baskı, sindirme, öldürme gibi negatif olaylar dünyayı sarmıştı ve insanlar tedirgin yaşıyorlardı.
İnsan hayatına robotlar hakimdi. İş hayatının her alanında akıllı makinelar çalışmaktaydı. İnce işleri, ağır ve tehlikeli işleri daha bin türlü işi rahatlıkla yapan, ucuz, ağızsız dilsiz, ağrısız sızısız makine işçiler görmekteydi. Tıp alanında da bu akıllı makinalar vaz geçilmez olmuşlardı. Öyle ki, bazı organların işlevini yerine getiren, gerektiğinde vücutla uyumlu çalışan robotlar yapılmıştı. İnsanları iyileştirmek için, vücudun içerisinde rahatça dolaşıp istenilen fotoğrafları çekebilen ve bazı tedavileri uygulayan çok küçük robotlar organların içinde yaşar olmuştu…
Sonunda Robotlar ‘Robot’ yaratmağa başladılar, asıl felaket bundan sonra kopmaya başladı.
Genler konusunu araştıran bilim adamları ‘iyi ve kötü’ genleri buldular. İyi genleri kullanarak yeni neslin sağlıklı, zeki ve spotrmen olmasını sağlanacağı bekleniyordu. Hiç te öyle olmadı. Ne yazık ki tam tersi oldu. Bu konu daha çok kötü niyetli bilim adamlarının ilgisini çekiyordu. İnsanların kötü genlerini aldılar, yer altına indiler, mağaralara çıktılar, gizli gizli çalışmalarını sürdürdüler.
Kötü genler birleştirilmişti. Zeka ile oynanmıştı; zeka çoğaltılmış, azaltılmıştı. Bedenle oynanmıştı; insanların şekli şemali bozulmuş, acaip yaratıklar oluşmuştu. Kafası insan vücudu hayvan, yahut bedeni hayvan zekası insan gibi garip yaratıklar olmuş.
Bütün bunları zavallı kadınlar üzerinde deneyerek yapmışlar. Kadın denekler sağlıklı çocuk sahibi olmak için gelmişler, kendilerine uygulanan tedavi yöntemleri sonucu hilkat garibesi yaratıklar doğurmuşlardı.
Sonunda kendilerinin de başa çıkamayacağı bir nesil oluşmaya başlamıştı. İnsana benzeyen, benzemeyen, yıkıcı, yapıcı, ileri zekalı, geri zekalı, yarım akıllı bir sürü yaratıkla karşı karşıya kalınmıştı.
Amaç ölümü yenmekti…ne yazık ki ne insan beyni, ne de bu beynin sağladığı bu yüksen teknoloji hala hayatın çok az sırrına ulaşabilmişti. Gene sevgililer ölüyor, gene insanlar yaşlanıyor ve gene ölüm çaresizlik oluyordu.
Bir gün gelip bu akıllı iş erbabının insanları köle etmesi, onları çalıştırması da uzak görünmüyordu.
Geliştirilen kompüterler ile elde edilen bilişim teknolojisi, bilginin, özellikle elektronik ortamlardan yararlanarak, makineler aracılığıyla, düzenli ve akılsal biçimde işlenmesini sağladı. Karmaşık bilgisayar ağlarının ve veri tabanlarının tasarımına varan çeşitli görevlerle baş döndürücü hızla geliştirildiler. Bu görevlerden bazıları, veri yönetimi, ağ bağlantıları, bilgisayar donanımı, veri tabanı ve yazılım tasarımı ve sistem yönetimini içeriyordu.
İletişimi anlık düzeye getiren bilgi aktarımı, haberleşme, chip ler dünyasında şaşırtıcı gelişmeler sağladı…kablo ve saire gibi hiçbir bag\baglatı, araç olmadan sağlanan iletişim, haberleşme ve bilgi kaynaklarını insanların cebine koyması bütün bu baş döndürücü gelişmeler, dur durak tanımıyor, insanoğlunu daha çok hayale sürüklüyordu.
Sanal ortamda, bilgi teknolojilerini kullanılarak gerçekleştirilen, bireysel ve toplu iletişim araçları ile duyuya yönelik algılama ve karşılıklı bilgi aktarımını çok yüksek seviyelere ulaşmıştır.
Uzayla iletişimin birleştirerek düşman ülkelerinin üzerinde uçuşan sinekler salındı. Sinekler düşmanın silah gücünü, silah kullanma zamanını ve silah geliştirme projelerine kadart sızdırıldı. Füzesini ateşleyen düşman kendi füzesi ile vurulmaya başladı. Kimsenin tegeliştirdiği teknoloji gizli kalmıyordu.
Göz ve kulağa hitap eden, elektrik, elektronik / elektromanyetik, optik, multimedya teknolojilerini kullanarak telekominikasyonda, telefon, cep telefonu, fax, telexte, grafik iletişim formatları ile basım, yayımda, eğlence, eğitim, fuar, defile ve, konferanslarda, dans, resim, müzik, şarkı, sergi, konser, tiyatro ile sanatsal alanlarda kişi ve toplumu etkisi altına almıştı.
İnsanoğlu dün av öyküsünü başkalarına anlatmak için mağara duvarlarına çizdiği resimlerden, ateşin çevresinde yapılan danslardan, komşu kabilelerle haberleşmek için göğe gönderilen renkli dumanlardan, animasyonlara görüntülü cep telefonlarına, gezegenlerin keşfine ulaşmıştır.

Teknolojik gelişimin iletişime sürat ve kolaylık sağlamakla kalmamış, aynı zamanda iletişimi, kitle iletişimine çevirmiştir. Kanadalı Marshall Mc.Luhan’ın dediği gibi " dünyamız küresel bir köy"e dönüştürmüştür
Uzay çalışmaları ve evrendeki diğer gezegenlerin keşifi insanları şaşkına çevirmisti. Uzay çok eski dönemlerden beri insanların büyük ilgisini çekmiş, sonu olup olmadığı; Samanyolu galaksisinin güneş sisteminde ki yeri bilginleri ve felsefecileri yakından ilgilendirmişti.
Güçlü teleskoplarla yapılan uzay incelemelerinde, elde edilen bilgilerin ışığında, füzeler, yapılmış, uzaya uydular koyulmuş, yörüngeye oturtulmuştu. Güneş Sistemi içinde uzay yolculuğu başlamıştı. Komşu gezegenlerle ilişkiler kurulmuş, uzay özellikle savaş amaçlı kullanılmaya başlanmıştı. Kurulan füze rampaları, gözetleme ve haberleşme uyduları, dünyadan kumandalı olarak savaşıyorlardı.
Hedefleri bombalayan, kendisine çevrilmiş olan silahları tahrip eden, adamsız, hızlı, yüksek irtifalı savaşan uçaklar ve helikopterler, savaşan çelikler vardı ve savaşları onlar bitiriyordu. İnsanlar dünyada sıcak yataklarında yatarken uzaya verdikleri komutla düşmanlar bombalanıyor, üzerlerine gelen füzeler havada yok ediliyordu.
Savaşlar günlük en çok haftalık oluyor, kahramanlık ve yürekle değil, teknoloji ve para ile kazanılıyordu. Mertlik çoktan bozulmuştu. Ne eğri kılıç kalmıştı kınında paslanacak, ne de tüfekle adam öldürülüyordu. Yani insanlar savaşmıyor, katliam yaparak insan neslini sona erdirmeğe çalışıyorlardı.
Uzay istasyonunda gıda, su, oksijen ve teknik malzemelerin yanı sıra , dünyanın istenen yerinden, istenen modda görüntü alınabiliyor, istenirse görüntülerle birlikte odaklanılan nokta hakkında, her dilde açıklayıcı bilgilere ulaşabiliyordu. Uzay yolu dünyalılara su yolu oldmuştu. Uzayda ve uzay yolculuğunda insanların dikkatini çekmek için bazı uyarılara rastlamak ta mümkündü. Mesela,
- Galaktik yolculuklarda lütfen ışın silahınızı görevli robotlara veriniz.
- ışınlama kabini 4 kişiliktir. 12 yaşından küçüklerin yanlız binmesi yasaktır.
- Seyir halindeyken tuvalet deposunu boşaltmak yasaktır.
- Işınlanma odasına evcil hayvanla girmek, Ankara Tiftik keçisi’nin, Van kedisi ve Sivas kangal
köpeğinin klon cihazına sokulması yasaktır.
- Galaksi hava boşluğunda sollama yapmayınız.
- Dikkat azami hız 30 ışık yılı.
- Trafik uyarı simgelerini ışın tabancasıyla yakmayınız.
- Lütfen jupiter ayılarına kabuklu yemiş atmayın.
- Seyahat esnasında güneşe yakın bölgelerde gaz çıkarmamaya özen gösteriniz.
- Dikkat ! uzay gemisi çıkabilir.
- Rabotlara hidrolik yağ ikram etmeyiniz.
-Uyuşturucunun her nevisi yasktır.
-polis köpekleri ile dost olmayınız.
Nihayet insanlar evrenin bir çok sırrına ulaştılar. Ancak daha yolun başındaydılar.
Darbı mesel olmuş bir sözümüz vardır: ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…’
Bu köhne dünyadan nice Firavunlar, Nemrutlar, Zalim Krallar, Stalinler, Şaronlar geçti. Hiç birinin dünyada zulmünden başka namları kalmadı.


















4. UYGARLIKLAR
Teknoloji maddî alanda dev adımlarla ilerlerken manevi alanı yok sayıyordu. Bu medeniyet insanı mutlu etmiyordu. İnsana baskı sonucu kabul ettirilen maddî yansıma olarak gelişiyordu. İnsan, bu medeniyetin bir parçası olan, sosyal, hukukî ve ticarî kuralların güdümüne girmişti. insanların insanlıklarını yok eden bu teknolojik atak ve üretilen maddi gelişmelişimler ruh dünyasını karartıyordu. Buna bazııarı “uygarlık” diyordu. Bu düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade ediyordu. Emek yoktu, bol kazanç vardı, zevk sefa, nefsi tatmin eden her şey vardı, onur hariç. Oysa uygarlık yaşamın kalitesini geliştirmek icin yola çıkılmıştı.
Uygarlığın doğuşu ve yükselişine Çin'den, Uygur ve Orta Asya Türkmenlerine; Hindistan ve Mezopotamya medeniyetinden eski Mısır medeniyetine; Ege kıyılarındaki antik çağ sitelerinden Roma'ya, Endülüse; Batı Avrupa'da aydınlatma çağını yaratan, reform, renesansa, sanayi gelişmesini gerçekleştiren Amerika’ya, Uzak Doğu'daki Japonlar'a kadar, tarih boyunca sayılamayacak kadar çok ülkenin ve ulusun katkısı olmuştu.
Medeniyetin ölçüsü insana verdiği değer ve ona götürdüğü hizmetle ölçülmeliydi.
Bir düğmeye basmak, bir komut vermek, her şeyi değiştiriyordu . Ama medeni olmak için bu yetmiyordu. Bu kolaycılık insana ağır geliyordu.
Akıl acı çekiyordu.
Süper devletler çözüldü. Etnik ırklar ayrıştı ve devletleşti. Bazı guruplar güçlü teknolojileri, askeri güçleri ve ekonomik üstünlükleri sayesinde çevrelerindeki insanları yönetimleri altına aldı. Demokrasinin bir aldatmaca olduğunu iddia ederek, siyasi iktidarın, kaynağını bir kişinin iradesinden aldığı yönetim biçimi olan Monarşi yi benimsediler. Devleti yönetmek ve devlet hayatının devamı için kurallar koymak yetkisi bir kişinin elinde toplanmıştı. Bu kişiye, toplumların tarihsel geçmişlerine göre, kral, şah, hakan ve benzeri isimler verilmekteydi.

Devlet, hükümet, hakimiyet, otorite; ihtişam, tantana, debdebe, bolluk, zenginlik; tek kişinin bölünmez hakimiyeti ve bu hakimiyetin babadan oğula geçişi ilkesine dayanan yönetimde toplanıyordu.

“Medeniyet” kavramının içerdiği gerçek anlam İslâm'da vardı. Hayatlarını vahyin ışığında düzenleyen toplumların vücuda getirdiği medeniyet ile mataryalis sistemlerin kurduğu medeniyet ve ortaya koydukları gelişme aynı şey değildi. Mataryalist sistemlere dayanan medeniyet insanı köleleştirmek için kullanılan bir araçtı.
Oysa medeniyet, insanın fıtratından getirdiği özelliklerini, yaratılışının gerektirdiği yere oturtmak için kullanılan bir vasıta olmalıydı.
Yer yüzünde, insanları kendi irade ve istekleri ile hayra sevk eden kendine öz kuralları olan inanç sistemleri, yani dinler vardı. Tarih boyunca insanlar ilkel din olarak akla gelebilen her şeye inanmışlardı. Bir de ilahi dinler vardı. Allah insanları yalnız bırakmamak, onlara bu dünyada huzur ve mutluluk, ahirette Cannati kazanmaları için dinler göndermişti. Allahın gönderdiği dinlerin hepsinin adı İslamdı ve ilahi dinlerden başka hiçbir din insanı tatmin etmemişti.

Allah gönderdiği sistem ile ahlaki, hukuki ve sosyal kurallar koymuştur. Bu kendine has bir yönetim sistemi ve toplum ilişkileri olan bir medeniyettir. İslam üstüne kurulan bu medeniyete de İslam Medeniyeti denmiştir.
İslam, yeryüzünde adaleti hakim kılmayı, zulmün her çeşidini ortadan kaldırmayı hedefler, mensuplarını, özenle zulümden sakındırır.
Rahmetinin önünde rüzgârları müjde habercisi olarak gönderen Allah, Hasan Basri marifeti ile insana şöyle bir mutluluk reçetesi sunmuştur:
"Tevbe kökünü, istiğfar yaprağı ve tevazu dalları ile karıştırıp gönül havanına koyarak, haya suyunu üzerine döküp, tevhid tokmağı ile güzelce döğün. İnsaf eleğinden geçirip göz yaşı ile pişirip, muhabbet balından katarak, şükür kasesine doldurup rica yelpazesiyle soğutup, hamd ve kanaat kaşığı ile gece gündüz yiyin. :Günah illetine tutulanların devası budur" der.

İslâm'ın yönetim anlayışına göre tüm evrenin yaratıcısı Allah'tır. “Allah, tüm yaratılmışların Rabbi, kanun koyucusu ve yöneticisidir. Araf, 54”,
Evrende Allah'tan başka ne hakim bir güç, ne de bu hakimiyeti paylaşan başka bir güç vardır. Bakara, 107”
“O'nun iyilik etmek istediğine hiç kimse zarar veremez; zarar vermeyi istediğini de hiç kimse koruyamaz. O, hiç kimseye karşı sorumlu değildir; buna karşılık tüm yaratıklar O'na karşı sorumludurlar. Tüm yöneticiler üzerinde mutlak yönetme gücüne sahiptir. Sahibi olduğu dünyada kimin hakim olmasını isterse ona bu fırsatı verir; dilediğini de mahrum ve mahkum eder.’’Bakara 225

Allah'ın kanunlarının hâkimiyeti ilkesine göre düzenlenen yönetimin merkezinde insan vardır. İnsanlar Allah'tan bağımsız olarak karar veremezler. Ancak Allah insanlara verdigi cuzi irade ile karar vermelerini sağlamıştır, zorlama yoluna gitmemiştir.

İslamda yöneticiler seçimle iş başına gelirler. Bu düzen içinde yönetim yetkisi belli bir sınıf, aşiret ya da kişiye ait bir ayrıcalık değildir. Gerçek anlamda iman etmiş, yükümlü olduğu görevleri bilen, dürüst, güvenilir, takva sahibi ve erdemli her müslüman bu göreve seçilebilir. Zalim, şehvet düşkünü, nankör, ilahi sınırlara riayet etmeyen, bilgisiz, akıl ve ruh sağlığı bozuk, bedence özürlü kişiler yönetim sorumluluğunu üstlenemezler.
Kuranı Kerim: ‘’Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve elçisine döndürün. Şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir. Nisa, 59, "Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin." Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar)." Şuara 151-152 ,
Gene Kuran: “Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. Hucurat 13 diye buyurmuştu.
Kur'an'a göre devletin başlıca iki amacı vardır.
Birincisi; insanlar arasında adaleti sağlamak.
‘’Biz Peygamberlerimizi kesin kanıtlarla gönderdik, insanlar arasında adil bir düzen kurulsun diye onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik. Ayrıca büyük caydırıcılığı ve sertliği yanında insanlara yönelik birçok faydaları olan demiri indirdik. Böylece kimlerin görmedikleri halde Allah'ı ve Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak istedik. Hiç kuşkusuz Allah güçlü ve üstün iradelidir’’ . Hadid, 25
İkincisi ; ülke kaynaklarının halkın yararına kullanılmasını temin etmektir.
‘’Onlar ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah'a aittir.’’ Hac,41

Devlet yoneticisinin görevi ise ırkı, cinsi ne olursa olsun bütün halkın, ister müslim, ister gayri müslim tüm vatandaşların Temel Insan Hak ve Ozgürlüklerini güvence altına alarak birlikte yaşatmaktır.

Bunların önde gelenleri şunlardır:
1. Can güvenliğini saglamak.. İsra, 23,
2.Mal güvenliğini saglamak.. Bakara, 188 ,
3.Ozel hayatın mahremiyetini saglamak.. Nur, 27. Hucurat, 12 ,
4.Namus ve şerefin dokunulmazlığıni saglamak.Hucurat, 10-11,
5.Zulme karşı çıkmak. Iyiliği emredip kötülükten sakındırma. Ali İmran, 110
6.Örgütlenme hakkına sahip çikmak. . Ali İmran, 103”,
7.Vicdan ve inanç özgürlüğü ve Kişilerin inanclarina yönelik saldırılara karşı koruma ve sahip cikmak. Bakara 256 En'am, 6/ 164. İsra, 15
8.Suçu kanıtlanmamis insanlarin masumluğunu korumasi.. İsra 3 Hucurat 6,
9.Ihtiyaç sahiplerinin ve yoksulların temel ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılanmasıni saglamak. Zariyat19
10.Devletin vatandaşları arasında hiç bir ayırım yapmaması, bütün insanları eşit tutması . Kasas 4

Dünya Hayatını yaşamak ve sevmek islamın helal ettiği yaşam biçimidir. Orada keyfe yetecek ve zevk alacak kadar hatta daha fazlası helal vardır.
Haramlara heves etmemelidir. Haramlar bu dunyanın çirkin yüzüdür. Dünyanın çirkin yüzüne tutkusu olanar zavallı insanlardır. Oysa aklı başında bir insan tutku boyutuna varan dünya zevkleri ile ebedi hayatını zehir etmez. İnsanlar kalpleri katılaşıncaya kadar sapıklıklarını devam ettirmemelidirler.. Kuranı Kerim,
‘ Onları dünya hayatı aldattı’ Araf 51. diyor.

‘’Zinaya yaklaşmayın, gerçekten o, 'çirkin bir hayasızlık' kötü bir yoldur.
Mü'minlere söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar.
Bu, onlar için daha temizdir. Gerçekten Allah, yaptıklarından haberdardır’’. İsra suresi 32

Dünyanın sonsuza kadar yaşanacak bir yer olmayıp, bir misafirhane olduğunu bilmeyen yoktur. İnsan bir müdet burada yaşayacak, sonra ebedi hayatı yaşamaya başlayacaktır. Dünya ahiretin kazanıldığı yerdir. İnsan burada Allah’ın kendisine lütfettiği maddi, manevi değerlerle imtihan olunmaktadır. Allah insana lütfettiği bu nimetleri Cennet karşılığında kendisine tekrar hasredilmesini teklif etmektedir. Yani Allah Mü’min’lerden Cennete karşılık mallarını ve canlarını satınalmak istenmektedir.
Ahiret , Dünya hayatının sona ermesi, Sonsuz yeni bir hayatın başlaması, öldükten sonra diriliştir. Orada Haşir, Mahşer, Hesaplaşma, Mizan, Şefaat, Sırat, Cennet, Cehennem, Araf gibi olay mekan ve aşamlar vardır. Aslında her insanın ölümü ile o insanın ahiret hayatı başlamıştır ve sonsuza kadar devam edecektir.
Öldükten sonra dirilmeğe inanmak haramları yapmaya mani olur. Dirilişe inanan insan şehvet ve harama yaklaşamaz. Çünkü ahiret varsa hesap ta var. Hesap varsa verilemeyen hesabın cezası da var. O halde böyle bir cürüm işleyerek cezalandırılmamak mantıksızlık olur.
Kibir basireti örten bir perdedir. Kibirli insan ahireti istemez . Oysa her gece ölüyor, her sabah yeniden diriliyoruz. Ölümün ne kadar yakınımızda olduğunu biraz düşünmek, biraz akıl etmekle kolayca anlayabiliziz. Geçici zevkler için kalıcı olan ebedi hayatı feda etmek hangi mantığa sığar?…
Oysa insanlar ne bol bol nimetlendikleri dünyanın kıymetini bilmiş, ne de Allah’ın ikaz ve ihtarlarına kulak asmışlardı. İnsan aklının verilerinden oluşan mataryalis felsefe, maddeci medeniyet, sağlıksız düşüncenin girdabında ‘yok olma’ya doğru gidiyorlardı. Başlarına gelecek felaketlerden habersiz idiler.

Her azma ve azıtmanın sonunda Allah kullarını daha fazla günaha batmamaları ve İlahi kurallara uymaları için onları ‘Tufan’ ile ikaz etmiştir.
Tufan kıyametin habercisi olarak inanılan bir olaydır. Bir çok efsane ve kutsal kitaba göre, insanlar azgınlaştıkça, isyan ve küfre bulaşdıkça, Allah-Tanrı veya tanrılar o kavmi, o milleti ya da tüm insanları cezalandırmak amacıyla büyük felaketler gönderimiştir. Bu felaketlerin tümüne Tufan denmiş. Her tufanın birtakım sebepleri vardır. İnsanların güçlü ve gaddar duruşlarının aksine tabiata ve tabi afetlere karşı ne kadar aciz olduğunun da isbatıdır.






















5. SON TUFAN


BİZ BUNA SON DEDİK. NİCE OLACAĞINI ALLAH BİLİR …

Dünya yaşlanmaya devam ediyordu. Bazı insanlar gelişmiş bilgi ve teknolojiler ile dünyanın sırlarını çözmeğe uğraşırken, bazıları da hiç ölmeyecekmiş gibi her şeye sahiplenmenin gayreti içerisinde, tabiatı hor ve hoyrat kullanıyorlardı.. Bu arada küresel ısınma da yüksek boyutlara ulaşmıştı. Hızla kabarmış olan yanardağlar patlamış, dünyada yıllarca volkanik kış yaşanır olmuştu.

Miladi 6000 li yıllara gelindiğinde, kutuplardaki buzullar erimeğe başlamıştı. Gök yarılmış, yer delinmişti sanki, dünyayı sular basıyordu, kimse buna aldırş etmiyor, ucu kendisine dokununcaya kadar bunun farkında bile olmuyordu. Sonunda beklenmedik felaket baş gösterdi. Sanki dünya kabuk değiştiriyordu. Bir Nuh tufanı değildi ama, bir ön cezalandırma yahut ölümü ve Allahı hatırlatma süreci yaşanmaya başlanmıştı. Sular yükseliyor her taraf sular altında kalıyordu, başka bir dünya oluşuyordu sanki... Bir hikmet olarak, hep İslama ve Müslümanlara zulmeden, haksızlık yapan, zarar veren, düşmanlık besleyen ülkelerin coğrafyaları deliniyor, su ile doluyor ve yer yüzünden siliniyordu.
Bu Tufan İslamın düşmanlarının ayrıştığı bir tufan olmuştu. Bilim ve teknoloji marifeti ile güçlenen devletler, diğer devletlerin bil hassa Müslüman devletlerin ilerlemesine hatta yaşamasına dahi izin vermiyorlardı. Kendilerinin izin verdiği kadar hayat hakkı ve ilerleme şansı tanıyorlardı. Bu da sömürülmekti, ayaklar altında ezilmekti…Bu emperyal güçler, bilhassa İslam dinini ve manevi hayatı fantezi gibi görüyorlardı. Onun için bu tufan İslam düşmanlarınımn bir Tufan’ı oldu. İslam’ın sahibi olan Cenabı Hak kendi dinini korudu, Müslümanların daha fazla ezilmesine izin vermedi. Hem İslam ve Müslüman düşmanlarına bir ders vermek, hem de Müslümanlara Kuran’ın emirlerine gereği gibi uyarak bu zillete bir daha düçar olmamaları için bu Tufan’ı verdi.
‘Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı (islamı) biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız. (Hicr/9)
Başta Büyük Biritanya adası, İngiltere yok olmuştu. ‘Üzerinden güneşin batmadığı ülke’ diye anılan Britanya Krallığının kendisi batmıştı.
İngiliz Krallığı yaşamını İslam ülkelerinin sömürü ve felaketine endekslemişti. Tarihin her döneminde İslam aleminin gelişmesine ve güçlü bir islam devletinin yaşamasına mani olmuştu. Çeşitli entrika, siyasi ve askeri güç kullanarak, o ülkeleri bölerek yok etmişler, sömürgeleştirmişlerdi. Biritanya Krallığı yüzünden güçlü islam devleti kurulamamıştı. Osmanlıların yıkılışını onlar sağlamış. İslamın Halifesi olan Osmanoğullarının Arabistandan ve ortadoğudan kanlı bir şekilde çıkmasına sebep olmuşlardı. Bu Krallık Hindistanda, Pakistanda, dünyanın dört bir yanında Müslüman toplulukların hayatlarını karartmıştı.
Varlığını müslümanları sömürerek sürdüren Biritanya Krallığının adaları ayaklarının altından kaymaya başlayınca ve sular en yüksek binaların tepesiden, dağların zirvesine kadar yükselince durumun vehametini fark etişlerdi. Kraliçenin gücünden daha büyük güç olduğunu gömüşler, yaptıkları zulüm, haksızlık ve sömürünün cezasını çekmeğe başlamışlardı. Kısa sürede ada sulara gömülmüş, dünya ingiliz belasından kurtulmuştu. Artık İngiltere diye bir devlet ve Büyük Britanya adaları diye bir yer yoktu.
Avrupada sular altında kalmaya başlamıştı. Önce iber yarımadası batmıştı. Portekiz, İspanya Müslüman Endülüs Emevi Devletinde yaşayan Müslümanlara layık gördükleri soykırımı misliyle yaşamaya başlamışlardı. Çünkü onlar Endülüste yaşayan müslümanlardan çoluk çocuk, kadın erkek hiç canlı bırakmamışlardı. Sokaklar kan gölüne dönmüştü.
Endülüs Emevi Devleti bulundukları Endülüste fetih yapmaktan çok , bilim , kültür, sanat alanlarında çalışmalar yapmışlar ve bu konularda oldukça ileri gitmişlerdi. Başkenti Kurtuba olan büyük bir bilim, kültür, sanat merkezi durumuna geldiler. O tarihte Avrupa banyo yapmayı bilmezken, Kurtubanın hamamlarının musluklarından birinden sıcak su , birinden soğuk su akıyordu. Avrupa'dan birçok öğrenci Endülüs'e gelerek öğrenim yapıyorlardı. Avrupalılar birçok şeyi de Endülüs Emevilerinden öğrendiler. Avrupa kültür ve medeniyetinin oluşumunda Endülüs Emevileri'nin katkısı tartışılmaz bir gerçektir. Bu Müslüman ve medeni devlet Hıristiyan İspanya krallıklarının baskıları sonucunda yıkıldı, miladi 1492 yılıydı. Yaklaşık 800 yıl süren İslam hakimiyeti böylece sona ermiş oldu. İspanyollar işgal ettikleri yerde her şeyi yakıp yıktılar, Müslümanları ve Yahudileri öldürerek yok ettiler.
Allah o masum ve mazlumların ahını yerde bırakmamıştı. Şimdi de Madrit sokakları su yolu oldu. Adaları sular altında kalan ne İspanyol ve ne de portekiz diye bir ülke kalmamıştı. Tarihten ve coğrafyadan silinip gitmişlerdi.
Afrikanın en ücra köşelerinden, Fas, Tunus, Cezayir ve Libya kadar tüm ülkenin zenginliğini ülkelerine taşımak için, oradaki fakir, silahsız ve savunmasız Müslüman halkına oransız cüç kullanarak insanları kendi ülkelerinde, kendi topraklarında huzursuz edip, karşı koyanları insafsızca ödürüp, ülkelerini sömürgeleştiren Fransa, Hollanda, Bekçika gibi Ülkeler de sular altında kalmış, kendi topraklarında boğularak can vermişlerdi. Kilometrelerce uzak diyarlara giderek insanları huzursuz eden, katleden Avrupalı bu milletler, kendilerini ayrıcalıklı sayıyor ve asla kimsenin kendilerine zarar vereceğine inanmıyorlardı. Çünkü Avrupalıydılar…ancak asla kendilerine ulaşılamayacağına inanan bu milletler Allah’ın gücüne teslim olmuşlardı.
Deli Petrosundan, Akıllı Leninine, Zalim Stalinine kadar, kendisindede birazcaık güç hisseden tüm Rus yöneticilerinin birincil işlevi Türk ve Müslüman ülkelerini perişan etmekti, batırmaktı. Bu Osmanlıda böyle oldu, Kafkasyada böyle oldu, Orta Asyada altı yedi devleti böyle batırdılar. Ermenileri, Kürtleri böyle kışkırttılar. Kimsenin zerre miskal kötülüğü yanına kalmayacağı için Onların bu düşmanlığının karşılığı olarak Onlar da Tufana düçar oldular. Ülkeleri, üstesinden gelemeyecekleri kadar sularla doldu. Buzlar altındaki Baltık Denizinin buzları çözüldü, Sibiryadan başlayarak yükselen sular bütün Rusyayı yuttu. Ne Moskovada altın kubbeli katedralleri kaldı, ne de Kremlin Sarayları kaldı. Müslümana acımayana Allah’ta acımadı.
İsrail oğullarına peygamber dayanmıyordu. Hep Allah’a isyan eder, çoğu kere de peygamberlerini öldürürlerdi. Allah ta onların başına belalar vermişti. Hayatları savaş sürgün ve hakka isyanla geçerdi. Ömürleri Allaha isyanla geçen bu maraza ırkın her zaman zulmedeceği bir gurup, Allah’a inanmış müslüman topluluğu olmuştur. Dün kendi peygamberlerine isyan eden hatta onları öldüren İsrail oğulları bugün de filistinli müslümanları öldürmeye, yerlerinden ve yurtlarından atmaya çalışmaktadırlar. Onlar hem bu dünyada hem de ahirette cezalarını çekecek rezil rüsvay olacaklar. Allah’ın vaadi var.
Dengesi bozulan tabiat İsraillilere insanların veremediği korkunç bir ders vermişti. Önce Lut gölü kabarış, İsrailin üstüne üstüne gelmiş. İsrailliler gölün deniz seviyesine yükselmesine sevinmişlerdi. Ancak kısa sürede gölün suları öylesine kabarmış, öylesine coştu ki, devleşen sular evlerin çatılarına kadar yükselmişti. Bütün Yahudiler sularla boğuşmaya başlamışlardı. Lutun tuzlu suları yahudilerin gözlerini yakıyordu. Allah burada bir mucizesini daha gösterdi. Gözlerini yakan tuzlu su kısa süre sonra gözlerini akıtarak kör ediyordu. Gözleri kör olan Yahudiler acı içinde figan edip bağırıyorlardı. Ne tutunacak bir dal ne de acısını dindirecek temiz bir avuç su bulabiliyorlardı. Yahudi hep suya hasrettir, gene suya hasretleri dinmiyordu. Kısa surede onlar da belalarını bulmuşlardı. Artık İsrail diye bir dvlet ve vaad edilmiş toprak yotu. Allah dünyayı Yahudinin zulmünden temizlemiş ve onları haksız kazandıkları Lut gölünün suları ile boğmuştu.
“Lût -aleyhisselâm-'ın karısı, fâsıklarla beraber olduğu için seviyesini kaybetti; fâsıklaştı. Ashâb-ı Kehf'in Kıtmîr'i (köpeği) ise, sâlihlere bekçilik yaptığı için kelplikten (köpeklikten) kurtularak insânî vasıf kazandı.”
Denizlerin kabarıp, karaları basmasından Kuzey Amerika da nasibini almıştı. Suların altında kalan yüksek teknoloji hurda yığınına dönmüştü. Sular altında kalıp kısa devre yapan, bağlantıları kesilen teknoloji iptal olmuştu. Amerikada uçaklar hangarlarda kalmış, gemiler limanlardan sökülmüş, almış başını gitmişti. Ne güdümlü füzeler ne de bunlara yön veren insanlar kalıştı. Yüksek binaların yahut dağların tepelerine kaçabilen insanlar da telaş, keder ve panik içinde aç bi işlaç, tavuk gibi tünedikleri yerden yaşama şanslarını zorluyorlardı.
Okyanuslar yükselmiş, bir kızılca kıyamet kopmuş, ülkenin dört bir yanını su basmıştı. Ne ülkeyi ağ gibi saran yolları, ne de yolları dolduran arabaları artık yoktu. Artık Zenci kölelerinin sırtlarına binip sulardan kurtulabilme imkanları kalmamıştı. Yerin 4-5 kat altından, göğe doğru yükselen 50-100 katlı gökdelenleri yarı beline kadar su ile dolmuştu. Bir zamanların rüya kenti, yüsek bina, zina ve eğlencenin simgesi olan New York artık bir su sarnıcı, bir lığırt gölü olmuştu.
İslamı aşağılayan, müslümanları potansiyel terörist görüp ülkelerini işgal eden, evlerine tankla giren ve o ülkeyi sömüren çirkin Amerikalı başa çıkamayacağı bir felaketin girdabında bogulmakta…Artık ne uçağı, ne tankı, ne topu tüfeği ne de ülkesi kalmıştı.
Bir avuç günahsız kulunu ‘ Ehli Kehyf ashabı gibi’ kuşun kanadında koruyarak Amerika’ yı coğrafyadan silmeyen Allah burada da adaletini göstermişti.
Osmanlı Padişahları Cuma selamlığına çıktıkları vakit halk yolun iki tarafına dizilir, padişaha ’Senden büyük Allahın var… diye alkış tutardı. Amerika denilen Süper güç te kendisinden daha super Güç olan bir varlık olduğunu anlamıştı. Fakat çok geç kalmıştı.
Bilim adamları, din adamları, kahinler, falcılar, astrologlar ve daha nice ukala dünyalı; dünyanın yaşadığı bu felaket karşısında çareler aramaya, ülkelerini kurtarmaya, evrenin sırlarına ulaşmaya çalıştılar. Artık her kes bu hayatın bir sonu olduğuna inanmıştı. Sona ulaşmadan önce ki durakta olduklarının da farkına varmaya başlamışlardı.
Anladılar ki bir gemide yolculuk yapıyorlar. Gemiyi kırıp dökmeden, su aldırmadan, aralarında kavga niza çıkarmadan, hep birlikte, sağ salim güvenilir bir limana yanaşmak zorundalar. Biliyorlar ki; Gemi ne kadar sağlam, yolcular ne kadar gayretli olursa olsun, eğer şiddetli bir kasırga, bir fırtına, kuvvetli bir rüzgar eserse gemiyi çör çöp gibi savurur atar, dalgalar üstünden aşar ve balıklara yem olurlar.
O halde önce Allahtan gelecek felaketlerden korunmak için Allaha inanacak ve Ona ibadet edecek, ondan, yardım ve merhamet dileyecekler.. Sonra bir birlerine saygılı olacaklar. Birlikte üretecekler, birlikte tüketecek, hakka hukuka riayet edecekler. Çevreye duyarlı olacaklar. Çevreyi koruyacaklar.
Şimdi; Bir müminin öldürülmesinin Allah katında bütün dünyanın yıkılmasından daha önemli olduğunu öğrenmişlerdi.






















6. TİAMATLAR

Tufandan sonra yeni bir dünya oluşmuş, oluşan yeni dünyada, bir çok devlet kurulmuştu. Fıratın ikinci deltasında da Tuziye adında bir ülke kurulmuştu. Ülkeyi Tiamatlar sülalesi yönetiyordu. Tiamat Krallarının soyu Tufandan kurtulabilen Yahudilere dayanıyordu.
Türklerin çoğu Anayurtlarına çekilmişlerdi. Kafkasya ve Ortasyada Müslüman halk yaşıyordu.
Tufandan sonra bile insanlar, Allah’a gereği gibi inanmıyor, Bazı krallar kendilerini İlah sayıyor, İlahlıklarını iddia ediyor, bazıları İlahların yer yüzündeki vekilleri olarak nitelendiriyorlardı. Kurulan devletlerin yönetim biçimleri Krallıktı. Toplumları kendi çıkarlarına, kendi keyflerine göre koydukları kanunlarla yönetiyorlardı. Bunun tabii sonucu olarak ta yalnızca kendileri mutlu oluyordu. Toplumu ne insan yerin koyuyor, ne de mutlu ediyorlardı. Güçlü orduları ile kendi halkını ezerek varlıklarını devan ettiriyorlardı.
Tiamatlar, kolaylıkla ulaşılamayacak saraylarında, sırça köşklerde yaşıyorlardı. Kayaları yontup ev yaptırmışlardı. Bu da onların gücünü gösteriyordu. Kayaların içine açılan büyük oyuklara yapılan binaların konumuna ve sağlamlığına güveniyorlardı. Hiçbir füze, hiçbir bomba bu binalara isabet edemezdi ve bunlar asla yıkılamazdı. Ayrıca bu binaların kendilerini her türlü azap ve yok olmaktan koruyacağına inanıyorlardı.
Tiamatlar Çevrelerinde ki devletlere göre daha kuvvetliydiler. Zenginliği, refahı, teknolojik gelişmeyi gösteren ihtişamlı ve debdebeli bir hayat sürüyor, Allah'ı bırakmış, başta Kralları olmak üzere, başka şeylere secde ettiriliyorlardı.
Onların sapıklığa düşüşlerinin nedeni, şeytanın onları, kendilerinden daha güçlü varlıkların olmadığına inandırmış olması ve bu fısıltıdan hoşlanmalarıydı.
Kendilerinin insan üstü bir soydan geldiklerini iddia eddia ederek İlahlıklarını sürdürüyorlardı.
Kimseye hesap vermiyorlardı.
Yönettikleri halkla kendi soyları ve askeri güçleri aynı ırktan değildi. Halk karışık etnik guruplardan oluşmuştu. Türkmenmenler, Acemler, Araplar, Yahudiler , bunlardan başka daha yetmiş iki buçuk milletten adam vardı. Halkın belli bir dini yoktu. Genel olarak Krallarına tapıyorlardı, yahut tapıyor görünüyorlardı. Gizli gizli de olsa Müslüman,Yahudi ve Hıristiyanlığa inananlar vardı. Daha başka bin türlü inança zebun olanlara da raslanıyordu. Halk genellikle fakir ve yoksul bırakılmıştı.
Türkmenmenler, yüksek dağların eteğinde, ormanlarda yaşıyorlardı. Genellikle hayvancılık yapıyor, tarımla uğraşıyorlardı. Ülkelerine bağlı, vergilerini veren, namuslu insanlardı. Tamamı müslümandı. İslami kurallara uygun yaşıyorlardı. Saray Türkmenmleri sevmiyordu. Krala inanmadıklarını biliyordu. Bazan bu yüzden yüzlerce insan öldürülüyor, soy kırım yaşanıyordu, sınırdışı ediliyorlardı.
Acemler devlete yakın adamlardı, farklı bir inanışları vardı. Kral onlara güveniyor, onlar Krala güvenmiyorlardı. Çoşdarların çoğu Acemlerdendi. zaman zaman yönetime katıldıkları da oluyordu.
Yönetim genellikle İsraillilerden oluşuyordu. Yahudi politikası uyguladıkları için yötimde başarılı oluyorlardı. Bunlar ne ülkedeki karışıklığa karışıyor, ne tanrısızlığa bakıyor, ne de kimse ile çatişiyorlardı.Başlarını eğiyor, işlerini yapıyorlardı. Paraya olan hassasiyetlerinden dolayı her şeyi rüşvet ile, para karşılığı yapıyorlardı. Her ne kadar Krala tapıyor görünüyorlarsa dagizli gizli ya Hz.Musa’nın yasalarını benimsiyor, yahutta hiçbir şeye inanmıyorlardı. görünüy
Tiamatlar saraylarında haremler kurmuşlardı. Hiçbir Tiamat hanedan mensubunun belli bir eşi yoktu. Kral Neccaftay’un kendine ait bir haremi vardı. Yabancı ülkelerden satınaldığı güzel cariyelerden oluşuyordu. Baş Komutan Rızvar’inin ayrı bir haremi vardı. O da haremini dışardan getirilen cariyelerden kurmuştu. Diğer yöneticiler de kendi güç ve konumlarına göre harem kurmuşlardı. Hepsinin haremlerinde onlarca güzel cariyeleri vardı. Bu cariyeler her ne kadar kendi efendilerinin hizmetlerini görmek için toplanmışlarsa da, yalnızlık, şehvet ve boş gönüllerini eğlendirmek için sarayda rastladıkları, yahut tuzaklarına düşürdükleri her erkekle rahatça düşüp kalkıyor, zina kol geziyordu.
Kral’ın cariyelerden doğacak iki erkek evladı yaşıyabilirdi. Kız çocuklarının ve diğer erkek çocukların yaşama şansı yoktu, derhal öldürülürdü. Kral’ın yaşayan iki oğlundan büyüğü “Kral Veliaht’ı, diğeri de askerin başında bulunan “Baş Komutan Veliaht’ı olarak yetiştirilirdi.
Baş Komutanın cariyelerinden olacak erkek çocuklardan da biri yaşayabilirdi, diğer erkek çocukları ve kız çocukları derhal yok edilirlerdi. Yaşama şansı olan erkek çocuk ta Kral Vekili yahut Baş Vezir olarak yetiştirilirdi.
Böylece yöenetime yabancı kimse karıştırılmazdı. Hanedanlıktan Cariyeler yabancı uyruklu oldukları için, ana tarafından akrabalık ta olmazdı. Yönetim Tiamatların kontrol ve bilgisi altında devam ederdi.
Tiamatlar ve Yöneticiler hakkında kötü düşünmek hatta fikir yürütmek ve aklınca alternatif yönetim bulmak günah sayılırdı. Cezası çeşitli zulüm, işkence ve sonunda ölümdü.
Haremde ki cariyelerden biri yahut ikisi haremin hanımı olabiliyordu. Yani evin efendisi cariye ile beraber oluyor ve onu evin hanımı yapıyor. Böylece cariye kendi hanımını yahut kendi kralını doğuruyordu. Bu sistem bir bakıma kıyametin alametini oluşturuyordu.
Kralın yaptırdığı yüksek binaları, daha düne kadar ayağı yalın, başı çıplak sürülerin peşinde çobanlık yapan Müteahitler yapıyordu. Bütün beceri ve deneyimleri birkaç yıllık inşaat ameleliği olan Müteahitler, ehil olmayan insanların iş başına geçmesinin isbatıydı. Depremler çoğalmıştı. Sık sık meydana gelen depremlerde binlerce insan ölüyordu. Buna rağmen Insanlar yüksek bina yapmakta birbiriyle yarışıyorlardı. Bir kıyamet alameti gibiydi.
Gök üçte bir yagmurunu azaltmış, yer üçte bir bitkisini vermiyordu. Bulutlar ülkenin üzerinde keyfsiz salınıyorlardı. Giderek kuraklık çoğalmış, Yer demir, gök bakır olmuştu. Ömürler kısalmış bereket azalmıştı. Büyük kıtlık olacak diye endişe ediliyordu. İnsanlar açlıktan kıvranıyor, ilimsiz sevgisiz ve acımasız kalmışlardı..

Kral Neccaftay sarayında her an hazır beklettiği kahin ve büyücülerinin yardımıyla, küçüklü büyüklü, kurnazca hileler ve oyunlar oynayıp cahil ve korkak halkını korkutarak İlahlığını devam ettiriyordu. Zamanla oynadığı bu oyunlara kendisi de inanarak gerçekten bir Tanrı olduğuna inanmıştı.
Çevresinde ki adamlarına güvenmezdi, akıl danışmaz, sırlarını açmazdı. Neccaftay göz kamaştıran zenginliğinden ve çevresindeki adamların yalakalığına inanıp, gücünden etkilenerek bir tanrı gibi davranırdı.
Tiamatlarda halkın inandığı , daha doğrusu inanmadığı bir sistem vardı ona ‘din’ diyorlardı. Korku ve sevincin, tabi afetlerin, zenginlik ve yoksulluğun kaynağı Kral idi. Krala inanan, ainlere katılıp dua eden ona yakın olur, O da onları mutlu edeceğine inanırlardı.
Tiamatlarda “Din Adam” ı sınıfı vardı. Din ve ainler yalnız “Çoşdar” adı verilen özel bir sınıf tarafından yönetilirdi. Dini yalnız Çoşdarlar öğretir ve Onlar uygulardı. Çoşdarlar her şeyi bilirdi. Çoşdarlara Kral bile karışmaz, hatta Kral’ı onlar yönlendirirlerdi.
Çoşdarların başında, Çoşdar Başı bulunurdu. Çoşdar Başının adı, NocCed idi. Şan, şöhret, azamet demekti.
Ülkedeki cami, kilise, havra yoktu. Resmen yoktu. Bu mabetlerde ibadet eden insanlar evlerde yahut yer altında birleşip ibadet ediyorlardı. Yalnız kendi mabetleri vardı, Kralın güç, kuvvet ifade eden, ürkütücü heykellerinin bulunduğu bu mabetleri, de onlar yönlendirirdi. Ainlerde Çoşdar Başının istediği konuları, istediği biçimde işliyorlardı. Onlara harama helal, helale haram dedittiriyorlardı. Din hayatını çok sıkı denetim altıda almışlardı.
Sistemin özünde halk cahil olarak kalacak, bir sürü safsata ve hurâfe din olarak anlatılacak, dini taassup öğretilerek insanlar Kral’ın ve Çoşdarların kölesi olarak yaşıyacaklardı.
Saray laikti. Kral İlahtı, NocCed zındıktı.


Mahkeme işine de Çoşdarlar bakardı. Yani adalet dağıtma gibi bir fonksiyonları olmasına rağmen hiç âdil değillerdi. Başka bir ifade ile hep taraf olmuşlardı. Ya Kralın, yahutta güçlü olanın tarafını tutuyor, halkı ve bilhassa zayıfları eziyor yahut ezilmesine sebep oluyorlardı. ilim irfan öğretilmezdi, cehalet artmıştı.
Peygamberimiz: “Kadı zulmetmedikçe, Allah onunla birliktedir. Zulme yer verdiği zaman onu terkeder, artık şeytan onunla beraber olur. (1) ” Şeytanın uşağı” olmuş bir Çoşdar’ın kadılık işlerini görmesi, halkın anasını bellemsi demekti. Anasını belleyen kadı olunca, halkın şikayet edecek başka bir yeri kalmamıştı..
Tiamatlar yöneticileri canlarının istediği kuralı uygular, istemediklerini uygulamazlardı. Bil hassa ceza kurallarını büyük bir zevkle uyguluyorlardı. İnsanlar için “Hak”olan kurallar hiç yoktu. Hep görev ve ceza vardı.

İçerde ve dışarıda ülkenin güvenliğini sağlayan askerler de uzak ülkelerden parayla tutulmuş eğitimli insanlardı. Modern teçhizatlı, acımasızdılar. İnsanları sorgusuz sualsiz öldürebiliyorlardı. Halkın ezilmesi, işkence görmesi, çile çekmesi onları hiç ilgilendirmiyordu. Onlar yalnız para ile ilgileniyorlardı…Onlar için önemli olan maaşlarıydı, kazandıkları paraydı.

Bunlar, asılları ve soyları belirsiz insan topluluğuydu. yeryüzüne dağılmışlar ve insanlara saldırıp, kentleri yakıp-yıkarak harabeye çeviriyorlardı. " Ye'cûc ve Me'cûc” gibi…

Ye’cüc Me’cüc kıyametin alametlerinden biri olarak bilinir. Kıyâmetten önce çıkacak yeryüzünde bozgunculuk yapacak, işleri, bozacak, memleketileri, harap edecek, önlerine geleni tahrib edecek soysuzlardır. Aslı ve soyu belirsiz, Ayakkabıları kıldan, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi kat kat deri ile kaplanmış, gözleri küçük, çekirge gözü gibi, göz kapakları şiş ve kirpiksiz, burunları yassı . Din ve millet tanımaz bir topluluktu.
Bu tayfanın şerrinden dünyayı korumak için Zülkarneyn, Türkmenlerin kuvvet ve yardımıyla set yaptırmıştı. Gene de başa çıkamamış, Zülkarneyn'in önlerine yaptığı sedi yıkarak yer yüzüne yayılmışlardı. Kimse onların önünde duramıyordu. Önlerine çıkan suları içip kurutacak kadar kalabalık ve zararlı kimselerdi. Rasladıkları her şeyi bozup, alt üst ediyorlardı. Halkın feryadı dünyayı dolduruyordu.
Tiamatların rejimi büyük bir korku rejimiydi. Bu rejinin uyulanmasında milyonlarca insan söz konusu yönetimin baskıcı ve totaliter uygulamaları nedeniyle hayatını kaybetmişti. İktidarını ancak şiddetle muhafaza edebilen bu rejimin en acımasız ve en vahşi uygulaması, tüm halk için kenilerine özel düşünce tarzı oluşturmasıydı. İktidarın bu katı kurallarına uymayanlar acımasızca yok edilirdi.
Tiamatların kanları kötülükle yuğrulmuştu. Öyle ki bir kimseyi sevinçli görseler; kendilerine kötülükleri okunacağını düşünerek renkleri sararırdı. Yani insanların mutlu olması onları mutsuz kılıyordu. Cinâyetler çoğalmış, fitneler zuhur etmişti. Ülkede ölümü isteyen insanlar görülmeğe başlanmıkştı.
Tiamatlar dünya nimetlerine göz dikmişlerdi. Her nimete imrenerek fakat şükürsüz bakıyorlardı. Bunlara sahip olabilmek için her yola başvuruyor, sonunda o nimete bir türlü kavuşuyorlardı. Dünya nimetlerinin geçici şeyler olduğunu hiç düşünmüyorlardı. Kendi kendilerini şanssız ve şerefsiz bir hayata sürüklemişlerdi. Yaşamları hırs ve hınçtan ibaretti. Halkı öylesine baskı altına almışlardı, öyle fakirleştirmişlerdi ki, halk yaşadığına şükreder olmuştu. Fakirlikten bıkan halk şans oyunlarından, piyangolardan ve at yarışlarından medet umuyodu. Çünkü başka türlü zengin olmaları, rahat yaşamaları mümkün değildi.
Basın yayın da sarayındı yani resmi idi, izin verildiği kadar işleyebiliyordu, sansürlü bir haberleşme vardı ve halk her şeyin farkındaydı, hiç birisine inanmıyordu. İnsanları kendilerine kulluk ettiriyor, onların hak çağrısına kulak asmıyor, ekilen kötü tohumdan kan ve göz yaşı biçiliyordu..
Kral Neccaftay bir gün, görkemli özel uçağına binmiş, sarayın dışına çıkmıştı. Gittiği yerde hem koruma hem de bir nostalji olarak arkasında askerler yürüyordu. Gene ellerinde iki başlı dört ayaklı Kartal filamalar taşıyan, kılıçları, kalkanları parlayan bakımlı küheylanlarının üstüde, haşmetli askerleri iki yanını tutmuştu. Halk onları görünce yerlere kapanır, başlarını eğer, uçurulmaya hazır boyunlarını uzatırdı. Gene herkesin başını eğip boynunu uzattığı bir andı, Zavallı bir köylü, aç bi ilaç kalmıştı. Ellerini açarak, Kral’a,
-anamız ağladı, bize acıyın, biraz yiyecek verin, diyerek yalvardı, Kral’ından “merhamet” dilemişti. Kral, Köylü’nün sızlanışını duymuş, askerlerine,
-şu köylünün anasını ağlatın da, ana nasıl ağlarmış öğrensin, hem de ben biraz eğleneyim demişti de...hemen oracıkta köylünün başı vücudundan ayrılmıştı
Kral Neccaftay’un gözleri dünya malından başka hiçbir şey görmüyor, asla yukarıya çevrilemiyordu. Bu yüzden bütün iyilik arzuları sönmüş, içinde merhamet filizlenmiyordu.

Aslında Kral Neccaftay gelişmesi yarım kalmış kurtları andıran şekilsiz yaratıklardan başka bir şey değildi. Bu sevgisizliği, kibir ve gururu yalnız onu mahvetmekle kalmayacak, soyunu sopunu perişan edecekti, Hanedanlığı zulüm, kibir ve gurur yüzünden bu yükün altında ezilecekti. Onun için içlerinden biri çıkıp yüksek erdemlere mirasçı olamamıştır.
Allah bir kimsenin dostu değilse, bütün insanları kendisine dost edinse bile onun hiç dostu yok demektir. Sonunda o zarardadır ve aciz bir yaratıktır. İsterse bütün koruma araçları ve insanların bildikleri tüm güçler onun için biraraya gelmiş olsun.
İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Allah’ta merhamet etmez” Hz. Muhammet…















7. TEFNUT

Bu toz duman içerisinde, sarayda gözden kaçan çarpık olaylar da yaşanıyordu.. Hareme kapatılan cariyeleden her biri Kral Veliahtı doğurmak, Kral anası olmak istiyordu. Ama kimse olamiyordu. Kral Neccaftay elli yaşına basmıştı, hala bir çocuk sahibi olamamıştı. Çünkü Kral kısırdı. Ne tıbbın gelişmiş robotları ne de canlı hücreden adam yaratmaya çalışan labratuarları Kralın derdine çare bulamamıştı. Yemediği ot başvurmadığı kocakarı ve yatmadığı cariye kalmamıştı ama nafile, hiçbir sonuç alınamamıştı.
Aslında Kral’ın çocuğu olmaması halk için daha hayırlıydı. Dünyaya böyle canavarlar gelmesiniden, ülkenin ve halkın başına bela olmalarındansa, bu hanedanlığın kökünün kuruması, halkın bunlardan kurtulması daha evla idi. Ancak Allah bu zorba ve azgın kullarına bu dünyada fırsatı vererek, onların kıyamete kadar kabir azabı çekmelerini ve kıyamet günü hesap vermeye o ceza ile gelsin ve cezasına itiraz edecek yüzü olmasın diye onlara fırsat vermişti.
Sarayda her kapıyı teklifsizce açan, kimsenin “la havle” demeye cesaret edemediği, adamlar vardı. Bunlardan biri adam-azmanı, Cellat Başı Zibari idi. Biri ülkenin din hayatını yöneten Çoşdar NocCed idi. Baş Vezir Avâri idi , Bir başkası Baş Komutandan sonra en yetkili subay olan Baş Asker Pyog. Bunlar her cariyenin bildiği önemli şahıslardı ve her cariye ile yatar, onları hamile bırakırdı. Hamile kalan cariyeler çok şiddetle cezalandırılır, erkekler ahlaksızlıklarına devam ederdi. Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, Tiamatlar’ın sonunu hazırlıyordu. Bunlar da kıyametin başka bir alametlerindendi.
Tefnut, Yahudi asıllı güzel, şuh ve akıllı bir cariyeydi. Bu cariye Cellat Başı Zibari ile yatmış, ondan hamile kalmıştı. Hamileliğini nasıl saklayacağını yahut karnındaki piçten nasıl kurtulacağını düşünürken, aklına müthiş bir cinnik geldi; bu çocuğun Kral’ın dölü olduğunu, Kral’dan hamile kaldığını, doğacak çocuğun Kral’ın çocuğu olduğunu Kral’a yedirmeyi deneyecekti. Bunun için Kralı odasına davet etmişti.

Çeşitli ot ve kökleri havanda döverek, bal ve sütle karıştıp macun hazırlamış. Bunu da Kral’a yedimrye çalışacak, Onunla döl tutmasını sağlatacağına ikna edecekti.
Kral, Tefnut’un davetini kabul etmiş, odasına gelmişti, Kral’a,
-Yüce Kral’ım, bizim ülkede senin gibi güçlü erkekler sağlam döl tutturmak için bu macundan yer ve her birinin onlarca çocuğu olurdu. Ben de bu macunu sana hazırladım. Bundan çokca yiyip, birkaç hafta beraber olursak, mutlaka bizim çocuğumuz olacak, dedi.
-Nereden bilirsin, denenmiş midir?
-Elbette denenmiş, hemde çok iyi sonuç alınmıştır. Bir iki kaşık macun yemenin ne zararı olur ki?
Kral ümitlendi, bu teklif içine ışık gibi doğdu. Hemen macunu kaşıklamaya başladı. Bir yandan da şüphe kıvılcımları çakıyordu. “o kadar uğraş verdim, kimse derdime çare bulamadı. Bu iş bir kaç kaşık macunla mı olacak? “ Tefnut başkasından yükleneceği çocuğu bana mı sahiplendirecek…diye aklından geçirdi.
Daha sonura “Tiamatlar Hanedanlığının devam etmesi ve ülkenin Kral’sız kalmaması için, bu şuh cariyeyi kim döllemiş olursa olsun ben bir çocuk sahibi olacaksam bunda ne sakınca var?” Diye düşündü, bundan memnun bile oldu.…bir kaşık macun daha attı ağzına, inanmış gibi...
Kral Neccaftay iki hafta aralıksız Tefnut’a geldi. Onunla yattı kalktı. Tefnut bütün saraya hamile kaldığını, Kral’dan şehzade beklediğini yaydı. Kral’ın yürüyüşü bile değişti. Krallığının keyfini çıkarıyordu, görkemli ve heybetliydi. O ana kadar zalimliğin elinde esir, Allahtan ayrı kalmış sefil bir ruh olan Kral Neccaftay’un şimdi içide yeni bir hayatın haşmeti alevlenmişti. Soyu sopu devam edecek, Tiamatlar hanedanlığı sürecekti. Kralın çocuk sahibi olması şerefine sarayda ve ülkenin dört bir yanında törenler düzenlendi, şenlikler yapıldı. Çoşdarlar dualar etti, yarışmalar oldu, çengiler, canbazlar, perendebazlar ve her hüner sahibi hünerini göstermiş, Kral’dan kıl koparmaya çalışmışlardı.
Günler, aylar ilerledikçe Tefnut’ın karnı büyüyor, Kral Neccaftay, her gün Tenut’un odasına gelip, Tefnut ile beraber oluyor, çocuğunu seviyor, ümitle doğacak günü bekliyordu.
Dokuz ay dolmuş, Tefnut doğum sancıları çekmeye başlamıştı. Kral, doğumda bir terslik olmasın diye komşu ülkelerden hekimler getirmiş, her şeyi kontrol altına almıştı. Tefnutın ağrıları dayanılmaz olmuş, bir türlü çocuk gelmiyordu. Hekimler müdahale etmek üzereydi ki doğum gerçekleşmeğe başladı. Başta Kral Neccaftay olmak üzere herkeste büyük bir heyecean ve sevinç vardı. Kral halk’a yansımayan lütuflarda bulundu. Tefnut’un yattığı yer süslendi, çocuğa kuş tüyü yataklar, hazırlandı. Hekimlerin de yardımı ile bir çocuk dünyaya geldi. Çocuk erkekti, çocuk denirse tabi…
çocuğu kimseye göstermek istemiyrlardı.
Kral,
-çocuk huzura getirilsin, diye emir verdi. Nedimelerin kucağında, altın sırmalı giyecekler içinde çocuk getirildi. Kral dahil herkes çocuğu ilk defa gördü. Çocuk, görenin bir daha bakamadığı bir acaip yaratıktı. Çocuk hayvana benziyordu. Elleri, yüzü kıllıydı, kepçe kulaklı, iri bir yaratıktı. Hekimler düzeleceğini söylediler.
Çoşdar Başı NocCed geldi, çocuğu kucağına aldı,
-bakın ey millet babasına, kıralımıza ne kadar benziyor? Diyerek çocuğu dolaylı olarak yasallaştırdı. Çocuğun Kraldan olmadığını O da biliyordu. Sonra anlamsız bir sürü laf söyledikten sonra,
-Yüce Kralımız, adı ne olsun, diye sordu. Kral, babamın adı olan
-‘Daab’ koyulmasını istiyorum, ‘Hurma Çiçeği’ demek, dedi.
Çoşdar Başı çocuğu havaya kaldırarak
-senin adın ‘Daab’ oldu. Herkes sana biat edecek, sen cümle alemin Kralı olacaksın, diyerek töreni bitirmiş küçük Kral’ı annesine vermişti.
Tefnut ne olduğu belli olmayan çocuğu kucağına almış, emzirmeye çalışıyordu... Çocuk bir yaşına geldi, iki yaşına geldi, üç yaşına geldi… yaşı ilerliyordu ama ne konuşa biliyor, ne yürüye biliyor, ne ayakta durabiliyor, ne de adama benziyordu. Yüzü ve vücudu kıllı ve kalındı, kulakları sarkık, iri bir yaratıktı,. Daha çok hayvana benziyordu. Bozuk genli yaratıklar gibiydi.
Aslında Kral Neccaftay, çocuk neye benzerse benzesin, önemsemiyordu. O, çocuğun Kral olup olamayacağına bakıyordu. Çocuk hem yaratılış olarak bir ucube, hem de beyinsel özürlüydü. Ne kendini, ne organlarını taniyabiliyor, ne de kendi dışındaki varlıklarla iletişim kurabiliyordu. Allah, gerçek ve manevi babalarına layık, kalpilerine göre bir çocuk vermişti

Tefnut çocuğunun bu durumundan sonderece üzgündü. Kral’ın da yüzü gülmüyordu. Bu çocuk kral olabilecek miydi? Çoşdar Başı NocCed başta olmak üzere, ülkenin tüm hekimleri, falcıları, sihirbazları bileni bilmiyeni ilgilenmiş, tıbbın bütün imkanlarından, otlardan, ödlerden, kurşundan, bakırdan medet ummuşlar, hiçbir tedavi sonuç vermemişti.
Tefnut üzüntüsünü Cellat Başı Zibari ile yatıp kalkarak gidermeye çalışıyordu. Hiç olmazsa ikinci çocuğunun mürüvvetini görmeyi umuyordu. Zibari ile yattığı günün akşamı mutlaka Kral’la beraber olmaya özen gösteriyor, fırsat buldukça Kral’a,salak macundan yediriyordu.
Bir gün Kral’a,
-Müjde Yüce Kralım! gene döl tutturdun ikinci çocuğumuz yolda, dedi.

Kral bu müjdeye birincisinden daha çok sevindi. Çünkü birinci çocuğun kral olabilme ihtimali zayıf görünüyordu. Ancak bu çocuğu halka şaşalı törenlerle müjdelemeyi doğru bulmadı. Sonu ne olur, ne olmaz diye ucunu açık bıraktı.
Gene hamilelik aylarının sıkıntısı, gene doğum sancıları ve nihayet kazasız belasız doğum gerçekleşti.
Tefnut’un ikinci çocuğu kız olmuştu!
Herkes buz gibi soğudu. Doğumun sonucunu bekleyen Kral’a kimse bilgi vermeye cesaret edemedi.
-maalesef bir kızınız oldu…dedi NocCed.
Kral Neccaftay,
-deerhaal Cellat Başı Zibari’ye verin, hemen boğsun, diye emir verdi, çıktı gitti. Tiamatların kız çocukları yaşatılmaz, derhal öldürülürdü.
Cellat Başı çocuğu aldı, evine götürdü. Yüzüne baktı… hissiz ve sevgisiz, acımasızdı. Kucağında ki çocuk kendi çocuğuydu.“İnsan kendi çocuğunu öldürmez”, gibi bir erdem geçmedi içinden. Parmaklarını çocuğun yüzünde gezdirdi, okşar gibi... Yüzü sıcacıktı. İçi ısınmadı, çocuğun yüzüne baktı, önce ufacaık bir et parçası gibi gördü, canlılığını farketmedi. Ama bu her şeyden habersiz bir insan yavrusuydu, hatta kendi dölüydü. Sonra hayatta bir takıntısı olmasını düşündü, çoluk çocuk sahibi değildi ve çocuğu şimdilik öldürmekten vazgeçti.
Akşam Tefnut’u gördü, Tefnut’un ağlamaktan gözleri şişmişti. Bir erkek çocuk doğuramamıştı ve doğurduğu yavrusunu ölüme yollamıştı, çok ağlamı, sanki içinin yangını yüzüne vurmuştu. Zibari çocuğu öldürmediğini söyledi ve ona nasıl bakacağını sordu. Tefnut sevinçten uçtu, yüzünde güller açtı,
-ona sen bakamazsın, bana getir, dedi. Zibari çocuğu Tefnut’a verdi. Adını “Nut” koydular. İyi mi etti, kötümü, karar veremedi.
Birkaç gün sonra Tefnut kızını sarıp sarmaladı, bir bohça gibi koltuğunun altına aldı, sarayın bahçevanının karısı Sara’nın yanına gitti. Sara birkaç gün önce bir erkek çocuk doğurmuştu. onu emziriyordu.. Tefnut gezinti yapmak için çıktığında Sara’nın yanına gider, Sara’nın oğlunu severdi. Hatta içinden, “bu çocuğu satın alsam, Daabın yerine bunu göstersem, ‘oğlum Daab iyileşti düzeldi’ desem nasıl olur diye geçirirdi. Sara çok güzel, iyi niyetli bir kadındı.
Tefnut, kucağındaki bohçayı açıp,
-bu benim kızım. Biliyorsun bizim kız çocuklarımızı öldürüyorlar. Bunu sana getirdim. Kendi çocuğunla birlikte büyüt. İkimizin arasında kalsın. Sakın kimse duymasın kızımı öldürürler. Ben ara sıra gelirim emzirir, kızımı severim.,. dedi. Sara Küçük Nut’u kucağına alıp, yanağını okşayıp,
-sen meraklanma, benim oğlumla beraber büyürler, demiş, Tefnut Sara’ya yüklüce bahşiş bırakarak saraya dönmüştü.
Tefnut ülkenin Kral’ını doğurma şansı yakalamışken, bunu başaramıyordu. Doğurduğu iki çocuğu da yüzünü güldürmemişti.. Bu şans insana hayatı boyunca bir kere gelir bunu da Zibari ile berbat ediyordu. Zibari ile olumlu sonuç alamamıştı. Zibari insanlara acı çektiriyordu. Onun tohumları acı tohumdu. Acı tohumun meyvesi de acı olmuştu. İş ortağını değiştirmeye karar verdi. Uzun süre kendisini dölleyecek, zina edeceği erkeği düşündü...
Zibari gibi cariyelerle düşüp kalkan ve peşinde dolaşan Çoşdar Başı NocCed olabilirdi. NocCed rahattı, her yere girebiliyordu. Kimse DebtDaab’ın Kralın cariyelerine tecavüz edebileceğini düşünemiyordu. Ama O sapık, tecavüz etmedik cariye bırakmamıştı.
Bir başka aday, Sarayda horozlanarak gezinen eli kırbaçlı Baş vezir Avâri olabilirdi. Avâri Tiamatlar soyundandı. Yakışıklı ve çok yetkili bir Kadiman idi. Fakat bu hanedanlığın soyu kesik gibiydi, O da kısır olabilirdi, boşa uğraşmak istemedi. Bir başka aday Baş Asker Piyog olabilirdi. O da cariyelerin beraber olmaktan hoşlandığı bir üst subaydı. Ancak O da çok ufak tefekti. Yerden bitme bir adamdı. Ne konuşması anlaşılabiliyor, ne de yüzüne bakılıyordu. Çıkık elmacık kemiklerinin şekillendirdiği suratında, kaşsız ve kirpiksiz göz çukurlarına emanet koyulmuş gibi duran bir çift göz, yuvalarından çıkacakmış gibi fıldır fıldır dönüyor, insanlar Onunla konuşurken zihinleri karışıyordu, gözlerine takılıp kalıyor, büyülenmiş gibi oluyordu...
Tefnut NocCed’ı gözüne kestirdi. NocCed yaşlıydı ama dinçti, Tefnut, NocCed’ın bu işi iyi becereceğini düşünüyordu. NocCed ile ilk karşılaştığında,
-Çoşdar Efendi müsait bir zamanda bana uğrar mısın?
-ne vardı?
-bazı sıkıntılarım var, beni rahatlatmanı istiyorum..
-rahatlatırım, yeter ki sen iste, bak nasıl rahat edersin…ilaç gibi gelirim
-bekliyorum
- geleceğim.
NocCed Tefnut’un odasına girer girmez sevişmeye başlamıştı. Tefnut’ta NocCed ‘a cevap vermiş, fuhuş başlamıştı. Sarayda kadın erkek ilişkileri o kadar cıvımıştı ki, ikisi de bir bu işi iyi biliyorlardı, birbirlerini hiç yadırgamadan mesai başlamıştı. Bu mutlu sahne kısa sürmüştü çünkü güçleri bitmişti, ama devam edecekti. Devletin sahibi olacak günah çocuğunu oluşturmaya başlamışlardı.
Tefnut Kral’a önceki davranış ve iltifatlarını sürdürüyordu. Kral bu yapmacık davranışlardan ve ha bire ağzına sokmaya çalıştığı macundan sıkılmıştı.
-sen ne yapmaya çalışıyorsun, bu macunlarla, bu sevişmelerle bir şey mi kazandığını sanıyorsu?
-işte iki çocuğumuz olmadı mı?
-o çocukların benden olduğuna inanıyor musun?
-evet bu macun sayesin de sen tohumladın. Aklına kötü şeyler getirme. Bir kere daha deneyelim, ne kaybederiz?
Kral daha fazla dillendirmek istemedi, Tefnut’un odasına taşındı, Onu göz hapsine aldı, kimseyle görüştürmüyordu. Kendisi de inanmak istiyordu. “Gerçekten döl tutturuyr muyum?” diye merak etmeye başladı. İyice ikna olmak için Tefnut’u tecrit etmeğe karar verdi.
Tefnut’un yanında Kapı Ayakcısına,
-benim haberim olmadan, ben çağırmadan bu odaya hiç kimse girmeyecek, giren olursa bana söyleyeceksin, diye tenbih etti.
Tefnut’a da ,
-sen de benden habersiz odanı terk etmeyeceksin, kimseyi içeri almayacaksın dedi. Kendisi de tüm zamanını orada geçirmeğe başladı. Bir yerlere gideceği zaman Tefnut’u da yanında götürüyordu. Tefnut oyuna devam edemiyordu. Çoşdarla bir kere beraber olmuş, döl tutturamamıştı. Tefnut bu çemberden mutlaka kurtulmalıydı. Kral da sevgi tomurcukları hiç yeşermemişti, Kral kendinden başka kimseyi sevmezdi, aşık falan da olmazdı. Tefnut’un yanına da sırf çocuk sahibi olmak için geliyordu. Eğer Tefnut’un kendisini aldattığını öğrenirse derhal cellat başına verir, öldürtürdü. Bunu bütün saray biliyordu, Tefnut ta biliyordu.
Bir gün Tefnut Kral’a hastalık numarası çekti.

-Kral’ım ben kendimi çok kötü hissediyorum. Korkuyorum, sıkılıyorum. Çoşdar Başı NocCed Efendi bana biraz okusa sizce de münasip midir? Diye yardım istemiş, Kral hemen NocCed’ı çağırmıştı. NocCed Tefnut’la konuşmuş ve Kral’a,
-Yüce Kral’ımız, Tefnut baskı altında kalmış, maalesef çocuk kaybetmiş. Düşük yapmış. Ruhu kıskaç altında, kötü ruhların baskısı altında. Onlardan kurtarmamız lazım. Boş vermeye gelmez, kötü ruhlar elimizden alacak..demiş.
Kral,
-çocuk mu düşürmüş? Çok üzüldüm…o benim çocuğumdu…o halde ne gerekiyorsa yap, onu kurtar, diye emir vermiş. NocCed okuyarak tedavi etmek üzere odada yalnız kalmış, fırsatı ganimet bilmiş, kapı arkasında Tefnut’un işini bitirmiş. Kral’a,
-okudum, kötü ruhları uzaklaştırdım. Arada bir gelip, gene okurum, siz meraklanmayın, demişti.
Tefnut’la Çoşdar bu fırsattan faydalanmış zor şartlarda, kapı arkalarında, orada burada da olsa beraber olmuş hamile kalıncaya kadar devam etmişlerdi..
Tefnut, bir gün Kral’a
-üçüncü çocuğumuza gebe bıraktın…müjde, demiş.
Kral gerçekten kendisinin döllediğine inanmış, daha büyük bir şenlik düzenlemiş, Tefnut’un hamileliğini kutlamıştı.
Tefnut hamile kaldıktan sonra serbest olmuş, sarayın içinde gezmeğe başlamıştı. İlk ziyaretini kızı Nut’a yapmıştı. Kızını çok özlemişti. Onu kucağına almış, koklamış, hasretle bağrına basmıştı. Bahçivan’ın karısı Sara’ya masraflarını karşılamak üzere bir miktar daha para bırakmıştı
Doğum zamanı geçiyordu, hala doğum gerçekleşmemişti. Herkes korkmaya başlamıştı. Kral Neccaftay’un aklında doğacak çocuğun cinsiyeti vardı. Ülkenin kralını doğurabilecek miydi? Kral çocuğunu görebilmek için sabırsızlanıyordu. Doktorlar sağlıklı bir doğum için gerekli hazırlıkları yapmışlardı. Kral doktorlara,
-kız çocuğu istemiyorum. Kız olursa ölü doğsun…anladınız mı? Ölü doğmalı…
Çocuğunu doğuramayan Tefnut rahatsız olmaya başlamıştı. Doktorlar birkaç gün daha beklemekle, hemen müdahale etmek konusunda ikileme düşmüşlerdi. Tefnut iyice fenalaşınca çocuğu almak zorunda kaldılar.
Tefnut’un bir oğlu doğdu... adama benzeyen bir oğlan…ancak çocuk ölü gelmişti.
Kral dellenmişti, isyanlardaydı…doktorlara kızıyor, Tefnut’a kızıyor, etrafını kırıp geçiriyordu. Kral’a en çok koyan da normal bir erkek çocuğun ölü doğmasıydı. Kral gücünün her şeye yeteceğini sanıyordu. Oysa Kral karısını bile hamile bırakamıyordu.

Tefnut boş durmuyordu. O ülkenin kralını doğurmayı aklına koymuştu. Nasıl olsa Kral Neccaftay da doğan çocukların kendi dölü olduğuna inanmıştı. NocCed’ı hem yaşlı, hem çok yavan bulmuştu. Envai çeşit kokularının işkencesi de cabaydı. Hem kir kokuyor, hem yağlı esans kokuyordu. İkisinin karışımı çekilmez oluyordu. Hele ağız kokusu berbattı…tek kelime ile “kenef“ kokuyordu.
Asker Başı Piyog ile iş tutmaya başladı. Yerden bitme Piyog Tefnut’un beline anca geliyordu. Amma iki omuzu arası hava alanı gibi genişti. Piyog Kısa kalındı. Tefnut’ta kısa- kalından hoşlanıyordu, her fırsatta beraber oluyorlardı.
Asker Başı sıkı adamdı. İlk seferinde Tefnut’u döllemişti. Tefnut dördüncü çocuğa gebe kalmıştı.




















8. ŞEYH

Çoşdar Başı NocCed Krala Türkmen sınırına yakın ormanlık bölgede yaşayan Türkmen Tekkesi Şeyhini şikayet etmişti.
-Şeyh Yüce Kralımızın İlahlığını kabul etmiyor ve Tekkesinde adamlarına anlatıyor, adamları da çevredeki köylere yayıyorlar, demiş.
Ormana yakın, köylere komşu kırsal bir yerde bir Türkmen Tekkesi vardı. Tekkenin Şeyhi Şeyh Bani Hazretleri idi. Tekkenin şeyhleri Ahmet Yeseviden el almışlardı. O tarikate mensuptular. Çevresindeki köyler Tekkeden çok memnumdu. İçlerinde İslamiyeti kabul edenler olmuştu.
Kral derhal Şeyhin saraya getirilmesini ve huzuruna çıkartılmasını emretti. Askerler Şeyh Bani Hazretlerini kapıp Kralın huzuruna dikmişlerdi.
Kral Neccaftay,
-benim İlahlığıma itirazın mı var, niye kabul etmiyorsun?
-Sen bizim Kralımızsın. Bize sahip çıkıp, bizim huzurumuzu sağlarsın. İlah olma durumuna gelince, Sen insansın. Bizim gibisin. Doğdun öleceksin. Acıktın yiyeceksin, susadın içeceksin. Üzülecek, sevineceksin. Sen ne dersen de sen Tanrı olamazsın.
-ben ilahım…benim atalarım da İlahtı. Benden sonra benim çocuklarım da Tanrı olacaklar, onların çocukları da…bu böyle sürüp gidecek.
-ne zamana kadar sürecek
-kıyamete kadar.
-kıyamette yeniden dirilecek ve hesaba çekileceğiz. Orada kim Tanrı olacak???
Niçin tanrılık iddiasında bulundunuz diye sul edilirse ne diyeceksiniz, ne cevap vereceksiniz?
-kıyametten sonra kim dirilecek, yahut bu kadar ölüyü kim diriltebilecek? Bu saçmalıklara inanmıyorum, siz müslümanlardan başka kimse inanmıyor.
-Siz Kralımız Neccaftay’sınız. Krallık ile Tanrılığı karıştırıyorsunuz.
Tanrı Yoktan Var eder. Siz Yoktan var edbilir misiniz? Tanrı kullarını nimetlendirir. Nimetler Şükredeni Cennetine, küfredeni de cehennemine koyar.
-sen gene görünmeyen şeylerden bahsediyorsun. Nimetlendirmeye gelince biz de tebamızı nimetlendiririz. Cezalandırır, ödüllendiririz. Bizi niçin küçük görürsün, gazabımızdan korkmaz mısın?
-bir suç işlersek, haksızlı yaparsak karşılığında bir ceza olacağını biliriz. Amma haklı isek niçin korkalım. Kralımız adildir. Kimseyi haksız yere cezalandırmaz..
-benim İlahlığıma inanmamakta haklı mısınız? Siz Müslümanlar olarak görünmeyen Tanrıya tapıyorsunuz da; ben, karşınızda oturan gerçek olan ve bunca güç, kuvvet, yetki sahibi olarak bana niçin inanmıyorsunuz? Şimdi seni affedip göndrmemi mi bekliyorsunuz? Bana inanmıyan ve benim tanrı olamayacağımı etrafına yayan bir Şeyhi affetmem adil oluşumu mu yoksa aciz oluşumumu gösterir? Sana bir teklifim var, Siz Tekke olarak benim İlahlığım ile ilgili konulara halk arasında değinmeyin. İlahlığımı tartışmayın. Ben de sizi görmeyim, duymayım..
-Yüce Kralım, ben aciz bir kulum. Bugün olmazsa yarın öleceğim. Bu nedenle ölümden korkmam. Ben sizi ve bütün kainatı yaratan Yüce Tanrıya inanıyorum. O tektir. Doğrulmamış ve doğurmamıştır. Onun herşeye gücü yeter. O, Kıyamet gününün sahibidir. Ondan başka Tanrı olmaz. Onun Kuranı Kerimde ki adı Allahtır. Seni başımıza Kral eden de Odur. Bizi yaratan da Odur, Yok eden de O olacaktır.
Biz, ‘insanlara Allah’ın emirlerini anlatmak, kötülüklerden sakınmalarını tavsiye etmkle görevliyiz, bunu yapmak üzerimize farzdır.
-Hem teklifimi kabul etmiyorsun, hem de bunları uluorta konuşuyorsun. Başını ne kadar belaya soktuğunun farkında mısın? Benim topraklarımda bana karşı gelmenin, beni küçük düşürmenin, benim Çoşdarlarım ile tartışmanın en azından ölümü hak etmiş olacağını düşünmez misin?
-biz doğru konuşuruz. Aleyhimize de olsa gerçeği söyleriz. Sizin karşınızda söylediğim gibi. Bunu sonu ölüme de gitse gerçek budur. Allaha bir can borcum var, onu da siz alırsınız, kaderimiz buysa önüne geçemeyiz.
Kral, Şey Bani Hazretlerinin pervasız ve korkusuz, direnişini daha fazla dinlemek istemedi. İlahlığını kabul ettirememiş olmasını hazmedemedi ve,
-huzurumdan çıkarın, bir daha görmek istemiyorum..
Şey Bani Hazretlerini Tekkeye kadar götürdüler ve Tekkenin önünde kurşunlayarak infaz ettiler.
Çoşdar,
-gene geleceğiz, her gelişimizde bir adamınızı infaz edeceğiz. Bu infaz Kralımızın İlahlığını kabul edene kadar sürecek, dedi sürdü gittiler.
Türkmen Tekkesinde büyük bir acı ve yas vardı. Kimse ne yapacağını ve ne diyeceğini bilmiyordu. Deviş Fani Hazretleri Şeyhinin Postuna oturdu ve müritlerine şöyle dedi.
-Allah her şeye ve her kese bir kader ve bir sebep yaratmıştır. Şeyhimiz kaderini yaşadı. Sebebini Mevlamız böyle yarattı. O yarattı ki, bunlar oldu. O halde Allahtan Şeyhimize rahmet, gönlümüze sabır diliyelim. Şeyhimizi defnedelim ve heman buradan göç edelim. Göç sünnettir bilirsiniz. Bu da Mevlamızın bize yazdığı kaderdir.

Şeyh Bani Hazretleri için güzel bir cenaze töreni hazırlandı. Çevre köylerden de Şeyhin cemaati geldi. Şeyh oraya defnedildi.
Sonra taşınabilecek tüm eşyalarını hayvanlara yüklendi, koyun, keçi ve sığırlarını önlerine kattı, ülkeyi terk etmek üzere yola koyuldular.
Şeyh Fani Hazretleri, dervişleri ve müritleri ile ormanda ilerlerken iki Bozkurt gördüler. Önce korktular ve önlem aldılar. Bir süre sonra Seyh Fani Hazretleri bu kurtların kendilerini takip ettiğini, hatta yol gösterdiğini belki de yol selametini sağlamak için gönderilmiş olabileceğini düşündü. Bir gün sonra yolda yemeleri için yakaladıkları iki kuşu bıraktılar. Başka bir gün de bir karaca yakalayıp yolları üzerine bıraktılar. Her sabah bir yerden uluyarak yollarını sürdümelerini sağlıyorlardı.

Ülkenin sınırına yakın, ormanın derinliklerinde bir yerinde Kafile mala vermişti. Kurtlar kayboldu. Bir kaç gün kaldılar kurtlar bir daha görünmediler. Şeyh Fani hazretleri etrafı incelettirdi. Konakladıkları yer güzel bir yerdi. Ormanın sık ve yüksek bir yerinde, buz gibi suyun başında, yemyeşil bir vadinin eteğindeydiler. Az ilerilerinde bir çiftlik vardı. Orada bir Türkmen köylü yaşıyordu. Bir sürüsü vardı. Kendileri de Türkmen oldukları için bu komşuluğu da önemsediler. Zaten kurtlar da kafileyi buraya getirmişti. Oraya yerleşmeye karar verdiler. Tekkenin yapılması için hazırlıklara başladılar.
Kümbet görünüşlü bir buçuk gözlü, kocaman ocaklı ve geniş ocak başılı bir Tekke yaptılar. Tekkede bir elin parmakları kadar mürüt ve Şeyh Fani Hazretleri bulunuyordu. Türkmen Tekkesi sanki insanların şerrinden kurtulmak için kaçmış ormana saklanmış, kurdun kuşun tekkesi olmuştu.
Şeyhin ilk göze çarpan göbeğine kadar inen bem beyaz sivri sakalı. Oldukça da muntazam görünüyor. Bu intizam Şeyhin her işinin ve her sözünün sakalı gibi muntazam ve düzgün olduğu hissi veriyor. Biraz daha alışınca ablak çehresini sınırlayan elmacık kemiklerinin yaydığı geniş alnında nasırlanmış secde izini görebiliyorsun. Beyaz kaşlarının altında iki çizgi gibi duran gözlerini görmek hiç te kolay değil. Ağzını çevreleyen pembe dudakları ve arasından adama gülen beyaz inci dişleri ile öylesine doğal, öylesine sıcak geliyor ki, Onun yanında insan huzur buluyordu.
Müritleri ağzından çıkan hiç bir kelimeyi kaçırmak istemiyor. Şeyh az konuşuyor, çok şey anlatıyordu.
Dinç vücudu, geniş omuzlerı, kalın bacakları ile yere sağlam basıyor, dinin direği gibi dim dik duruyordu.
Kimse Ona yetmiş üç yaşında diyemezdi.
Tekkede bir kaç keçi, koyun, iki inek, bir miktar da tavuk vardı. Ders gören Müritler, kendi güçleri ile ekip biçeceği kırk adımlık bir toprak edindiler. Sevimli bir yer olmuştu, Herkes yeni mekanlarından memnun görünüyordu..
Kurtlara gelince: Tekkenin bekçileri olmuşlardı. Tekkeyi koruyorlardı, kimse farkında değildi.. Bir gün Komşu Şahan Tekkeyi ziyarete gelmişti. Tekkeye yaklaştığında kurtlar ulumaya, şahanın önünden arkasından geçip rahatsız etmetğe başlamışlardı. Şeyh Fani Hazretleri iki mürite,
-yolda biri mi var, kurtlar bize bir şey mi haber veriyor, gidin bakın bakalım, diyerek gönderdi. Müritler, yolda komşu Şahanın Tekkeye geldiğini görmüşler, beraber Tekkeye girmişler, öylece Kurtlar da yolselametini sağlamışlardı.
Kurtlar Tekkenin bekçileri olmuşlardı. Şeyh Fani Hazretleri Kurtların sinyalini öğrenmişti. Kurtlar ulumaya başlayınca, Hemen tedbir alıp, iki müridini yolu izlemeğe gönderiyordu. Müritler de pusu kurup, bekliyorlardıDaha güvencede olmuşlardı..










9. ELYASA

Tiamatlar halkın kazancının tamamına el koyuyor, hiçbir şey bırakmıyorlardı. Aslında kazancın dörtte biri Kral hakkı olarak toplanırdı. Dörtte birine Çoşdar hakkı olarak el koyulur, dörtte birini güvenlik hakkı olarak askerler basar alırlardı ellerinden. Halka da dörtte biri kalması gerekirdi. Ancak halk karnını bile doyuramaz olmuştu, geçinmekte zorlanıyordu. Yönetimin amacı da buydu. Halk geçim derdine düşsün, üzerine vazife olmayan şeylerle uğraşmasın istiyorlardı. Ancak işle öyle çığırından çıkmıştı ki, Köyleri basan askerler köylünün elinde ne varsa alıp gidiyordu. Bu işin hiç oranı kalmamıştı.
Geçinmekte zorlanan halk bazen mallarının bir kısmını saklamak zorunda kalırdı.. Daha çok hayvancılık yapanlar, sürülerinin bir kısmını saklıyorlardı. En az kısmından mükellef olmaya çalışıyorlardı. Ancak mallarını saklayanlar yakalandığı zaman atların arkasına bağlanıp, param parça oluncaya kadar atın peşinden sürüklenip, aleme ibret için gezdirilirdi.
Elyasa adında yiğit bir köylü. Otuz, otuz beş yaşlarında, güçlü kuvvetli, boylu poslu, iri yapılıydı.. Bir ineği kaldırabilir, bir oturuşta bir kuzuyu tek başına yer kalkar, bir vuruşta iki adamı biçerdi. Yüreği ve bileği çok sağlamdı. Elyasa’ın karısı vefat etmişti. Cemmal adında bir oğlu ile yaşıyordu. Koyunlarından biri doğum yaparken ölmüştü. Gözlerinin etrafı, kulaklarının uçları, ağzı ve burnunun uçları siyah, gerisi süt beyaz bir erkek kuzu sağ olarak doğmuştu. Adını “sürmeli” koymuşlardı. Sürmeliyi Elyasa, onun gibi anasız büyüyen oğlu 6 yaşındaki Cemmal’e vermişti.
-Bu kuzucuk senin olsun. Buna eyi bak, sütünü, içir, soğuktan koru, büyüt demişti. Cemmal de sürmelinin anası gibi onu her bir şeyden korumuş, süt içirmiş, yemek vermiş, elin de büyütüyordu. Cemmal nerde , sürmeli oradaydı. Sürmeli Cemmal’in peşini hiç bırakmıyordu, beraber yatıp kalkıyorlardı.
Devletin haraç toplayan askerleri köylünün mallarını, koyun ve kuzularını toparlayıp, götürmek için köye gelmişlerdi. Elyasa’ın koyunlarını, kuzularını aldılar. Elyasa damızlık güzel bir koç beslityordu onu vermek istemedi, bastı aldılar. Elyasa üzüldü. Ama elinden başka bir şey gelmezdi. Giderlerken, sürmeli’yi gördüler. Hemen Cemmal’in elinden çekip almak istediler. Cemmal Sürmeliye sarıldı,
Asker,
-bırak kuzuyu, bırakmazsan ikinizi de öldürürüm, dedi. Cemmal ölmek ve öldürmek fiilerinin manasını bilmiyordu, henüz aklında canlandıracak yaşta değildi.
-vermem, sürmeli benim arkadaşım, dedi. Sürmeli’ye öyle sarılmıştı ki, kuzuyu ondan söküp almak imkansızdı. Asker çekti silahını, hiç acımadan Cemmal’in kalbinden vurdu. Sürmeli’yi de kafasından, hiç acımadan… Sürmelinin kanı ile Cemmal’in kanı bir birine karıştı. İkisi de olduğu yerde cansız yatıyorlardı. Asker dönüp bakmadı bile…askere göre Sürmeliyi öldürmekle, Cemmal’i öldürmnin bir farkı yoktu. İnsanların malına mülküne el koyup, alıp götürürken geride kalanlar onları hiç ilgilendirmiyordu. Hiç acımadan bastı gittiler
Çünkü onlar kendi mutluluklarından çok başkalarının felaketinden zevk alıyorlardı…Onlar zalimdi, zulmediyorlardı. Zulüm, başkasının hakkı üzerinde haksız bir eylemde bulunmak, haddi aşmaktır. Haksız yere başkasının malını almak, ırzına, namusuna sataşmak gibi uygunsuz davranışlardı.

Elyasa Oğlu Cemmal’in acısını unutamıyor, öcünü almak için fırsat kolluyordu. Mutlaka kendi yasasını uygulayacaktı. Bu haraççı ve katil askerlerden öcünü alacaktı, and içmişti… Nihayet beklediği fırsdat doğdu. Evine haraç almaya gelen üç asker hiç akıllarından geçmeyecek bir tuzağa düştüler.
Çiftçi Elyasa askerlere,
-ahırda yeni buzağlayan inek var istersen gel bir bak götürebilirseniz onu da vereyim, dedi. Bir askerle ahıra girdiler. Ahırın karanlık köşesinde, askerin arkasında bulunan Elyasa belinde taşıdığı kamasıyla bir hamlede askerin boğazını kesti, kellesini fırlattı duvara ‘şırank ! ! diye yapıştırdı asker hırlamadan yere serildi. Elyasa dışarı çıktı,
-asker sizden birini çagırdı, tek başına karar veremedi, dedi. Askerin biri düştü önüne, ahıra girdiler. Askerin gözleri daha ahırın ışığına alışamadan, o da sırtından kamayı öyle yedi ki kamanın ucu adamın göğsünden çıktı, o da yere serildi. Sıra tek kalan üçüncü askere gelmişti. Elyasa yanına gitti,
-siz benim oğlumu nasıl öldürdünüz hatırlıyor musun? Diye sordu.
Asker,
-ben öldürmedim, dedi ahıra doğru yöneldi. Elyasa önünü kesti,
-arkadaşlarına bakmaya mı gidiyorsun? Onlar ahırda senin biraz sonra uğrayacağın felakete uğradılar. Asker,
-askerler neredeler, onlara bi şey mi oldu, deyip tüfeğine davrandı.
Elyasa,
- onları cezalandırdım. Şimdi seni de cezalandıracağım ve onların yanına gideceksin, dedi. Asker sialahını doğrultamaya fırsat vermeden, panter gibi üzerine atladı, sırt üstü yere serdi tüfeğini aldı attı,
-benim oğlum en az yüz askere bedeldi. Şimdi seni de geberteceğim, üç kişi az, daha çok öldüreceğim, dedi ve onun da boğazını kesti, manda gibi böğürterek, ahırın önünde, Cemmalin öldürüldüğü yerde öldürdü.
Elyasa işini bitirmişti. Hıncını alamamış, ama rahatlamış, oğlunun kanını yerde bırakmamıştı. Artık köyde kalamazdı, biraz yiyecek, biraz giyecek alıp, Kınalıya bindi, ahırdan çıkacaktı, ki başka askerler geldi, ölen askerlerin cesetleri ile karşılatılar ve tüfeklerini çevirdi ahıra doğru bağırmaya başladılar,
-burada kim varsa dışarı çıksın…adamlarımızı kim öldürdü? Diye nara atıyorlardı.
Elyasa Kınalının sırtında yay gibi gerilmiş, kendilerini göremediği, miktarını bilemediği askerleri öldürmenin planını yapıyordu. Ahıra giren iki askerin üzerine panter gibi süzülüp, ikisinin de arada canını aldı. Dışardaki askerlerin dikkatini çekmemek için, kınalıya atladı ve ahırdan yay igbi fırladı. Kapıda arkadaşkarını bekleyen iki askeri de Kınalı çiğnedi. Askerlere karşı şahlanıp, nallarını öyle usturuplu kullandı ki iki askerin kafası aynı anda Kınalının ön ayaklarının altında ezildi.
Elyasa arkasına bile bakmadan dağlara doğru sürdü gitti..
Kınalı Elyasa’ın yıllarca gözlerden ırak saklayıp, yetiştiripdiği, alnı ve toynakları beyaz, gerisi kan kırmızısı atıydı. Ahırı beklemekten Kınalı da sıkılmıştı.. Dağlar eşkıya doluydu. Aslında dağdakilere eşkıya denmezdi, dense dense mazlum denirdi. Asıl eşkıya ovadaydı, Saraydaydı. Asıl eşkıya Kral ve üniformalı Kral’ın askerleriydi.
Gecenin ayazı etkisini iyice hissetiriyordu. Daha şafak sökmemişti. Bundan sonraki bahtının ilk günü başlayacaktı ve yaptığı her şey de karanlıkta kalacaktı. Elyasa rüya mı görüyordu yoksa uykulu bir adam mıydı?
Ay koca bir bakraç gibiydi gök yüzünde sağlam duruyordu….
Tuziye de bazı bölgeler Kral’ın zulmünden kurtarılmış, eşkıyanın baskısı altına girmişti. Bu bölgelere Kral’ın paralı askerleri giremiyordu. Elyasa dağları, tepeleri aşa aşa gidiyordu. Yolu sık koruluğun sisine çıkmıştı. Neredeydi, nereye gidiyordu kendisi de bilmiyordu. Bir yere geldi, yolunu iki Kurt kesti, ulumaya başladılar… az sonra, önüne iki adam atladı... Temiz yüzlü, düz bakışlı, ciddi, kararlı eğitimli iki adam Kınalının dizginlerini tuttu.
-Dur bakalım…sen kimsin, burada ne ararsın?

Elyasa alıp başını dağa çıktığını, yolunun buralara geldiğini anlattı. Adamlar Elyasa’yı
Şeyh Fani Hazretlerin’e götürdüler. Şeyh, Elyasayı çok sıcak ve samimi bir bakış, tebessüm ve tavırla karşılamıştı. Elyasa şimdiye kadar kimseden görmediği bir sıcaklık görmüştü. Buranın güvenilir bir yer olduğunu, bu insanlardan kendisine bir zarar gelmeyeceğini, Şeyhin de saygıdeğer biri olduğunu anlamıştı. Atındizginleri elinde, Şeyhin elini öpmeğe davrandı. Şeyh Fani Hazretleri el öptürmezdi, Elyasa’ya da elini öptürmedi ama sarılıp, kucaklaştılar.
Müritlerden biri,
-müsade edersen, götürüp, yemleyip tımar edelim, dedi, elinden atın dizginlerini aldı, Şeyh,
-sen şöle yamacıma otur, siz de sıcak çorbasını getirin, diye seslendi. Elyasa Tekkenin önündeki sundurmada, baş köşede oturan Şeyhin karşısında ki kalın meşeye sırtını dayayıp, hem soluklandı, hem de, gece gündüz at sırtında hırpalanmış olan vucudu yumuşak minderde rahat etmiş, ayakları yere değmiş oldu. Bir mürit koca bir tas çorba ve arpa ekmeği getirdi. Elyasa çorbasını bitirene kadar yanında kimse bulunmadı. Ne Şeyh, ne başka mürit…
-Seni dağa çıkaran, buralara kadar savuran fırtına nedir? Diye sordu. Şeyh hazretleri,
Elyasa başından geçenleri kısaca özetledi.
-en son çocuğumun ve onun gibi binlerce masumun kanı yerde kalmasın diye asker öldürdüm, yerimi yurdumu bırakıp kaçtım.
-seni takip eden, peşinden gelen oldu m u?
-sanmıyorum. Henüz fark etmemişlerdir.
-sen bizim misafirimizsin. İstediğin kadar kalabilirsin. Burası dergah. Kimsesizlerin, ümitsizlerin, yeri yurdu olmayan herkesin yeri burası…Herkes bizim dergahımıza gelebilir, burayı mekan tutabilir. Biz Müslümanız. Allaha ve Onun peygamberi Hz. Muhammede inanırız. Kuranı Kerimin hükümlerine uyar, onun gösterdiği ibadetleri yaparız. Kral asla bir tanrı değildir. İnsanlardan Tanrı olmaz.
Elyasa,
-ben de Kralın asla tanrı olmadığını ve adamdan tanrı olunamaıyacağını düşünüyorum. Tanrın ın başka olduğunu, Onun var olduğuna inanıyorum. Hatta, Tanrının işaretlerini bile görüyorum diye ilave etti.
O gün hoş sohbetlerle geçti. Sabahleyin erkenden , güneş doğmadan kalkılıyor, topluca namaz kılınıyor, sonra sabah çorbası içiliyor, bazı müritler ders yapıyor, bazılari ormandan nafakatemin ediyor, bazıları tarlada çalışıyor. Öğlen de gene cemaatle namaz kılınıyor, herkes planlanan işlerini yapıyor, akşam gene topluca namaz kılınıp,akşam çorbası içiliyor, günde bir sabah, bir de akşam çorbası var, bunun dışında yemek yoktur. Akşamları sohbet ediliyor. Sohbetleri Şeyh yahut Dervişler yönetiyor. Sohbetlerde sorusu olan varsa önce sorular cevaplandırılıyor, sonra serbest konuşmalar yapılıyor.

Elyasa bir hafta kadar buraya takıldı. Bir gün Şeyh Fani Hazretlerinden tekkeden ayrılmak için izin istedi. Şeyh,
-gelmekte, gitmekte sizin bileceğiniz iştir. Kapımız her zaman sonuna kadar açıktır. Gitmek istiyorsan yolun ve bahtın açık olsun…selametle git evlat, diyerek izin verdi. Heybesine yol azığı koyuldu. Elyasa Şeyhin eline sarıldı, Şeyh elini öptürmedi, kucaklaştılar, herkes ile vedalaştı yola koydu.

Tekke ve orada ki hayat Elyasa’ya göre değildi. Kısa sürede sıkıldı. Belki rahat ve güvenliydi ama gene de Ona göre değildi. Elyasa kendisine bir yer hazırlamak, orada geçinecek kadar yiyecek içecek temin edip hayatını sürdürmek istiyordu. Nerye gittiğini, ne kadar gittiğini kendisi de bilmiyordu. Ancak daha yükseklere, daha sarp yerlere çıktığını tahmin ediyordu. Kınalı da sıkılmıştı rahvan yürümekten. Kayalık bir yerden geçmek için yol ararken,
-Eli silahlı, dürbünlü eşkıya giyimli birileri“dur” dediler.
-sen kimsin.burada ne ararsın?
Elyasa alıp başını dağa çıktığını, yolunun buralara geldiğini anlattı. Adamlar Elyasa’yı
Eşkıya Başı Şakirtt’e götürdüler. Eşkıya Başı da iri bir adamdı. Tek kollu çolak biriydi.. O da Elyasa’yı sorguladı.
-seni dağa çıkaran nedir?
-askerler oğlumu öldürdü, ben de kendi yasamı uyguladım.
-kaç askar telef ettin
-yedi asker, yedi katil askeri katlettim.
-eyi etmişsin eline sağlık. Bizi bilir misin?
-bilmem .
-Kral bana Şâki der. Ben Şâki değilim, adım Şakirt. Biz zulme baş kaldıran mazlumlarız. Sen de istersen bize katıl, bizden ol.
-olurum. Şartın nedir?
-bir şartım var emre uyulacak.
-kimin emrine?
-benim emrime
-emir gibin emir olsun, her emri yerine getiririm, diye cevap verdi Elyasa.
Eşkıya Başı Elyasayi tek kolu ile tuttu sarstı.
-seni sevdim. Sıkı adamsın. Hoş geldin. Dedi, adamlarına döndü, bu yiğite yer gösterin, diye emir verdi. Silahlı bir şâki Elyasaı mağaralardan birine götürdü, ot yatağını gösterdi.
-Yerin bura dedi.
Elyasa kınalı’yı öteki atların bulunduğu yere çekti, onların biraz ötesine bağladı. Terkisinden öteberisini aldı, ot yatağının başına koydu, günlerdir at sırtında yorulan vücudunu dinlendirmek için ot yatağa uzandı. Hiçbir şey düşünmüyordu. Oğlu geldi oturdu gözlerinin üzerine.. Babasına gülüyordu ve mutluydu. Belki de kendi mutluluğunu seyrediyordu.,
Dağda eşkiya yan gelip yatıyordu. Ancak iaşeleri bittiği zaman iaşe teminine çıkıyorlardı. Genellikle Kral’ın iaşelerinden götütmeye özen gösterirlerdi. İaşe depolarına girip birkaç aylık yiyecek alıyorlardı.
Bunun dışında yardım isteyenlere yardım eder, Kral’ın askerlerini pusuya düşürüp zayiat vermeye çalışırlardı..
Şakirtt’in adamlarının iaşesi bitmişti. Kral’ın iaşe depolarına da yaklaşamıyotlardı. Aç kalmışlardı, mecburen çevre köylerden iaşe toplayacaklardı. Elyasa buna karşı çıktı.
-köylünün malını alamayız. Kıral da bunu yapıyor. Ondan ne farkımız olur.
Şakirt,
-ben kimden ne alınsın diyorsam o alınır.
Elyasa,
-ben almam.
Şakirtt,
-ne yiyip ne içeceksin
-satın alacaksın, parasını verip, köylüyü razı edip alabilirsin.Yoksa alamazsın.
Eşkıya Başı Kolsuz Şakirtt bu direnişi hiç sevmedi. Köylü dediğin de ne ki, basar alırsın. Ancak Elyasa’ı da kaybetmemek için parayla erzak alma işine razı oldu, kuşağından birkaç altın çıkardı, yamağına verdi.
-çok para harcamamaya bakın, sizi göreyim, dedi. On kişilik bir gurup eşkıya yola çıktı. Önlerine gelen ilk köyde prablem çıktı. Köylüyü köyün meydanına topladılar,
-sizden erzak almaya geldik. Yiyecek ne varsa alacağız, hatta size para vereceğiz. Köylüler, başkasına verebileceği bir lokma yiyeceği olmadığını, paraya pula da bakmadıklarını söylediler.
Eşkıya yamağı bu cevaba fena halde kızdı, tüfeğini doğrulttu, cevap veren adamı vurdu. Adam kan revan içinde yere yığıldı. Elyasa’ gözlerine inanamadı, gözünün önüne oğlu geldi, Kral’ın askerleri geldi ve yamağın bileğini kavrayıp, büktü, elinden tüfeğini aldı, kendi tüfeği ile yamağı vurdu, yaraladı.
-biz Kralın askerleri değiliz, kimseyi vurmaya hakkımız yok, dedi, köylülerden özür dileyip,
başka köye gitmek üzere ayrıldılar.
Akşama kadar uğradıkları köylerden, parayla biraz ekmek, bir inek, beş on tavuk alabildiler. Mağaralarına geldiler. Şakirtt aralarında niza çıkmasına fena halde kızmıştı. Bu kadar az iaşe ile dönülmüş olması tepesini attırdı..
Elyasa’a
-adamımı neye yaraladın? Buraya kadar bekleyemedin mi?
-bekleyemedim. Gözümün önüne Kral’ın askerleri geldi..
Eşkıya Başı,
-aha o kadar paraya alınan iaşe…bu kimin kursağını doyuracak? Hem kızıyor, hem konuşuyordu, elindeki ince çubuğu bacağına sırıya sırıya uzaklaştı, gitti. Elyasaa fena halde kızmıştı. Bir kenarda oturup karar vermesi lazımdı. Elyasa Şakirttin prestişini sarsıyordu, adamlarının gözünden düşmesine neden olacaktı.
Elyasa’ın yaraladığı yamak ertesi gün öldü. Yamağı gömerken, Elyasa’da eşyalarını toparlarlıyordu Şakirtt Elyasa’ı öldürmeye karar verdi, gece işini bitirecekti. Şakirtt gece Elyasa’ın mağarasına gittiğinde ot döşeğin boş oluğunu gördü. Elyasa çoktan ayrılmıştı.
Elyasa eşkıya kampını terk edip ormana dalmıştı. Sisler arasında iki atlının kendisini beklediğini gördü. Uzaktan kim olduklarını tanıyamıyan Elyasa atını çevirip, süratle uzaklaşmaya çalışırken,
-Elyasa biz Zirta ila Kurta kardeşleriz, seninle beraber olmak için geldik. Biz dostuz,diye seslendiler. Zirta ile Kurta kardeşler… Onlar eşkıya ruhlu değillerdi, Elyasa onların da kendisi gibi buraya mecburiyetten düştüklerini biliyordu. Onların Eşkıya Başı tarafından gönderilmediğinini anladı. Korkmasına gerek yoktu,
Zirta,
-biz de Şakirtt’den ayrıldık.
Elyasa,
-niçin bu geceyi seçtiniz?
-senin bu gece ayrılacağını tahmin ettik, seninle beraber olmak için geldik, seni bekledik. Bir mahsuru yoksa tabii.
-ne mahsuru olur, hadi sürün atları , buradan uzaklaşalım. Hep beraber atlarını ormanın içine sürdü, gözden kayboldular.
Sabah olduğunda Şakirtt Zirta ile Kurt’a kardeşlerin Elyasa ile beraber kaçtıklarını anladı, adamlarını topladı,
-bunca zamandır koynumuzda yılan beslemişiz. İçinizde başka hain varsa şimdi çeksin gitsin. Yok eğer burada benimle kader birliği yapacaksanız, isyana yeltenmeyin. Emirlerime karşı gelen derhal öldürülecektir. Koynumuza bir sütü bozuk adam aldık, ne hale geldik gördünüz. Merhametten maraz doğdu. Artık merhamet yoktur bilesiniz.








10. ŞAHAN


Şahan Türkmenmen iline yakın, yüksek dağların eteklerinde yaşayan Tiamatlı bir çiftçi. Şahan’dan sarayın bile haberi yoktu. Şahan Türkmenmen asıllıydı.
Şahan’ın bir koyun sürüsü, bir miktar da büyük baş hayvanı vardı, hayvanlarıyla birlikte yaşıyordu.. Ağılının başına, arkadaki ormandan kestiği ağaçlardan güzel bir ev yapmış, karısı Nevver’le birlikte oturuyordu. Nevver yirmi iki, kendisi otuz üç yaşındaydı. Hayvanlarını Türkmen ilinde satar, evinin öte-berisini oradan alırdı. Türkmenmen ilinde Şahan’ın iyi dostları vardı.
Nevver hamileydi. Nevver’in doğumuna yardımcı olabilir miydi? Koyunlarını hep Şahan doğurturdu. Şimdiye kadar da bir kaza olmamıştı. Nevver koyunlar gibi mi doğururdu, onu bilemiyordu ama yapacak başkaca bir şey de yoktu. Dağ başında oturuyordu. Ne yolu vardı, ne hekim gelebilir, ne de yardım alabilirdi. İş başa düşecekti.
Şahan Nevver’in yüzüne bakıyor, korkuyordu. Yüreğinde bir düğüm vardı. Sanki oraya gelince yutkunamıyor, içi kararıyor, karanlıklar içinde kalıyordu.
Nevver’in doğum sancıları sıklaşmaya başladı. Genç kadın acı çekiyordu, acılar içinde kıvranıyor, çocuğunu doğuramıyordu. Sonunda Genç adam çocuğu, kuzu doğurur gibi çekti çıkardı. Nevver’in nur topu gibi bir oğlu olmuştu. Tekke’ye koştu. Şeyhi kaptı getirdi oğluna ad koydurdu. Türkmenlerde ad koyma töreni çok önemli bir törendir. Çocuğun iyi bir adı olursa cesaret ve yiğitlik kazanır, savaşçı, korkusuz ve onurlu olur. Şeyh Fani Hazretleri bunu biliyordu.
Küçük yavruyu kucağına aldı, kulağına ezan okudu ve üç kere
-senin adın ‘Alpi’ olsun, yolun açık talihin yaver gitsin ve seni Allah hiç utandırmasın, dedi. Adını “Alpi’i koydular. Arslan yürekli, koç yiğit demekti. Çocuk vıyaklıyor, Şahan kendini ordan oraya atıyor, hizmet vermeğe çalışıyordu. Şeyh Fani Hazretleri Nevver’in durumunu beğenmemişti. Şahan’a Nevver’e dikkat etmesini tembihledi, evden ayrıldı. Nevver’in ağrıları dinmemiş, kanı durmamıştı.
Nevver,
-oğlumu kucağıma ver, dedi.
Şahan küçük Alpi’yi annesine verdi, Nevver oğlunu kucakladı, kokladı, sarıldı, öptü, emzirmeye başladı.
Şahan’ın gözleri önünde; kucağında çocuğu ile Nevver, Cennete doğru uçtu gitti…
Şahan kendi kuzusunu, koyunların kuzuları gibi yanında taşıdı yedirdi içirdi, kuzularla beraber büyüttü. Nereye gitse onu da götürdü.
Şahan’ın bir komşusu vardı. O da Türkmen Tekkesiydi. Yarım saatlik bir uzaklıkta, ormanın derinliklerindeydi. Tekkeyi iki Bozkurt koruyordu. İlk zamanlar Şahana da uluyorlardı, ama artık ona alıştılar, Tekkenin müdavimi olmuştu. Tekkede Şeyh Fani Hazretleri sohbet ediyor, dini konuları açıklıyor, okuma yazma öğretiyordu..
Alpi yedi yaşına basmıştı. Şahan, Alpi yi Türkmen iline de götürüyordu. Alpi Şahan’ın, can yoldaşı olmuştu. Onunla sohbet ediyor, oyunlar oynuyor Tekkeye beraber gidiyorlardı. Şahan ile Alpi bir arkadaşı gibiydiler.
Şahan Tekkeden, Şeyhinden aldığı bilgileri, koyunlarının peşinde çobanlık yaparken, gözlemler yaparak, aklınca doğrulamaya çalışıyordu..
‘’Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve havada süzülen kuşların Allah'ı noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor musun? Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceğini, O'nu nasıl noksanlıklardan tenzih edeceğini bilir. Allah da onların ne yaptıklarını bilir.’’ 41
Şu uçsuz bucaksız evrende insan tek başına değildir. Çevresinde sağında, solunda, üstünde, altında,bakışının ve hayalinin uzandığı her yerde, Allahın varlığını ve onun sanatını sergiliyen varlıklar vardır. Bunlar bizim için yaratılmıştlardır.
“İnsan bir küçük alem dir " diyordu Şeyh Fani Hazretleri,
-Vücudunun içinde gerçekleşen binlerce olay ve yüzlerce organ var. Elleri ayakları, gözleri kulakları, yemesi içmesi, sevgisi nefreti, düşünmesi, öğrenmesi…hepsi büyük bir olay… Bunları düşünmeye başlayaınca, büyük bir varlık gelip oturuyordu kafasının içinde. O da kimsenin asla ulaşamayacağı, her şeyin yaratıcısı Allah’tı. Kendi bedenindeki mükemmel yaratılışa tanık olmuş bir insanın Allah’ı tanıması kolaylaşıyordu.
Şeyh Fani Hazretleri tabiatı ve orada ki canlı cansız her varlığı çok manalı ve daha işlevli görüyordu. Taşın bile sesiz sadasız durup bekleyen bir varlık olmadığını anlatıyordu. Diyordu ki: ‘Taş A llah’ı zikreder. Zikir dönmektir. Yani taş Allah…Allah… diyerek dönüyor. Ama biz bunu ne duya biliyor, ne de görebiliyoruz. Yani taş atomlardan meydana gelmiştir. Atomun elekronları, nötronun etrafında dönmektedir.’

Şeyh Fani Hazretleri, Allah gerçeğinin kanıtı olarak dikkaleri koskoca evrene ve onun görkemli sahnelerine çekiyordu. İnsan bu evren karşısında dudrup etraflıca düşünmeli, derdi.
Düşünmeli ki, Onun yaratıcı elini ve sonsuz gücünü hissetsin…Aklı olan, düşünen insan O'nun koyduğu bu olağanüstü ahenge nasıl hayran olmaz? Bunun için de düzgün ve basit bir bakış yeterli olur, diye anlatırdı.
Şeyh Fani Hazretleri “deve” yi olağan üstü buluyordu. Devenin yaratılışına ve vücut yapısına bakmazlar mı? Sonra da düşenmezler mi? Deve görevini yerine getirmeye uygun olan şu biçimi ile nasıl yaratılmış? Yaşadığı çevre ve görevi ile nasıl uyum sağlamış, nasıl biçimlendirilmiş.
"Bu insanlar develerin nasıl yaratıldığına bakmıyorlar mı? Gaşiye Suresi17-18-20
Şeyh Fani Hazretleri Şahan’a Gökyüzünü, anlatıyordu. Göğün nasıl yükseltildiğini, “Onu direksiz olarak yükselten kim olabileceğini ve kimin buna gücünün yetebileceğini soruyordu.
İçine sayısız yıldızları serpiştiren kimdi? Gökyüzüne bu güzelliği, bu alımı ve bu duyguyu verme yeteneğini bahşeden kimdir? Diye sormasını istiyordu. Böylece yaratılmış olan her varlıktan Allah’a ulaşılabileceğini söylüyordu. Sürülerini otlatırken, geceleri uzun uzun gökyüzünü seyreden Şahan da bir yaratılış harikası olarak gökyüzünü çok düşünmüştü.
Göz kamaştırıcı bir gecede sema, insanı kendinden geçiren hoş ve büyüleyici, muhteşem bir alemdi.
Güneş batımının insanı duygulandıran göğü, uçsuz bucaksız gecesi, parıl parıl parlayan yıldızları, süzülen gök cisimleri ile gök kubbe çok güzel, çok canlı, eşi bulunmaz güzelliğe sahip idi… şafak vakti ne kadar tazeydi? Gökyüzüne hayran oluyordu.
Şeyh Fani Hazretleri’ne göre dağlarda da önemli mesajlar vardı. Manzarası insan ruhuna ürperti ve heybet veriyordu. İnsan dağların görkemi karşısında kendi aczini ve cılızlığını görüyor, hiçliğini hissediyordu. Bu ululuk karşısında boyun eğen insan ruhu bütün benliği ile Allah'a yönelir ve kendini Allah'a daha yakın hisseder, yeryüzünün karmaşasından, gürültüsünden ve önemsizliğinden uzaklaşır, dağların kucağında huzur bulur.
Dağların en büyük özelliği "Nasıl dikildiği" ,"Yerin nasıl yayıldığı?" idi.
Şahan, Şeyh Fani Hazretleri’nin işaret ettiği bu göz önündeki örnekleri hep görüyordu ama hiç böyle düşünemiyordu ve buna yanıyordu. Sonra da bu örnekleri görseydim ben de şeyh olurdum, diyor, teselli buluyordu. Tabiatı insan emrine veren Allah’a ne kadar şükretsek azdır, diyor ve her nefes alış verişin şükrünü yerine getirmğe çalışıyordu.
Şeyh Fani Hazretleri’nin Ölüm, kıyamet, Cennet Cehennem konularındaki insanı efsunlayan anlatımlarının sarhoşluğunu hiç unutamıyordu.
Dünya, yok olan bir görüntüdür. Aynadaki görüntü gibi. Bu görüntü ahiretin görüntüsüdür. Ahirette ne var, Cennet, Cehennem. Dünyada ki ibadetlerimiz, iyiliklerimiz, iyi ve hoş olan şeyler Cennetin dünyadaki görüntüsüdür. Günahlar, kötülükler, karanlık, sıkıntılı izbe yerler de Cehennemin görüntüsüdür. Cennetlik, Cennetlik işleri, Cehennemlik olan da Cehenneme götürücü işleri yapar. İnsanı Cehennemlik eden kendi günahlarıdır. Haramlar Cehenneme, ibadetler Cennete çeker.

Kıyamette nereye gitmek istiyorsak, burada ona göre hazırlık yaparız. Ahirette Cennet ve Cehennemden başka yer yoktur. Cennete girmek için, doğru iman sahibi olmak ve dine uygun yaşamak gerekir. Cehenneme götürücü tuzaklara yakalanmamalı.
Bu tuzaklar şöyle bildiriliyor:
‘‘Dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, ziynet, süs, aranızda övünme ve mal ve evladı çoğaltma isteğinden ibarettir.’’ Hadid 20
Bunların bir tanesine yakalananın gönlü ölür.
O halde, Allah’tan korkun, yani Onun emir ve yasaklarına uyun. Sizden önce gelip geçenlerden ibret alın. Unutmayın ki, yarın küçük büyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız.

Dünya misafirhanedir. Dünyayı ele geçirmek için ahireti vermek ve insanlara yaranmak için Allah’ı bırakmak ahmaklıktır. Göğsünü kıbleden çevirenin namazının bozulduğu gibi, yüzünü İslamiyet'ten çevirenin hem dünyası hem ahireti bozulur.


Kıyamet derdini bilseydiniz, dünyada dert diye bir şey tanımazdınız. Bütün geçimsizlikler, ölümü unutmaktandır.
Dinin en büyük düşmanı cehalettir. Cahillik insanı Cehenneme götürür.
Dini, İslam âlimlerinden, onların eserlerinden öğrenmeli, yoksa insan, şeytanın oyuncağı olur.
Şahan Türkmen ilinde insanların daha serbest, daha mutlu olduğunu görmüştü. Kazançlarından, kendisi gibi bir üreticiden devlet hiç vergi bile almıyordu. Orada malın, kazancın, kazandığı serveti kullanmanın zevki vardı. İnsanlar çalıştıkları gibi yaşamasını da biliyorlardı. Zaman zaman bir yerlerde toplanıp, çeşitli konularda sohbet edebiliyor, eğleniyor, mutlu oluyorlardı. Orada insanlar, kendi ülkesindeki gibi askerlerin denetiminde, dipçik darbeleri altında, kral ve Çoşdarların izin verdiği kadar yaşamak zorunda değillerdi. İnsanın bir kişiliği ve onuru vardı.
Şahan’ın Türkmen ilinde ki dostu, Çagan biraz dervişimsi, biraz cengaver, biraz da uçuktu.. Sözü sohbeti dinlenirdi. Misalleri şaşırtıcıydı. İslamiyeti iyi biliyordu. İmanlı bir müslümandı. Tekkeye gelir, Fani hazretlerinin sonbetini dinler, Ondan feyz alırdı. Giderken de
-azığımı aldım gidiyorum, derdi.
Şeyhin rızıktan bahsederken “Rızık Allahın çömert hazinesinin bir ürünüdür”dediğini hatırlatan Çağan’ın, bu konuda ki görüşü tavizsizdi. Çağan şöyle diyordu:
‘‘ Rızk mukadderdir. Yani herkesin rızkı bellidir, artmaz eksilmez, rızkını almadan dünyadan ayrılmaz. İsteyene helalden gelir, isteyene haramdan. Gelen miktar aynıdır. Ecel de rızık gibidir, yani takdir edilendir, yani herkesin ömrü bellidir, uzamaz kısalmaz, vakti dolunca dünyadan ayrılır, gider. Kaza ve kader, hayır ve şer, zaten imanın şartlarındandır. Peki, daha ne diye isyan ediyorsun, daha ne diye şükretmiyorsun? Diye düşünmezler mi? Rızkın belli, ömrün belli, başına gelenler Allah’tan. İster isyan et, ister şükret. Değişen bir şey yok. İsyan edenin yeri Cehennem, şükredeninki Cennet. Yani aynı şeyler için, ya Cennete gideceksin ya Cehenneme.’’


Şahan’ın dünyası ve dünyasında yaşananlar bunlardı. Şahan çevresi ile birlikte tasavvufi bir hayat yaşamaktan mutluydu..











11. ALSENA

Kral Neccaftay, ülke dışına çok çıkardı. Hayatının yarısını dışarıda geçirirdi. Gittiği her ülkede hem hatırlı dostlar edinmiş, hem de birer harem kurmuştu. Kral, kaba sabaydı fakat oldukça cömertti. Halkını ezerek topladığı varlığını beraber olduğu kadınlara dağıtmaktan zevk alırdı. Türkmen ilinde, Alsena adında çok güzel bir Türkmen yıldızıyla lüks bir hayat yaşamaktaydı. Bir gün güzel yıldıza,
-Seni ülkeme götürmek istereim. Sarayımda cariyem olmak ister misin? Diye teklifte bulundu. Bu teklif Alsena’in hoşuna gitmişti. Bir Kral’ın kendisini sahiplenmesinden hoşlanmıştı . Kabul etti. Kral Alsena’yı sarayına aldı, Saray cenetten bir köşeydi. İlk zamanlarda Kral Alsena’nın yanına çok kalıyor, Alsena Kral’la hoş vakit geçiriyordu. Ancak giderek Kral Alsena’dan dan sıkılmaya başlamıştı.
Aradan yıllar geçmişti. Cariyelerin bir birlerini kıskanmaları, Kral’ın kadınlardan bıkkınlığı, Sarayda ki skandallar Alsena’nın canını sıkıyordu. Candan bir dost, bir arkadaş ta edinememişti. Cariyelerin her biri ayrı bir memleketten gelmişlerdi, birbirleri ile diyalog kuramuyorlardı. Bütün bunların üzerine bir de Kral’ın “kısır” olduğunu öğrenmişti. Alsena Kral Neccaftay’a bir evlat ta veremiyecekti. Buna da canı sıkılmıştı. Yaşadığı yer Cennet bile olsa O yalnızdı, mutsuz ve umutsuzdu.
Sarayda bir gün bir cariyeyi beline kadar toprağa gömüp, taşlamaya başladılar. Bütün cariyelerin de olayı izlemesini istediler. Buna “recim” diyorlardı. Müslüman geleneğinde zina eden kadınlara verilen bir ceza. Kadın toprağa gömülüp, taşlanarak infaz edilirdi. O zavallı güzel cariyeye atılan kocaman taşlar kafasına, yüzüne gözüne rastladıkça, kanlı göz yaşları içinde,
-ben suçsuzum….ben günahsızım… bana acıyan yok mu? diye bağırıp yalvarıyordu.
Kimse acımadı ve böylece can verdi. Her sene mutlaka birkaç kadın böyle recm edilirmiş.
Cariyelerin anlatıklarına göre, Saray da adam azmanı, Cellat Başı Zibari başta olmak üzere, sarayın önemli öteki adamları, istediği cariyenin odasına girer Ona tecavüz ederdi. İster gönüllü, ister gönülsüz olsun. Sarayda bunu bilmeyen yoktu. Olan zavallı cariyelere olurdu. Cariye hamile kalınca zina yaptığına hükmolunur, recim cezası verilirdi.
Karal sarayındaki bu ahlaksızlığı biliyordu. Ama kimse ses çıkarmıyordu.
Kral’da ses çıkarmıyordu. O, belki de bazı kadınların bu korkunç cezayı çekmeleri için sessiz kalıyordu.
Sarayda ki cariyeler kimseye dert yanamıyor, başlarının çaresine bakamıyorlardı. Ellerinden sadece ağlamak geliyordu. O kadar çok ağlıyorlar, o kadar çok göz yaşı akıtıyorlardı ki, bu göz yaşları zalim kralı boğabilirdi.
Tiamatlar krallık olarak Müslüman değillerdi. Halkın da belki yarısına yakını müslüman değildi. O halbe niçin İslamın ‘Recim’ cezasını kullanıyorlardı. Çok adil olduğu için mi, iyi bir ceza olduğu için mi, yoksa çok acımasız olduğu için mi? Bunu bilemiyordu.
Bir gün Alsena’ın odasına “köyün kabadayısı” gibi insanları huzursuz eden, ahlaksız ve sapık Cellat Başı Zibari girmiş. Alsena’nın güzelliğine, şuhluğuna hayran fakat pervasızlığından çekinen Zibari, Onun öyle kolay kolay teslim olabileceğini düşünmüyordu. Gene de sarayda yatmadığı cariye kalmaması için Alsena’yı zorlamak istemişti...
Alsena Zibari’in marifetlerini duymuştu. Bir gün odasına girerse ona teslim olmayacağını, Zibari’ye iyi bir ders vermek için kocaman bir pıçak almış, yatağın altına saklamıştı. Zibari Alsena’ya damdan düşer gibi,
-soyun, demiş,
Alsena,
-ben yalnız Kral’a soyunurum. Sen kimsin ki sana soyunayım, demiş. Zibari Alsena’yı tutmuş, yatağa atmış. Alsena yatağın altına sakladığı pıçağı kaptığı gibi Zibari’ye vurmuş. Zibari’nin omuz başı kan revan içinde kalmış. Zibari hayatında ilk defa birinin saldırısına uğramış, Alsena’nın kendisine bu kadar sert karşı koyacağına ihtimal vermediği için bu karşı koymadan korkmuş ve kendini geri atmış. Pisi pisine ölmemek için odadan çıkıp gitmiş. Alsena derin bir nefes, Zibari de büyük bir ders almış.
Alsena Zibari’yi Kral Neccaftay’a şikayet etmiş. Neccaftay, bu olay çok sıradan bir şeymiş gibi Alsena’ya,
-Sarayımın esrarını ifşa mı edersin? Diyerek geçiştirmiş. Fakat Zibari’ye tek bir laf bile etmemişti. Bu zalim Kral, kendi cariyesinin başkaları tarafından kullanıldığını umursamayacak kadar hayasızdı.
Zibari, aylarca omuz başı sargılı gezmişti. Mutlaka Alsena’dan bunun acısını çıkaracaktı. Fırsat kolluyordu.
Alsena başına daha kötü işler geleceğinden emindi. Sık sık sarayın müştemilatını –eklentilerini-gezer, aşçılarla, işçilerle, seyislerle konuşur, saraydan kaçabilme imkanlarını araştırırdı. Alsena, seyislerle dostluk kurmaya ve ata binmeyi öğrenmeye çalışıyordu. Bu durumda saraydan kaçmayı deneyebilirdi.. Ancak atlara ulaşmak o kadar kolay değildi. Seyisbaşı ile dost olmak ve onun suyunda gitmek gerekiyordu. Alsena bunu nasıl becerebilecekti kendisi de bilemiyordu.
Her şeyi göze alarak Seyisbaşı Şürak’a yanaşmıştı. Şürak Alsena’ya hoş görünmek ve Ondan faydalanmak için elindeki atları peşkeş çekmeye başlamıştı.. Alsena’ya, tavlanın en güzel atlarından biri olan Kırat’ı tahsis etmiş, Ona ata binmeyi öğretiyor, atlar hakkında bilgi veriyordu. Alsena ata binmeye başlayınca özgürlüğü hatırlamış, kendisini eğlendiren güzel bir uğraş bulmuştu. Bildiği tek şey at çok güzel bir dosttu. İnsansı bir varlıktı. Kırat Onu hissediyor, Onu anlıyor ve Onu seviyordu. Çünkü kendisi de Kırat’ı çok seviyor, rüyalarında bile Kırata biniyor, bilinmez ufuklara uçuyordu.
Sarayda ki yöneticilerin, Kral’ın sarayında, cariyelerinde ve tüm varlığında gözleri vardı. Fırsat buldukça bunları kullanıyor, bir bakıma Kral’dan öç almaya çalışıyorlardı. En çok ta cariyeleri kullanmaya özeniyorlardı, Zibari gibi…Seyisbaşının aklından geçen de buydu.
Kuşluk vaktini epey geçmişti. Seyisbaşı Şurak, tavlada, atların ahırında tek başına atların bakımını denetliyordu. Tımarına bakıyor, nallarını, koşumlarını kontrol ediyordu. Kırat’ın ön ayağını kaldırmış, nalına bakıyordu. İçeri giren Alsena’yı fark etmemişti. At kokusundan farklı bir koku geldi burnuna, yasemin kokusu gibi. İçi gıcıklandı. Sonra kulağını serinleten bir nefes hissetti, tam da aklına Alsena gelmişken, Alsena ile burun buruna geldiler.
Alsena Seyisbaşının atlarla nasıl meşgul olduğunu, ne yaptığını merak etmiş ve ilk defa tavlaya girmiş, Onu yakından görmeye çalışırken, Seyisbaşı Alsena’nın kendisine yanaştığını düşünmüştü. Bir anda Onu kucaklayıp, samanlığa atacak ken vaz geçmiş, kendi kendine,
-hös, höst…demiş… Kral’ın cariyesine dokunmayı göze alamamıştı.
Şurak Alsena’ya karşı hislerini hep canlı tutmuş, Alsena’yı kendisine daha yakın buluyormuş. Alsena da Seyisbaşı’nı saraydaki bir sürü zavallı sapıktan farklı görüyordu. Kırat Alsena’nın kokusunu almış, kişnemeye başlamıştı.
Seyisbaşı,
-kırat seni tanıdı.
-onu sevebilir miyim?
-tabi sevebilirsin,
Alsena Kırat’ın başını kolları arasına almış, gözlerini okşamış, boynuna sarılmıştı. Kırat burnuyla Ona dokunarak cevap vermişti.
Zibari’nin omuzbaşı iyileşmiş, üzerindeki moralsizliği atmış, tecavüzcü karekterini daha iştahlı, daha acımasızca devam ettirmeye başlamıştı. İlk ziyareti kendisine karşı koyan hatta saldıran Alsena’ya yapmıştı.
Alsena kapısını hiç açık bırakmıyor, hep kilitli tutuyordu. Bir gece kapısı zorlandı. İlk aklına gelen Zibari idi. Ne kapıyı açtı, ne de cevap verdi. Zibari de kapının açılmayacağını tahmin ediyordu ve bir rezalet çıkmaması için “akşamın şerrinden, sabahın hayri yeğdir” diye, işi sabaha bıraktı. Alsena’ya de bir ihtarda bulunmuş oldu.
Zibari Alsena’yı takibe aldı. Onu münasip bir yerde yakalayacak ve Ona mutlaka iyi bir ders verecekti. Alsena sık sık tavlaya gidiyordu. Zibari tavlada, dışarıda kıyıda köşede sıkıştıramaya çalışmış, uygun bir zemin bulamamıştı.
Bir gün gene Alsena tavlaya gitmişti. Zibari kapısını zorlamış, açmış, içeri girmiş, Alsena’yı beklemeye başlamıştı.
Alsena usta binici olmuş, Kırat’la iyi bir ikili oluşturmuşlardı. Gene kırata atladı, uçmaya başladılar. Kırat onu bulutların üstünde uçuruyordu. Epeyce uçtular. Kırat yorulma nedir bilmiyordu. Alsena Kırat kadar dayanıklı değildi, yoruldu. Döndüler, Seyisbaşı’na teslim oldular.
Şurak,
-Maşallah usta binici oldun, her gün daha uzun süre biniyorsun. Kırat’ta seni çok özlüyor.
-ben de onu özlüyorum. Benim öteki yarım gib oldu. Yarın daha erken gelip, daha uzun süre bineceğim…olur mu
-tabi olur, dedim ya Kırat binmeni istiyor…
Alsena’in yorgunluktan adım atacak hali kalmamıştı, bir an önce odasına gitmek, sıcacık banyosuna girip, yatmak istiyordu. Odasının kapısını açarken korktu, kapı zorlanmış gibiydi. Ürkek ürkek içeri girdi, daha kapıyı kapatmamıştı ki, ağır bir karabasanın altında kalmış gibi sırt üstü yere yapıştı. Ağzına kocaman bir paçavra tıkandı. Kararan gözleri odanın ışığına alışınca üzerine Zibari’nin abandığını fark etti. Teslim olmuyordu, ama karşı koyması da
çok zordu. Direnmeye devam etti, ta ki şakağına yediği sert yumrukla kendini kaybedinceye kadar.
Uyandığı zaman başı çok ağırıyordu, vücudu hırpalanmıştı, bazı yerleri kan revan içinde kalmıştı.
Sözün kısası Alsena Zibari’den kurtulamamıştı. Her cariyeye tecavüz eden adam azmanı Zibari Alsena’yı da kirletmişti. Alsena hiç karşı koyamamış, üstelik te fena halde hırpalanmıştı. Birkaç gün kimseyle konuşmadı, dışarı çıkmadı, ata binmeye bile gitmedi ve uzun süre kendine gelemedi. Alsena bu utançla yaşıyamazdı. Ölmeyi düşünüyordu. Kral Neccaftay’a lanet okudu. Onun için “hayasız ve şerefsiz” kelimelerini bile hafif buldu.
Zibari’nin acımasız zorbalığının etkisinden çıkamadı. Zibari’ye yaptıklarını hayatı ile ödetmeyi aklına koydu. Nasıl olur? olur mu olmaz mı kendi de bilemiyordu, ama mutlaka deneyecekti…O ahlaksız yaratık yaşamamalıydı diye düşünüyordu…
Ona en az kendi çektiği acı kadar acı çektirmeliydi. İçinde ki bu lanet -hadi oğlummmm, diyip sağrısını topukladı... Bu komutlar Kırat’a yetmişti. Kırat sırtındaki güzel binicisiyle bütünlerşmiş, gene bulutlara doğru uçmaya başlamıştı. Alsena’nın ruhu yücelmiş, aklındaki bütün kötülükler yer yüzünde kalmıştı. Çok mutlu ve huzurluydu.
Eve geldiğinde, kapıyı açmıştı, içeri giremiyordu. Sanki içerde O utanmaz ve hayasız Cellat Başı kendisini bekliyordu. Kısa kısa öksürerek hafif gürültüler çıkararak içeri girmiş, kapıyı kapatmadan önce her tarafı arayıp, içeride kimse olmadığından emin olmuş sonra kapısını kapatıp, sürgüsünü sürmüştü.
Zaman ilerledikçe Alsena’nın korkusu büyüyordu. Alsena, Zibari’nin tecavüzü sonucu hamile kalmıştı. Asıl mesele şimdi başlıyordu. Beş altı ay sonra Alsena’nın karnı iyice büyüyecek, hamile olduğu anlaşılacak ve ”zina” ettiği iddiası ile taşlanarak öldürülecekti…Alsena’nın başı çok ağırıyordu. Bunun çaresi ya bu saraydan kurtulabilmek, ya karnında büyümeye başlayan Zibari’nin piçini yok etmek ya da öteki cariyelerin başına gelen felakete uğramaktı...artık Kral da Alsena’ya yüz vermiyor, odasına gelmiyor ve Alsena ile yatmıyordu. Hoş gerçi yatsa da sonuç değişmezdi, çünkü Kral kısırdı. Alsena’nın başı çok ağırıyordu. Acı bakıyordu. Acı çekmişliğinin acısı yansıyordu bakışında. Kirpikleri bir birine karışmıştı.
Alsena gönlünü ve ruhunu dinlendiren Kırat’ın yanına gitmişti. Onun gösterişsiz ve karşılıksız sevgisinde huzur buluyordu. Kırat Alsen’nın kokusunu alır almaz ön ayağı ile eşinmeye başlar, dudaklarını uzatarak kesik kesik kişneyerek, onu yanına çağırırdı.
Bugün gene Kırat Alsena’yı yanına çağırdı. Alsena Kırat’ın yüzüne bir “imdat” çığlığı gibi baktı. Tek dostunun boynuna sarıldı, gözlerinden akan yaşa engel olamadı. Kırat eşinmeye ve kişnemeye devam ediyordu,
-sıkma canını, her yokuşun bir inişi vardır , der gibi. Bindi, sırtına sarayın çıkış kapısına doğru sürdü gitti. Kıratın sırtında uçarken düşüncesi de berraklaşıyordu. Daha hür ve daha doğru düşünüyordu.
Sarayın yüzlerce dönümlük alanını çevreleyen yüksek ve kalın duvarların dışına dört kapı ile çıkılabiliyordu. Bu kapıları Kral dan başka kimse açtıramazdı. Alsena zaman zaman kapıları gözetlerdi. Kapılarda kameralar vardı. Her seferinde kapıları koruyan askerlerin görevlerini ne kadar ciddiye aldıklarını görmüş, her seferinde morali bozulmuştu. Her kapıda bir sürü asker vardı. Askerlerin komutanları vardı ve her kapının önünde birer karakol vardı. Yani dışarı çıkmak için kapıları zorlamak mümkün değildi. Her seferinde bir merakla gidip, ümitsizlikle dönüyprdu.
Labirente hapsedilmiş fare gibi, içinde bulunduğu karmaşadan çıkabilecek bir yol bulamıyor, hep aynı kulvarda dolaşıyordu.. Gene tavlaya gidiyordu, Kırat’la sohbet edip, efkar dağıtacaktı.. Dalgındı, huzursuzdu, kaşları çatık, suratı asıktı. Yanında yürüyen biri vardı, O farkında değildi, Cellat Başı Zibariyle beraber yürüyordu.
-Seyisbaşı.iyi bir at binicisi olduğunu söyledi. Zafer kazanmış komutan edası vardı tavırlarında. Alsena kafasını çevirdiğinde Kendisine laf atan adamın Ahlaksız Zibari olduğunu görmüştü, cevap vermeye üşendi..
-….…
Zibari,
-bana dargın mısın?
-niçin dargın olayım, karnımda çocuğunu taşıyorum.
-buna çok sevindim. Bana hayat vereceksin desene, benim neslimi devam ettireceksin, seni daha çok sevmeye başladım.
Alsena’nın yüzünde hüzünlü bir tebessüm vardı.Tebessümü ödünç alınmışa benziyordu. Mahcuptu, konuşmaktan nefret ediyordu, yüzüne tükürmek geliyordu içinden.
Zibari ise daha çok konuşmak istiyordu, Tavlaya mı gidiyorsun?
-evet
-ben de oraya gidiyorum, at binmeye başladım. Bir daha konuşmadılar. Seyisbaşı’nın yanına gittiler. Atlarına bindi sürdüler..
Alsena lanet olası Zibari ile karşılaşmamak için, Kırat’la olan beraberliğini erken bitirip, dönüyordu, Zibari gene yetişmiş, konuşmaya başlamıştı,
-seni özledim. Ziyaretine gelmek istiyorum. İzin verir misin?
-daha önce izin mi aldın? Sana gücümüz yetmez, ama ben seni istemiyorum, yüzünü bile görmek istemiyorum, senden nefret ediyorum.
-Nefret ettiğini biliyorum. Herkes benden nefret eder. Ben nefrete alışkınım. Artık suratını asma, yüzün gülsün
Alsena odasına gelmiş, olup biteni düşünüyordu. “Bu şerefsiz adamdan kurtulamıyacak mıyım?” Diyordu kendi kendine. Aklına iyi bir fikir geldi, bu yaklaşımından faydalana bilir miyim? Diye düşündü.
Aylar geçiyor, Alsena’nın sıkıntıları artıyor, bir kurtuluş ümidi doğmuyordu. Alsena ne yapıp edip mutlaka kendini bu kalın duvarların arkasına atmalıydı. Hep taşlanarak öldürülen cariyeler geliyordu gözünün önüne.
Alsena ata binmek için odasından çıkmış, Zibari ile karşılaşmamak için başka yoldan tavlaya doğru yürüyordu. Bir atın hamuduna urgan bağlanmış, urganın öteki ucuna da kocaman bir kütük bağlanmış, at o kütüğü sürükleyerek taşıyordu. Alsena baktı, önce önemsemedi, sonra aklına başka şey geldi. Bir daha baktı…Bu olay işine yarayabilirdi… bir urgan bulsa, bir ucunu Kırat’ın boynudan geçirse, öteki ucunu yağlı ilmik yapsa, Kırat’ı topuklasa…içten gelen bir tebessümle yüzünde güller açtı. “Olur mu?” “ Niye olmasın”…kendi kendine gülüyor, konuşarak yürüyordu. Gören olsa “deli” derdi. Haklıydı belki…gerektiğinde delilik te yapılmalıydı…
Alsena bir urgan buldu, bir ucunu ilmik yaptı, halı heybeye koydu, heybeye biraz nevaleve ile biraz da giyecek koydu, Heybeyi omzuna attı, tavlaya geldi. Kıratı biraz daha sevdi, ondan çok şeyler bekliyordu. Heybeye koyduğu urganın diğer ucunu Kırat’ın boynuna bağladı. İlmikli ucunu yağladı, yağlı ilmik yaptı.
Zibari ata yeni binmişti, binicilikte henüz acemiydi, atı çok yavaş sürüyordu. Alsena bir delilik yaptı! Zibari’nin atına iyice yanaştı ve yağlı ilmiği Zibari’nin başından geçirdi. Zibari ne olduğunu, neye uğradığını henüz kavramadan, Alsena Kırat’ı topuklamıştı. Kırat her şeyi anlıyordu. Kırat önemli bir hizmet gördüğünün farkındaydı. Zibari hırlayarak atından yuvarlanmış, Kırat’ın peşinden kafası gözü, kolu bacağı parçalanarak hızla sürükleniyordu. Kırat arkasında sürüklediği şeyin iyice dağılması için sanki sünüyordu. Alsena başını çevirip arkasıda sürüklenen Zibariye baktığında paramparça olmuş giysiler içinde, lime lime etler ve kanrevan olmuş bir külçe görmüştü. Kırat’tan indi, Kıratın boynundan urganı çözdü, Zibari’den arta kalan parçalar it ölüsü gibi yatıyordu orada, tanınmaz haldeydi Onu gören hiç kimse bu ’Zibari’ dir diyemezdi. Alsena Zibari’den kurtulmuştu. Bir “oh” çekti ki yüreğinin bütün yağları eridi.
Zibari’yi bekleyen azap melekleri Onun soysuz ve sadis ruhunu çoktan almış, layık oldu ızdırap dolu cehennem çukuruna atmış, lime lime olan etleri tekrar azgın ateşte yanmaya başlamıştı. Ancak O gerçek alemin ızdırabı bir kerede, iki kerede bitmiyor, ha bire yenileniyor, yandıkça yanıyor, azabın ve çilenin sonu gelmiyordu. Hamile bıraktığı için Recmedilerek öldürülen onlarca zavallı cariyenin ahı, ölümüne sebep olduğu yüzlerce suçsuz insanın günahı, dur durak bilmeyen azgınlığının, ahlaksızlığının, sadisliğinin cezasını çekmeğe başlamıştı.
Allah bir şeyi dilediğinde ona bildiği ve dilediği biçimde müdahale eder, onu istediği biçimde yakalar. Çünkü herşeyi bilen ve herşeye gücü yeten O'dur.
Bu konuda Yüce Peygamberimiz:
"Allah, onları beklemedikleri bir şekilde kıskıvrak yakalayıverdi. Yüreklerine de korku saldı’' buyurmuştur
Allah kimsenin ahını yerde koymayacak. O çok adil ve hak sahibidir. Gerçek şu ki yeryüzünde bu terazinin eşi ve benzeri görülmemiştir. Onun benzeri sadece zerre ağırlığınca iyilik veya kötülük için ürperen mü'min kalbidir.
Dağlar kadar günah, isyan ve kötülük işlediği halde hiç üzülmeyen, irkilmeyen paslı ve şirret kalpler yaptıklarının yanlarına kar kalacağını mı sanıyorlardı? İşte Allah’ın vaadi, Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür…Şimdi Zibari o erlerinin teker teker cezasını görmekte..nasıl gördüğünü dili olsa da da anlatsa!!!
Daha hesaba çekilmedi, hesap günü onun ağırlığı altında daha çok ezilecektir.
Alsena’nın şimdi saraydan kurtulması iki kere şart olmuştu. Ne yapıp edip buradan çıkmalıydı. En uzak kapıya gitti. Kapıyı koruyan askere,
-ben saraydan geliyorum. Hemen kapıyı aç, Yüce Kralımız çok hasta hekim getireceğim..
Asker,
-sen kadınsın, sen dışarı çıkamazsın,
-doğru ben kadınım. Senin adın ne,
-benim adım Cend
Alsena atından inip, Askerle cilveleşmeye başladı. Bir taraftan,
-sen ne kadar güçlü bir erkeksin… sen çok yakışıklısın diyip, pazularını sıkıyor, suratını okşuyor, orasını burasını tutuyordu.
-sana hayran oldum. Hadi Cend, beraber olalım, ne olur? Diyor, bir yandan da askere kırıtarak tahrik etmeye çalışıyordu. Sonunda asker dayanamamış,
- ben hazırım, diyip Alsena’yı öpmeğe, o da Alsena’yı mıncıklamaya başlamıştı.
Alsena,
-burada olmaz. Kapıyı aç, kapının dşında istediğini yapalım,demiş. Asker Alsenanın baş döndürücü parfüm kokuları ve yüklendiği şehvetin baskısı altında buna yürekten inanmış, Alsena’nın de kendisine deli divane olduğunu görmüş, hemen kapıyı açmış, pantolonu ile meşgulken, Kırat’a atlayan Alsena çok az kullandığı kamçısını Şakirttdatarak uçmuştu. Asker bunun rüya mı, gerçek mi olduğunu anlayamadan, Alsena gözden kaybolmuştu.
Şimdi Alsena hürdü…avazı çıktığı kadar bağırarak nara atıyordu..,ha bire at koşturuyordu nereye gittiğini, neye ulaşmak için acele ettiğini kendisi de bilmiyordu.
Seyisbaşı Şürak akşama kadar bekledi, ne Kırat döndü, ne de Zibari göründü. Tavlaya dolan askerler den başka gelen giden olmadı. Askerlerin başında ki Komutan Şurak’a,
-kapıdan bir atla bir kadın çıktı. Atı sen mi verdin?
-Zibari’ye at verdim. Ha bir de Yüce Kralımız’ın bir cariyesine verdim.
-cariye kimdi?
-adını bilmiyorum, Atı, Kıral’ımızın emir verdiğini söyleyerek aldı.
-Zibari nerede, bilmiyorum, henüz dönmedi.
-Seni buraya korkuluk mu diktiler, yoksa Yüce Kıralın atlarını ona buna peşkeş çekesin diye mi koydular. Şu anda kaç at eksik?
-iki at efendim.
Askerlerine dönmüp, bu adamı ikiye bölün, dedi. Askerler için bu zevk kaçırılmazdı, onlar da işin zevkini çıkardılar. Seyis başı da ruhunu Azap meleklerine teslim etmişti. Zibari ile birlikte yaşadıkları nimetlerin külfetini görmeye başlamışlardı.Krallarının çektiği işkenceyi seyretmeğe mecalleri kalmamıştı.
Aradan bir güne yakın bir zaman geçmişti. On askeri en hızlı zırhlı araçlara bindirip, Alsena’nın peşine saldı, sakın bulmadan gelmeyin, Getiremezseniz kendinizi ölmüş bilin, dedi. Üç askeri de Zibari’yi bulmak üzere gönderdi.
Ertesi gün Kral paramparça olmuş Zibari ile karşılaştı. Cariye Alsena’nın da saraydan kaçtığını
öğrendi. Çıldırmadığına hayret etti. Şu kadar yıllık Tiamatlar böyle felaket görmemişti. Baş Komutan’ı çağırmış,
- suçlular derhal yakalansın en ağır ceza ile cazalandırılsın. Bir cariye, bu saraydan nasıl kaçar? Sarayın kapılarında nöbetçiler yok mudur, asker yok mudur? Asker uyuyor mu, Bu kadın atı nereden aldı, nasıl aldı, kim verdi, hala niçin yakalanıp, cezalandırılmıyor? Güvenliğimizden emin değilim. Sen neyle meşgulsün?
-bence siz abartıyorsunuz. Bir cariye her zaman kendini teslim edip, bazı imkanlar sağlar. Bu kaçan cariye de aynı şeyi yapmıştır.. En kısa zaman da yakalanacaktır.
-Zibarinin parçalanmasına ne dersin?
-o bir hesaplaşma,
-kim yapmış bunu? Derhal benim arabam hazırlansın, demiş. Kralın zırhlı aracı hazırlanmış, Kral binmiş, Alsena’nın kaçtığı kapıya gitmiş. Önce orada ki komutanın rütbelerini sökmüş, sonra da askerlerine komutanlarını kurşuna dizdirmiş. Daha sonra askerleri teker teker kral’ın kendisi öldürmüş.
Alsena’nın peşine takılan askerler şehri çıktıktan sonra izini sürmeğe başlamışlardı. Alsena yol iz bilmiyordu, amacı saraydan, hatta ülkeden uzaklaşmaktı, kimselere yakalanmadan. Kırat dağdan bayırdan, bildiği gibi gidiyordu. Alsena de devam etmek istiyordu.. Akşam oldu, hava iyice karardı. Yıldız bolluğundaki gökyüzü üstünü çadır gibi örtüyordu. Kırat yola devam ediyordu. Ormanın başladığı yerde , bir su kenarında Alsena kısa bir mola verdi. Kıratı yemledi, suladı. Heybesinden biraz nevale çıkarıp yedi, hemen uykuya daldı. Tertemiz bir hava vardı. Alsena hep erken uyanırdı. Gene erken uyandı..
Sabah vakti gün doğarken kendini güvende hissediyordu. Gene gün doğarken kendini güvende hissetti, moral buldu, kuşların cıvıltısı kulaklarında, yola devam etti.
“Artık Kral’ın adamları beni bulamaz, belki peşimde bile değillerdir. “ diye geçirdi içinden. Yorgunluktan mı, bıkkınlıktan mı, güvenden mi neden bilinmez, sanki biraz tembelleşmişti. Kırat rahvan gidişini sürdürüyordu, yüksekçe bir tepeye varmıştı. Durdu etrafını gözetledi. Önünü göremiyordu, ancak arkasında ki otobanda peş peşe üç askeri aracın hızla yaklaşmakta olduğunu gördü.. Telaşlandı. “su uyur düşman uyumaz” demişler. Doğru ben uyudum onlar uyumadı. Şimi uçmak zamanı deyip Kırat’ı topukladı.

Doludizgin uçma sinyali alan Kırat gerçekten uçtu. Bu uçuş, bu kaçış iki gün iki gece sürdü. Alsena’nın peşindekiler her kimse kesinlikle çok geri kalmış, nal topluyor sanmıştı. Oysa Alsena ormandan çıkıyor, tepe leri aşıyor, bir de bakıyor ki peşindeki askerler gene yetişmiş, gene Alsena’ya yaklaşmışlardı... Arayı iyice açıyor, inat ve israrla, tekrar yetişiyorlardı. Alsena’yı ölü veya diri yakalayacak, saraya götürüp Kral Neccaftay’ın önüne atacaklardı. Ülke sınırına kadar bu takip sürecekti. Alsena Ülke sınırını geçebilirse ve orada da yakalanmazsa kurtulabilirdi. Tuziye de Alsena’nın bu askerlerin önünden kurtulma şansı yoktu.
Alsena bu kovalamacadan bunalmıştı, bir de kanama başlamıştı. Başı dönüyordu, atın üstünde zor durabiliyordu. Saraydan kaçalı üç gün olmuştu, deli rüzgar gibi savrulup gidiyordu.
Ormanın içinde bir duman gördü, atını dumana doğru sürdü. Yaklaştıkça dumanı tüten bir ev olduğunu fark etti. Daha gitmeye mecali kalmamıştı, bu eve misafir olmayı düşündü. Hem seviniyor, hem korkuyordu. Kimin kucağına düşeceğini bilemiyordu. Askerler de iyice yaklaşmış, Alsena da kapıya dayanmıştı..
Bu gürültü patırtıya Şahan dışarı çıkmıştı. Kapının önünde, acıya ve göz yaşına gömülmüş bir halde, zavallı bir kadının durduğunu gördü. Atın dizginlerini tutmuş, öylece bakıyordu. Kan revan içinde kalmıştı. Kan atın sırtından , yere kadar süzülmüştü, ayağını bastığı yerler kan oluyordu. Kral’ın akerleri etrafını sarmışlardı. Ellerinde taşıdıkları sancakların tepesinde kartallar vardı, iki başlı, dört ayaklı kartallar…ihtişamlı ve ürkütücüydüler.
Tam bu sırada hiç kimsenin göremediği ve akıl erdiremediği onlarca savaşçı peydah oldu oracıkta. Bunlar Elyasa ve arkadaşlarıydı. Karşı dağın kayalıklarında Alsena’yı ve arkasında takipçileri görmüş, izlemeye almışlardı. Kaçan atlının dumanı tüten evin önünde duracağını tahminetmiş ve askerlerin atlıya yetişeceğini kestirmişler, onlara hak ettikleri dersi vermek ve kaçan atlıyı kurtarmak için eve doğru yönelmişlerdi.. Tahmin ettikleri gibi, Alsena evin önünde durmuş, cengaverler de yetişmişti. .Kısa bir vuruşmadan sonra Kral’ın on askeri öldürülmüş. Alsena, derin bir nefes almıştı. Şeyh Fani Hazretleri, “Allah kulunu darda bırakmaz” derdi. Doğru dermiş. Mevla zavallı kadını gökten inen bu savaşçılarla korumaya aldı. Şahan bu cengaverleri kutladı, tanıştılar, onlara yemek yedirdi, dinlendirdi ve ,
-kapım size her zaman açıktır. Ne zaman isterseniz gelirsiniz. Neyimiz varsa beraber yer içeriz, dedi.
Elyasa,
-bizi merak ettiğinizi biliyorum. Biz Zalim Kral’a baş kaldırdık, dağlarda yaşıyor, Onun adamları ile savaşıyoruz. Sayımız şimdilik az ama daha da artacaktır. Kimsenin malına ve canına kastedmeyiz.
Alsena, yorgunluktan bitap düşmüş, konuşmaya mecali kalmamıştı.
-size teşekkür ederim. Beni kurtardınız. Kabul ederseniz ben de sizin yanınızda savaşmaya hazırım, dedi.
Elyasa,
-ilginize teşekkür ederiz, bunu asla istismar etmeyiz. Bizi her zaman yanınızda bilin. Bacım sen burada kal, bizim yolumuz çetin bir yoldur. Yolcu yolunda gerek diyerek, askerlerin zırhlı arabalarını da alarak oradan ayrıldılar.
Alsena perişandı, Şahan Alsena’yı eve taşıdı. Su ısıttı, banyo yapmasını sağladı. Yumuşak döşekli misk-ü anber kokan bir yatağa yatırdı, üstünü örttü. Alsena yattı ölü gibi uyudu. Sesi soluğu çıkmıyordu.
Kırat köpük köpük terlemişti. Şahan Kırat’ın terini sildi yemledi, suladı. Akşam oldu, gece oldu Alsena hala uyuyordu. Kimse uyandırmadı.
"O çok esirgeyen çok merhamet edendir."
İnsanın vicdanına Allah'ın merhametine ilişkin bir huzur ve rahatlama yerleştimi, korku ile ümit, güven ile endişe dengelenir. Allah kullarını huzurundan kovmaz, onları gözetir. Başıboş bırakmaz. Onlar için kötülük istemez. Onların hidayete gelmelerini arzu eder. Onlar kötülüklerle, arzu ve ihtiraslarla boğuşurken onları yardımsız, desteksiz bırakmaz:
Gerçekten Alsena’yı yalnız bırakmadı. Onu esirgedi ve Ona merhamet etti. Onu büyük sıkıntılardan kurtardı..Onu gene O koruyacak ve kollayacaktır…
Alsena sabah vakti gün doğarken uyandı. Kendini güvende hissettiği vakitti. Nerede olduğunu uzun süre bilemedi. Sonra etrafı süzdü, bir gün önceki savaşı hatırladı, nerede olduğunu, buraya nasıl geldiğini, kendisine bu güzel yatağı vereni, banyo yaptığını hatırladı. Gerçekten de güvendeydi. Hiç olmayacak kadar güvendeydi. Kendisine kucak açan bu insanların kim olduklarını merak etti. Kendini al kanlar içinde bırakan kanamanın sonucunu fark etti. O piç dölü, Zibari’nin karnına koyduğu cenin düşmüştü. Bundan sonsuz mutluluk duydu. Yataktan kalktı, usulca odadan çıktı. Yedi-sekiz yaşında güzel bir erkek çocuk olan Alpi’yle karşılaştı. Alpi’nin yüzü ay parçası gibi aydınlıktı, tebessüm ederek,
-Hoş gelmişin .
-hoş bulduk. Sen bu evin çocuğu musun? Adın ne?
-adım Alpi
Bu konuşmayı duyan Şahan gelmişti yanlarına, o da Alsena’ya
-hoş gelmişin, dedi.
Alsena
-siz kimsiniz? Beni nasıl buldunuz.?
-ben Şahan. Hepsini konuşuruz, daha çoook zamanımız var. Siz şimdi gelin bir şeyler yiyelim karnımızı doyuralım. Biz de yemedik, seni bekledik.
Yiyeceklerin hazırlandığı bir yeşillikte oturdular, yemeğe başladılar.
Alsena,
-ben “Alsena” Kral’ın sarayından kaçtım. Asıl ülkem Türkmenmen ilidir. Kral Neccaftay beni cariye olarak saraya almıştı..Şimdi buradayım. Sizin başınızın derde girmesini istemem. Ben dinlendim. Atım da dinlenmiştir, hemen yola çıkayım. Çünkü Kral benim peşimi bırakmaz. Bu güzel çocuğu, Alpi’yi de, sizi de hiç unutmayacağım. Alpi’nin annesi nerede, onu da görmek isterdim.
-o şimdi Caenette. Onu Alpi’de göremedi. Seni de bir yere bırakmayız. Eğer gidecek bir yerin yoksa ve de istersen burada dilediğin kadar kalırsın. Kral’ın askerlerinden de korkmuyoruz.
-size zararım dokunur diye korkarım.
-korkma burası senin evin oldu…evine hoş geldin. Burası Türkmenmen iline çok yakın. Biz oraya çokça gideriz.
-Ben de gitmek isterim.
Bu işe en çok sevinen Alpi oldu. Ev şenlenmişti. Evde kadın sesi duymak hoşuna gidiyordu. Alsena’nın da gidecek yeri yoktu. Onun için de yeni bir hayat başlamıştı, heyecanlanıyordu. Her şey Ona çok sevimli geliyordu, her şeyi ve herkesi çok seviyordu.
Şahan Alsena’yı Allah’ın kendisine verdiği bir lütuf olarak algılıyordu. Eğer O da isterse evlenebilir, mutlu bir aile hayatı kurabilirlerdi. Her şeyini çok beğendiği bu kadını kendisi arzu etmediği sürece asla rahatsız etmezdi. Alsena Şahan’e , Alpi’ye, çiftliğe, eve, ev işlerine öylesine alıştı, ki kendini buranın bir parçası gibi hissetmeye başladı. Zaten burada bir kadın boşluğu vardı, Alsena o boşluğu doldurdu. Alsena daha girişken, daha konuşkandı. Şahan’a birçok şeyi öğretti, bazı yanlışların doğrularını gösterdi.
Bir akşam, Alsena ile Şahan ay ışığının aydınlığında bir birlerine olan duyduklarını açtılar. İçlerinde hayatın sevgisi alevlendi. O ana kadar hissetmedikleri sevgiyi ve belki de aşkı hissetmeğe başladılar.
Alsena,
-biz niçin evlen miyoruz? Diye sordu.
Şahan,
-bilmem…ben düşündüm, seni üzmemek için açmadım, diye cevap verdi.
-ben de düşündüm…sen ister misin, istemez misin bilemedim.
Şahan kararı açıkladı,
-sen istiyorsan, ben de istiyorum, o halde evleniyoruz…dedi ve o geceyi hiç yatmadan geçirdiler, Sabahleyin erkenden Tekke’ye uçtular ve Şeyh Fani Efendinin önünde diz çöktüler, Nikahları kıyıldı, evlendiler.
Alsena, Şahan ve Alpi’ye , kanatlarını indirmiş, civcivlerini koruması altına alan tavuk gibi sevgi ve şefkat gösteriyordu. Çok alçak gönüllüydü. Alpi Alsena’nın bu davranışlarından son derece etkileniyordu. Çevresinde babasından başka insan olmadığı için bu davranışları başka yerlerde, başka kimselerde görememişti.. Bu şefkat Alpi’ye “anne” duygusu veriyordu. Alsena’yı anne gibi sıcak ve kendine yakın buluyordu.
Şahan’ın evinde büyük bir mutluluk yaşanıyordu.
Alsena, Şahan sayesinde hatırladığı ılık bir sevi, bir aşk yaşamaya başlamıştı. Böylece uyarılan sevgi, onu uyarmış olan sevdanın peşinde koşmaktan zevk alıyordu. Ateş nasıl kor haline gelirde etkisi çoğalırsa, ruh ta sevdiğine kavuşunca yücelir. Şahan’ın evinde ruhlar yüceliyordu.
Alsena şunun farkındaydı; hayatta en çok huzur bulduğu ve değer verdiği her şeyi olan, dostu Kırat’ı idi. Kırat’ı hiçbir insana değişemeyeceğini zannediyordu. Ama şimdi hayatında Şahan var, Alpi var ve bu huzurlu hane var. Bundan böyle bu dostlarının hayatında sonsuza kadar kalmasını istiyordu..
Alsena Alpi’ye şefkat şemsiyesinin altında, sevgi pınarını göstermişti. Alpi kana kana içiyor, tabiata, hayvanlara karşı olan sevgisinin yanında insan sevgisi de çoğalıyordu. Alsena Alpi’ye oturmasını, kalkmasını, konuşmasını, dinlemesini öğretiyordu.
Alsena’nın bir kızı olmuştu. Adını Cannat koymuşlardı. Alpi anne sevgisinin yanında kardeş muhabbetini de öğrendi.
Alpi zeki ve çalışkan bir çocuktu. Kırların hür havasında, koyunların kuzuların arkasında, tabiatın içinde büyüyordu. Şahan Onu Türkmenmen ilinde iyi okullara verdi, okuya bildiği kadar okutacaktı.

12. NECCAFTAY’IN KIYAMETİ


Allah buyuruyor ki; “Yardımcısı Allah olana, başka dost ve yardımcı gerekmez. Allah hem yeter, hem de hiçbir şeye muhtaç etmez” Bakara Suresi107
Elyasa, Zirta ve kardeşi Kurta ile gece gündüz at sürdüler. Çok uzaklara gittiler. Ülkenin sınırına yakın, transit yollarını gören, yüksek kayalıklı dağları mekan tuttular.
Çevrelerinde ki köylülerle iyi ilişki kuruyorlardı. Genellikle köylülere yardım ediyorlardı. Bil hassa askerlerin haksız uygulamaları ve yaptıkları işkenceleri hayatları ile ödetiyorlardı. Kısa zamanda halk Elyasa’yı sevmiş, bağrına basmıştı. Sayıları hızla çoğalırken, itibarları artıyor, efsaneşiyorlardı. Halk Kral’a vermedikleri iaşeyi Elyasa’a veriyor, sosyal etkinliklerinde de Elyasa ve adamlarını şeref misafiri yapıyorlardı.
Elyasa ve arkadaşlarının sayıları binleri geçmişti. Tuziyede halk Elyasa’dan yönetimi devralmasını istiyordu. Yapılacak bir savaşta kendilerinin de Elyasa’ın yanında yer alacaklarını ifade ediyorlardı. Elyasa, Kral’ı devirmeyi göze alıyordu. Arkadaşlarını topladı, onlara saraya baskın yapma fikrini açtı. Hepsinin bu işe en az kendisi kadar hevesli olduğunu gördü. Bu iş için harekete geçme zamanını kollamaya başladı..
Elyasa Kralı çok rahatsız ediyordu. Sürekli şehirler basılıyor, yollar kesiliyor, kral’a ait mallara el koyuluyordu. Kral kesilen yolların güvenliği için karakollara onlarca asker koyuyordu, askerler öldürülüyor, gene yollar kesiliyordu.
Kralın köylüden “salma!” toplamaya giden askerleri öldürülüyor, köylüden alınan mallar geri dağıtılıyordu. Her seferinde Kral asker sayısını artırıyor, Elyasa ile bir türlü başa çıkamıyordu. Kral Elyasa’yı ortadan kaldırmak için peşine yüzlerce asker taktı. Gene başa çıkamadı. Her seferinde askerler ya öldürülüyor, yahutta Elyasa’ın saflarına geçiyorlardı. Kral her yenilginin peşinden zavallı insanlar üzerinde ki baskı ve zulmünü artırıyordu. Kral Neccaftay’ın krallığının başına yıkılacağının sinyalleri veriliyordu. Kral tedirgin olmuştu. Kurmaylarını topladı, fikirlerini sordu.
Baş Asker Piyog, Başkomutan Rizvari’den sonra gelen ikinci üst komutandı. Kral’a,
-kitle imha silahları kullanmamıza izin verin hemen bitirelim.
Kral,
-nasıl bitirecekseniz bitirin…istediğiniz silahı kullanın,
Piyog,
-bu silahları kullandığımız zaman, orada yaşayan halk ta ölecek, hatta topraklarınız bile etkilenecek,
-kim ölürse ölsün, Kral’a karşı gelmenin neye mal olacağını gözleri ile görmeleri lazım. İstediğin silah olsun…ne istiyorsan al ve kullan..
Bir Kral’ın kendi halkını kırması, imha etmesi, onlara acımaması insanlıkla, vicdanla bağdaşmayan bir felaketti. Bir ‘soy kırım’ idi.
Piyog’un bir karış boyu, türlü türlü huyları vardı. İyilik güzellik, onur, namus, vicdan namına ne varsa onda yoktu. Acımasız ve zalimdi. Onun gözünde insanlar çer-çöptü, hiç kıymeti olmayan varlıklardı. Kitle ihmhası kullanmak Piyog için büyük bir zevkti. Planını yaptı. Önce biyolojik silahlar kullanacaktı. Biyolojik silahlahtan sonuç alamazsa, o zaman nükleer silah kullanmayı düşünüyordu. Fakat nükleer silahın etki alanı sarayı da kapsaya bilirdi. Bunu hem düşünmedi, hem de eğer kendisine dokunmayacaksa varsın sarayı da imha etsin, hiç önemi yoktu.
Askerleri biyolojik silaha göre techiz etti, sonra da uçaklarla o bölgelere biyolojik atıkları gönderdi. Biyolojik silahlar bütün canlılar üzerinde zararlı etkiler yaratmak maksadıyla kullanılan bakteri, virüs, mikrobiyal toksinlerden oluşuyordu. Bu maddeler kokusuz, tatsızdı ve havaya bulut halinde atıldı. İlk anda kimse fark edemedi. Yaşayan bitkiler, hayvanlar veya mikroorganizmalarn tamamı zehirlenmişti. Bazı toksinler kimyasallara da dönüşüyordu.
Yaşayan organizmalar etkilerini gösterene kadar hedeflerde çoğalıyordu. Toksinler genellikle daha öldürücü idi. Bu biyolojik saldırı, bölgeyi birkaç saat içinde kirletti. Bölgede hastalıkların yayılmasına yol açtı, kalıcı arızalara, toplu ölümlere sebep oldu. Ekolojik sistemleri tahrip eden mikroorganizmalar biyolojik silah olarak beklenen tahribatı yapıyordu. İnsan, hayvan ve bitkilerde ölüm ve hastalıklar meydana getiren biyolojik silah hedefini bulmuştu.
Elyasa’ın karargahı kayalıklarda, mağaraların içindeydi. Her türlü silahtan korunuyordu, tabi bir koruma altındaydı. Açıkta bulunan az sayıda adamı etkilenmişti, mağaralarda bulunan savaşçıları fazla etkilenmemişti. Elyasa’nın adamlarından Türkmenmen ilinden gelip, Elyasa’ya katılan Bilgiç Türkmenmen Bilgin, havadaki garipliğin farkına varmış, Elyasa’ya
-havada pislik seziyorum. Senin de boğazın yanıyor mu?
-he ya yanıyor…neden dir?
-havayı zehirlemişler.
-ne lazım?
-ağzımıza ıslak bez bağlayıp, zehiri süzmeliyiz. Yiyecek içeceğimize de dikkat etmeliyiz.
-sen ne dersen onu yapalım, dedi, Elyasa.
-dinlenmiş suda yıkanmamış bir şey yenmeyecek. Süzme su içilecek, diye tembih ettiler, adamlarına.
Bilgiç adamların ağızlarına ıslak bez bağlattı. Suların ağzını kapalı tutturdu,Yiyecekleri yıkattı. Böylece yiyecek içeceklerine de dikkat etmeye başladılar.
Çevrede ki köyler battı. Köylüler telef oldu. Ne hayvanları kaldı, ne de bitkileri. Hastalık kol geziyordu. İnsanlık aleminin utanç levhalarından biri tecelli etmişti.
Allah’ın “kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür sözünü ya hiç duymamış veya duymuş ta önemsememişti." Evet zerre ağırlığınca, yani tartıya gelmeyeck kadar küçük bir ağırlık kadar iyiliğin de kötülüğünde hesabı görülecekti. Kötülükleri önlemeye gücü yetmeyen ruhlara bu inanç, bu vaad serinlik veriyordu. Bu kalpler yeryüzünü sırtlanmışlardı ve hesap günü iyiliklerinin ağırlığınca ödüllendirilecekti.
Elyasa, tabiatın dengesini bozan, günahsız insaları zehirleyerek öldüren bu zalim Kral’a kesinlikle cezasını verecekti. Önemli adamlarını topladı, onlara niyetini anlattı ve,
-itirazı olan var mı ? diye sordu. Bilgin söz istedi,
-hesabını yaptın mı, ne kazanacak, ne kaybedeceğiz?
-hayır hesabını yapmadım. Ama kazançlı çıkacağımıza inanıyorum.
-inanmak başarmanın ilk basamağıdır. Kaç adamla baskın vereceksin?
-elli adam, yüz adam, ne kadar yeterse o kadar adamla, ama çok adamla değil
-tamam, fakat baskında hedefin ne?
-ses getirmek…attıkları zehirli bombaları onlara tattırmak,
-gazamız mübarek olsun…hadi çıkalım,.
-sen gelmiyorsun. Arkadaşlarına seslenerek, Arkadaşlar dinleyin…saraya baskına gidiyoruz.
ben dönmezsem yerimi Bilgin kardeşime bırakıyorum. Zirta ve Kurta adamlarınızı silahlandırın, yanınıza bol cephane alın, hemen yola koyulalım.dedi

Şimdiye kadar bu denli güçlü ve bu denli açıkça saraya hücum olmamıştı. Bu tam bir hesaplaşma olacaktı. Önce sarayın demir kapılarını zorladı, kapıyı açamadı. Dikkatleri üzerine çekmemek için kapının dışında pusuda beklediler, ta ki kapılar bir ihtiyaç için açılıncaya kadar. Birkaç gün sonra kapılar açıldı. Elyasa bütün gücüyle içeri dalıp, kapıdaki askerleri etkisiz hale getirdi ve Kral’ın yaşadığı saraya yüklendi. Sarayın korumalarının neye uğradığını anlamadan, Kralın kendisini her türlü tecavüzden koruyacağına inandığı sırça köşküne ulaşmıştı.. Odalara giriyor, karşılarına çıkan herkesi öldürüyorlardı. O kadar çok oda, o kadar çok adam vardı ki, Kimse Kralı tanımıyordu. Elyasa ise Kralı canlı ele geçirmek istiyordu. Sarayda asker ve subaylar belliydi. Hem silahlı, hem de üniformalıydılar. Subay ve askerlerle çatışma oluyor, genel olarak öldürülüyorlardı. Ne vuruşma bitiyor, ne askerin sonu geliyordu. Belki birkaç gün devam edecekti. Elyasa’ya, “Kral’ı yakaladık” diye keçi sakallı, altın sırma kaftanlı, yalaka birini getirdiler.
Elyasa,
-be hey zalim Kral, zalimliğinin cezasını çekeceğini bilmiyormuydun? Şimdi cezanı vereceğim senin , dedi.
Yakayı ele vermiş, tir tir titreyen, keçi sakalı, sirke sineği vızıltılı, sakalını titreterek bir şeyler söylemeye çalışıyordu, korkudan dili tutulmuştu, güçlükle,
-Kral ben değilim. Ben Çoşdar’ım, Çoşdar NocCed’ım diyebildi.
Elyasa,
-fark etmez, adam olmadıktan sonra ne olursan ol, sen de öldürüleceksin. İnsanların dinleri ile oynyorsun. Aslında senin cezan daha büyük olmalı. Amma gene de bir kurtuluş umudun var,
-o nedir?
-bize Kralı’ın yerini göster.
NocCed,
-gelin peşime, demiş. Kralın cellatı olmuştu. Büyük bir zevkle, Krala zarar gelmesinden haz duyarcasına, önlerine düşmüş. Elyasa, Zirta ve Kurta ile birlikte yirmiden fazla adamıyla , Kral’ın tahtının olduğu görkemli salona girmişler, NocCed ,
-işte Kralımız, tahtında oturuyor…demiş, Kralına olan sadakatini böylece ispat etmiş, hemen tüymüş, bir daha bulunamamıştı.
Hiç bir şeyden haberi olmayan Kral, Çoşdar’ın getirdiği adamın, önünde eğilip, bir şeyler dileneceğini beklerken, Elyasa Kral’a yanaşır yanaşmaz, üzerine atılmış, gırtlağına yapışmış, silahını kafasına dayamıştı,
-artık sonun geldi. Kalk zalim… seni zehirlediğin topraklara götüreceğim, diyerek tahtından kaldırmış, yakasından sürüyerek salondan çıkmaya çalışıyordu.. Elyasa ile birlikte Kral’ın odasına giren Zirta ve diğe adamları, Kral’ı taşıyan Elyasa’ın arkasından ve önünden yürüyorlardı. Kapıdan çıktıklarında etrafları çevrilmişti. Askerlerin başında ki Yerden Bitme subay kılıklı Cüce, silahını Elyasaya çevirmiş,
-Kral’ı bırak, diye emir vermiş,
Elyasa, Kral’ı rehin almıştı,
-önümüzden çekilmezseniz, Kralı öldürürüm, diye cevap verdi.
Kral,
-Piyog çekil, sakın ateş açma, diye emir verdi
Piyog,
-buradan sağ çıkamazsınız, diye israrını sürdürürken, Elyasa’nın yakasına yapışıp, Kralı kurtarmayı amaçlamıştı. Kurta ve Zirta, anında Piyog’un kafasına makineli tüfeğini boşaltıp, beynini karşı duvarlara sıvamışlardı..
Elyasa Kral’a
-hemen bir helikopter hazırlat, diye emir verdi.
Kral,
-ben bir yere gitmiyorum, diye direndi. Elyasa kafasına dayadığı silahını biraz daha bastırarak kafasını zorlamaya başladı ve israr etti,
-çabuk ol, helikopter için emir ver, dedi. Canı her şeyden tatlı olan Kral Neccaftay,
-hemen helikopter hazırlayın, diye emir verdi.
Elyasa’nın adamları çok az zayiat vermişti. Elyasa oradaki subaylara
-bizi takip ederseniz, yahut mani olmaya çalışırsanız Kral ölür, dedi. Hazırlanan helikopterlere bindiler biyolojik bomba atılan alana indiler. Helikopteri geri yok etti, kaptanını esir aldıi. Ağız ve burunlarına ıslak bez bağladılar, Kral’a bağlamadılar.
Çevre bir felaketti. Hiç canlı yaşamıyordu. İnsan ölüleri, hayvan leşleri çok fena kokuyordu. Toprak çoraklaşmış, üzerinde yeşillik olduğuna inanmak zordu. Bir kenarda su birikintisi vardı.
Elyasa, yakasını sımsıkı tuttuğu Kral’a
-beğendin mi marifetini? Sen beni ortadan kaldırmak için bu felakete sebep oldun. Biyolojik silah kullandırdın .. Aslında tam senin karekterine uygun bir manzara oluşmuş. Belki de sen gördüklerinden memnun bile oluyorsun?
Kral’da tık yoktu..Elyasa Kral’ı yerde birikmi pis bir suyun başına getirdi,
-çıkar ayakkabını, dedi, Kral’ın ayakkıbısıyla yerden su aldı,
-iç bu suyu, diyerek ağzına soktu. Kral geri geri asılıp, dudaklarını sıkıca kapatıyordu ve
Kral yalvardı....
Belki de hayatında ilk defa yalvarıyordu...Saltanatından, debdebesinden, refahından ayrılacağına inanmıştı...hayatında kimseden emir almamış, kimse kafasına tabancanın namlusunu dayamamıştı. Hele ölüm tehdidini hiç bilmiyordu...

Kral yavardı,
-benim suçum yok...beni onlar yönlendirdi. Böyle felaket olacağını bilmiyordum...ben halkımı seviyorum...Kralın cömertliği tuttu, Sana hazinemi vereyim beni bağışla...Seni Kral yapayı, ben senin kölen olayım, bırak gideyim... daha nice tavizkar tekliflerde bulundu,
Elyasa;
-bütün ülkeni versen benim Cemmal’im geri gelecek mi? Senin adamların gözlerimin önünde, benim oğlum Cemmal’imi ve sürmeliyi, gözerini kırpmadan kesti doğradılar. Senin gibi binlercesini Onun bir kılına değişmezdim..
Sen ve senin adamların binlerce günahsız adam öldürdünüz, onlar cezasız mı kalacak sanıyordun?
-ben bilmiyordum..
-şimdi öğrendin mi?
-öğrendim,
-ne yazık ki öğrenmekte çok geç kaldın, yolun sonuna geldin, dedi, Kral’ın kafasını göğsüne yasladı, bir eliyle Kral’ın avurduna basıp, ağzını açtı, bir eliyle de ayakkabısı ile yerden aldığı suyu, ağzına dökmeye başladı. Dört beş ayakkabı su döktü Kralın ağzına, burnuna…
-bu sana yeter. Belanı buldun. Dedi Kral’ı serbest bıraktı.
Kral biyolojik atıklarla kirletilmiş, her türlü virüs ve toksinlerin ürediği, leşlerin ağır kokuları arasında savunmasız ve yalnız başına kalmıştı. Elyasa’yı yok etmek için kullandığı silah geri tepmiş, yüzünde patlamıştı.
Sarayda kıyamet kopmuştu. Tanrı iddiasında bulunan Tiamatların Kralının Sarayı basılmış, Tanrı diye önünde eğildikleri Krallarını almış götürmüşlerdi. Kimse mani olamamış, üstelik yüzlerce asker, Asker Başı Piyog ve daha onlarca subay ve saray görevlisi öldürülmüştü. Baş Komutan Rizvari’ye haber verilmiş. Rizvari saraya geldiğinde, saraydan Kral’ın kaçırıldığını onlarca önemli adamın öldürüldüğünü öğrenmiş, fena halde kızmış,
-bu eşkıyayı kırıp, Kralı kurtaracağım, kimse meraklanmasın, diyerek, morali bozulan saraylılara moral vermeğe çalışmıştı. Kralın yerini öğrenmiş ve savaş uçaklarını bomba yükleyip, biyolojik bomba atılan yere göndermiş. Savaş uçakları tonlarca bomba yağdırmış aynı alana. Sonra , ne kadar eşkıya öldürüldüğünü öğrenmek için helikopterlerden adamlar indirmişler. Orada yalnız paramparça olmuş Kral Neccaftay’ı bulmuşlar. Başka öldürülmüş adam yokmuş. Orasının bir felaket yeri olduğunu ancak anlatmışlardı.
Kral öldürülmüştü.

Ölümden sonra hemen Kabre koyulmamıştı. Paramparça olmuş ceset parçalarını toplayıp, bir torbaya koyup öylece defin töreni yapılacaktı. Kral Neccaftay için dini telkine ihtiyaç yoktu. Çünkü o ne Allaha inanmış, ne peygamberi tanımıştı. Telkin yapılmadı.
Ceseti torbalanmış bile olsa pis kokusundan dolayı yanına yaklaşılmıyordu. Bu nedenle tören kısa kesildi, öylece gömüldü.
Ölümün gerçek faili Allah'dır.. Ruhun bedenden ayrılışı, yahut çıkışı ve bundan sonra ebedi istirahatgâhı olan Cennet ya da Cehennem'e varıncaya kadar olan yolculuğu ve bu yolculuk esnasında yaşanacak olan hadiseler ahiret hayatını oluşturmaktadır.
İnsanlar Dört ayrı alemde yaşarlar.
Birinci alem, Ervahı alemdir. Ruhların yaratıldığı alemdir.
İkinci alem , dünya alemidir.
üçüncü alem, Berzah alemi. Ölümün kabirden kıyamete kadar geçecek olan alemdir.
dördüncüsü , Ahret alemidir..
Ruh bedenden ayrılınca, yani insan ölünce kimse artık onun bulunduğu âlemde sürdürdüğü hayatı göremez, yaşıyamaz. Ancak Kur’an ve Sünntte bu konuda çok ve detaylı bilgi verilmiştir. Gözlem ve deney sahasından uzak olan, bu fizik ötesi âlemde meydana gelen olaylar ve ölümden itibaren insanların bu ebediyet yolculuğu esnasındaki halleri yeteri derecede izah edilmiştir. Biz bu izahlardan faydalanarak her alemde ki yaşamı sürdürmeğe devam ettireceğiz.

Zalim Kral Neccaftay’ın sonsuzluk yolculuğuna çıkışı, ruhunun bedeninden ayrılışı ve başına gelecekleri anlamak hiç te zor değildi..
Ölümün başlangıcı olan, ruhun boğaza kadar çıkarılması işini ölüm meleği olan Azrail’in yardımcıları yapmaktaydılar. Azrailin yardımcıları Rahmet ve Azap melekleridir. Neccaftay’un ölümü esnasında canını almak için yanına dört melek birden gelmiştir.
Hayır hasenat sahibi Mü’minlere meklekler güzel surette görünüp, eziyet çektirmezler. Tanıdık gibi yaklaşır, güven verir, çok yumuşak davranırlar:
-ey ruh artık bu güzel bedenden çık, Rabbine kavuş, derler. Bu çağırı şiddetli ölüm acılarını unutturur ve onu sevince boğar.
Eceline susamış olan Kâfir ve Zalim Kral’a Azap Melekleri gelmiştir, son derece korkunç bir surette görünerek şöyle hitap etmişlerdir:
-bu pis cesette bulunan habis ruh, alçak tabiatlı, kötü, pis ruh, çık artık ininden. Alçaltılmış ve Cehenneme yöneltilmiş yoluna devam et. Bu hitap ruhun çıkışına dek sürüyordur... Ruhu gırtlağına kadar gelmiş, Allahın izni ile ruhları almakla görevli ölüm meleği Azrail dikilmiş karşısına. Karabasan gibi ağırlık çöktü üstüne. Boğazına kadar gelen canını çıkarmak üzere iken; Kral Azraile yalvarır,
-Beni öldürmeyin…canımı almayın…hep hayır hasenat yaptıracağım…insanlara hizmet edeceğim…Allah’a da inanırım…
Azrail,
-artık çok geç…sen öldün. Emir ve irade Allah’ındır. Vaden bitti, diyip, pis ruhu çeker çıkartır. Çıkan ruhu azap melekleri alır götürürler.
Her şey Allah'ın izniyledir. Allah'ın izni olmaksızın bir sivrisineğin canını almaya bile kimse güç yetiremez. Zira meleklerin hür iradeleri olmadığı gibi, emrolunan işleri yapmak için gereken kudreti de kendilerine Allah verir. O'nun emri ve izni olmadan hiçbir şeye güç yetiremezler.
Kâfir ve Zalim Kral öldüğü zaman ruhundan çok kötü bir koku yayılmıştır. Allah’a inanmayan ve büyük günahlar işlemiş olan, Kral Neccaftay’un ruhunu alan azap meleklerine gök kapıları açılmaz. Melekler bir birlerine: "O öldü. Size gelmedi mi?" deye sorarlar, onlar da: "Ateşe götürüldü." derler.
Kur'an-ı Kerim'de bunların hali şu şekilde dile getirilmiştir: "Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara iman etmeyi kibirlerine yediremeyenler (var ya), onlara gök kapıları açılmaz (ruhları göğe yükselmez) ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar Cennete giremezler. İşte biz, günahkârlara (müşriklere) böyle ceza veririz." Araf Suresi 40
Allah kendisine inanmayanları ’deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar’ cennetine koymayacaktır. Oysa Rabbim isterse deveyi inceltir, iğneyi büyütür, layık olan kulunu da cennetine alır. Aksi halde deve asla iğnenin deliğinden geçmeyecektir.
Kral’ı kendi uçakları bombalayarak öldürmüştü. Kral çok pis kokuyordu. O bölgede içirilen sudan ve teneffüs ettiği havadan aldığı toksinler kimyasallara dönüşmüştü Kral’ın suratında ki etler büzüşmüş, dudakları çürümüş, dişleri meydana çıkmış, saçları dökülmüş, gözleri oyulmuş, burun deliklerinden irin akıyordu. Kafası ölü kafasına dönmüştü.
Eminiz ki Kral Neccaftay hayatında tatmadığı bir acı tatmıştı ve bu acıdan daha acı, ikinci bir acıyı da azap melekleri çektirmiş ve Berzah aleminde, kıyamete kadar çekmeğe devam edecek.
Kral sağlığında yaptırdığı süslü ve görkemli mezarına koyuldu. Neccaftay’ın kendisi ile birlikte o kabre giren amel ve imanı onun son azığı olacaktı. Ne hazin ki ne imanı, ne de işe yarar bir ameli, eylemi, hayrı hasenatı vardı. Yani Neccaftay o çukura it ölüsü gibi, azıksız, aç susz girmişti, kabirde Onu koruyacak hiçbir korunması yoktu. Önce azap melekleri, sonra da yılanlar, çiyanlar, kurtlar daha bin türlü börtü, böcek Onu milim milim yiyeceklerdi.
‘‘ Onlar sabah-akşam ateşe sunulurlar….’’ Mü’min Suresi 46
Ayet-i kerime sabah-akşam ateşe sunulmalarının ölümden sonra fakat kıyametin kopmasından önceki bir zaman dilimine rastladığını anlatıyor. Bu kabir azabıdır. Bu azap kıyamet gününden öncedir. Ve bu gerçekten çetin bir azaptır. Sabah ve akşam ateşe sunularak, ateşi görerek, acısını ve sıcaklığını hissedderek cezalandırılacaktır.. Kıyamet çattığı gün azabın en ağırlarını tadacaklardır Neccaftay ilahlık iddialarının ceremesini bunun gibi, daha akla gelmeyecek nice azaplarla ödeyecektir.
Ye’cüc-Me’cüc’ün başı Komutan Piyog Kralını kurtarmak için Elyasa’ya direnirken Kurta’nın yaylım ateşi ile yere serilmiş, tatlı canını kurtarmak için kaçmaya teşebbüs etmişse de bunu başaramamış, cesedi, kendisi gibi kaçan askerlerin postalları altında ezilmişti.
Azap melekleri Onu da cehennem çukurlarından bir çukura atmışlar, kıyamete kadar orada cezasını çekmeğe başlamıştı.
Neccaftay’dan sonra Rizvari Kral oldu. Elyasa’nın üstüne savaş uçakları ile tahrip gücü çok yüksek tonlarca bomba attrdı. Elyasa ve adamları atılan bu bombalardan değil ama biyolojik bombalardan etkilenmiş, giderek kimyaları bozmaya başlamıştı. Her gün birkaç adamı ölüyordu. Elyasa adamlarını topladı, onlara,
-mağaralarda oturup ölümü beklemektense, saraya bir baskın daha verip, Tiamatların kökünü kurutalım. Öleceksek vuruşarak ölelim, var mısız? Dedi. Bu teklifi bütün adamları kabul etti. Kalan adamları silah ve mühimmatları, işe yarar neleri varsa aldı, Saraya daldılar. Önlerine geleni vurdular. Yeni Kral Rizvari dahil bir çok saraylı öldürüldü. Sarayda hiç canlı erkek bırakmadılar. Bu vuruşmada saray kan gölüne dönmüştü. Elyasa ve adamlarından kimse sağ çıkamadı.
Tefnut oğlu Daab’la beraber bahçevanın kulübesine saklnmış, sağ kalmayı başarmıştı.
Saray baskınında hem Kral hem de Asker Başı Piyog ölünce Tefnut’un işi yarım kalmıştı. “Kral ölmüştü, kim döllemiş, zina mı etmiş” dedikoduları yürürse Tefnut’un hayatı kayabilirdi.
Sarayda önemli değişiklikler oldu. Kral Neccaftay öldü. Onun yerine kardeşi Rizvari geçmişti. Elyasa onu da öldürdü. Tiamatlar sülalesinden sadece Kral’ın oğlu Daab ile Rizvarinin oğlu Avâri saklanarak sağ kalmayı başarmışlardı. Daab‘ın Kral olması gerekiyordu. Ancak henüz yaşı küçük olduğu için vekaleten Avâri Kral oldu. Elyasa’ın biraz daha zamanı olsaydı, biraz daha adamı ve birazdaha direnebilseydi Tiamatların kökünü kurutacaktı.
Elyasa ve arkadaşlarının saray baskını halkın dilinden düşmüyordu. O bir avuç cesur insanın Kral’ın en gelişmiş silahlarla donatılan, acımasız askerlerine karşı elde ettikleri başarı halkın gönlüne soğuk su serpmişti. Tiamatlara küçük kıyameti tattırmışlardı. Demek ki insanlar ölümü göze alıp, alçaklığa, zulme başkaldırma cesareti gösterebilirse, kralları bile devirebilirmiş…


















13. ALPİ


Alpi, yurt ışına gitti, matematik, fizik okudu. Bilgisayar programları yaptı. Uzak doğu kaynaklı spor okullarında dövüş sporları öğrendi. Bu sporlar zihinsel ve ruhsal fonksiyonları en az fiziksel cesaret kadar etkinleştiriyordu. Manevi ve felsefi düşünceler ile zorlu bedensel hareketleri birleştirdiği için Uzakdoğu dövüş sporlarının insan hayatına önemli katkıları vardır...Alpi iyi bir insan ve iyi bir döğüşçü oldu. Eve geldiğinde hem ruhsal olgunluğa ulaşmış, hem tahsilini tamamlamış, hem de gösterişli bir delikanlı olmuştu.
Alpi Kralın Sarayında yetkili bir subay olarak çok önemli bir görevin başına geçti.
Alpi iyi niyetli ve dürüsttü. Sağlam yapılı, sportmen, modern görünümlü, sakin bir gençti Krallarının sarayını kendi evi gibi görüyordu. Ne Şahan, ne de orada bin türlü badire yaşamış, eziyet çekmiş, kaçarak kurtulmuş olan Alsena, saray ve Kral konusunda Alpi’ye tek şey söylememiş, Onu şartlandırmamışlardı. Alpi’ye sarayda her türlü konfor ve itibar sağlanmıştı. O da önemli işler yapıyordu. Bu durumdan kimsenin bir rahatsızlığı yoktu.
Ülkenin tüm programlarının merkezini yönetiyor, halktan sarayın toplaması gereken vergilerin, sarayın harcamalarının, askerin silah ve mühimmat ihtiyaçlarının ve bütçenin programlarını yapıyordu. Kısa zamanda ünü duyulmaya başladı. Halktan başı sıkışan, işi aksayan Ona geliyor, mutlaka sorunu çözülüyor, içi rahatlıyor, yüzü gülüyordu.
Herkesin dilinden düşürmediği Bahçevan’ın güzel kızı Nut da Onun yanında çalışıyordu. Ama O daha bir gün olsun, güzel mi, çirkin mi diye Nut’un yüzüne bakmamıştı. Başta Nut olmak üzere herkes hayret ediyordu. Çok mu mağrur, çok mu dürüst, çok mu korkak yoksa çok mu cesurdu. Herkesle dost olur, arkadaş olur, sohbet ederdi ama güzel Nut’la hiç ilgilenmezdi. Bu da Nut’u kızdırıyordu. Nut birkaç kere konuşmak istemiş, Alpi buna fırsat tanımamıştı.

Tefnut Nut’u ağlamaklı bir halde bulmuştu. Niçin böyle dalgın ve küskün olduğunu merak etmiş,
-bu sana hiç yakışmıyor, diye laf atmıştı.
-ney yakışmıyor?
-bakar mısın, yüzün asık, kaşların çatık. Senin gibi cıvıl cıvıl bir genç kıza böyle küskün ve dalgın durmak yakışır mı?. Bir şeye canın sıkılmışa benziyor.
Nut konuşmak istememiş, Tefnut devam etmişti,
-Biz seninle arkadaş değil miyiz?
Tefnut kızına yakın olmak için Onunla arkadaş, hatta sırdaş olmuştu. Her konuda sohbet ediyor, dert ve seviçlerini paylaşıyorlardı.Yanına her gelişinde mutlaka Nut’a kıymetli hediyeler getiriyor, Onun gönlünü alıyordu. Nut da Tefnut’a sevgi ve saygıda kusur etmiyordu. Nut Tefnut’a açılmak istemedi, belki de utandı. Tefnut’un israr edeceğini bildiği için fazla direnmedi,
-ben yüzüne bakılmayacak bir kız mıyım?
-aaa sen Tuziye’nin en güzel kızısın. Sen kıraliçesin. Kim sana çirkin diyebilir?
-kimse demiyor…ama benimle ilgilenen yok…bir arkadaşım yok
-dert ettiğin şeye bak…elini sallasan ellisi peşinden gelir.
-ama ben peşimden gelenleri istemiyorum, ben başkasını istiyorum.
-kimmiş o başkası, senin istediğin biri mi var?
-hayır belli biri yok.
-dilinin altında bir şey var, hadi söyle bana, sırrını benimle paylaş…seni böyle “arpacı kumrusu” gibi düşündüren kim?..yüzüne bakıp bakıp, kız sen âşık mı oldun yoksa?
“âşık” sözü Nut’un hoşuna gitmişit. Tebessüm ederek, sakladığı bir şeyi inkar eder gibi,
-hayır, hayır…onu da nerden çıkardın?
Tefnut bir şeyler seziyordu. Nut’un sırvermemesini de kendine dert edinmişti. “bir şeyler var…bunu mutlaka öğrenmeliyim..kim bu adam? benim kızıma yüz vermeyen delikanlı kimmiş görelim bakalım.” Diye hayıflandı.
Alpi, yaptığı proğramlarda halkın kazancını ve mutluluğunu dikkate alıyordu. Halkın işleri düzelmemişti fakat eline geçen para artmıştı. Herkes mutluydu. Hatta iyi ki Kral Neccaftay öldü diyenler bile vardı.
Nihayet saray fark etti. Sarayın İdari Âmir Alpi’yi çağırdı,
-sen kimden yanasın? diye sordu. Alpi hayret etmişti bu soruya ve,
- kimden yana olmak ne demek, tabi ki ülkemden yanayım.
-yaptığın programlar onu göstermiyor. Ne Krallık hakkı, ne Çoşdar’ın payı, ne de askere ayrılan miktarlar geregi gibi hesap edilmemiş, vergilerin tamamı toplanıp hazineye yatırılmamış, vergiler hep eksik toplanmış.
-ben halkın kazancının yarısını aldım, yarısını kendilerinde bıraktım. Bunun neresi yanlış.-
- yarısını onlara bırakmak ta ne demek??? bu sıra sarayın masraflarını biliyor musun? Binlerce Silah cephane alındı, çok paralar harcandı. Şimdi her zamankinden daha çok paraya ihtiyacımız var iken şu yaptığın işe bak???. Bu yaptığın programları ve topladığın vergileri bir daha gözden geçir. Halk nasıl olsa geçinip gider, saray tarafına, bu tarafa ağırlık ver..
-ama bu adil değil.
-sen adaletten değil, yaptığın işten sorumlusun.
Alpi beklemediği bir ikaz ve düşünemediği bir yaklaşımla karşılaştı ve şaşırmaması mümkün değildi.
Alpi sarayda çalışmaya başlayalı evine gitmemiş, babasını ve annesi gibi sevdiği Alsena’yı özlemişti. Birkaç günlüğüne evine gitti. İyi ki gitmiş..herkeste büyük bir özlem vardı. Sarıldı öpüştü, koklaştılar. Alsena Alpi’yi öz oğlu gibi seviyor, nazlıyordu. Alpi Cannat’le iyi anlaşıyordu. Cannat genç kız olmuştu. En çok sarayı merak ediyor, orada ki kızları soruyordu.
Alpi,
-sarayda kız yok. Kral’ın cariyeleri var. Hepsi kartlaşmış yaşlı kadınlar. Sen ülkenin en güzel kızısın. Senden güzel kız görmedim. Dedi. Konuşmaları dinleyen Alsena,
-sen oradya çalışmaya mı gittin, cariyelere kızlara bakmaya mı? Diye şaka yaptı. Gülüştüler. Alpi Cannate güzel bir elbise almıştı. Cannat teşekkür etti.
Şahan oğluna,
-işlerin nasıl oğlum, çalışma ortamına uymakta zorlandın mı?
-pek zorlanmadım,
-amirlerin çalışmalarından memnun mu?
-eh…bilmiyorum, ama gene de pek memnum oldukları söylenemez..
-neden o, işini beceremiyor musun?
-hayır baba, işimi iyi biliyorum ama onlar gibi düşünmüyorum.
-Onlar nasıl düşünüyor?
-baba, bu muhabbet beni sıkıyor.
-bizden mi sıkıldın?
-asla…o nasıl laf babam…sizden sıkılmak mümkün mü? Saraydaki idarecilerle anlaşamıyorum. Onların ikazlarından sıkıldım. İki de bir gelip, işime karışıyorlar.
-ne gibi
-ben halktan az vergi topluyormuşum. Halka kazancından fazla bırakıyormuşum. Saray zarar ediyormuş, masrafları çokmuş, açık veriyormuş.
-bence halkın emeğini korumalısın.
-ben de onu yapıyorum. Bunun için tenkit ediliyorum, tehdit alıyorum.
-sen doğru yoldasın. Bildiğin gibi yap. Sakın ola ki halkın ezilmesine sebep olmayasın. .. Halkın malının zorla elinden almıyasın.
Bu uzun söyleşi herkesi baymıştı. Daha canlı ve değişik sohbeti Cannat açtı,
-sen Kırat’ı özlemedin mi?
-özlemez olur muyum, hadi binelim, dedi. Hep beraber çıktılar. Önce Cannat bindi. Cannat at canbazı olmuştu. Bir sıçrayışta Kırat’ın sırtına atladı ve topukladı. Başta Alsena olmak üzere . herkese parmak ısırttı. Alsena kendisini iyi bir binici sanıyordu. Kızı Onu çoktan geçmişti “boynuz kulağı geçer” demekten kendini alamadı. Sonra Alpi bindi, Krat’ı zaptetmekte zorlanıyordu.

Bu tatil Alpi’ye iyi gelmişti. Birkaç gün de olsa sarayın sıkıcı bürokrasisinden uzaklaşmıştı.
Tekrar vazifesine dönmüş, büyük bir ciddiyetle işine devam ediyordu.

Alpi’nin odasına şimdiye kadar hiç görmediği, beyaz keçi sakallı, altın sırmalı kaftan giymiş, boynunda altın zincire takılmış göbeğine kadar inen, nal gibi bir alamet taşıyan, yaşlı ama dinç biri girmişti. Alpi bir an Kral mı geldi diye telaşlandı. Adam Alpi’nin telaşlandığını fark ettiği için kendisine yeni bir hava vererek takdim etti,
-ben Çoşdar Başı NocCed’ seninle bir mevzuu konuşmağa geldim.
-buyurun.
-vergi programını sen yapıyor, vergileri sen topluyorsun değil mi?
-evet,
-topladığın vergiler; Yüce Kralımızın koyduğu kurallara uymuyor. Sen onları değiştirmişsin. Biz bu dağıtımı yaparken devletimizin bekasını düşündük.
-Bilesin ki önce devletin ihtiyaçları dikkate alınır. Devlet olmazsa halk ta olmaz, sen de olmazsın. Her şeyin başı devlettir, Krallığımızdır.
-halk olmadan devlet olur mu, Krallık olur mu?
-olur…bu halk olmazsa öteki halk olur. Halk dediğin ne ki? Aç sınırlarını içeri dolsunlar sürüyle.
- İnsanlar “sürü” müdür? İçlerinde hiç “ haklılık” yok mudur? “
-yoktur. Bunlar işte öylesine bir toplulukturtur.
-bular insan, hayvan değil, sürü de değil, halk, yani insan topluluğu. Adil olmak zorundayız.
-onların adalet diye bir dertleri yok, bunu da nereden çıkarıyorsun? Sen iyi şeyler düşünmüyorsun, dikkatini çekerim.
NocCed Alpi’i tehlikeli bulmuştu. Halka gereksiz fikirler aşılayacak, başlarına iş açacak gibi görmüştü,
-sen genç ve akıllı bir adamsın. Bazı fikirler halk için tehlikelidir. Bırak onlar kendi dünyalarında yaşamaya devam etsinler. Onlar dininde, ibadetinde mutlular. Bizm bir kuralımız var: ‘’Kral her zaman haklıdır, ermine uymak ibadettir“ onlar bu kurala uymak zorundalar ve uyuyorlar, bundan da memnunlar. Sen, sana verilen işi yap, üzerine vazife olmayan şeylerle meşgul olma, bu bir ihtardır, kulağına küpe olsun…demiş, çıkıp gitmişti.
Alpi, başı ellerinin arasında, masasında çakılı kalmış, derin düşüncelere dalmıştı. Odaya Nut girmiş, kapının önünde bir zaman beklemiş, Alpi’den ses çıkmayınca yürümüş, Alpi’nin masasının önüne gelmiş, hala Alpi’den çıt çıkmamış, Nut “her halde önemli bir program üzerinde çalışıyor”diye sanmış, önündeki bilgisayarın, kapalı oplduğunu görmüş, dayanamamış,
-başınız mı ağırıyor? Diye sormuş,
Alpi başını kaldırmış, Nut’un geldiğini ancak fark etmiş ve,
-hayır, yüreğim acıyor…
-hayrola size bir şey mi oldu, ilaç falan ister misin?
-ilaçlar derdime deva olamaz.
-lütfen daha açık konuşun, bir şeye mi üzüdünüz?
-ah Nut, keşke benimle ilgili bir şey olsaydı da ona üzülseydim…
-Seni bu kadar üzen şeyi öğrenmek istiyorum, lütfen açık konuş…Alpi İdare Âmiri’nin , sonra da NocCed’ın ikazlarını anlatmış ve
- halktan topladığımız vergilere itiraz ediliyor. Halka kazancından çok pay ayırmışız, halka bu kadar kazanç ayırmanın gerekmediğini, onları fakir dünyalarında kaderleri ile baş başa bırakmamızı istiyorlar. Bu vicdanımı kanatıyor…buna yüreğim yanıyor…
Nut’un içi rahatlamıştı. Nut, Alpi’nin gönlünü bir kadına kaptırmasından korkmuştu. Derin bir nefes almış, yüzü gülmüştü. Farkında olmadan, anne şefkatiyle Alpi’nin elini tutmuş, göğsüne bastırmıştı,
-sen canını sıkma. Her şeyi hallederiz, diyerek, Ona destek olmaya çalışıyordu.
Alpi kendinden yana bir taraftar bulmuş olmaktan mı, yoksa elleri arasında sıcacık bir kAlp atışı hissinden mi memnun kalmıştı bilemedi. Ama Alpi’nin içi şimdi daha rahattı.
Aslında Alpi Nut’un kendisine olan ilgisini biliyordu. Bu ilgiye şimdiye kadar olumlu cevap vermemişti, bilerek vermemişti. Nut’u tam olarak tanımıyordu. Ayrıca iş yerinde çalışma arkadaşlarına karşı hissi davranmaktan da çekinmişti ve her şeyi zamana bırakmıştı. Belki bıraktığı zaman bu zamandı ki Alpi’nin de içinde ılık sevdalar oynaşıyordu.
Gerçek aşk asla yanılmaz…
Bu baskılar Alpi’nin çalışma şevkini kırmıştı. Alpi, bazı gerçeklerin uygulanmasında sakınca olabileceğini öğreniyordu, adı adâlet bile olsa sistem adına bazı haksızlıklar olacaktmış, onun için bile bile yanlış yapması isteniyordu. Halkın gözünün içine baka baka hakkını gasp etmesini, zayıfı ezmesini, güçlüyü korumasını istiyorlardı. Bu bir insanlık ayıbı idi.
Bunlara göre halk sömürülmek zorundaydı. Sömürüyü de programla yapıyorlardı. Buna vergi programı değil, “haraç” programı demek lazım. Sonra da yanına kolluk kuvvetlerini alarak gidip köylünün malını gasp edecekti. Alpi bu kurallara uymak zorunda mıydı? Eğer sarayda çalışmaya devam edecekse, ‘evet’. Başka bir ifade ile, bu işi yapan kim olursa olsun, halkı sömürüden kurtaramazdı. Bunlar Alpi’den önce vardı, Alpi’den sonra da olacaktı. dünya döndüğü sürece kimse bunun önüne geçemiyecekti..
Alpi huzursuzdu. Ne yapması gerektiğine kesin olarak karar veremiyordu. Bir iş te yapmıyordu. Zamanını düşünerek geçiriyordu. Onlara uyar, kötülüklere meyledersem o zaman kendimi inkar etmiş olurum, diye düşünüyordu.
En kolayı bırakıp gitmek ti. Ancak O, halkını seviyordu, ülkesini, işini seviyoru. Halkın ezilmesine, sömürülmesine dayanamıyordu. Bu sömürü düzenini değiştirmek, âdil, hakca bir düzen kurmak için çaba göstermeliydi. Bunu en yukardaki yöneticilere, ta Kral’a anlatmak gerekiyordu. Hiç bir kral halkının ezilmesini, perişan olmasını istemez. Halkı mutsuz olan bir krala bundan daha büyük ayıp olamaz diye düşünüyodu. Kral Avâri’nin, halkının durumundan haberi olmadığına, halkı ile ilgilenmediğine inanıyordu. Bütün melanetler din sömürüsü yapan zındık NocCed’’ın başının altından çıkıyordur.
Ertesi gün Alpi Nut’un geldiğini fark etmişti, Onu bekliyordu, gözü kapıdaydı, geç bile kalmıştı. Nut içini ferahlattı. Nut Alpi’ye güç veriyordu, Onu yüreklendiriyordu. Nut’ta Alpi’yi görmeden edemiyordu. Nut Alpi’yi çok sıcak, kendine çok yakın buluyordu, Söze Alpi girdi,
-Halkımızın sömürülmesine yardımcı olmayacağım, seyirci de kalmıyacağım.
-nasıl olacak
-bu işler NocCed’ın başının altından çıkıyor. Bunları Kral’ımıza anlatacağım. Saraydaki yönetim konusunda Nut Alpi’den daha deneyimli idi. Tiamatları Alpi’den iyi tanıyordu. Alpi’nin düşüncelerine katılıyor, ancak buna engel olamayacağını biliyordu. Alpi’yi gücendirmeden, cesaretini kırmadan ikna etmeyi denedi,
-ülkemizde yüz yıllardır sistem böyle işliyor. Kuralları Krallar koyar, yöneticiler uygular. Onlar halkın kazancına değil, kendi kazançlarına bakarlar. Bizim kuralları değiştirebilme gücümüz yoktur. Dedikleri gibi uygulamak zorundayız.
-ben böyle dir düzene alet olamam. Ya düzeltirim, ya savaşırım.
Nut Alpi’nin kararlı davranışından ürktü. Gene Onun ellerini tuttu, bu sefer dudaklarının ucuna kadar götürdü, Alpi yalnız ellerini vermemiş, kendisi de teslim olmuştu. O anda ne halk kaldı, ne sömürü, aklını Nut almış, her şeyin adil ve herkesin mutlu olduğu yere, bulutların üstüne çıkarmıştı. Aşk kendini sevme fiilinde keşfeder. Onlar birbirlerini seviyorlardı, aşklarını keşfettiler.
Bir süre öyle kaldılar. İkisi de uçuyordu…kapı açıldı, ellerini bıraktılar, ayakları yere değdi.
Gelen bir subaydı, örflü bir komutan. Genç yaşında büyük komutan olan Kral Avâri’nin oğlu Yezitit idi. Tiamatlar sülalesinin şımarık bir üyesi olan Yezitit uzun zamandır Nut’tun peşindeydi.
Avâri Kral olunca, Yezitit komutanlığa getirildi. Saray bulaşığı bu şımarık komutanı Nut’un peşine Tefnut takmıştı. Yezitit Nut’a ne kadar yanaşmışsa, Nut ondan o kadar uzaklaşmıştı. Yezitit sivrisinek gibi vızıltı bir adamdı. Yaşı otuz bile yoktu, ama suratını gören, sesini duyan ellisinde sanırdı. Güneşin altında aç susuz bırakılmış, kavrulmuş gibi kara kuru, silik bir adamdı. Apoletli elbiseler giymekle ne adam, ne de komutan olunmadığını bilmiyecek kadar salaktı.
Yezitit Alpi’in odasında, direk Nut’a hitabederek,
-senin yerin yurdun yok mu, iştemisin, oynaşta mısın? Kimseden cevap beklemeden kapıyı çekip gitti. Odaya karlı dağlardan çığ düşmüş te, çığ altında kalmışlar gibi, ölümcül bir soğuk hava dolmuştu. İkisi de buz gibi soğumuştu. Neden sonra kendilerine geldiler. Nut,
-bu gelen komutanın kim olduğunu biliyor musun?
-hayır,
-bu Kral Avari’nin oğlu Yezitit. Babası Kral olunca, O da Baş Komutan olmuş. Ama boş ver, hiç önemli değil.
-bence de, önemli değil. Nut Alpi’ye yalvarır gibi,
-lütfen bir şeye karar vermek için acele etme. Kral’a falan da gitme. Sen yalnız değilsin. O mevzularla biz de ilgiliriz, herşey iyi olacak göreceksin
-acele etmiyorum, ama bir iş te yapmıyorum. İnanmadığım bir şey yapmam.
Nut çıktı, Alpi odasına giren zorbayı düşündü. “Kralın oğlu…imiş! Ne kadar önemli…”

Alpi ile bir iki saniyelik ruh tatmini Nut’a yetmişti. Ama Alpi’nin üzüntüsü, Yezitit’in gelişi Nut’un canını sıkmıştı. Nut bütün bunları arkadaşı ve sırdaşı, Sarayın ana cariyesi Tefnut’a anlatacak ve ondan yardım isteyecekti. Sarayla ilgili problemleri ancak o halledebilirdi. Nut doğruca Tefnut’a gitti, söze direk girdi,
-Anam, Kral anası, anam…derdime çare olacak mısın?
-sana dert yakıştıramam ben. Yüreğinde ne varsa at. Sırdaşına güven
-anam, önce şu Yezitit salak sinekten beni kurtar. Adam akşama kadar gelip, beni seyrediyor. Niyeti kötü. Bir gün bana tecavüz ettiğini duyarsan şaşırma…
-aman ne güzel… başına devlet kuşu konmuş ta farkında değilsin.Tiamrtlar sülalesine gelin olursun,
-istemez…olmaz olsun…sülaleleri batsın. Onlarca cariyeleri var hepsinin. Bana elini sürerse, kendimi öldürürüm, herkes bunu böyle bilsin.
-be evladım, sen değil miydin “benim yüzüme bakan yok” diyen,
-hayır o adamdan nefret ediyorum..
-sen bir daha düşün, hemen karar verme,
-yeterince düşündüm söyle peşimi bıraksın…Yoksa onu fena yaparım. Tefnut bu kararlı cevap karşısında “pes” etmişti.
-olur söylerim. Sakin ol, sakın bir kabalık yapayım deme…
- Anam, Kral anası anam, asıl derdim bu değil,
-aman ne çok derdi varmış benim nazlı kızımın, de bakalım asıl derdin neymiş?
-benmle dalga geçeceksen konuşmayalım, ben kendim hallederim.
-ben seni kendi kızım gibi seviyorum, bunu sen de biliyorsun.
-evet, onun için başım sıkıştgıkça sana koşuyorum.
-de bakalım nedir problemin?
-problem biraz karışık. Hemen cevap istemiyorum. Bunu algılaman için senin de benim gibi dşünmen gerekir. Alışılmış haliyle normal görürsünüz.
-amma uzattın, hadi konuya gir
-anam, Kral anası, anam… vergi için yaptığımız programlara ve halktan toplanan vergilere itiraz ediyorlar.
-etsinler evladım. Ne yazar, onlar halk…konuşur, konuşur, sonra unutur gider.
-saray itiraz ediyor anam…halka kazancından çok pay ayırıyormuşuz, halk zengin olmaya başlamış diye itiraz ediliyor. Onları fakir dünyalarında kaderleri ile baş başa bırakmamızı istiyorlar. Buna vicdanım razı değil…buna üzülüyorum…
-üzüldüğüne bak. Saray ne istiyorsa onu yapacaksın. Her kes ve her şey Kralın bilmiyor musun?
-hayır, her şey kralın değil. İnsanlar çalışıyor, emek veriyor, üretiyor. Sonra silahlı birileri geliyor, zavallı köylünün nesi var nesi yok alıp gidiyorlar. Bunu size yapsalar razı olur musunuz?
-halk kaderine razı, sana ne oluyor ki? Bu programları sen mi yapıyorsun? Bu fikirleri güzel kafana kim koydu söyle bakiyim.
-birinin koyması mı gerekiyor, ben düşünemez miyim?
-düşünebilirsin, ama yanlış düşünürsün. Asırlardır böyle gelmiş, böyle gider. Sen işine bak. Söyleneni yap, kimse ile de tartışma..
- NocCed’a çok kızıyorum. Ona ne ki, kral mı? İşimize niçin burnunu sokuyor.
-ben NocCed’la konuşurum. Amma sen bana anlattıklarını kimseye açma, başına dert alırsın. Benden söylemesi, dedi Tefnut, sohbeti bitirdi. Hem konuşulacak konu kalmamıştı, hem de kimsenin konuşmaya mecali yoktu.
Tefnut, son zamanlarda Nut’tu tanıyamaz oldu. Artık zaptedemiyordu. Başına buyruk olmuştu. Aykırı fikirler ediniyor, Kral ailesine kafa tutuyordu. Nut’tan korkmaya başladı. Halka acımak senin neyine diye kızıyordu. Bu fikirler Tefnut’a çok ters gelmişti. Tefnut asla bu meziyetlerin kadını değildi.. Gene de kızına yardımcı olabilmek için NocCed ın yanına gitmişti. NocCed ’a Nut’un anlattıklarından bahsetti.
-halkın malını haksız yere elinden mi aldırıyorsun, diye sordu.
NocCed ,
-Nut bahçivanın kızı değil mi?
-evet. Ben onu severim. Bazen onula dertleşiriz.
-onun çalıştığı bölümün yöneticisi genç bir adam var. Bu işleri O yapıyor. Yanında çalışan insanları da böyle zehirliyor. O tehlikeli bir adam. Onun suyu ısındı, kellesi kopartılacak. Sen kıza söyle ondan ve fikirlerinden uzak dursun. Sonra Onun da başı ağırır.
Tefnut bu kısa konuşmadan her şeyi anlamış, gözü korkmuştu. Çünkü ikisinden de erdemli fikir ve erdemli davranış beklenemezdi.. Kızını kurtarması gerekiyordu. Nut’u yanına çağırdı, telaş içindeydi.
- NocCed ile konuştum. Senin çalıştığın bölümün yöneticisi senin de aklını çelmiş. Sakın Ona uyma. Onun sonu iyiye gitmiyor. Ayağını denk al. Hemen iş yerini değiştirelim.
Nut,
-ben işimden ve yöneticimden memnunum. Düşüncelerim bana ait. Başkası da aynı şeyleri düşünebilir. Tefnut, farkında olmadan, kendi kızı ile konuşuyormuş gibi, sertleşerek,
-o yöneticiden uzak durmanı istiyorum, dedi, bu kadar sert konuşmaktan pişman oldu, “Af edersin, bu kadar tepki vermeye hakkım yok. İnat etmene sinirlendim.” Diyerek ifadesini yumuşatmaya çalıştı.
Nut,
-sırdaşım olarak sana bir sır vereyim, ben Alpi’yi seviyorum, Ona âşığım. Tefnut’un yüzü yumuşamıştı,
-Alpi kim, diye sordu.
-Alpi o bahsettiğin genç yöneticimiz.
Tefnut, zokayı yemiş balık gibi zıpladı,
-olamaz…göz göre göre kendini ateşe atamazsın, diye itiraz etti. Daha bir yığın mazeret gösterdi. Nut’ta aynı tonda cevağp Verdi
-boşa kendinizi yormayın. Ben mutluyum, dedi, sohbeti bitirdi.
Tefnut fena halde kızmıştı. Yavrularına saldıran düşmanına tırnaklarını geçirmek üzere olan dişi kaplan gibi kükremiş bir halde Alpi’nin odasına dalmıştı., Alpi’nin odasına az sayıda misafir veya mesai arkadaşları gelirdi. Bunun için kendini işine verir, gelenleri hemen fark edemezdi. Tefnut’tu da hemen fark etmedi, Tefnut Alpi’yi, özenli duruşunu, yakışıklığını, çalışma ortamını görmüş, sesizce süzmüş, etkilenmiş, öfkesi yatışmış, hırçınlığı törpülenmişti. Alpi Tefnut’u farketmiş, saygıdeğer bir hanım olarak görmüş ve saygıyla kendisine,
Tefnut, ne cevap vereceğini şaşırmıştı. Çünkü kızını yoldan çıkaran bir edepsize haddin
-hoş geldiniz efendim, bir isteğiniz mi vardı? Diye sormuştu. i bildirmek üzere gelmişti. Odasına baskın verdiği yakışıklı genç karşısında nutku tutulmuş, Nut’a hak vermişti. Gene de,
-Nut için geldim, demekten kendini alamadı.
Şaşırma sırası Alpi’deydi,
-Nut Hanım’ın nesi oluyorsunuz?
Tefnut gene sıkıntıdaydı, “anasıyım” diyemiyecekti.
-sırdaşıyım, dedi. Hem sıkıldı, hem utandı. Anası yaşında bir kadın, bir genç kızın sırdaşı olur mu? Diye sorsa ne cevap verirdi. Aslında Alpi’nin de aklından geçen o idi. Ama utandırmak istemediği için sormadı. “Sırdaş” olduğuna göre, aralarındaki yakınlıktan haberi de vardır diye düşündü, daha Sıcak davrandı. Tefnut’un annelik duygusu ağır basıyordu, Alpi’yi de sevmişti. Açık konuştu,
-Nut’a söz dinletemedim, sen daha akıllısın sen dinle. Senin hakkında kötü düşünüyorlar, seni tehlikeli buluyorlar. “ Kendinizi koruyun”, demeğe geldim. Dikkatli olun…
-kim den duydunuz?
-önemli birinden öğrendim.
-ama Nut’un bir günahı yok, Ona niçin kötü davranasınlar ki?
-O da senin gibi düşünüyormuş.
-düşünmesi suç mu
-evet düşünmesi suç. Burada, saraydan farklı düşünen suç işlemiş olur.
-o halde işi bırakmam gerekecek.
-hayır, bu yetmez, işe devam etmelisin ve onlara, sarayın kurallarına uyarak çalışmalısın.
-bu bana ters düşer. Ben inanmadığım işi yapmam.
-siz gençsiniz. Bırakın bu idealis düşünceleri. Şimdilik ne diyorlarsa onu yapın. Alpi iddilaşmayı sürdürmek istemiyordu. Bu akıl veren kadını da tanımıyordu. Sakin ve akıllı davranmak gerkiyordu,
-sarayın kurallarını değiştirmiyorum. Daha uyumlu olmaya çalışacağım. Diyerek konuşmayı bitirmeye zemin hazırladı. Tefnut,
-bunu duyduğuma sevindim, dedi. Kızının da kural dışı davranmayacağını düşünerek derin bir nefes almıştı. Alpi’yi akıllı ve kararlı bulmuş bundan da ayrıca memnun olmuştu. Kükremiş bir kaplan gibi girdiği Alpi’nin odasından, uysal bir kedi gibi çıkmıştı.























14. NOCCED


Çoşdar Başı, din hayatını yöneten, Kralın akıl hocası, sarayın en etkili adamı…Belli bir soydan gelmediği için yüzeyseldi.. Yani NocCed’in ceddi belli değildi. Soyu sopu haremzade olan bir Çoşdardı. Herkes Çoşdar olamaıyordu. Yalnızca Çoşdar’ın çocuğu Çoşdar olurdu. Yani Çoşdarlık babadan oğla geçerdi. Çoşdar olmak için dini bilmek, bilgi sahibi, ferasetli, akıllı olmak gerekmiyordu. Çoşdarlar yalancı, aldatıcı, hilekârdı. Çoşdarlar; düzmece yasaların yaptırım gücünden yararlanarak halkın mallarının gayrı meşru yöntemlerle elinden alınmasını sağlıyorlardı. Çoşdarların bağlı olduğu Çoşdar Başı vardı. Adı NocCed idi.
Halk çeşitli dinlere inanıyordu. Ancak din kurallarını Çoşdar Başı koyardı. Yani Çoşdar Başı dinin üstüne bağdaş kurmuş, ‘Oturan Ayı’ gibi ahkam keserdi..
. Deccal’ın kendini iyice belli etmesinden, Ye’cüc Me’müc’ün baskı ve zulmü, sarayın haksızlıkları, tabiatı küstürmüştü. Ülkede büyük bir kuraklık hüküm sürüyordu. Gökler yağmurun yarısını bile vermiyor, toprak bitkilerini yer yüzüne çıkarmıyordu. Ne köylülerin karnı doyuyor, ne de saray bekediği haracını toplayabiliyordu. Sonunda köy ve kentlere haber salındı,
“Çoşdar Başı NocCed gelecek camide, kilisede, havrada vaaz verecek, herkes orada olacak..” diye.
Yakın bir köyde ki camide NocCed’ın vaazını dinlemek üzere Şahan da camiye gitti. NocCed sarığıyla, cübbesiyle saygın bir din adamı gibi, kürsüye oturmuş, dini anlatıyor, ahkam kesiyordu.
“-Dinler bir takım kurallar koymuştur. Bu kurallara kim çok uyarsa, o daha çok dindar ve Kralımıza daha yakın kişi olur. Kazancınızın vergisini vermeniz gelir... Kralımıza itaat gelir. Krala inanmak, Tanrı’ya inanmaktır. Krala inanmak daha önemlidir ve daha gerçektir. Çünkü Kral da bir tanrıdır. Kralı görebiliyor, Başka tanrıları göremiyorsunuz. Ama Kralımız karşımızda..Kıralsız ülke, tanrısız gökler gibi sahipsiz kalır.
Şu anda Kralımıza verdiniz vergiler çok azalmıştır. Bu yaptığınız günahtır. Cezası zulümdür…ölümdür. Kralımız'a yakın olmaya vesile sayılabilecek bu ameller size dünya Cenneti sağlar. Dünya Cenneti, uydurma ahiret cennetinden daha gerçektir, daha karlıdır. Dünya cenneti demek, ülkemizde rahat yaşamanız demektir..Öldükten sonra ne olacağınız belli değil, ölüp te dirilen mi var, gidip te gelen mi var ki bize bilmediğimiz hayatı anlatıyorlar. Ama şu anda yaşadığınız hayatınızı hepiniz biliyorsunuz, önemine de vakıfsınız. Daha mutlu ve daha güvenli bir yaşam için Kralımızın koyduğu kurallara uymanız gerekmektedir...” gibi safsata anlatıyordu.
Şahan hayretler içinde kalmıştı. Çoşdar Başı Allah’ı ve ahreti inkar ediyordu.
NocCed vaaza devam ediyordu,
“-bazılarının hatası yüzünden bütün toplum cezalandırılır mı? cevabını gene kendi verdi,
-Evet… Bir gemide seyahat eden yolculardan birinin hatası yüzünden gemi batar mı? Batar.. Gemi batarsa herkes boğulur, yok olur. O halde gemiyi batırmak isteyenlere izin verilmemelidir. Onlar ezilmeli, yok edilmelidir. Kralımızın gemisi sayılan devletimiz bazılarının vermediği vergilerdan dolayı fakir ve yoksul düşerse devletimiz batar. Devlet batarsa hepiniz batarsınız. Bu nedenle devlete vergilarini vermeyen halkı cezalandırmak gerekir. Devletimiz sayesinde huzur içinde yaşıyor, malınıza mülkünüze sahip çıkabiliyorsunuz…halbuki, insanların elinde ihtiyacından cok malları var, o malları hemen devletin adamlarına teslim edin, aksi halde başınıza gelecek felaket çok acı olacak…diye devam ediyordu.
NocCed, bu cennetin ilahı Kralımız Daab’tır. Onun vekilleri olarak , Onun olmadığı yerde İlah biz oluyoruz diyerek, sonunda kendisinin de İlah olduğunu iddia etti.
Şahan’ın kafası iyice bozulmuş, gözü kararmıştı, başına ne gelirse gelsin, sabrı tükenmişti Yerinden fırladı,
-Siz Allah mı oldunuz, sizi kim tanrı yaptı…? Siz kimsiniz de insanlara cennet vereceksiniz… Size cenneti kim verecek? Siz halka zulmediyor, halkı sömürüyor ve elinde avucunda ne varsa basıp alıyorsunuz. Halktan haraç alır gibi, onurlarını çiğneye çiğneye, burunlarını yerlere sürte sürte alıyorsunuz. Allah’ın ayetlerini ve peygamberin sünnetini de kendi çıkarları için kullanıyor, sonunda İlahlığınızı iddia ediyorsunuz…İnin o kürsüden
NocCed caminin içinde, kürsünün etrafında saf tutmuş olan askerlere işaret ederek Şahanı camiden dışarı attırdı.
Şahan bu anlatılanların doğru olmadığını, İslamiyetin bu olmadığını biliyordu. Daha fazla sabredemezdi Camiyi terk etmesi iyi oldu, doğru Tekkeye gitti, Şeyh Fani Efendi’ye Çoşdar Başını’ın dediklerini bir bir anlattı.
’’Bu nadir?, diye sordu.
Şeyh
-Bunların tamamı Bid’attir, dedi. Her bid'at da sapıklıktır. Bunların dinle ilgisi yoktur. Batıl yollara sapıp dini bozmuşlardır. Bu söylenenler din olarak kabul edilemez.. Çoşdar Başı, dine ilavelerde bulunan bir bid'atçidir.. Bunun aksine, dinde bulunup da Kur'an ve Sünnet'e uygun olan ibadet ve amelleri yok sayan, noksanlaştıran veya değiştiren, yani dini tahrif edenlere de “ Batıl Ehli” denir.
Davut (aa) hata işlemiş, Allah’tan af dilemiş.
-ya Rabbi beni mağfiret eyle. Demiş,
Allah cevap vermiş,
-senin hatanı affettim, fakat ar’ını İsrail oğullarına bıraktım.
-Ya Rabbi sen adil bir hakimsin. Benim işlediğim suçun arını da, ayıbını da niçin benden başkasına çektiriyorsunuz?
Allah,
-Ey Davut, sen o suçu işlemeye meylettiğinde İsrail oğulları seni önlemeye çalışmadılar, demiş.
Allah bir adamı helak etmek istedi mi; Ondan önce Haya’yı çeker alır.
İnsanların hayaları bir kere gitti mi, herkesin nefretini kazanır.
Herkesin nefretini kazanan kimseden, hiç kimse emin olamaz.
Bir kimseden emanet yani güven gidince, insanlar onu artık hain olarak görürler.
Ondan artık merhamette çekip gitmiştir.
Rahmetin çıkarılması demek, Alla’ın rahmetinden kovulmuş, lanetlenmiş demektir.
Bundan böyle o insandan İslamiyet bağı çözülmüştür.
Çoşdar Başı yollara düşmüş, her ibadethanede insanlara akıl almaz safsatalar anlatarak göz dağı veriyordu.
Sefâ sürenlerle, sefalet çekenler aynı gemide yaşamaya devam edemezler. Devlet orta yolu bulamazsa, bu gemi batar. Sefilliğin kan kardeşi olan, fakirlikten daha acı bir derinlik yaratan sefalet, perişanlık, yoksulluktur. Bu Sefa sürmek ile arasındaki gerilimin son noktasıdır. Bu bir toplumsal patlamanın habercisidir.
Şeyh Fani Hazretleri Şahan’a,
-bize büyük görevler düşüyor, dini kendilerine göre yorumlayan, din üzerinden haksız kazanç sağlayan ve din ile insanları aldatan, kim olursa olsun onlara karşı mücadele etmeliyiz. Dedi.
Kuran-ı Kerimde, " İçinizden, insanları hayra çağıracak iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun, işte onlar kurtuluşa erenlerdir..." (Al-i İmran 104)
Bu topluluk, toplumun manevi güvenlik koruyucularıdır. İyiliği emredip, kötülükten sakındırmayı sağlarlar. iyilik; hayr, erdem, hak ve adalettir. Kötülük ise şer, aşağılık, haksızlık ve zulümdür. Burada hayır işlemek şerden daha zordur. Batıl daha güçlü. Adaletin yerine haksızlık ve zulüm hüküm sürmektedir.
İyiliği emredip, kötülükten alıkoyacak olan topluluk, dengeli ve kuvvetli bir birlik meydana getirmelidir. İnsanları kınamadan, ayıplamadan ve fazla yüklenmeden anlatmalı, onların kalpleri ısındırmalıdır...
Peygamberimiz: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olursunuz, ya da, Allah, yakında büyük bir bela verir. O zaman dua edersiniz, fakat duanız kabul olmaz." buyurmuştur.
Şeyh Fani Hazretleri, büyük bir dalganın kabarmakta olduğunu ve birikmekte olan dev kütlenin, büyük bir patlamayla önüne gelen herşeyi ezip geçeceğini söylüyor. Ona kulaklarını tıkamakla, ilgisiz kalmakla o felaketin yok sayılacağını ve ondan kurtulacağını sanıyorlar. Bu gidiş çok kötü bir gidiştir. Aç ve bî ilaç insanların çaresizliğine gönlümüz razı olmamalı.
Bir ata sözümüz, bu fakru zaruretin sonunun nelere mal olacağını ne güzel anlatıyor “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar.”
Hz Muhammet, “Müminler bir birini sevmekte ve bir birine acımakta ve yek diğerini korumakta bir vücut gibidir. Vücudun her hangi bir uzvu rahatsız olursa, sair azaları da bu yüzden rahatsız olur, uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar."
Vücudumuzda küçücük bir sivilce nasıl bütün vücudumuzun acı duymasına sebep oluyorsa, herhangi bir mü'minin ıstırap çekmesi de bize acı ve ıstırap vermelidir. Bu nedenle: Mü'minler birbirlerini sevmeli, birbirlerine merhamet etmeli, acımalı ve birbirlerine şefkat gösterip, yar ve yardımcı olmalıdırlar
Şeyh Fani Hazretleri vaaz ve nasihatine devam ediyordu:
Sakın gevşemeyiniz, karamsarlığa kapılmayınız. Eğer mümin iseniz üstün gelecek olan taraf sizlersiniz. Ali imran Suresi 139
Şeyh Hazretleri sözün burasında önemli bir islami ayrıntiya giriyor;
-İslam inancında Kıyamete yakın bir zamanda ‘’Deccâl’in geleceğinden bahsedilir. Deccal, Allah'ın, insanları imtihan etmek için kıyâmetten önce göndereceği bir varlıktır. Deccalın yer yüzüne gönderilmesi kıyametin alametlerinden biridir. Cennet'i Cehennem gibi; Cehennem'i de Cennet gibi göstermeye çalışan, bir takım yetkilerle donatılmıştır, fitne ve fesada sebep olacaktır. Deccalin anası iblis, babası da yahudi soyundandır. Bence günümüzün Deccal’i Çoşdar Başı, NocCed’dir. NocCed Deccâl’in ta ken disi… Uzun boylu, kıvırcık saçlı, sağ gözü hiç yaratılmamış gibi kör olacak. Alnında herkesin rahatlıkla okuyabileceği ‘’kafir’’ yazısı olacak. NocCed kıyametin bir alameti gibi, Deccal’i anımsatıyor.
Batıl hakka üstün geldiği zaman, yani adaletsizliğin, haksızlığın, bozgunculuk ve zulmün yer yüzünde arttığı zaman. Kişi Mürted olur. Yani dinde olmayan yahut haram olan şeyleri kendilerine helal sayar. İçki içmek gibi, faiz gibi…Azıcık dünyalık karşılığında dinlerini satar. Günah işleyenleri ikaz eden alim ve toplumun ileri gelenleri, sözlerini dinletemeyince kendileri de onlara uyarsa…o zaman toplum batar. Yavru yılanların, birer kobra haline gelmesine göz yumulmuş olurlar... O zaman kamu vicdanı kan ağlar...
Deccalin çıkışından önce gök üçte bir yagmurunu azaltacak, yer üçte bir bitkisini vermeyecek İkinci yıl da üçte ikisini vermeyecek. Üçüncü yılda gök yapmurunun hepsini kesecek bir damla yağmur düşmeyecek, yer de hiç bitki vermeyecek, bir tutam ot bile bitmeyecek…Yer demir, gok bakır olacak. Ömürler kısalacak bereket azalacak. Büyük kıtlık olacak, o zaman insanlar açlıktan kıvranacaklar. İlimsiz sevgisiz ve acımasız olacaklar. Biri O Deccale yetişirse, ateş olarak gördüğü nehre girsin. Gözünü yumsun, sonra başını eğip ondan içsin. Çünkü o soğuk bir sudur. Bu iki gözü arasında ‘’Kafir’’ yazılı olan Deccal Mekke ve Medine hariç bütün ülkelere ayak basacak. Deccal yer yüzünde kırk gün kalacak ancak her gün bir yıl kadar uzun olacak.
Deccal bir gurup insanı kendisine inanmaya davet edecek. İnsanlara Allah olduğunu iddia edecek. Onlara define gösterecek, göge emredip yağmur yağdıracak, yere emredip bitki bitirecek, onlar da Ona iman edecekler. Sonra da onlardan ayrılıp gidecek. Adamlar sabahleyin kalktıklarında kendilerini iflas etmiş bulacaklar. Ellerinde hiç bir şey kalmamış, neleri varsa yok olmuş bulacaklar.. İnsanlar ne yapacaklarını, kime inanacaklarına şaşıracaklar Peygamberimiz, Kehf sûresinin ilk ve son âyetlerini Deccâl'e karşı okuyan müminin onun fitnesinden korunacağını öğütler…

Şeyh Hazretleri, insanların bu felaketler karşısında ki çaresizliğini Cenabı Hak, Meryem oğlu İsa Mesih’i göndererek teselli edcektir, diye devam etti. Tam o esnada elleri iki meleğin kanadında İsa Aleyhisselam yere inecek. Onun soluğunu duyan her kafir ölecek. Onun soluğu, sesinin ulaştığı yere kadar ulaşır. Hemen Deccalin peşine düşecek. Deccal İsa (aa) yı görür görmez güneşi gören kar gibi erimeğe başlayacak ve kaçmaya çalışacak. Ama kaçamayacak, kısa sürede yakalanıp öldürülecek. Sonra orada bulunan insanlar İsa Alehisselama gelecekler. İsa (aa) Onların yüzünü mesh ederek ve kendisinin Meryemin oğlu İsa Mesih olduğunu, Hz. Muhammedin getirdiği son din olan İslamiyete inandığını, onlara da Cennetlik olduklarını müjdeleyecek.

Hz. İsa(aa), Allah'ın büyük peygamberlerinden biridir. Hz. İsa(aa), hakkında en çok konuşulan bir elçidir. Bizim bu konudaki bilgilerimiz en doğru ve en tatmin edici bilgilerdir. Söylenenlerden neyin doğru neyin yanlış olduğunu seçmemize yarayacak bir kaynak elimizde bulunmaktadır, o da Allah'ın koruması altında bulunan, tek bir harfi bile bozulmzmış, İlahi kitap olan Kuran'ı Kerimdir..
Hz.İsa(aa) ile ilgili bilgilere ulaşmak için Kuran'a başvurduğumuzda şunları görürüz:
Hz. İsa Allah’ın emriyle yaratmıştır. Bu emir ‘Ol’ dedi... O da oluverirdi" şeklinde ifade edilmektedir. Yüce Allah bu kelimeyi Meryem'e sunmuş, Adem'in dışında insanların alışa geldikleri gibi bir babanın nutfesi olmaksızın onun karnında İsa'yı yaratmıştır. Kuşkusuz herşeyi yoktan var eden, Hz.İsa'(aa) mi, Meryem'in karnında bir "nefes"ten yaratması şaşılacak bir şey değildir. Yüce Allah bu nefesi şöyle ifade etmektedir: "Ondan gelen bir ruhtur."
"Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda aşırılığa sapmayınız, Allah hakkında gerçek olmayan sözler söylemeyiniz. Meryem oğlu İsa-Mesih, Allah'ın sadece bir peygamberi, Meryem'e sunduğu bir kelimesi ve ondan gelen bir ruhtur. Allah'a ve peygamberine inanınız. Allah "üçtür" demeyiniz. Bundan vazgeçiniz, hayrınıza olan budur. Allah ancak tek bir ilahtır, çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey onundur. Allah insan için yeterli bir vekildir. " Nisa Suresi, 171
Allah kendisine "İsa Mesih" ismini vermiştir. (Al-i İmran Suresi, 45)
İnsanlığa bir ayet, bir işaret kılınmıştır. (Enbiya Suresi, 91)
Hz. İsa daha beşikteyken insanlarla konuşmuş (Al-i İmran Suresi, 46),
İsa(aa) Peygamber İncil'i tebliğ etmiştir. (Hadid Suresi, 27)
Onu tanrılaştıranlar doğru yoldan sapmış, küfre düşmüşlerdir. (Maide Suresi, 72)
‘Hile yaptılar. onu öldürmek için tuzak kurdular. Allah da onları cezalandırdı. Ve Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir. ‘Al-i İmran Suresi, 54
Allah, inkarcıların Hz. İsa'yı öldürmelerine izin vermemiş, onu Kendi katına yükseltmiştir. Ve tekrar yeryüzüne döneceğini insanlara müjdelemiştir. Hz. İsa'nın yeryüzüne dönüşü ile ilgili olarak da Kuran'da şu haberler verilir:
Ve : "Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. (Nisa Suresi, 157)

Hz. İsa'nın ölmediği insanların yaşadığı boyuttan alınarak, Allah katına yükseltildiğini haber veren ayet şöyledir:
Hayır; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 158)

Bu dönem ile günümüz arasında yaşayan ve kendilerini Hıristiyan olarak adlandıranların ise başta teslis (üçleme) olmak üzere pek çok sapkın inancı savunmaktadırlar. Kuran'ın birçok ayetinde teslise inananların inkara saptıkları ifade edilir. O halde kıyamet saati öncesindeki bir dönemde, inkarcılara üstün gelecek gerçek İHıristiyanlar ortaya çıkacak, İlahi vaat de böylece tecelli edecektir. Kuşkusuz müjdelenmiş bu topluluk, Hz. İsa'nın yeryüzüne dönüşüyle kendini gösterecektir.
Kuran'da verilen bir diğer bilgi de Hz. İsa(aa) 'nın Allah'ın katına alınmasından önce tüm Ehli Kitap'ın kendisine iman edeceği şeklindedir:
Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona (Hz. İsa'ya) inanmayacak kimse yoktur. Kıyamet günü, o (Hz. İsa) da onların aleyhine şahit olacaktır. (Nisa Suresi, 159)
Bu ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki, Hz. İsa ile ilgili olarak henüz gerçekleşmemiş olan üç İlahi vaat vardır.
İlk olarak, İsa Peygamberin her insan gibi yaşadıktan sonra öleceği bildirilmektedir.
İkinci vaat, tüm Ehli Kitap'ın onu cismani olarak göreceği ve ona yaşarken itaat edeceğidir. Şüphesiz söz konusu bu iki haber de Hz. İsa'nın kıyamet öncesindeki gelişinde gerçekleşecek olaylardır.
Üçüncü haber, Hz. İsa'nın Ehli Kitap hakkındaki şahitliği de kıyamet gününde gerçekleşecektir.

Hz. İsa'nın Kuran'ın indirilişinden altı yüzyıl önce yaşadığını biliyoruz. O halde yukarıdaki ayette bildirilen, onun ilk hayatının değil Ahir Zaman'daki dönüşünün kıyamet için bir bilgi kaynağı olacağıdır. Hz. İsa'nın ikinci gelişi hem Hıristiyan hem de İslam dünyasında sabırsızlıkla beklenmektedir. Bu kutlu misafirin yeryüzünü şereflendirmesiyle de çok önemli bir kıyamet alameti daha tecelli etmiş olacaktır.)

Hz. İsa'nın genç bir yaş olan otuz yaşının başlarında göğe yükseldiğini, yeryüzüne indikten sonra kırk yıl kalacağını ifade eden ve İbn Abbas'tan rivayet edilen hadise dayanan İslam alimleri, Hz. İsa'nın yaşlılık döneminin, tekrar dünyaya gelişinden sonra olacağını, dolayısıyla bu ayetin, Hz. İsa'nın nüzulüne (yeniden yeryüzüne gelişine) dair bir delil olduğunu söylemektedirler. (Faslu'l-Makal fi Ref'I İsa Hayyen ve Nüzulihi ve Katlihi'd-Deccal, s. 20)


Burada önemli bir konuyu daha hatırlatmakta yarar vardır: Hz. Muhammed (sav) Allah'ın insanlara gönderdiği son peygamberdir. Allah Peygamberimiz 'e Kuran'ı vahyetmiş ve kıyamete kadar tüm insanları Kuran'a uymaktan sorumlu tutmuştur. Hz. İsa da Ahir Zaman'da bir mucize olarak dünyaya gelecek, ancak Peygamberimiz'in de bildirdiği gibi, yeni bir din getirmeyecektir. Peygamberimiz tarafından insanlığa öğretilen hak din Kuran'da bildirilen İslam dinidir ve Hz. İsa(aa) da yeryüzüne ikinci gelişinde Kuran'a tabi olacaktır.



DABBE çıkp mü’mini kafirden ayıracak.kafirlerin küfründen, fasıkların fıskından dönmeleri için zaman tanınacak. Bu tanınan zaman geçtikten sonra DABBE kaybolacak. Aradan gene bir süre geçecek, gene küfür ve fücur devam edecek, o zanman güneş batıdan doğacak. Artık Allah’a ibadet eden Müslüman kalmamıştır.Allah’a ibadet eden Müslüman kalmadığı için dünyanın da dönmesine gerek kalmamıştır. Kıyamet Kopacaktır.
DABBE Allah’ın ayetlerine kesin olarak inanmadığını söyler.
İsa (aa) müslümanlardan alınan cizyeyi, haksız kazancı kaldıracak, salibin haçını kıracak. Hz. Muhammedin şeriatını uygulayacak. Çünkü Hz. Muhammetten sonra peygamber gelmeyecek. Onun şeriatinden başka hiç bir şeriat te uygulanmayacak. Her yerde sulh ve sükünet hakim olacak. Kin ve dargınlıklar kalkacak. Evrene dostluklar hakim olacak. Kurtla kuzu, aslanla kaplan beraber gezecek. Düşmanlık namına hiç bir şey kalmayacak. . Gök bütün sularını indirecek, yer bütün bitkilerini verecek. Rızık öyle bol olacak ki, bir devenin sütüyle bir hafta idare edilebilecek, bir çok insan bir salkım üzümle doyacak…

İsa (aa) Ye’cüc Me’cücün şerrinden Allaha sığınacak ve onların öldürülmesi için de dua edecek. Allah İsa (aa) mın duasını kabul edecek, Allah gökten Yecüc Mecicün boyunlarına kemirici kurtlar indirecek ve yere düşecek, çekirge sürüsü gibi hepsi birden helak olacaklar. İsa (aa) ve arkadaşları bütün yerlerin simsiyak leşle dolduğunu görecekler. Gene Allah’a yalvaracaklar, çevrelerinin bu leşlerden temizlenmesini niyaz edecekler. Allah deve kuşu gibi kuşlar gönderecek. Kuşlar o leşleri alıp, insanlara zarar vermeyecek kadar uzaklara taşıyacaklar. Sonra Allah bir yağmur yağdıracak, her tarafı temizleyecek. Toprağa, haydi bitkilerini bitir, bereketini artır, diyecek

Peygamberlerin anneleri başka başkadır amma dinleri birdir. İsa (aa) nın rengi kırmızı ve beyaza çalmakta, herkes görür görmez tanıyacaktır. Yer yüzünü güven saracak. Kırk yıl yeryüzünde böyle hüküm sürecek. Sonra insanlar asude bir hayat yaşarken Allah bir rüzgar estirecek, inanmış insanlar ölmeğe başlayacak. İsa (aa) ‘’İslam garip başladı, başladığı gibi Rabbine garip dönecek’’ diyerek sonun başlangıcını tarif edecek ve en son kendisi de ölecek
Şeyh Fani Hazretleri vaazında Mehdiden de bahsetmeden geçmiyordu.
Mehdi; Büyük Kurtarıcı demektir. Ehli Beyt’ten biri olarak bilinir. Ehli Beyit, Peygamber Efendimizin ev halkı demektir. Kızı Hz. Fatıma, Yeğeni, amcasının oğlu ve Hz. Fatıma’nın kocası olan Hz. Ali, Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin cocukları olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’ den oluşmaktadır, diye dwvam etti.
Hz Hasan ve Hz. Hüseyin Emevi Hükümdarı, Ebu Süfyan ve Hint’in torunları olan Yezit (lanetullahı aleyh) tarafından şehit edilmişlerdir. Peygamber Efendimizin soyundan olan ve Onun Hilafetini devam ettirenlerdendi.
Doğruluğu kesin olarak bilinmeyen bazı Hadisi Şeriflerde ‘’Kıyamete yakın bir zamanda Hz. Alinin Oğlu, Hz. Hasan’ın soyundan Mehdi adında bir kurtarıcının geleceği ve geldiği takdirde Ona uyulması konusunda emirler vardır. Mehdi Hükümdar olacak. Ülkeye zenginlik ve adalet detirecek. Meryem Oğlu İsa da gelip, onun arkasında namaz kılacak, diye anlatılır.
Şeyh Fani Hazretleri; Onların, Kral ve avanesinin, NocCed’in kesinlikle ‘cehennem ehli’ oduklarını anlatıyordu. Onlar da bu aşağılanmaktan oldukça rahatsız oluyor, mutlaka bunun önlenmesini, halkın gözünde inançsız, imansız, cehennemlik olarak kalmasını istemek istiyorlardı.
Kral Şeyhi susturmak için bir Çoşdar görevlendirdi, emrine asker verip, Şeyh Fani Efendinin Tekkesini basıp, Şeyhi derdeste edip getirmesini emretti. Çoşdar Tekkeyi basmış, Şeyhi esir almaya gelmişti. Tekkede bulunan bulunan müritler ve cemaat buna mani olmaya çalışıyorlardı. Şahan Çoşdar ile tartişmaya başlamıştı. Çoşdar,
-Sen cahil ve adi bir köylüsün, bu işlere karışma, sonun feci olur, diye aşağılaya çalıştı. Sinirleri iyice gerilen Şahan Çoşdarın üzerine atılmış, gırtlağına yapışmıştı. Askerler Şahanı çekerken Şahanda Çoşdarın pis ruhunu çekiyordu. Sonunda askerlerin yaka-paça çektiği Şahan Çoşdarın canını almış, ümüğünü sıkarak öldürmüştü. Şahanı tutuklamışlar, Saraya götürmüşlerdi. Müritler Şahan’ın evine haber vermişti. Cannat annesi Alsena ‘dan izin alıp, Kırata binip, Saraya sürmüş. Alpi’ye gelmiş, Alpi babasının saraya getirilip, tutuklanmasına dayanamayıp, Yezitit’nin kapısına dayanmıştı. Yezitit’den babasının serbest kalmasını istemiş, Yezitit Alpi’yi dinlemek bile istememişti. Yezitit Alpi’ye gene maraza çıkarıyordu,
Alpi, Marazi’nin masasında duran gümüş kamayı kapıp, Marazi’nin kalbine saplamıştı.
Alpi’nin Yezitit’ye gittiğini duyan Nut tam bu sırada içeriye girmiş. Masaya cansız yığılan ve kendisini sarkıntılık ederek rahatsız eden Yezitit’nin saçından tutup, başını kaldırmış. Öldüğünü görünce, Alpi’ye,
-Bunun cezasını ben verecektim, geç kaldım…ama fark etmez bu ahlaksızı gene de ben öldürdüm sayılır... Sen bundan sorumlu değilsin…demişti.
Alpi Yezitit’den zindanın anahtarlarını almış, zindana koşmuş, kapısını açmış, içerideki bütün tutukluları salmıştı. Babası ile beraber saraydan çıkmaya çalışırken etraflarını saran askerler ikisini de alıp, tekrar zindana kilitlemişlerdi.
Yezitit’nin öldürdüğünü duyan korumalar içeri girdiklerinde Marazi’yi sırtüstü yere serilmiş bulmuşlardı. Yezitit’nin baş ucunda bekleyen Nut’un elinde gümüş kama vardı.
Yezitit’yi bahçevanın kızı Nut’un öldürüldüğü hemen sarayda yankılanmıştı. Tefnut olayı duyar duymaz saraya koşmuş, önce Nut’un yanına gitmiş,
-sen uslanmayacak mısın? Başımıza daha ne felaketler getireceksin? Seni haremine almaktan başka bir günahı olmayan suçsuz adamı niçin öldürdün? Hem bunun kim olduğunu bilmez misin? Şimdi seni idam edilmekten kim kurtara bilir?
-kimse kurtarmasın…sen niçin geldin, seni çağıran mı oldu? Bırak cezamı çekeyim…beni korumaktan da vaz geç artık. Tefnut kızına sımsıkı sarılmış,
-senin ölmene dayanamam, sen benden bir parçasın…seni buradan çıkartacağım, bana ne kadar kızarsan kız, seni yalnız bırakmayacağım..



15. DAAB


Tefnut Nut’un yanından ayrılmıştı. Çok üzgündü, çaresiz ve perişan görünüyordu. Kızını, kral olan oğlu Daab’tan başkasının kurtaramıyacağını biliyordu. Ancak Daab’a her konuyu açabilmesi ve ona laf anlatabilmesi oldukça zordu. Bazen Daab annesini bile tanımıyordu. Gel-git akıllı, kafasında kavak yelleri esen bir acaip mahluktu.

Yıllar geçtikçe Daab irileşmiş, kalınlaşmış, boyu uzamış. Kıllı elleri kocaman olmuş. Geniş çenesini kahverengi kıllı sakal kaplamıştı. Kulak kıvrımları aşağı sarkmış ve üzeri tüylenmiş, tüyler kıl olmuştu. Kalın boynunu çeviremediği için, iri vücudunu döndürerek sağa sola bakardı, bakarken gözlerini devirirdi. Görünüşü insanı ürkütüyordu.
Daab erken olgunlaşmıştı. Henüz çocukluktan çıkmamıştı ama tam bir azman olmuştu. Kızdığı adamların gırtlağını sıkarak öldürür, havaya kaldırır, fırlatırdı.
Daab bir sabah kral sarayına girmişti. Tahtta amcası Avari oturuyordu.
- Burası benim babamın yeri…kıral benim, demiş Amcasının boğazını sıkarak öldürmüş,
Amcam benden habersiz Tahta oturmuş, oraya benden habersiz kimse oturamaz. Onu cezalandırdım. Başka oturan olursa onu da cezlandırırım, diyerek tahta oturmuş, Kral olmuştu.
Daab kral olunca gurur ve kibri gün geçtikçe artmış, zulmü de artararak devam etmişti. Daab, çok zalim hükümdar olmuştu. Yoksul ve kimsesizleri toplatıp ağır işkencelere tâbî tutarak şehir girişlerinde astırıyordu.
Tiamatlarda Kralı önleyecek hiçbir kural ve kanun yoktu, zulmünün de hududu yoktu.
Ne gurur, ne kibir, ne de zulüm Onu tatmin etmiyordu. O ‘Tanrı’ olmaya hevesleniyordu, sonunda NocCed’i çağırıp,
-bütün ülkeye haber sal, bundan böyle Tanrı Benim…diyerek, tanrılığını ilan edecek kadar ileri gitmişti.
Daab, “Daabbet-ül Arz”ı andırıyordu. Daabbet-ül Arz diye bir kıyamet alameti vardır. Daabbet-ül Arz , kıyamet zamanı ortaya çıkacağına inanılan korkunç bir yaratık, canavara benzeyen insan hayvan karışımı bir varlık. Daab’ta bir kıyamet alameti mi? kim bilir
Daabet-ul Arz’ın, Kafası adam, elleri ayı eli gibidir, bacakları fil bacağı gibi kalındır. Konuşur; mü'minleri kafirden ayırır. Şöyle ki Daabet-ül-arz' ın çıkışından sonra mü'min ve kafirler, küfür ve imanla birbirini anarlar. Çünkü bir elinde Süleyman Aleyhisselam'ın mührü, diğer elinde Musa Aleyhisselam'ın asası vardır. Özellikle Daabet-ül-arz olayı, tabii kanunlar dışında bir yaratıktır.
Daabet-ul-Arz, hakkında:
Kuranı Kerim de.‘ insanlara yönelttiğimiz o tehdidin gerçekleşme günü yaklaşınca karşılarına yerden bitme bir hayvan çıkarırız. Bu hayvan dile gelerek insanların ayetlerimize inanmadıklarını açıklar.’ Neml Suresi 82
Kur'an'ı Kerimin ve sahih hadislerin yaptığı açıklamalara göre bu hayvanın çıkması kıyamet alametlerinden biridir. Tevbeden artık yarar sağlama süresinin sona erdiği, geride kalanların cezayı hak edip bundan sonra tövbelerinin kabul edilmediği, o anda üzerinde bulundukları hal ile durumlarına hükmedildiği sırada... İşte tam bu sırada yüce Allah bir hayvan çıkaracak, bu hayvan onlarla konuşacaktır. Halbuki hayvanlar konuşmazlar veya insanlar onların dilinden anlamazlar. Fakat onlar o gün anlayacaklar. Ve onun kıyametin yaklaştığını haber veren harika mucize olduğunu öğrenecekler. Halbuki onlar, bu zamana kadar Allah'ın ayetlerine yalanlıyor ve kendilerine söz verilen günü doğrulamıyor, bu güne inanmıyorlardı

"Yerden çıkarılan yaratık" ifadesi, öyle anlaşılıyor ki, insanın hayata "dünyevî" bakışını, başka bir deyişle, Kıyamet Günü'nden once insanın ruhen yoksullaştığını ve maddeci karakterini dile getiren bir ifadedir.
’Allah, Biz eğer dileseydik, onu ayetlerimizle yüceltir, üstün kılardık: fakat o hep dünyaya sarıldı ve yalnızca kendi arzu ve heveslerinin peşinden gitti.’
‘ Bu bakımdan, böyle birinin durumu bir köpeğin durumu gibidir: öyle ki, onun üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da. Bizim ayetlerimizi yalanlamaya kalkan kimselerin hali işte böyledir. Araf Suresi 177
Öyleyse, bu kıssayı anlat, ki belki derin derin düşünürler’ Araf Suresi 176
Tefnut Daab’ın yanına geldiğinde, Daab’ı gözlerini ve başını sağa devirmiş, karşında ayakta duran genç, güzel fakat asık suratlı ve asabi ve asil bir Türkmen kızının durduğunu görmüştü. Ne Daab hareket ediyor, ne de asabi kız tek kelime konuşuyordu. İkisi de bir birine bakıyor, avını yakalamak için pusuya yatmış kaplanlara benziyorlardı. Daab Tefnut’un içeri girdiğini de fark etmemişti. Tefnut kendisini duysun diye boğazını temizlemek için sesler çıkarmasına rağmen Daab hiç oralı olmuyor, devrik gözlerini bir an olsun karşısındaki dişi panterden ayıramıyordu.
Tefnut,
-Merhaba oğlum, benim kral oğlum, nasılsın,
-Ana bana bu kızı alın…ben bunu istiyorum…
-ben seni istemiyorum, dedi Cannat, vakur ve sert bir ses tonuyla.
Daab korkmuş gibi devrik gözlerini Cannat’ten çevirmiş, önce yalvarır gibi anasına bakmış, sonra da yere bakmaya başlamıştı.
Cannat, uzn boylu, beyaz tenli, kumral saçları topuklarına kadar uzamış, omuzları ve gerdanı geniş, dik ve diri gögüsleri Daab’ın gözleine batar gibiydi…
Oğlunun haline acıyan Tefnut, Cannat’ta,
-sen kimsin, ne istiyorsun, burada ne işin var? Diye sormak zorunda kalmıştı,
Cannat,
-burada olmam seni rahatsız mı etti? Bu bizim kralımız değil mi, ben kralımın yanına gelemem mi? Diye sordu, asabiyeti ve asaleti devam ediyordu.
Daab kapıda ki korumasını çağırdı,
-hemen zindana gidip, bu kızın babasını ve kardeşini salın…diye emir verdi.
Cannat,
-teşekkür ederim, dedi ve çıkmak üzere kapıya yöneldi. Daab, o kocaman cüssesi ile kendisinden beklenmeyen bir atak yapmış, Cannat’ı kolundan yakalmış, çekmişti. Cannat’ın mis kokusu, pürzsüz güzelliği ile karşılaşmış, beyninden vurulmuş ayı gibi böğürerek yere yığılmıştı. Ne Tefnut, ne de Cannat bir şey anlamamışlardı. Bu garip yıkılışın cin çarpmasımı yoksa aşk darbesi mi olduğunu bilemediler…ama Daab Cannat’tın ayaklarının dibinde sırt üstü yatmış, devrik gözlerini Cannat’ta dikmiş, valvarır gibi bakıyordu.
-ana gitmesin…beni bırakmasın ana…
Tefnut iyice şaşırmıştı. Bu kız kimdi, Daab buna ne zaman, niçin ve nasıl aşık olmuştu. Kızın babası ve abisi kimdi? Onlar niçin zindana atılmışlardı. Daab’bın normale dönmasini, bu sorulara cevap vermesini ne kadar istiyordu. Fakat Daab kendinde değildi. Ona bir şey anlatabilmek mümkün görünmüyordu. Kızdan kim olduğunu sormuştu, ondan da cevap alamamıştı. Tefnut onları bir kenara bırakıp, en azından kızı Nut’un zindandan çıkmasını sağlamalıydı. Daab’bın yanına gitmiş, elleriyle yüzünü sıvazlamış, kolundan tutarak ayağa kaldırmaya çalışıyordu. Cannat’ta kapıyı açıp çıkmıştı. Daab kızın çıktığını görünce, yeniden ayaklanmış, kızın peşine koşmuş, yakalamış, kucağına almış, kedi yavrusu taşır gibi tekrar makamına getirmişti. Cannat, Daab’bın kucağında debelenerek içeri taşınmıştı. Daab’bin suratına suratına vuruyordu. Daab Cannat’i bırakmış, Cannat kalçasının üstüne atılmış gibi düşmüş, canı yanmıştı. Anlaşılan Daab’bın Cannat’ı bırakmaya niyeti yoktu.
Daab kafasını toparlamış, Cannat’ta,
-ya burada benimle birlikte kalırsın, ya da babanı ve ağabeyni tekrar zindana koyar, sonrada Onları asarım…demiş, korumayı çağırarak karalılığını göstermişti.
Cannat,
-kalıyorum, demiş. Asabiyetini ve asaletini muhafaza ederek, babsı Şahan ve kardeşi Alpi’yi kurtarmak için Daab ile evlenmeyi kabul etmişti.
Cannat varlıkla yokluk arasında ince çizgide yürürken, herşey anlamını yitirmişti. Nefes alışları bile sessizliğe gömümüştü…adama bile benzemeyen bu acaip mahlukla evlenecekti. Erkeklerin sex, kadınların aşk düşündügünü hissetmişti. Sarayda yaşayacak bile olsa, bu adam azmanı ile hangi aşkı paylaşacaktı…Aşk bu kadar basit olamaz diye yandı kendi kendine.
Tefnut hala her şeye yabancıydı. Ancak Tefnut için kim kiminle ne yaparsa yapsın, önemli olan Kızının bir an önce zindandan çıkmasıydı. Daab’ba bir kere daha kızının zindandan çıkması için emir vermesini istedi.
Daab,
-kim bu kız Ana? Niye zindana koymuşlar, diye sormuş, sonra da Zindancıyı çağırmıştı.
-anamın söylediği kızı getirin buraya, diye emir verdi.
Daab, kadınlara kötü davranıyor, cariyelerle yatmıyordu fakat Cannat’ı israrla istiyordu.
Şahan ile Alpi içeri girdiğinde Cannat mutluluktan uçar gibi kollarına attılmış, üçü birden sarmaş-dolaş,kör düğüm olmuşlardı. Ne Daab, ne Tefnut bu hasret dolu karşılaşmayı anlayamıyordu. Çünkü ikisinde de olmayan aile bağı ve aile sevgisini yaşıyorlardı .
Biraz sonra Zindancılar Nut’u getirmişler, Avariyi öldürdüğünü söylemişlerdi. Nut, Tefnut’u orada gödüğünde, hem kendisinin korunacağını hissetti, hem de gene Tefnut’un gölgesinde kalacağı için rahatsız oldu ve Tefnut’a,
-gene mi sen çıktın karşıma, diye itiraz eder. Alpi’ye sarıldı,
-Şükürler olsun ki sen yaşıyorsun, diyip, elerini, yüzünü okşuyarak, sevgi yumağı oldular…
Daab, gelenler ve olanlar karşısında nutku tutulmuşcasına şaşkın ve sessiz kalmış, aptallaşmıştı. Bu durumdan sıkılmış, birden kendine gelmiş, ilk tepkisi Nut’a olmuştu.
-sen bahçevanın kızı değil misin?, Onun cevabını almadan, Tefnut’a,
-Bahçivanın kızından sana ne ? O başkomutan’ı öldürdü…Onu asacağım, dedi.
Tefnut,
-O benim kızım…senin de kardeşin,
-benim kardeşim yok…Kralların kızı olmaz.
-var. Kral Baban Onun ölmesini istedi, cellat öldürmemiş, gizlice bana getirdi, ben de bahçivanın karısı Sara’ya verdim, O büyüttü. Herkes Onun kızı sanıyor. Aslında benim kızım, senin de kardeşin. O Tiamat hanedanlığının bir ferdidir. Büyük Kralımız Neccaftay’ın kızıdır. Tiamatlar asılamaz, onları kimse asamaz anladın mı?
Daab tepinmeye başlamış,
-ana ne oluyor, bütün bunlar nereden çıktı. Niye acaip şeyler oluyor. Herşey beni şaşırtıyor. Nut’ta duyduklarına şaşırmış, bir Tefnut’a, bir Daab’a bakıyor, Alpi ile göz göze gelmeye çalışıyor, Alpi ilgisiz gibi durmasına karşın Nut’a fena halde içerliyor, kendisini aldatılmış budala yerine koyulmuş hissediyordu. Sonunda Nut kendini tutamadı,
-bunların hepsi düzmece…bu kadın beni kurtarmak için uyduruyor. Ben ne bu ailenin bir ferdiyim, ne bu kadının kızı, ne de bu azman kıralın kardeşiyim…kimseden de korkmuyorum. İster zindana atın, isterseniz asın beni …

İçeriye hışımla giren bir kadın herkesi şaşırtmıştı. Bu kadın Alsena idi. Kıral’ın adamları Tekkeyi basmış, Şeyh Hüdai Efendi’yi öldürmüş, oradan Şahan’ın evini basmış, Alsena’yı almış, saraya’a getirmişlerdi. Alsena Muhafızlara Kral Neccaftay’ın cariyesi olduğunu söyleyerek ellerinden kurtulup, Kral odasına dalmıştı. Alpi ve Cannat
-anne..!!! diye koşmuşlar, Şahan biraz şaşkın, biraz kızgın,
-Alsena, senin ne işin var burada, bu çirkefin içinde…
-sizi almaya geldim…ben bu çirkefi iyi bilirim. Tefnut’u işaret ederek, bunların parlak ve sefil dünyalarından bir an önce kaçıp kurtulmamız lazım.
Tefnut, yakınlık göstermek ister, merakla,
-Alsena, sevgili kardeşim, sen yaşıyor muydun, hiç haberimiz olmadı.
-evet yaşıyordum ama bu ahlaksızlık çukurunda değil, ülkenin ücra bir köşesinde, insanca yaşıyordum. Ne yazık ki ailem bu rezil saraya bulaştı, sarayın pisliği, rezaleti bizi de içine çekmeğe başladı. Birer pırlanta olan çocuklarım ve günahsız kocam bu rezil sarayın zindanlarına tıkılmışlar. Şimdi onları alıp götüreceğim…
Dışarıda olağan üstü bir değişim oluyordu. Bu esnada güneş mi tutulmutu ne, gün ortsasında karanıktsa kalmışlardı.
Daab, fena halde kızmış, öfkesi yükselmiş, korumalarını çağırmış,
-bu kız hariç, hepisini atın zindana, diye kükremişti.
Alpi,
-kardeşimi almadan bir yere gitmeyiz, demiş, kolundan tutmuş, dışarı çıkmaya çalışırken Daab Alpi’ye karşı çıkmış,
-bu kızı götüremezsiniz. Ben onunla evlendim…ana sen de konuşsana.
Tefnut,
-o kız, sizin serbest kalmanız için Kral ile evlemeyi kabul etti.
Alsena korumaların arasından fırlamış,
-Benim kızımı hiçbir güç bizden ayıramaz…bu ayı ile evlenmesine asla izin vermem, diyip, çekip almıştı, Alpi ve Şahan da tepki koyup Cannat ı çekiştirmeye başlamışlardı. Daab Şahanı alıp, havaya kaldırıp, fırlatmış. Alpi, Daab’ın üzerine atlamrş ancak bu ayı yarmasına sivrisinek kadar etki edememiş, Daab, Ona da bir tokat vurup, Alpi de bir köşeye savurmuştu. Nut, avazı çıktığı kadar bağırarak sevgilisinin savrulmasına tepki göstermiş. Şahan savrulduğu yerden kalkıp, belinde taşıdığı hançerini Daab’ın iki omuz arasına vurmaya başlamış, bir daha, bir daha vurup… Daab’ı ayı gibi böğürterek yere sermişti. Daab, güçlükle yerden kalkıpi Şahan’a tekrar saldırmış. Kimse ona mani olamamıştı…kadınların bağrışması ve karşı koymaları da Daab’a engel olamamış, Şahanı bir o duvara , bir bu duvara vuruyordu. Sarayın Kıral odasında Daab’dan fışkıran kan, odayı kan revan içinde bırakmıştı. Daab gücünü kaybetmeden önüne gelen herkese saldırmaya devam ediyordur.
O anda bir ses duyuldu.
İsrafil alehisselam Sur’a üflemişti…birinci üfleme.
Dünyada eşi benzeri duyulmamış bir sesti bu…maddenin moleküllerini ayrıştıran bir ses…yıkıcı, kahredici bir ses…
Peşinden dağlar kaldırılıp, bir birine çarptırılmıştı…Yeryüzünde olan herşey darma dağınık olmuş, dünyanın sistemi bozulmuştu…dünyada yalnızca toz ve duman kalmıştı...
KIYAMET KOPMUŞTU….



















16. KIYAMET

Allah her şeye bir ömür biçmiştir. Dünyanın da bir ömrü vardır, ona da bir ömür biçilmiştir. Ömrü biten dünyayı kıyamet sonlandıracaktır. Kıyamet alametleri ile gelir.
Vakti saati geldiğinde İsrafil (as) ın Sur'a ilk üflenmesiyle birlikte yer ve gök paramparça edilmiş ve maddesel evren ölmüş olacaktır.
Allah, bu dünyanın bitmesini ve sonunun gelmesini istediği zaman İsrafil (as) SUR üfüleyecek. Sur, içine üfürülen boru, boynuz, bir ses aracı demektir. Bu boru sesi, yerde ve göklerde bulunan herkesi kuşatan, korku, salan çok şiddetli bir ses olacak. Kainatta, maddenin moleküllerini ayrıştıracak kadar güçte yüksek bir ses yankılanacak, bu ses ile göklerde ve yerde canlı olan (Allah'ın güven ve huzur içinde kalmalarını dilediği kimselerin (şehitler gibi) dışında) her şey düşüp, ölecek.
Bir zaman sonra ikinci SUR üfülenecek.
Canlı hiçbir varlık kalmamıştır. Ayetin ifadesiyle,
"yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülmüştür". (İbrahim Suresi, 48)

‘‘ Sura birincikere üflendiğinde, Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirlerine çarpıldığı zaman, İşte o vak'a olmuştur. Gök yarılmış, o gün o; zayıflamış sarkmıştır. Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabblerinin tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşır’’ (Hakka Suresi 13-17).
Sur'a ilk üflendiğinde korkunç olaylar meydana gelecektir. Yerin ve dağların yerlerinden kaldırılmaları, sarsılmaları ve Ortalığın altını üstüne getiren bir çarpışla birbirine çarpılmaları dünyanın sonunu getiren bir olaydır. Bu sahne insanın tüylerini ürperten bir sahnedir. İşte insanın, ayaklarının altında ki yerin kayması, heybetli ve yerlerine sağlam tutunmuş o kocaman dağların, birbirlerine çarpılması kuşkusuz korkunç bir gücün ifadesidir. İnsanın da acizliğinin göstergesidir.
Çoğu insan kıyamet saatinin gerçekleşeceğine ciddi anlamda ihtimal vermez. Bunun bir örneğini Kehf Suresi'nde anlatılan zengin bağ sahibinin ifadelerinde de görmekteyiz:
’’Kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.’’ (Kehf Suresi, 36)
Allah'a inandığını söyleyen, fakat kıyamet gerçeğini düşünmeyen, üstelik ayetlere zıt iddialar ileri sürenler var.

Bir kısım insanlar da kıyamet saatini bütünüyle inkar ederler. Böyle tavır gösterenlere Cenab ı Hakk bakın ne hazırlamış:
’’Hayır, onlar kıyamet-saatini yalanladılar; Biz kıyamet-saatini yalan sayanlara çılgınca yanan bir ateş hazırladık. (Furkan Suresi, 11)

Buhari, Ebu Hureyre naklediyor:
Peygamberimize,
‘-Kıyamet ne zaman kopacak? diye sorulduğunda,
Peygamberimiz,
-Ne zaman emanet zayi edilirse, o zaman kıyameti bekleyin,
-Emanet nasıl zayi edilir?
-İş ehil olmayana tevdildiği vakit…’ diye cevap verir.
Kıyamet hakkında kendini kandıran insanlar büyük bir hata yapmaktadırlar. Çünkü Allah ayetlerinde, kıyamet saatinin yakın olduğunu ve bu konuda hiçbir şüpheye yer olmadığını haber vermektedir:
’’Gerçek şu ki kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur..’’. (Hac Suresi, 7)
’’Biz gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o kıyamet-saati de yaklaşarak-gelmektedir...’’ (Hicr Suresi, 85)
’’Şüphesiz kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir, bunda hiçbir kuşku yok...’’ (Mümin Suresi, 59)

Tarih boyunca yer yüzünde cinayet, sosyal adaletsizlik, ahlaksızlık, dolandırıcılık ve hırsızlık vakaları, bir kısm insanları umutsuzluğa düşürmektedir. Tiamatlarda Zalim Kral Neccaftay ve avanesi halkı ezerek, onların canlarına kıyıyor ve haracını yiyordu. Güçlü olan zayıfı her zaman eziyordu. Ancak unutulmamalıdır ki, Allah Kuran'da "rahmetinden umut kesmeyin " diye emretmiştir. Ümitsizlik, yılgınlık müminlere özgü özellikler değildir. Allah, şirk koşmadan katıksız olarak Kendisine kulluk eden, O'nun rızasını kazanmaya yönelik hayırlı işler yapan müminleri "güç ve iktidar sahibi" yapacağını müjdeliyor.
.


Kıyamet, dünya üzerindeki tüm toplumların başına gelecek son felakettir. Kuran insanların öğüt alıp düşünmesi için indirilen İlahi kitapların sonuncusudur ve kıyamete kadar tek yol gösterici olarak kalacaktır. Ayetlerdeki ifadeyle;
"...O (Kuran) alemlere bir öğüt ve hatırlatmadan başkası değildir." (Enam Suresi, 90)
Kuran'ın sadece belirli bir zamana ve mekana hitap ettiğini zanneden insanlar ise derin bir gaflet içindedir, çünkü Kuran, tüm "alemler" için ortak bir çağrıdır.
Allah'ın kainatın yaratılışından günümüze kadar var olan değişmeyen kanunlarından önceki bölümde bahsetmiştik. Bu İlahi kanunlardan birisi de elçi gönderilmeyen topluma Allah katından bir azap gelmeyeceğinin bilinmesidir.. Allah bu vaadini aşağıdaki ayetlerde şöyle haber vermektedir:
...Biz bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azap edecek değiliz. (İsra Suresi, 15))
Allah bize Kuran'da elçilerini şu sebeplerle gönderdiğini belirtmiştir: Toplumu müjdelemek, insanlara sapkın inançlarını bırakıp Allah'ın dinini ve güzel ahlakı yaşamaları için önemli bir fırsat tanımak, elçilerin davetinden sonra insanların kıyamet günü ileri sürecek mazeret ve bahanelerinin kalmaması için onları uyarmak; İşte bu amaçları Allah bir ayette şöyle haber verir:
Elçiler, müjdeciler ve uyarıcılar olarak (gönderildi). Öyle ki, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı (savunacak) delilleri olmasın... (Nisa Suresi, 165).

Andolsun, sizden önceki nesilleri, resulleri kendilerine apaçık deliller getirdiği halde, zulmettikleri ve iman etmeyecek oldukları için yıkıma uğrattık. İşte Biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğu böyle cezalandırırız. Sonra, nasıl yapıp-davranacaksınız diye gözlemek için, onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Yunus Suresi, 13-14)

Allah yazmıştır: "Andolsun, Ben galip geleceğim ve elçilerim de." Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)
Yukarıdaki ayetlerde verilen müjde ile birlikte Allah, müminlere çok önemli bir vaatte daha bulunmaktadır. İslam dini bütün dinlere üstün kılınmak için insanlığa gönderilmiştir. Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 32-33)

Hiç kuşkusuz Allah, vaadinin gerçekleşeceğinde şüphe olmayan ve vaadinden dönmeyendir. Sapkın felsefeleri, çarpık ideolojileri ve batıl din anlayışlarını ortadan kaldıracak, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak olan güzel ahlak İslam ahlakıdır. Yukarıdaki ayetlerde vurgulandığı gibi, inkarcıların ve müşriklerin bu büyük olayı engelleyebilmesi ise söz konusu değildir.



Korkunçluk, yer ve dağların kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpılmaları ile bitmiyor, korkunçluğun sınırı da kalmamış, gökler de yarılmıştır.
Bu korkunç günde oluşacak evrensel olaylara değinen bu ve diğer ayetlerin tümü, bu evrenin düğümünün çözüleceğini anlatmaktadır. Bu göz kamaştıran sistemin o büyük güce teslim olacağı, bağlantılarının kopacağı, düzenin bozulacağı hatırlatılamaktadır.
Bundan sonra sahneyi Allah'ın yüceliği kaplıyor. Çarpma, yarılma ve dağılmanın gürültüsü ve kargaşa diniyor, sahnede; ‘‘Arş’’ denilen tek ve eğemen güç olan Onun tahtı kalıyor.
Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabbinin tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşır. Melekler yarılan göğün çevresinde, taht da onların üstünde ve tahtı sekiz melek taşıyor... Sekiz melek veya onların tabakalarından sekiz tabaka ne olduklarını şu an için sadece Allah'ın bildiği sekiz varlık...
‘’O gün bir sarsıntı sarsar.
’’Ardından bir başka sarsıntı gelir.
’’O gün kalpler titrer.
’’Gözler korkudan aşağı kayar.
’’Diyorlar ki: "Biz yine eski halimize döndürülecek miyiz?
’’Biz çürümüş kemikler olduktan sonra ha?
’’Öyle ise bu, ziyanlı bir dönüştür" dediler.
’’Doğrusu bir tek çığlık yetecektir.
’’Hepsi hemen bir düzlüğe dökülecektir.’’ (Nazirat Suresi 6-14)
Ayeti Kerimeler, yeri, dağları ve tüm canlıları sarsan, göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ın diledikleri dışında herkesi bayıltıp öldüren birinci surdan sonra, insanları tekrar dirilten ve bir araya toplayan ikinci sur olacağını anlatmaktadır. Bundan sonra insanın kalbi sarsılmayı, titremeyi, korku ve çalkantıyı hissedecektir. Alimler cahiller, zalimler mazlumlar, bütün insanlar, korku, ürperti ve irkilme ile sarsılmıştır. Sükunet ve rahattan tamamen uzak o günkü korkunun, kalbler üzerinde ne kadar etkili olduğunu anlamaya hazır duruma gelmişlerdir. Bu kalbler büyük sıkıntı içindedir. Apaçık bir şaşkınlık içindedir. İşte sarsacak olanın sarstığı ve peşinden diğerinin geldiği o günde meydana gelecek olan budur, İşte bu Kıyamet’tir…
Surenin bundan sonraki akışı, onların kabirlerden kalktıkları zamanki şaşkınlıklarından ve Hayretlerinden söz etmektedir.
Onlar birbirlerine soruyorlar: Biz tekrar hayata mı döndürüleceğiz, ilk yaşamama mı geri döneceğiz?..yeniden dirilişi hayretle karşılıyorlar. İçinden rüzgarın geçebileceği kadar çürümüş, delik deşik olmuş kemiklerden, yeniden insan yaratmak nasıl olabilir ? diyerek korkularını ve aczlerini dile getirecekler.
Onlar ayılıyorlar, basiretleri açılıyor. Bunun tekrar hayata dönüş olduğunu, fakat bu hayatın başka bir hayat olduğunu anlıyorlar. Bu dönüşün kendileri için bir yıkım ve ceza olduğunu hissediyorlar
İnanmayan ve ahirete hazırlığı olmayan insanların hesaba katmadıkları ancak yüz yüze kaldıkları bir andır.. Kendilerine hiçbir azık hazırlamadıkları için, orada onların hiçbir ümitleri olmayacak.
’’Yoo, andolsun kıyàmet gününe.
’’Yoo andolsun, özünü eleştiren, kendini kınayan nefse.
’’İnsan, kemiklerini biraraya toplayamayız mı sanıyor?
’’Hayır, onun parmak uçlarını bile yeniden yapılandırmaya gücümüz yeter.
’’Aslında insan günahkârlığı önüne, geleceğine yaymak istiyor.
’’Bu yüzden "Kıyamet günü ne zaman?" diye soruyor.
’’Gözler korkudan fıldır fıldır döndükleri zaman,
’’Ay karardığı zaman,
’’Güneş ile ay biraraya getirildiği zaman,
’’İnsan o gün "Nereye kaçmalı? " der.
’’Hayır hayır! Sığınılacak bir yer yok.
’’O gün tek varılacak yer Rabbinin huzurudur.’’ (Kıyamet Suresi 1-12)
İslamda öz eleştiri yapmak, kötü davranışlardan pişmanlık duymak, hatalardan dönmek fazilettir. Mümin her zaman özünü eleştirir, nefsini kınar. Günahkârın ise, özünü eleştirmek hiç aklına bile gelmez.
İşte Allah katında üstün ve değerli nefis bu özünü eleştiren, kendini denetleyen, hesaba çeken, çevresini gözetleyen, kendi kendini aldatmaktan kaçınan nefistir.
Yüce Allah'ın kıyamet günü ile değerini yüklediği nefis bu nefistir. Bir de günah işlemekten kaçınmayan, tutturduğu günahkârlık yolunda ısrarla ilerleyen, Allah'ın davetine sırt çeviren, kendini hesaba çekmeyen, kınamayan, eleştirmeyen, umursamaz ve küstah nefis vardır.
Ayeti Kerime, üzerine yemin edilen, önemli iki konu ile başlatmıştır. Bunlar kıyamet gününün kesinliği ve özünü eleştiren nefistir.
Yeniden diriliş gerçeği konusunda iman zafiyeti gösteren insanların aklını en çok kurcalayan mesele, yere gömülmüş, çürümüş, toprağa karışmış olan insan kemiklerinin nasıl biraraya getirileceğidir. Bu gün bile böyle bir şeyi imkansız sanan, kafalarına sığdıramayan kimseler vardır. Kur'anı Kerim bu ayetle bu kuşkuyu, çürümüş insan kemiklerinin biraraya getirilemeyeceğine ilişkin ön yargıyı zihinlerden kesin olarak siliyor.
Hatta çürümüş kemikleri biraraya getirmek bir yana, daha karmaşık bir işlemin gerçekleştirileceği vurgulanıyor. Yani parmak uçlarını yeniden yapılandırmak, parçalarını yerine koyup onları eski durumlarına getirmek işleminin gerçekleştirileceği anlatılıyor. İnsan organizması, en küçük parçasına varıncaya kadar eski bütünlüğü ile yeniden diriltilecektir diyor
İnsanoğlu kötülük yapmak istiyor, tutturduğu kötü yolda ilerlemek istiyor, kötü yoldaki ilerleyişini hiçbir şeyin engellememesini istiyor, hesap verme ve azaba çarptırılma gibi yaptırımlar önüne çıkmasın istiyor, Tiamatların yöneticileri, Kralları, komutanları, askerleri, piştarları, hatta saraya yamanabilmiş herkes yaptıkları yanlarına kar kalsın, yeniden dirilmeye, kıyamet gününe, asla inanmıyorlar. Onlar inanmıyor diye kıyamet kopmayacak mı, insanlar yeniden dirilip, ahiret hayatını yaşamayacak mı?
O gün gözler seğirir, yuvalarında şimşek hızı ile bir o yana, bir bu yana dönerler. Ay kararır, ışığı kaybolur. Daha önce ayrı ayrı yörüngelerde dönen güneş ile ay biraraya gelir. Böylece gök cisimlerinin o eşsiz ve ince düzeni bozulmuş olur. Bu korku ve panik içinde insan "Nereye kaçmalı?" diye sorar. Bu soru, onun duyduğu dehşetin ve korkunun boyutlarını ortaya koyar. Her yanına bakar ve kendini kapana sıkışmış gibi görür.
O gün bir sığınak, bir koruyan bulunamaz. Yüce Allah'ın ezici gücünden kurtuluş yoktur. Dönülecek, durulacak tek yer O'nun huzurudur, başka bir varılacak konaklanacak yer bulunamaz.
Kıyamet ile ‘Ahiret Hayatı ‘ başlamıştır. İkinci dünya, ikinci hayat… Âhirette hiçbir şey bu dünyadaki gibi cereyan etmez.
Dünya teklif yurdu, âhiret ücret yurdudur.
Dünya hikmet yurdu, âhiret kudret yurdudur.
Orada zaman farklıdır.
Orası, ebediyet ve sonsuzluk ülkesidir.
Orada İmtihan yoktur, her şey dünyada attığımız tohumların meyvesi ve fidanı olarak karşımıza çıkacaktır
Peygamber efendimiz buyuruyor ki:

’’Ölümden sonra olacak şeyleri, sizin bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi,
yemek için semiz hayvan bulamazdınız.’’
’’Ölümü çok hatırlayın. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve
ahirette zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur.’’
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Ölmek felaket değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek, tedbirini almamak felakettir. Ölümden bahsetmek sünnettir. Ölümden kaçış olmaz. Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan köprüdür.

Ölüm müslümana hediyedir. Ölüm, ölmemek üzere doğuştur. Ölüm olmasaydı bu hayat hiç çekilir miydi? Ölüm, müslümanın teselli kaynağıdır, hasretidir. Hatta bir evliya zat buyurur ki,
-Ben Azrail aleyhisselamı Cebrail aleyhisselamdan daha çok seviyorum.
Derler ki efendim hikmeti ne?
-Çünkü o beni Rabbime kavuşturuyor, cevabını verir.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâya kavuşturduğu için, ölüm sevilir. Sevdiğim kimsenin kalmasını da, ölmesini de severim.
Dost dosta kavuşmak istemez mi?
Azrail aleyhisselam, İbrahim aleyhisselamdan ruhunu almak için izin istediğinde,
-Nasıl olur, Dost, dostun canını alır mı hiç? dedi.
Allahü teâlâ, Azrail aleyhisselam ile haber gönderip,
-Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı? buyurunca,
-Ya Rabbi, Ruhumu hemen al! diye dua eyledi


İmam-i Gazali İnsanın en kârlı yeri ölümdür diyor.
Toprak yatağı,
böcek arkadaşı,
münker ve nekir dostu,
kabir makamı,
kıyamet sözleştiği yurt,
cennet ila cehennem varacağı yeri olacaktır.
Sana en uygun olanı ölüm için hazırlanmaktır...
Beyhaki'nin Enes (r.a)dan rivayet ettiği hadisi şerifde sevgili Peygamberimiz "En amansız düşmanın iki yanıyın arasındaki nefsinde" buyuruyor.
Nefsin en zehirli silahı da kendini beğenme ve kibirlenme silahıdır.
Benlik, Firavunun önce ayaklarını yerden kesmiş, sonra denizin derinliklerinde boğmuştu…
Kur’ân-ı Kerîm’de, kıyamet esnasında meydana gelecek olaylar açıkça tasvir edilmiştir. Âyetlerde kıyametin, sadece dünyayı değil, diğer gök cisimlerini de içine alan, kâinat çapında bir son olduğuna dikkat çekilmiştir. gökcisimlerinin, bir gün bombaların şiddetini dahi gölgede bırakacak şekilde bir sesle varlıklarına son verileceğini, hem semavî kitaplar, hem de ilmî araştırmalar ifade etmektedir

Yer yüğzünde kötülük çoğalınca, iyilik yok olacak. Kimse iyiliği emretmeyecek, tavsiye bile etmeyecek. Kötülük işlenirken kimse ona karışmayacak. Bu esnada güneş tutulacak. Sonra ay da ona uyup, beraber tutulacaklar.
Sebepler plânında, sağlam olarak çatılmış bir düzeni dağıtabilecek ve çekim gücü dâhil diğer kuvvetleri tesirsiz kılabilecek; gezegen ve yıldızları yörüngesinden çıkarabilecek kuvvet ne olabilir?

“Gün gelecek, gök şiddetle çalkalanacak, Dağlar sür’atle yürüyecektir.” (Tûr suresi, /9,10)
“Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman, yıldızlar yerlerinden düşüp dağıldığı zaman; dağlar yürütüldüğü zaman.” (Tevkîr suresi, /1-3)

“Gün gelir, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kâğıdı dürüp rülo yapması gibi düreriz. Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak, diriltmeyi de Biz gerçekleştiririz. Bu üzerimize aldığımız bir vaaddir. Bunu gerçekleştirecek olan da Biziz.” (Enbiyâ suresi104) .

“Kari’a; Nedir o kari’a? Kari’ayı, o kapıları döven ve dehşetiyle kalblere çarpan o kıyamet felâketini sen nereden bileceksin ki! O gün insanlar uçuşan kelebekler gibi şuraya buraya fırlatılırlar. Dağlar atılmış rengârenk yünlere dönerler.” (Kari’a suresi 1-5)

“Gök yarıldığı zaman.. Yıldızlar parçalanıp etrafa saçıldığı zaman.. Denizler birbirine katılıp tek deniz hâline geldiği zaman...” (İnfitâr suresi, 1-3-82)

Yukarıdaki âyetlerde tasvir edilen hâdiseler Yaratıcı’nın takdiriyle ‘karadelik çekim kuvveti’nin tesirine bağlanmış olabilir.

’’Übey b. Kâ´b bu surenin baş tarafındaki âyetleri izah ederken şöyle demiştir: "Kıyamet kopmadan önce altı alamet görülecektir.
*İnsanlar çarşı ve pazarlarında iken güneşin ışığı birden kaybolacak,
*yıldızlar dökülüverecek,
*dağlar yıkılıp yeryüzüne düşecek,
*yeryüzü deprenecek, yanacak,
*cinler insanlara insanlar da cinlere sığınacak.
*Kanatsız hayvanlar, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar birbirlerine karışacak, dalgalar halinde sağa sola koşuşacaklar

Kıyametin Kopuşu esnasında gök cisimlerinde meydana gelecek değişiklikleri, güneş sisteminin arasındaki insicamın kopmasını ve diğer bazı astronomik olayları şöyle açıklamaktadır:
’’Bir ateş küre üzerine oturduğumuz ve atmosferi meydana getiren gazların yerçekimiyle arz etrafında tutulduğu bilinmektedir. Kuvvetli bir çekimle dünya atmosferinden ilk önce kaybolacak şey, teneffüs ettiğimiz hava olacaktır. Böyle bir durumda dış basıncın kalkmasıyla, büyük ölçüde sudan (% 70) oluşmuş olan yeryüzündeki canlılarda ‘iç basınç’ galebe çalacak ve canlılar parçalanacaktır.

Diğer gezegenlerin yanısıra Güneş Sistemi’ndeki iki ‘asteroid kuşağı’nda mevcut trilyonlarca gök cisminin (asteroid, meteor ve kuyruklu yıldızlar) arasında süregelen cazibe ipleri belki de karadelik çekim kuvveti tesiriyle koparılacaktır.

Kıyametin kopmasında geometrik çekim dengelerinin bozulmasına da rol verilebilir. Genel İzafiyet Teorisi’nde de görüldüğü üzere, göklerin uzay-zaman düzlüğü, Kur’ân’ın ifadesiyle, dürülebilir ve bir kâğıt gibi buruşturulabilir. Bu durumda da yıldızlar yerlerinden oynar ve dökülür.

Gergin bir örtü veya ağ, üzerine konan cisimlerin ağırlığı altında nasıl eğip bükülüyorsa, gökler de (uzay-zaman ağı) içlerine ‘yerleştirilmiş’ çok yoğun cisimler olan karadeliklere verilen vazifeyle eğilip bükülür, hattâ yırtılıp çatlar veya daha uygun bir tabirle delinir. Delinmenin mânâsı fizik kanunlarının geçerliliğinin ortadan kaldırılmasıdır.

Galaksilerin merkezine konmuş karadeliklerin giderek büyüyeceği, sonunda galaksinin karadelik hâline geleceği ve bütün karadeliklerin birleşmesiyle kâinatın toptan karadelik hâlini alacağı tahmin edilmektedir.

Deve iğne deliğinden geçtiğinde…
“Âyetlerimizi yalan sayanlara ve onları kabule tenezzül etmeyenlere gök kapıları açılmayacak ve deve iğne deliğinden geçmedikçe onlar da cennete giremeyeceklerdir. İşte Biz, suçlu kâfirleri böyle cezalandırırız!” (A’raf, 40)

‘Devenin iğne deliğinden geçmesi’ ifadesi gökcisimlerinin karadeliklerdeki ‘tekillik’ denen küçücük bir ‘noktadan’ geçirilmesini hatıra getirmektedir. Bu benzetme, karadeliğin yutma alanına giren koskoca bir kürenin; incelerek âdeta bir ip hâline gelebileceğini ve yutulan cisme göre çok küçük kalan karadeliğin çekimiyle yutulabileceğini akla getirmektedir.

Güneş’ten yüzbinlerce defa büyük bir gök cismi uzay-zamanın son derece bükülüp çukurlaştığı karadeliklerde yutulmaya başladığında, bir topluiğne başı kadar boyutsuz bir nokta hâline gelebilir.

Karadelik çekim kuvveti tesirinin en büyük olduğu merkez bölge ‘olay ufku’ ile anlatılır. Karadelikler, içinde bulunduğumuz bu âlemden başka uzaylara açılan ‘geçiş kapıları’ olabilir. Bu durumda, farz-ı muhal karadeliğin içine düşen bir astronotun başına gelebileceklere bakalım.

Astronot uzay yolcusu olarak ufkuna yaklaştıkça, zamanın ‘ağır’ işlediğini fark etmekle kalmaz, vücudunda garip bir uzama da görebilir. Çekim vücudun uç noktalarında (ayaklar ve baş) daha şiddetli tesir göstereceğinden, astronot ‘Ne oluyoruz?’ demeye kalmadan, iplik gibi uzamaya başlar. Gittikçe olay ufkuna yaklaşan astronot için geçen saniye, kâinatın bir ay, bir yıl, bin yıl sonrasını gösterir. Olay ufkuna bir adım kala, kâinatın neredeyse bütün geleceği astronotun bir saniyesi içine sığar.
Astronot, iğne deliği olan tekillik noktasına hızla sürüklenir ve kendini öteki tarafta bulur. Bu bölgede, ışık hızının mutlak hız (kâinattaki en büyük hız) olduğu tezini esas alan ‘özel izafiyet’ de geçerliliğini kaybeder. Çünkü tekilliğe doğru yaklaştıkça, astronotun veya uzay gemisinin üzerine tesir edecek çekim o denli şiddetlenir ki, bu andan sonra hız artık ışık hızını da aşar. Işıktan da yüksek bir hız söz konusu olduğunda, bütün illiyet prensipleri ve öncelik-sonralık münasebetleri artık geçersiz hâle gelir.
İşte o vakit ‘zamanda’ da geriye doğru gidebiliriz. Bu konudaki yorumlar şu şekildedir: Tekillik kuyusuna düşmekte olan biri, kâinatın bütün geçmişini göz açıp kapama süresi içinde yaşayabilir. Artık o bir zaman gezgini hâline gelmiştir. Şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek onun temaşası altına girmiştir. Tekilliğin iğne deliğinden o bir başka kâinata geçmiş olabilir.
Çekim gücünün gariplikleri; İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayete göre, Güneş’in dürülmesini onun Arş’a katılması olarak yorumlar.
Işığın dürülmesi ve toplanmasında İlâhî takdir fizikî âlemde nasıl tecelli edebilir? Bilindiği gibi karadelik çekiminden sadece madde değil ışık da kurtulamamaktadır.

Peygamberimiz’den (sas) gelen haberlere göre; Güneş, Arş’ın altında bulunduğu bir sırada ona, olduğu yerden doğması emri verilecek ve o da buna göre batıdan doğacaktır. Kıyamet esnasında vuku bulacağı bildirilen Güneş’in batıdan doğması nasıl mümkün olabilir?
Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki dönüşü tersine çevirebilir mi? Bunda sebep rolü oynayacak mekanizma, karadeliğin yutulma tesirindeki bir gökcisminin (bu misâlde Dünya’nın) yörüngesinden çıkıp başıboş hâle gelmesi (böylece dönüşünün ters yöne çevrilmesi) olabilir.

Güneş’i ters yönden doğuyor gösterebilecek bir durum da, karadeliğin müthiş çekim tesiriyle ışınların yön değiştirebilmesidir. Doğudan gelen ışınlar ters yönden çekilince batıya yöneleceklerdir. Kıyamet tasvirlerinde Güneş’in ışınlarının ‘dürülüp kaldırılması’ karadeliklere yaptırılacak bir iştir.’’
İmâm-ı Gazâli, ‘Keşf-u Ulumu’l-Âhire’ eserinde, kıyamet âyetlerinin tefsirini yaparken kâinat çapındaki kıyamete dikkat çeker: “Allah, Sur’un üfürülmesiyle, Kıyametin kopmasını murad ettiği zaman bir de bakarsın ki, dağlar uçuşup bulutlar gibi yürümeye, denizler birbirine doğru karışmaya, Güneş dürülüp kararmaya, kâinat birbirine girmeye, yıldızlar ipinden kopmuş tesbih taneleri gibi dökülüp dağılmaya, gök değirmen taşı gibi dönmeye, yer korkunç sarsıntılarla titreyerek deri gibi bazen gerilip bazen yayılmaya başlar. Öyle ki Allah, feleklerin görevden azledilmesini emreder; yerlerde, semalarda ve hattâ Kürsi’de canını vermemiş hiçbir canlı kalmaz. Ruhlu ise ruhunu teslim eder. Yer ve gökler sakinlerinden boş kalır.”




























17. GÜNEŞİN KIYAMETİ


Güneş'in yaklaşması”, ve Güneş ve ay'ın bir araya gelmesi” önemlidir. Çünkü böyle bir olay ancak Güneş'in yakıtının bitmesi yakın bir zamanda gerçekleşecek ve bu da Dünya'nın sonu olacaktı. Çünkü Güneş enerjisini bitirirken “kızıl bir dev” olacak, ve kendi hacminin en az 10 katı büyüklüğe ulaşacaktı. Böylece sırasıyla Merkür, Venüs, Ay ve Dünya'yı içine alacak ve kavurup kül edecekti.

Bu bilgiler son yüz yılın bilgisidir. Çünkü uzayı gözleyen büyük gözlem evleri ve uzaya yerleştirilmiş teleskopların varlığı uzaydaki başka yıldızları gözlemek suretiyle bizim Güneş'imizin sonunun nasıl olacağını tahmin etmemiz mümkün olmuştur. cevabı ve kökeni Kuran-ı Kerim'de yer alan üç ayette bulunmaktadır.

Bu ayetlerden birincisi şöyledir;“…Bizim, göğü kitabın sayfalarını katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iade edeceğiz. Bu, Bizim üzerimizde bir vaattir. Elbette, Biz yapıcılarız…"(Enbiya Suresi, 104)
Anlaşılacağı üzere bu ayette evrenin sona ererken başlangıçtaki halini alacağı önemle vurgulanmaktadır.

İkinci ayette şunlar anlatılmaktadır; “…Kıyamet Günü İnsan, önündeki (sonsuz geleceği)ni de fücurla sürdürmek ister. "Kıyamet günü ne zamanmış" diye sorar. Ama göz kamaşıp da kaydığı, Ay karardığı, Güneş ve ay birleştirildiği zaman; İnsan o gün: "Kaçış nereye?" der. Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok. O gün, sonunda varılıp karar kılınacak yer yalnızca Rabbi'nin katıdır...”(Kıyamet Suresi, 5-12)
Görüldüğü üzere bu ayette ise Kıyamet yaklaştığında Güneş ve ayın birleşeceği, yani hemen hemen aynı hizaya geleceği belirtilmektedir;
Üçüncü ayette ise anlatılanlar şöyledir; “…Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman, yıldızlar yerlerinden düşüp dağıldığı zaman; dağlar yürütüldüğü zaman…” (Tekvîr, 1-3-81) Bu ayette ise dikkate şayandır ki, Güneş'in ışığının bir gün söneceği bilgisi verilmektedir.

Bu ayetlere destek veren bir hayli bilimsel sonuç vardır. Buna göre; birinci ayette evren hakkında “…eski durumuna getireceğiz…”sözü aşağıda anlatmaya çalışacağımız bilimsel sonuçlarla hemem hemen örtüşmektedir. Buna göre; sıfır hacimde diyebileceğimiz sonsuz küçük hacim ve sonsuz büyük yoğunluktaki bilinmeyen bir birikimin patlaması ile kainat ve zaman oluşmuştur. Ve evrenimiz o ilk patlamanın etkisi ile hala genişlemektedir. En sonunda ya kapanıp tek bir noktada toplanacak, yada sonsuza kadar genişleyerek yok olacaktır.
Bilim adamlarına göre evrenin nasıl son bulacağını tahmin edebilmek için evrendeki kütle miktarını bilmek gerekmektedir. Evrenin kütlesini ölçmek son derece zor olduğundan bilim adamları kütle yerine yoğunluğu ölçmeyi denemişlerdir. Çünkü eğer evrenin yoğunluğu "kritik yoğunluk" dediğimiz bir değere ulaşıyorsa, sahip olduğu çekim gücü galaksilerin kaçış hızını yenecektir.
Böylelikle evren bütün galaksileri kendisine doğru çekecektir. Ancak söz konusu yoğunluk kritik bir değere ulaşmıyorsa, genişleme sonsuza kadar devam edecektir. Çünkü bu çekim kuvveti, galaksilerin kaçış hızını yenemeyecektir. Bunun için galaktik sistemlerin hızları, büyüklükleri, parlaklıkları, uzaklıkları hesaplanıp, evrenin gerçek yoğunluk değeri araştırılmıştır. Elde edilen ilk bilgiler evrendeki hali hazır mevcut yoğunluğun kritik yoğunluğun değerine oldukça yakın olduğunu göstermiştir.
Yani evrenin içine çökmesi ihtimali daha yüksektir. Buna göre oldukça kritik bir yaş ve dengede olan evren her an yok olmaya hazır durumdadır.

Gerçek olan şudur ki, Kuran-ı Kerim'in Enbiya Suresi'nin 104. ayetinde bu konu“…ilk halindeki durumuna döndürüleceği…”şekilde bildirilmiş olup, evrenin içe çökeceğine dikkat çekilmiş olma ihtimali çok yüksektir. Buna göre bir gün çekim gücü galaksilerin genişlemesini durduracak ve bu noktadan itibaren gittikçe artan bir süratle galaksiler birbirlerine doğru ilerlemeye başlayacaklardır. Böylece uzayda şiddetli çarpışmalar olacak, dev gökcisimleri iç içe geçmeye, birleşmeye başlayacaktır.
Ay, Güneş, Dünya, tüm gezegenler ve yıldızlar birleşecek, gittikçe büzüşen ve daralan evren yaşanan bu süreç sonunda, tek bir noktada toplanıp yok olacaktır. Bilindiği üzere, Kuran'da kıyamet günü Ay ile Güneş'in birleşeceği açık ve çok net bir şekilde başka bir yoruma mahal bırakmadan bildirilmiştir. Görülüyor ki, bu büzülme gerçekleşirse belli bir zaman sonra Dünya'nın, Güneş Sistemi'ndeki diğer gezegenlerin, Ay'ın ve Güneş'in birbiriyle birleşeceği muhakkaktır.
Gerçekten “Güneş ve Ay'ın birleşmesini” bildiren ayet yukarıda anlattığımız şekilde yorumlanacağı gibi, Güneş'in kendi sonuna doğru genişleyip kızıl bir dev halini alması sonucunda etrafını yok edeceği şeklinde de yorumlanabilir.
Buna göre; evreni oluşturan gökcisimleri doğarlar ve varlıklarını belli bir süre devam ettirdikten sonra ölürler. Güneşimizin de böyle sınırlı bir ömrü vardır. Evren son bulmadan önce, Güneş'in ömrünü tamamlaması ihtimali söz konusudur.
Güneş'in ömrünü tamamlaması ise, elbette Dünya'nın da ölmesi anlamına gelmektedir. Bu aşamada merkez tabakalarında yoğun halde bulunan hidrojenin yerine helyum artmaya başlayacak, şu anda 20 milyon derece olan Güneş'in merkezdeki sıcaklığı 100 milyon dereceyi bulacaktır.
Böylece Güneş'in merkezi oldukça kızgın bir kor durumuna gelirken, etrafı da giderek şişen dış tabakalardan oluşmuş bir görünüm alacaktır. Böylece Güneş'te sarının yerine kırmızı bir renk hakim olacaktır. Dolayısıyla da denilebilir ki, Güneş adeta kırmızı bir deve dönüşecektir.
Hiç şüphe yoktur ki, Dünya üzerindeki canlılığın devamı ancak evrende var olan pek çok dengenin korunmasına bağlıdır. Dünya'nın Güneş'e şimdiki uzaklığından biraz daha yakın olması tüm canlı hayatın yanıp, kavrulması için yeterlidir. Bu yüzden Güneş şişmeye başladığında, daha Dünya'ya ulaşmadan Dünya'daki düzen bu gelişmeden çok fazla etkilenecektir.
Güneş'in Merkür ve Venüs'ü kavurduğu bir aşamada, Dünya'nın zaten tüm dengesi bozulmuş olacaktır. Bu sırada Dünya'da yaşamdan söz edilmesi imkansızdır. Bir süre sonra, Güneş'in yaydığı bu yoğun ışınlar ile önce okyanuslardaki sular aşırı sıcaktan buharlaşacak, dağlar taşlar eriyerek gaz haline gelecektir.
Tüm Dünya göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa bir sürede yanarak, bitip bir avuç toz halinde uzaya karışıp gidecektir. Demek oluyor ki, bu gelişmeler Dünya'nın sonunu getirecektir.
Bilim adamları bu sonuca Güneş büyüklüğündeki yıldızlar üzerinde yaptıkları incelemeler sonucunda ulaşmışlardır. Daha evvel başka bir durumla karşılaşılmazsa, Güneş de bu safhalardan geçerek birkaç milyar yıl sonra dış tabakalar büzüşerek soğuyacak ve kızgınlığı iki ila üç yüz bin derece olan beyaz cüceye dönüşecektir.
Yukarıda saydığımız ayetlerden üçüncüsünde“…Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman…”denmektedir. Bu ayetin tefsiriyle Güneş'in Kırmızı Dev'den Beyaz Cüce'ye dönüşmesi muhtemel vakasına ait yakın benzerlikler vardır.
Çünkü Razi'nin tefsirinde Hz. Ömer'den gelen bir rivayete göre, bu ayette geçen "küvvirat" kelimesinin "ışığını giderip karartmak" mânâlarına geldiği belirtilmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır ise daha değişik bir yorumda bulunarak; adeta Güneşin bir Beyaz Cüce olmasına benzer bir şekilde bir kabukla çevrelenerek ışığının sönmesi şeklinde tefsir etmiştir.
Ayrıca gene rivayet edildiğine göre, bu hâdisenin insanlar dünyada iken ve günlük işleriyle meşgulken olacağı bildirilmiştir.
Sonuçta bilimsel araştırmalar ve Kuran-ı Kerim'deki yukarıda belirttiğimiz üç ayet Dünya'nın sonunun nasıl olacağı aynı konusunda bitleşmiş gibi görünmektedir. Buna dayanarak Güneş'in geleceğinin aynı zamanda Dünya'nın geleceğini de belirleyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Çünkü Güneş'in merkezi gittikçe daha yoğun ve daha sıcak hale gelirken parlaklığı da her bir milyonda bir, yüzde bir oranında artmaktadır. Böylece milyarlarca yıldan beri süregelen parlaklıktaki bu artış aynı zamanda yaşamın geleceğini de belirleyecektir.
Sıcaklık çok daha fazla yükselecek; su buharının yol açtığı sera etkisi artarken, sıcaklık 50 dereceyi aşacaktır. Atmosferde hiç su buharı kalmayacak volkanlar karbondioksit yaymaya devam edecektir.
Yakıcı bir sera etkisinin içinde hapis olan ölü Dünya da böylece kardeşi Venüs gezegenine benzeyecektir. Böylece 3.5 milyar yıl önce Dünya üzerinde ortaya çıkan yaşam, yaklaşık yok olacaktır























18. NEFİS VE RUH

Nefs, dünyaya düşkünlüktür. Dünyanın zevklerinden, lezzetlerinden kopamamaktır. Benlik, kişilik, enaniyet olarak ta ifade edilir. İnsanlar nefsin arzu ettiği şeylerin faydalı veya zararlı olduklarını pek düşünmezler, hemen yerine getirilmesini isterler. Oysa nefsin arzuları genellikle dinimizin emirlerine ters düşen şeylerdir. Dinimizin yasakları nefsin istekleridir. Bunları yerine getirmek nefsi kuvvetlendirir. Nefis giderek daha beterini yaptırmak ister.. İnsanın nefse aldanmaması için, iradeyi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak gerekir.
Ruh, ilahî bir varlıktır. Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyetine bağlı ve O’na mensub olan sır âlemine, görünmeyen âleme aittir. Ruhanî âlemle alâkalıdır.. İslamda Kelamın ve Tasavvufun konusunu teşkil edr. Ruh nefis, nefis de ruh değildir.

Nefis insanî bir varlıktır. İnsanlar nefisleriyle denenirler. Maddi alemle ilişkiler nefisle kurulur. Ruh manevi bir varlıktır.
Ruhun ne olduğu Resûlullah Efendimiz’e (asm) sorulmuş; Allah Resûlü(asm) soruyu vahye havale etmiş ve Cenâb-ı Hak’tan şu vahiy gelmiştir: “Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabb’imin emrindendir. Size o ilimden ancak az bir şey verilmiştir, Ruh Allah’ın sıfatı, Allah’ın işidir. İsra Suresi 85
‘’ Ey huzura eren nefis!(Ruh) Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön. İyi kullarım arasına katıl. Cennetime gir.’’ FECR suresi27-30
‘’Ey mutmaine olan nefs! Sen ondan, o da senden razı olarak rabbine dön! İyi kullarımın arasına katıl, Cennetime gir!’’ mealindeki bu âyetler, nefsin Cennete gireceğini gösteriliyor. Ancak burada ki ‘Nefs’ , kelimesi ‘ruh, can ve kurallara uyan insan’ anlamındadır. Bildiğimiz nefs değildir.
Ayeti Kerimedeki ‘nefis’ ruhtur. Rabbine geri dön’ emri bir ölüm emri değildir, ruhun Allah’a ulaştırılmasının emridir.

Ölüm; insanın akibeti, insanın dünyasının değişmesi ve göçüp gitmesidir. Ölüm mutlak yokluk değil, bir halden, bir başka hale geçiş ve bir evden diğer bir eve göçüştür . Bu göçün başlangıcı, dünyada birbirine en sıkı bağlarla bağlı olan, bedenle ruhun birbirinden ayrılmalarıdır. Ruh ölüm aşamalarından geçerek sonsuza dek yaşamına devam eder. Ancak mutlaka Her Ruh Ölümü tadacaktır, bu Allah’ın emridir.. De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır…...."(Cuma Suresi, 8)
ölümün bir sbebi vardır. Ancak bu sebep, ne bir kaza, ne bir hastalık, ne de başka bir şeydir. Bütün bu sebepleri yaratan Allah'tır. Kaderimizde belirtilen süre olduğu zaman, yukarıda sayılan sebeplerden herhangi bir tanesi nedeni ile hayatımız sona erer. Ve insan, elindeki tüm maddi imkanını seferber etse dahi, kendileri için belirlenmiş olan ölüm zamanından bir an bile fazla yaşayamazlar. Kuran'da bu İlahi kanun şöyle vurgulanır:
Allah'ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır... Al-i İmran Suresi, 145
‘‘Cenab-ı Haktan korkup, nefsini kötü arzulardan uzaklaştıranların varacakları yer, muhakkak Cennettir.’’Naziat 40, 41
‘’Nefsine uyanlardan, doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz’’ Ankebut 69
‘’Nefs-i emmare, elbette günahları, kötülükleri emreder’’ Yusuf 53
Hadis-i şeriflerde, ‘’Asıl kahraman, nefsini yenendir. Aklın alameti, nefse galip gelmek ve ona hakim olmaktır. Ahmaklığın alameti nefse uyup, Allah’tan af ve merhamet beklemektir’’ buyuruldu.
Rasulullah bir savaştan dönerken, ‘Küçük cihaddan büyük cihada döndük,’’ buyurdu. Eshab-ı kiram, Ya Resulallah ‘’büyük cihad nedir?’’ diye sual edince, Peygamber efendimiz, ‘’Nefsle mücadeledir’’ buyurdu.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
‘’Nefsini zelil eden, dinini aziz etmiş, nefsini aziz eden de dinini aşağılamış olur.’’
İnsanın en büyük düşmanı nefsidir, Nefsi emaredir, yani emreden, zorlayan etki altında bırakan nefistir. Daha sonra kötü arkadaş ve şeytan gelir. Kötü arkadaş ve şeytan nefse tesir ederek insana zarar vermeğe çalışırlar. Onun için nefsin, emmarelikten temizlenmesi gerekir. Çünkü nefs, daima Allahü teâlâya isyan etmek ister.
Nefs-i emare (emreden nefis) kaplan gibidir, ölünceye kadar yakamızı bırakmaz.

Tarikat Şeyhi (PostNişi) müritlerini hazırlarken onların nefislerinin etkisinden kurtulmaları için nefislerini alçaltmalarını, nefislerinin yerlerde sürünmesini, becerebilirlerse nefislerinin ödürülmesini sağlamak isterler. Bazı tekkelerde müritler köpeklerle beraber yal içerlerdi. Böylece nefsinin köpek seviyesine düşmesini sağlıyordu.
Nefs-i emmare ile cihad, iki yolla olur:

1- Riyazet, Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. Nefsini terbiye maksadıyla az yemek ve içmek. Az gıda ile yaşamak. İyi işlerle, ibadet ve ilimle meşgul olmak. Nefis daima haramları ister. Dinin tavsiyesi Nefsin arzularını yapmamaktır. Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini heveslerden, arzu ve kötü isteklerden, boş ve batıl olan iddialardan men'ederek, faydalı fikir ve işle meşgul olmak.
2- Mücahede. Uğraşma, savaşma. Nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Nefsimiz, iyilik ve ibadet etmemizi istemez. Nefse, günahlardan kaçmak, ibadet etmekten daha zor gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır.
Cenab-ı Hak, şeytana diyor ki: ‘’Benim kullarıma senin hâkimiyetin yoktur.’’ İsra–65
İyiler de kötüler de Allahü teâlânın kulu olduğu halde salih kimseler için ‘Benim kulum’ buyuruyor.. kötü arzularına kul olanlar için ise ‘Hevasını ilah edinenler...’Casiye 23 İfadesini kullanıyor.

Nefis, kulun suretidir. Nefis hamuruna, heva, şehvet ve kötülüğe meyil karışmıştır. Âdemoğluna nefsinden daha düşman birşey yoktur. Nefis dünyadan başkasını istemez. Dünya da yalnızca nefsi arzular. Ruh ise ahireti ister, onu tercih eder. Heva nefse tabidir. Şeytan ise nefse ve hevaya tâbidir. Melek, akıl ve ruhla birliktedir. Yüce Allah ilhamla, kuluna yardım ederek akıl ve ruhu korur. Ruhlar, Ervahı Alemde, Ruhlar Aleminde, yaratılmış, meleklere secde ettirilmişti. Ateşten yaratıldığını iddieden ŞeytanAllah'ın (cc) emirinde olan ruhların gerçeği ve bilgisi, insanlara gizlidir" der. Bazıları ise: "Ruhlar, Allah'ın (cc) nurundan bir nurdur " derler. Ruhlar ölmezler, denenmezler. Ruhlar, insanlara benzer. Elleri, ayakları, gözleri, kulakları ve dilleri vardır.. Bedenden ayrılınca tekrar melekûta döner.

Hz.MEVLÂNÂ, ‘’Her Kötülüğün Anası’’ olan Nefsi anlatıyor;
Nefis, çok övülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçak gönüllü, hor, hakir ol;
Ululuk taslama! Elinden geldikçe kul ol, sultan olma!

Kahırla lütuf, birbirine eş oldu. Bu ikisinden bir hayır ve şer âlemi doğdu.
Sen otla kemiği göster, nefis ve can gıdasını arz et.
Nefis gıdasını isterse aşağılıktır, ruh gıdasını isterse serverdir.
Tene hizmet ederse eşektir. Can denizine dalarsa inci bulur.
Gerçi bu ikisi birbirinden aykırı; hayır ve şerdir ama ikisi de başındadır.
Peygamberler, ibaretlerini arz ederler; düşmanlar şehvetlerini.

Senin nefsinde bir ejderhadır. O nereden öldü ki?
Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu, yoksa!
Ejderha donmuş halde iken selamettesin,
Fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun.
Ejderhayı öldürmeye bir Musa gerek.

"Vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz...
Temiz, pis, güzel, çirkin binlerce sıfat var."
İnsanda bir an olur kurtluk zuhur eder,
Bir an olur ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel hâline gelir.

İnsan nefsini eğitebilir. Onun isteklerini dizginleyerek kontrol altında alabilir. Mevlana,
Hatta insandan, öküz ve eşek bile bilgi sahibi olur,
Akıllanır, hüner elde eder.
Serkeş at, rahvan bir hâle gelir, alışır.
Ayı oynar, keçi de selâm verir.
Köpeğe insanın huyu geçer,
Nihayet çoban olur, av avlar yahut sürüyü korur.
Ashab-ı Kehf’in köpeğine öyle bir huy sirayet etti ki,
Sonunda Allah’ı aramaya koyuldu.

"Yolun güneşi olan Peygamber bile "Nefsini aşağılayan kişiye ne mutlu!" dedi.
Mevlânâ, insanda hangi huy galipse o huyun sûretine göre haşredileceğini belirtir.

Kur'an-ı Kerim'de nefs, tamamen zat manasına kullanılmıştır. Mesela:
"Eve girdiğiniz zaman, nefislerinize, sizden olan ev halkına selam verin.
O gün her nefis, kende nefsiyle mücadele ederek gelirve:
Her nefis, kazandığı ile rehin alınmıştır
Her nefis ölümü tadacaktır.
Bazı âyetlerde ise yalnızca ruh manasınadır. Mesela:
"Ey mutmain olan nefis (ruh)"
Allah, nefse (ruha), hevasma uymayı yasakladı,
Şüphesiz nefis (ruh) kötülüğü emreder.

Ruh lafzı ise ne tek başına beden, ne de nefisle beraber bedene verilen isim. Allah'ın emri olarak tarif edilen, Rasulüne vahyettiği şeye ruh denir. Mesela; "Aynı şekilde, emrimizle sana ruh (Kur'ân, âyetler) vahyettik1] buyurul-maktadır.
Hz. isa'nın (as) te'yîd edilen ruhu da başka bir ruhtur. Nitekim:
"Hani Allah: "Ey Meryemoğlu İsâ sana ve annene verdiğim nimetimi hatırla. Hani seni R.ûhü'1-Kudüsle (Cebrail'le) desteklemiştim
Her nefis ölümü tadıcıdır………Burada da her insan, her canlı, her doğan ölecektir, demektir.
NEFSİN MERTEBELERİ
Ehlullah(Allah’ın dostları) yedi makamda anlatır nefisi,
Derler ki,
Nefs i emmare dir, en aşağısı en pisi,
Bu nefis;
Rabbani latife iken şehvetlere daldı,
Kafir, müşrik, münafık yahut fasık oldu.
İyice tanımak istersen,
On ikidir alameti, huyu veya sıfatı,
Birincisi küfürdür. Ayrılır dört e hemen:
Bak anlatayım;
Küfr- ü inkari ki, gider Allah ı bilmeden,
Küfr- ü mücerre ki, örneği gelir iblisten,
Üçüncüsü küfr- ü inadi ki, bilir kalbinden,
Küfr ü nifaki ise ancak söyler dilinden.
İkinci sıfatı, şirk ki, çok gizli ve ince,,
Bu da ancak kabul bulur müşriklerde.
Sonra gelir gaflet, peşinden cehalet,
Bak cahillik ne korkunçmuş? dikkat et...
Beşinci sıfat ki, çokca günahlara dalmak,
Ciltler dolusu kitap yapar bunu anlatmak,
Sırada kibir var, sonra hırs ve cimrilik,
Bunların tarifini uzatmayalım şimdilik,
Nefs i emmare nin dokuzuncu huyu gazap tır,
Bunları bilerek terk etmeyenin cezası azaptır.
Haset var sırada, iyilikleri ateş misali yakar,
Hak kın taksimatına kem gözle bakar.
Sonuncu ki, kin ve şehvet,
Sahibini nihayet cehenneme götüren afet.

İkinci mertebe Nefs i Levvame dir
Bakın ;
Bu nun huyları, toplam dokuz alamettir,
Fısk, cehil ve kendini beğenmek,
Uykuyu çok sevip, hayvan misali yemek,
Altıncıs aşırı hırs, yedincisi kahr ı nedamet,
Sekzincisi aşırı süs ve saltanata davet,
Dokuzuncu ki, geçimsiz biri olmaktır,
Bize düşen bunlardan kurtulmaktır.

Üçüncü mertebe Nadir bulunur adı,Nefs i Mülhime,
Bu makam ihsan olur ancak ihlaslı alimlere,
Huyları bilinir, toplam sekiz tanedir,
Birinci sırada pek tabi ilim gelir,
İkincisi tevazudur, zıddı dır kibrin,
Tevbe ki, kutarır her çıkmaz da sahibin .
Sabır, ne güzel huydur?
Meyvesi ibadetelere aşkla devamla olur.
Beşincisi şükür dür, artırır verilen nimeti,
Şükredenin daima görülür bereketi.
Cömert lik gelir altıncı sırada,
Böylesi insanlar ne kadar da az bu dünyada,
Kanaat, tükenmez bir hazinedir,
Tahammül, sekizinci huy, sabrın benzeri,
Cenab i Mevlam affeylesin bizleri.
Dördüncü mertebe, Nefs i Mutmainne dir,
Altı huyu var ki, sıfat ı kamiledir,
Birincisi, salih amel sonra da tevekkül var sırada,
Kolay mı sanırsın alışmak varlık içinde yokluğa,
Riyazet ki, azla yetinip daima huşu ile ibadet,
Tefekkür gelir sonunda nihayet.

Ah... tefekkür edebilsek yanlızca bir saat,
Denk düşerdi yetmiş yıllık nafile ibadat...

Beşinci mertebe, Nefs i Radiyye dir,
Buna ancak evliya ı kiram mühdetir,
Ulaşmak mı istersin bu makama?
Boş sözleri bırak...sarıl ihlasa...
Daima zikir,zühd,hani vera?
Şüpheli şeylerden kaçarak, ittika.

Altıncı mertebe ki,Nefs i Mardiyye,
Bu nafis, yaraşır ariflere,
Hak Teala artık razıdır kulundan,
Gayretle elde edilmez lutuf dur O’ ndan.
Akıl çözemez, esrarın ancak bilir Allah
La havle vela kuvvete İlla billah...

Yaratan dan gayri her şeyi terk etmek,
Cümle mahlukatı lütuf ile seyretmek,
Razı olunmuştur kendinden,seyrl Lillah dır,
Yeri hafi, hali hayret, varidi şeriat tır.
Herkesin hatalarını af, ayıplarını örtmek,
Hünü zan ile her şeye şevkatle lütfetmek,
Kalpler pak olup,masivadan kurtulmuştur,
Yaratan onlardan çoktan razı olmuştur. Kul,
Hakk ın aynı olamaz, tarif öyle değildir,
Aklın gücü yetmez, bunun izahi ancak hal dir...
Yere göğe sığmayan Allah, mü’ minin kalbine,
Sığarmış artık nefs i mardiyye’de.

Yedi makamın sonuncusu, Nefs i Kamile,
Seyri Billah tır anlatamam ben size,
Bu mertebede durur ancak Peygamber,
Vücud, akıl, ruh, nefis nur ile beraber.
Kaybolur her şey, kalan ancak nur olur,
Aklı selim daha yazamaz burda durur... Hüseyin Gazi Şener

ŞEYTANLA BİR GÖRÜŞME
Şeytanla kabristanda karşılaştılar.
Şeytan çok neşeliydi. Adam sordu:
-Bu ne hâl?"
-Altın devrimi yaşıyorum." diye cevap verdi şeytan.
Adam anlamazlıktan geldi:
-Ne demek istiyorsun?"
-Sen de pekâla biliyorsun," dedi, "Asırlarca âhirzaman dedim durdum. Şimdi artık mutluyum. O Asr-ı Saadet'te neler çektiğimi bir ben bilirim. Hangi sahabeyi görsem dizlerimin takatı kesilirdi. Hele Ömer, onu görünce saklanacak delik arar, yolumu değiştirirdim. Daha sonra da rahat yüzü gördüm sayılmaz. Sahabeler gitti, müçtehidler geldi. Her asırda bir kutup, bir müceddid, nice alim, nice veli... Bana rahat yüzü mü gösterdiler?. Geylânî gitti, Gazali geldi; Rabbanî gitti, Mevlâna geldi.. Selçuklunun çöküşüyle biraz rahat edeceğimi sandım. Ne gezer. Al sana Osmanlı Ama şimdi altın devrimi yaşıyorum. Evet altın devrimi. Şeytan, daha sonra da bir nârâ atarak "Gün benim, devran benim" diye ekledi.

-Milyonlarca, milyarlarca insanı nasıl yoldan çıkarıyorsun? Bunu hangi kuvvetle yapıyorsun? diye sordu adam.
Şeytan bir kahkaha savurdu:
-Allah'ın onlara verdiği kuvvetle!
-Nasıl olur!?"

-Anlatayım, dedi şeytan.
-İnsana takılan bütün âletler, duygular, verilen bütün hisler, kuvvetler hep Allah'ın ihsânı. Ben o insana Allah'ı unutturuyorum. İçine vesvese atıyor, ne lâzımsa yapıyorum. Oyunlar tezgâhlıyor, tuzaklar kuruyorum. Sonunda bana uyarsa, Allah'ın bu ihsanlarını benim istediğim yönde kullanıyor. İşte bütün mesele bu kadar basit.

-Demek sen Allah'ı biliyorsun? diyerek hayretini belirtti adam.
Şeytan acı acı gülerek;
-Öyle lâf ediyorsun ki şaşıyorum, dedi.
-Hiç bilinmeyen bir Zât'a isyan edilir mi? Onu bilmeyen mi var? Ama kimisi Kur'an'ı dinler, emirlerine uyar. Kimisi de beni dinler, isyan yolunu tutar. Bu ayrı mesele.

Adam, şeytana silahlarını sordu.
-Bunları ezberlemeye hafızan yetmez, dedi şeytan.
-En çok kullandıklarım NEFİSTİR….dünya sevgisi, benlik dâvâsı, şehvet, gazap, hırs, haset, riya, hepsi nefsin ürünleridir.. Herkesin nabzına göre şerbet veririm. Birine aldanmazsa, diğerini sunarım. Kendime bağlayıncaya kadar peşini bırakmam. Bunu başardım mı işim kolaylaşır. Artık ben o kişinin ardına düşmem. 0 beni takip eder.

Şeytan onu bir kabre götürerek
-Bak, dedi. Adam baktı. Toprağın altını da, üstü gibi seyredilebiliyordu
Şeytan,
-Şu var ya, dedi,
Bil bakalım, erkek mi, kadın mı?
-Ne bileyim ben, diye cevap verdi adam.
Şeytan
-vaktiyle, dedi, şu kemikler bir kadının, şu ileridekine de bir delikanlının bedenleri sarılıydı. İkisini de rahatlıkla parmağımda oynatıyordum. Bu kâinatı, ondaki harika hadiseleri, insanın mükemmel yaratılışını, ölümü, hesap gününü, kısacası, her hakikatı unutturdum onlara. Şehvetten başka birşey düşünmez oldular. Bir ömür boyu hayvan gibi yaşadılar. Şimdi de azap çekiyorlar.

Mezarlıkta biraz ilerlediler. Şeytan bir başka kabri gösterdi:
-Bil bakayım, dedi, bu kemikler zengin kemiği mi, fakir kemiği mi?
-Kemiklerden birşey anlaşılmıyor" dedi adam. Ama mezar taşından bu şahsın vaktiyle zengin biri olduğu belli.
-Evet, diye cevap verdi şeytan.
-Ben bu adamı servetiyle gururlandırdım, nefsini okşadım. Mal sevgisi gönlünde o kadar yer etti ki, işin birini bırakıp diğerine koşuyor, rüyalarında bile parayla uğraşıyordu. Ona rahat yüzü göstermedim. Gayri meşru kazançların peşinde koşturdum. Zâlim ettim, hırsız ettim, mağrur ettim... Bunlar onu mahvetmeye yetti; şimdi ilk hesabını veriyor. Şu berideki de bir fakirdi. Onu da bunun malına haset ettirdim. Kalbine kin ve nefret tohumları serptim. Bu kadarla da kalmadım, onu ruhî bunalımlara ittim. Sonunda kaderi tenkide kadar götürdüm. O da bir başka azap içinde. İşte bir taşla iki kuş vurmak diye buna denir.

Sözün burasında hiç alâkası yokken yine,
-Şu Osmanlılar yok mu," diye içini çekti, şeytan
-kendileri gittiler ama, yine de bana çok çektiriyorlar. Fakat ben de intikamımı iyi aldım.

-Nasıl aldın? diye sordu adam.
-Anlatayım, dedi. Bunu söylerken göğsünü kabartmış, ellerini koltuklarının altına sokmuş, başını gururla dikmişti:
-Asırlarca dinin, îmanın ve namusun bayraktarlığını yaptılar. Nice plânlarımı akîm bıraktılar. Nice insanları Allah'a secde ettirdiler. Fakat, şimdi ne oldu? Onların torunları benim peşimdeler. Hâyâ perdelerini sıyırıp çöpe attım. Şimdi birbirlerinin namusuna kötü gözle bakmayı hüner sayıyorlar. Bu manzara beni keyfimden çıldırtıyor. Dahası da var. Dün Osmanlının isminden dehşete kapılan Avrupalı, bugün memleketinize rahatlıkla giriyor. İstediği gibi eğleniyor ve Meyhanelerinizde, kızlarınızın taşıdığı içkileri içiyorlar.Bu konuşmaları dinlerken adamın içinde bir sıkıntı belirmiş ve şeytanın kendisini ümitsizliğe düşürmek istediğini anlamıştı. Elbette daha fazla konuşturamazdı:

-Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır." diye başladı söze.
-işte şimdi bu bahara girmek üzereyiz. Sözünü ettiğin pespaye gençliğe bedel din, vatan millet için gece gündüz çalışan çırpınan, göz yaşı döken yeni bir gençlik daha yetişiyor. Hem de akıl almaz bir hızla. Bunu sen de biliyorsun. Onlarla durmadan uğraşıyorsun. Öyle değil mi?

Şeytan adamın söylediklerini inkâr edemezdi. Ve yanından ayrılırken
-evet dedi biliyorum. Ama yine de onlarla uğraşacağım." deyip, kaybolması bir oldu.


19. ÖLÜM VE KABİR

Allah'ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır... (Al-i İmran Suresi, 145)
Şimdiye dek, ölüp te dirilip, insanlar arasına dönen ve orada neler görüp, neler yaşadığını anlatan hiç kimse olmamıştır. Bu nedenle ölümün nasıl bir şey olduğunu, bir insanın ölüm anında neler hissettiğini bilmemiz teknik olarak mümkün değildir.
Ancak insana hayatını veren ve zamanı gelince de geri alan Allah, ölümün nasıl gerçekleştiğini Kitabında bizlere bildirmiştir. Bu nedenle, ölümün nasıl gerçekleştiğini, ölmekte olan bir insanın gerçekte neler yaşayıp, neler hissettiğini ancak Kuran'dan öğrenebiliriz.
Kuran'da oldukça ilginç bir gerçekle karşılaşırız. Orada haber verilen ve tarif edilen ölüm, "tıbbi ölüm" den, yani gözlemelenen ölümden çok farklıdır.
Öncelikle, bazı ayetler de ölüm anında, ölecek kişi tarafından görülen, fakat diğer insanlar tarafından gözlemlenemeyen olaylar yaşandığı haber verilir:
‘’Hele can boğaza gelip dayandığında,
Ki o sırada siz (sadece) bakıp, durursunuz,
Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz.’’ Vakıa Suresi, 83-85
Buna karşın, müminlerin ölümü ise şöyle olur,
‘’Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin."Nahl Suresi, 32
Kısaca, "bedenin tıbbi ölümü" ile, Kuran'da tarif edilen ölüm gerçekte çok farklı olaylardır.
İşte "tadılan" bu gerçek ölüm, az önce belirttiğimiz gibi inkarcılar için büyük bir azap, müminler içinse büyük bir nimet ve güzelliktir.
"Ama gerçek koruyucu Allah, insanların ruhlarını ölümleri sırasında, ölmeyenlerin ruhlarını ise uykuları sırasında alır. Hakkında ölüm hükmü verdiği rûhu tutar, vermediği rûhu ise belirli bir süreye kadar salıverir. Muhakkak ki bunda, düşünen kimseler için alacak ibretler vardır." (Zümer, 39/42)
İnsanlar hem uyanıkken hem de uyurken O'nun avucu içindedirler. O, onlara dilediğini yapabilir. Ölen insanların ecellerini belirleyen Allah'dır. Uyuyan insanları belli bir zaman kadar uyutan da O'dur. İnsanlara, uyurken, ölmemekle beraber bir tür ölüm hali yaşatan da O'dur. Eceli gelmeyen insanın canını almaz, eceli gelmeyen insan ölmez, o da yeniden uyanır. Yani bütün insanların canları O'nun elindedir
Çoşdar başı, imansız, inançsız, ahlaksız, maddiyat ve şan şöhretten başka değer yargısı olmayan NocCed seksen yedi yaşında ölüm döşeğine düşmüştü.
‘’Hayır hayır, can köprücük kemiğine dayandığı zaman."Bu hastayı iyileştirecek biri yok mu?" diye sorarlar. Adam, ayrılma zamanının geldiğini anlar. Çırpınırken ayakları birbirine dolaşır..O gün Rabbine doğru yolculuk vardır.’’ Kıyamet suresi 26-30
NocCed’in ‘’can çekişmesi ‘‘ başlamıştı. Soluk yüzünün yarısını kaplayan sakalı aşağı yukarı inip kalkıyordu. Köpeklerin can çekişirken arka ayaklarını titretmeleri gibi Onun da sakalı titriyordu. Yaş keçeye takılmış diken dalını, kuvvetli biri çekiyor gib ruhu alınıyordu. Hırıltılar, zırıltılar ayyuka çıkıyor, gök yere bitişiyor, kendi de arasında eziliyormuş gibi sıkışıyordu. Külçe gibi yatağa yığılmış olan bedeni de ara sıra manasız reflekslerle sarsılıyordu. Ruhunda ki tedirginlik sözcükler arasından fırlayarak hareket ediyormuş gibi izlenim bırakıyor. Canın köprücük kemiğine dayanması son nefesini vermek üzere olduğunu ifade ediyordu...gözlerini faltaşı gibi açıp çırpınmaya başlamıştı. Bu yataktan bir kurtulabilse, Onu kimse tutamazdı. Ama her şey için artık çok geçti. O sırada NocCed’in çevresini saran insanlar çırpınan ruhun ızdırabını dindirmek için hiçbir çareye başvurmuyorlardı. Çünkü Hem NocCed’in ceddi bozuktu, hem de başvurmalarının Ona hiçbir çaresi olmayacağını biliyorlardı
NocCed nefes savaşının ve koma halinin çırpıntılarını yaşıyordu. Artık çare yoktu. Hiç bir kurtuluş ümidi kalmamıştı. Son aşamada her canlının çıkacağı o dönüşü olmayan yolculuğa çıkmıştı. Bu öyle acı ve buruk bir gerçek ki, baştan savılması, geriye çevrilmesi, ertelenmesi sözkonusu bile değildi. Artık kaçınılmaz son ile yüzyüze gelmişti. Azrail dikilmişti gözünün önüne, saniyeleri sayıyordu. İlahlık iddisında bulunan zındık NocCed Azrail karşısında, kuyruğunu apış arasına sıkıştırmış uyuz köpek gibiyan yan bakarak kaçmaya yelteniyordu.
Bu buruk sahnenin perdesi ansızın iniverdi. Azrail Zındık Çoşdar Başının ruhunu kabzetti. Ama gözlerde görüntüsü, duyu organlarında sarsıcı etkisi, çevredeki havada tüyler ürpertici suskunluğu vardı. NocCed’in, dünyası değişmişti.

Peygamberimiz, ölüm esnasında Müslümanlara Şahadet kelimesini telkin ediniz, diyor. Yani hastamız can çekiştiriyorsa ona ‘’La İlahe İllallah, Muhammedür Rasul lullah’’ onunda söyleyebilmesini sağlamalıyız

Bir Mü’min eğer, sanki gülüyormuş gibi ağzı açık, gözleri dahi kırpık gibi ise bilmiş ol ki o mü’min ahrette kavuşacağı mutluluk ile müjdelenmiştir. Rahmet melekleri onun yanındadır. Melekler bu ruhu cennet ipeklerinden bir ipeğe sarar, onu uçarak semaya yükseltirler. Birinci kat semada onları Cebrail karşılar. Cebrail Onu diğer sema katlarına çıkartır, orada daha önce ölmüş olan peygamberler, veliler, şehitlerle tanıştırır.
‘’Tanışma esnasında bu kulun,
Allah’a imanı ve itikadı tamdı.
Namazlarını riyaya sapmadan, Allah için kılardı. Orucunu tutardı. Haccını ifa etmişti.
Malının zekatını verirdi.
Haram yemezdi, haramdan titizlikle kaçınırdı.
Seher vaktinde günahlarının affı için tevbe eder, gizli sadaka verir, yetimlere ve darda kalanlara yardım ederdi. ‘’ diyerek över.
Daha sonra Sidre tül Münteha ya kadar giderler. Burada ken disine ‘hoş geldin her iyiliği ve her ibadeti Allahın rızası için yapan Mü’min ‘ denir. Buradan öteye gidemezler ondan ötesi herkesi yakar..
Kabir; insanın gömüldüğü yer, toprağın altı, ölen insanın yeni makamıdır. Ruhun bedenden ayrılışı, çıkışı ve bundan sonra ebedi istirahatgâhı olan Cennet ya da Cehennem'e varıncaya kadar olan yolculuğunun ilk durağıdır. ...
Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: "Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz" (dediklerinde) bir görsen... Enam Suresi, 93
Dünya hayatı sona eren bir kimse ister bir kabre defnedilsin, ister denize atılsın, isterse hayvanlar tarafından cesedi parçalansın, yensin veya ateşte yansın, mutlaka Rabbinden, peygamberinden ve dîninden sorguya çekilecektir. Ölen kimseleri sorguya çekmek için Allah tarafından görevlendirilen meleklere "Münker ve Nekir" melekleri hazırda beklerler. Bu melekler her ölüye "Rabbin kimdir", "Dinin nedir", "Peygamberin kimdir" sorularını sorurlar. Müminler bu sorulara kolaylıkla cevap verirler ve o andan itibaren kabirleri genişler, güzelleşir ve cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Dünyada yaptığı güzel amelleri, en sevdiği dostu suretinde gelip onunla hoş vakit geçirirler. Kabri nur ile dolar. Kıyamet kopuncaya kadar kabrinde neşa ve sevinç yaşanır.
Ameli az, sevabı yetersiz, hayrı önemsiz, hayatı manasız ve derecesi düşük yaşayan mü’minin yanına güzel surette ameli gelir.
-beni hatırladın mı? diye sorar,
Mü’min kabir baskısı altında ezilmiş, günahlarından utanmış, mahcup bir durumda,
-benim bu kadar düşkün olduğum sırada, Allah niçin seni bana ihsan eyledi, sen kimsin?
-ben senin salih, güzel işlerinim, amellerinim. Senin yaptığın hayır ve hasenatım. Korkma , mahzun olma. Münker Nekirin sorularına birlikte cevap vereceğiz, der.
Sorgu melekleri gelir, sorulara başlarlar. Rabbim, Allah, Dinim İslam, Peygamberim Hz,. Muhammet….ve diğer sorulara şaşırmadan, dili dolaşmadan cevap verirler. Melekler de
-doğru söyledin, der giderler.
Ancak kabrin sol tarafında cehennemden bir kapı açılır. Cehennemin yılan akrep, ateş, sıcaklık, zakkum gib insanı ürküten neyi varsa hepsi görülür. Mü’min bunun üzerine feryad eder,
Melekler,
-Burası senin cehennemdeki yerin idi. Allah burayı sana verdiği cennet ile değiştirdi. Korkma buranın dehşeti sana bir zarar vermeyecek. Uyu sen kurtuluştasın diyecekler
Kâfir ve münafıklar, dünyada Allahın emir ve yasaklarını hiç bellememiş yahut bildiği halde hiç uygulamamış, belki de onları unutmuşlar…sonuçta bu sorulara cevap veremeyecekler.
NocCed’in ve öteki kafirlerin kabirleri, kaburgalarını kırıp birbirine geçirinceye kadar sıkar. Kabirlerinden cehenneme bir pencere açılır ve hak etmiş oldukları azabı, çeşitli şekillerde çekmeye başlarlar. Bunlar dünyada en çok neden korkuyorlarsa kabirlerinde onula azap olunurlar
Bunlardan bazıları, bazı kimselerin rüyalarına girerler ve yaşadıkları bu sıkıntılı azabı anlatırlar. Rüyada görülen bir günahkar durumunu şöyle anlatmış,
-bir gün abdestsiz namaz kılmıştım. Burada bana bir kurt musallat oldu. Ondan dolayı halim çok perişan. Beni yiyip bitiriyor, ertesi gün yeniden canlanıyorum, kurt gelip gene yiyip bitiriyor. Bu hal böyle sürüp gidiyor.
Mevtalardan biri rüyada görülmüş,
-nasılsın? Diye sorulmuş. Bu ameli iyi olan bir mevta imiş,
-beni mezara gömerken üzerime büyükçe bir taş attılar, omuz kemiğim kırıldı bu sıkıntı verdi bana, demiş. Kabri açmışlar, mevtanın dediği şeyler doğruymuş.
Bir adam ölen babasını rüyasında görmüş,
-nasılsın, rahat mısın, bizden bir isteğin var mı, diye sormuş
-beni falan fasıkın yanına defnetmişsiniz. Ona yapılan azap ve kabrine sokulan yılan, çiyan, akrep ve böceklerden ben de korkuyorum, demiş.
Peygamberimiz de ölünün kemiklerini kırmayın, ölülere kabirlerinde eza etmeyin. Onlar kabirlerinde elem ve azabı duyarlar. Diye bildirmiştir.

Öldükten sonar bedenler çürüyüp toprak olduğu ve ruhlar baki kaldığı için "ruhlar alemi" de denilen ölümden sonraki hayat, bilgi sınırlarımızın dışındaki hayattır.. Yaşayan insan ile Berzah alemine göçmüş olan kişi ayrı ayrı alemlerdedir. Berzah alemindekilerin de kendilerine göre bir hayatı vardır, lezzetleri, elemleri, ferah ve sevinçleri hisseder. Fakat henüz madde aleminde bulunanlar ruhun bedenden sonraki hayatını ve orada kişinin neler hissettiğini, nelerle karşılaşacağını normal duyularıyla hissedip bilemezler. Bu hususu, ancak Peygambermizden ve Kuranı Kerimden öğrenebiliriz.

Mümin ruhların Berzah Aleminde bir birleriyle görüştüklerini Peygamberimizin hadislerinden anlamaktayız. Ayrıca ölülerin hayattakilerden haber aldıkları ve kabirlerinin başına giden kimseleri gördükleri yine rivayetlerde vardır. Onlar için yapılan dua ve manevi hediyelerin kimlerden geldiğini bilebilirler. Mümin ruhlar nimet içinde oldukları için ve ruhları serbest oldukları için serbest dolaşabilirler. Ancak kafirlerin ruhları ve günahları fazla olan müminlerin ruhları azabla meşguldurlar.
Şu üç şeyin haricinde hiç bir şeyin ölüye faydası yoktur.
1- hayırlı evlat
2- salih ameller
3- sadaka-i cariye,
kabir ziyaretleri sadece ölümü hatırlamak ve ibret almak içindir, onun haricinde, kabirlerden medet ummak, ölüye kur'an okumak, şefaat istemek, ( buna herkes dahildir ) mevlüt okumak, ölünün7 si 40 ve 50 si, gibi şeyleri uygulamak bid'attır ve islamla alakası yoktur. kur'an ve sünnette de yeri yoktur..Şeyhul İslam İbn Teymiyye Fetvalarında bunları bulabilirsiniz..

Hayırlı Evlat, Salih ameller sadaka-i cariye, bir Mü’minn ölümünden sonra da hayırla yad edilmesini, Ona dua ve rahmet sağlayacak işler yaparak amel defterinin kapanmamasını sağlar.
Cenab-ı Allah, ölünün bedeninde lezzet ve elemi idrak edebilecek bir çeşit hayat yaratır da ölü bu biçimde ya nimetlere kavuşur veya azap görür ve görmeğe devam eder.
Ölü kabre girince ruhu cesedine veya bedeninin parçalarından bir kısmına sirayet eder ve ölü bu sûretle bir çeşit hayata sahip olarak kendine yöneltilen sorulara muhatap olur. Ruhun bu sirayeti için ölünün tamamen harekette bulunmasını gerektirmez. Farz edelim ki, ölüye soru yöneltildiği bir anda kabri açılacak olsa, kendisinde asla bir hareket ve üzüntü görülemez.
Bunu bir örnekle açıklayabiliriz: şöyle ki: Yanımızda iki kişinin uyumakta olduğunu farz edelim. Bunlar derin bir uykuya dalmışlar, kendilerinde hiçbir hareket görülmüyor. Şimdi bunlardan biri tatlı bir rüya görüyor. En sevdiği arkadaşlarıyla beraber, güzel bir bahçede, bahçeyi süsleyen çiçeklerin güzel kokularıyla mest olmuş, çeşitli ağaçların meyvelerinden koparıp, koparıp tatlı tatlı yiyor. Çok neşeli bir şekilde vakit geçiriyor.
Diğeri ise, çok üzüntülü bir rüya görüyor. Sanki bir takım caniler ona işkence ediyor, hapsedilmiş, acı çekiyor... Hapishanenin her duvarından üzerine akrepler, yılanlar, vahşi hayvanlar saldırıyor. Ruh ve beden olarak küyük üzüntü içinde. Halbuki biz bu iki insanın sakin, sakin, sessiz,sadasız uykuya dalmış, hareketsiz bir şekilde uyuduğunu görürüz. Bunların ne neşelerini, ne de üzüntülerini göremeyiz.
Bunun gibi bir ölü de kabrinde ya sıkıntı ve azaba düçar olur, kabri kendisi için sıkıntı ve azap yeri olur. Veya refah ve mutluluğa erişir, kabirde cennet nimetleriyle mükâfatlandırılır ve kabri bir cennet bahçesi olur. Artık onların âlemi başka bir âlemdir. Dünyada yaşayanlar o âlemin durumlarını anlayamazlar. Ancak bu hayata iman etmek, bu durumları anlamayı kolaylaştırır.
Kabirdeki sual, azap ve nimeti anlatan Kuranda ayet ve manaca tevatür derecesine varan hadis-i şerifler mevcuttur.
"Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün de: "Fir'avn'ın hanedanını azabın en şiddetlisine sokun." (Mümin Suresi 46)
Zeyd bin Sabit (r.a.)'den yapılan sahih rivayete göre, Resülullah (s.a.v.) Efendimiz Neccar oğullarına ait bir kabristandan geçerken binmiş olduğu katır ürktü, neredeyse Resülullah düşecekti. Orada ya altı, ya beş, ya da dört kabir bulunuyordu. Bunun üzerine Efendimiz sordu: "Bu kabirde yatanları bilen var mı" Bir adam ayağa kalkarak "Ben biliyorum.." deyince, Efendimiz: "Bunlar ne zaman öldüler" diye sordu. O da "Eşrat'ta (Cahiliyette) öldüler" diye cevap verdi. Efendimiz, "Birbirinizi defnetmeyi terk endişem olmasaydı, kabir azabından işittiğimi sizin de işitmeniz için Allah'a dua edip isterdim!" buyurduktan sonra bize döndü ve: "Kabir azabından Allah'a sığının!" diye uyarıda bulundu. Biz de: "Kabir azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra tekrar bize: "Cehennem azabından Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Cehennem azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığının!" buyurdu. Biz de: "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığınırız" dedik. Sonra, "Deccal fitnesinden Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Deccal'in fitne-sinden Allah'a sığınırız" dedik. (Müslim)
İbn-i Abbas (r.a.)den rivayet edilmiştir: Resülullah (s.a.v.) iki kabre uğradı da: "Hiç şüphesiz, bunlar azap görüyorlar. (Gözlerinde) büyüttükleri bir şey hakkında azap görmüyorlar. Evet, o günah büyüktür. Biri (iki kişinin arasını bozmak için) söz taşırdı. Diğerine gelince, idrar(ının üzerine sıçrayıp bulaşmasın)dan sakınmazdı" buyurdu. (Buhari)
Abdullah Ibn-i Ömer (r.a)den rivayet edilmiştir: "Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: Cennet ehlinden ise, cennet ehli makamlarından bir makam; cehennem ehlinden ise, cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ve ona: Burası senin (ebedi) durağındır. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir, denilir." (Buhari)
NocCed’ın kabri süslü ve görkemliydi. Ancak O beraberinde kendisini kurtaracak ne bir hayır, ne de iman kırıntısı götürememişti. Onun gömüldüğü çukur da kendisi için bir azaphane olacaktı.,
Dünyadaki hiçbir güzellik, hiçbir güzel ev, güzel insan, güzel kadın, güzel manzara, bol para, şan, şöhret, itibar, sahtekarlık, namussuzluk artık o beden için bir şey ifade etmeyecek. Beden için var olan tek şey, artık yalnızca toprak ve onun içindeki böcekler, yılanlar ve kurtlar olacak.
Öldükten sonra ne hale geleceğini hiç düşünmemişti. oysa "en güzel bir biçimde" yaratılmış olan insan hayatı, olabilecek en korkunç biçimde sona ermişti.
Ölüm ile, insan, kendisinin sadece beden olmadığını, bedeninin yalnızca kendisine giydirilmiş geçici bir kılıf olduğunu, bu korkunç sonu görerek anlamış, bedenin ötesinde bir varlığı olduğunu hissetmişlerdir. Kendini "et ve kemikten" ibaret sanan insana, bunun bir aldanış olduğunu kavratmak için böyle çarpıcı ve ibret verici bir son hazırlamıştır.
Çicekler son derece güzel kokarlar. Gül ya da karanfil, çamurlu bir toprakta, gübrelerin içinde yetişmelerine rağmen binlerce yıldır son derece güzel kokarlar. Ama insan, kötü kokmaya mahkumdur ve bunu ancak iyi bir bakımla engelleyebilir.
İnsan sık sık temizlenmek zorundadır? Neden temizliğine, bakımına dikkat etmezse, vücudu, ağzı kokar, cildi ve saçı yağlanır? Neden terler ve bu terin kokusu son derece kötüdür?
İnsan yalnızca bu saydığımız özelliklerle kalmaz, yorulur, acıkır, susar, canı acır, midesi bulanır, hastalanır...
Neden böyle olduğunu, insanın neden bu şekilde bir eksiklikle yaratıldığını hiç düşündünüz mü? Allah'ın neden çiçekleri güzel kokulu yaparken, insan bedeninin bu şekilde acizliklerle dolu olduğunu hiç aklınıza getirdiniz mi?
Bunun iki amacı vardır: Birincisi, insanın aciz bir varlık, bir "kul" olduğunu anlamasıdır. Eksiksiz, mükemmel olmak Allah'ın vasfıdır, O'nun kulu olan insan ise sonsuz derecede eksiktir, zayıftır ve dolayısıyla O'na sonsuz derecede muhtaçtır. Bir ayet, konuyu çok hikmetli bir biçimde özetler:
Bu dünyada insan bedene muhtaçtır. Ahirette, cennet ehli yeni bir bedenle, eksiksiz ve kusursuz bir şekilde yaratılacaktır. Bu dünyadaki zayıf, eksik, kusurlu beden, müminin gerçek bedeni değildir, geçici bir süre içinde aldığı bir kalıptır.
Ölen insanın kabri toprakla örtülüp insanlar kabristandan dağılmağa başladıkları zaman, kabrin yanında durup şu talkımı verirler: "Ey Müslüman mevta ‘‘La ilahe illallah" de. " Rabbim Allah, dinim islam, Peygamberim Muhammed (sav) dir, de" diye telkinde bulunurlar.
NocCed hiçbir dine inanmadığı için İslami tören ve telkinde bulunulmamıştı. O ne‘‘La ilahe illallah" diyebilmiş, ne de ‘’Muhammedür rasulullan’’ diyebilmiştir. Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammedin Onun kulu ve elçisi olduğuna inanmayan insanların öldükten sonra ne dostu, ne de bir kurtarıcısı olmayacağı için NocCed’ın akibeti de yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi ateşe sunulmaktır.

Peygamber Efendimiz bildiriyor : “Kul kabre konulduğunda, dostları dönüp gittiği ve onların ayak sesleri henüz işitildiği sırada iki melek gelir. Onu oturturlar ve Hazret-i Muhammed (s.a.s) i kast ederek, ‘Bu zât hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorarlar. O kişi mü’min ise şöyle der:
‘O’nun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.’
Bunun üzerine kendisine:
‘Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı Cennet ile değiştirdi’ denir.
“O kişi her iki yerini de görür. Kıyâmet Günü insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur.”

O kişi NocCed gibi imansız birisi ise ne Allahı ve peygamberi tanıyamıyacak ve Onun kıyamet gününe kadar cehennem çukurundaki azabı devam edecek.
Burada bir hesap görme ve yargılama yoktur. Burada vazifeli melekler kulun îmânda sebat üzere olduğunu tesbit ediyorlar ve kendilerine verilen yetki çerçevesinde kulu ya îmândaki sebatı nedeniyle Cennet ile müjdeliyorlar, ya da cehennem çukuruna bırakılıyorlar. Bu kul mahşer yargılamasından, yani büyük duruşmadan kurtulmuş değildir. Nitekim “Cehennemdeki yerin”den maksat bu duruşmanın sonucudur.

‘Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.’’ve hem de: "(Ey Rasûlum, onlara) de ki; sizin canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği (Azrail) canınızı alacak.. sonra Rabb'inize döndürüleceksiniz. ." Secde Suresi11
Buna göre, ölüm meleği,. Azrail (as) ve Allah'ın ruhları almakla görevlendirdiği melekler bu rezil adamın ruhunu almaktadırlar.
Aslında ölümü gerçekleştiren Allah'dır. Baki kalacak olan yalnız O dur.,
Ölüm meleğinin yardımcıları Rahmet ve Azap melekleridir. NocCed’ın ölümü esnasında canını almak için yanına geldiğinde günahkar ve Kâfirlere NocCed’a da son derece korkunç bir surette görünerek, Ona da şöyle hitap ederler:
-bu pis cesette bulunan habis ruh çık artık ininden. Alçaltılmış ve Cehennemle müjdelenmiş olarak çık." Bu hitap ruhun çıkışına dek sürer gider. Gırtlağına kadar gelmiş olan ruhu, Allahın izni ile Azrail çeker çıkartır. Çıkan ruhu, müminlerinkini rahmet melekleri, bunlarınkini azap melekleri alır göyürürler.
Bir hadis-i şerifte ölüm acıları, ‘’Dikenin yünden bir şeyler kopardığı gibi, ölümünde bedenden bir şeyler kopararak mutlaka acıları olacağına’’ işaret edilmiştir.
Ebû Hureyre’ nin Rasûlullah tan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, mü'minin ruhunun rahmet melekleri tarafından semâya yükseltileceği ve orada mü'minlerin ruhlarının yanına götürüleceği haber verilmektedir.
NocCed için: "O öldü. Size gelmedi mi?" deyince: "Ateşe götürüldü." derler. NocCed öldüğü zaman ruhundan çok kötü bir koku yayılmış ve ruhu kâfirlerin ruhlarının yanma getirilmişti.

Ölmek felaket değil, öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek, tedbirini almamak felakettir.

O gün insanı kötülüğün merkezi olan şeytan bile terk eder..."ben der, nefsinde sadece bir vesveseydim, ne silahım nede askerlerim vardı, nefsine bir düşünce olarak doğmaktı işim. Her şeyi sen yaptın...dünya ya efendi olarak gönderilmişken, dünyayı efendi edindin...benimkisi sadece bir düşünceydi. Her şeyi sen yaptın..."kötü nefs" iyiliği hiç emreder mi?
Her şeyin sahibiymiş gibi bitmeyeceğini sandığımız, bir ömür sürmekte iken… bugün güneş her zaman olduğundan farklı olmaz demeyin. Güneş dürülse biz acizler güneşsizliğimize çare bula bilir miyiz?

Ölümün tadıldığı andan itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam boyutuna BERZAH âlemi denilir. NocCed’i Berzah aleminde bekleyen felaketlerden Allah inanan kullarını korusun…

Mevlânâ'nin Ölüme Ve Mezara Bakışı
"Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı,
Bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma;
Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme.
O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.
Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda elveda deme;
Zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi!
Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun!

Ölüm Kabir İle İlgili Görüşü de Şöyle:
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız?
Bizim mezarımız, ariflerin gönüllerindedir
Kardeş, Mezarıma defsiz gelme;
çünkü Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz.
Hak Teâlâ beni aşk şarabından yaratmıştır.
Ölsem, çürüsem bile, ben yine o aşkım."(74)
Ahiret kelimesinin sözlük anlamı, son ve sonra olandır. Bu anlamda dünyanın sonuna ahiret denir. Terim olarak ahiret, ölümden sonra insanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyen devam eden bir hayatın adıdır.
İçinde yaşadığımız dünyada bulunan her şey sürekli bir değişiklik göstermektedir. Her şeyin durmadan değiştiğini, eskidiğini, canlıların doğup, büyüyüp, gelişip,yaşlanıp öldüklerini, hep gözlemekteyiz.
Yaratılmış olan varlıkların zamanı gelince yok olmaları doğaldır. Çünkü Yüce Allah’tan başka ölümsüz, kalıcı varlık yoktur. Her şey belirlenmiş bir süre içersinde varlığını devam ettirir, sonra da yok oluyor. Kendisine verilen akıl, irade ve güç sayesinde özel bir yere sahip olan insan aynı şartlara şahiptir.. İşte bunlar gibi bu dünyanın da bir ömrü, bir sonu vardır. Dünyanın bu son bulma anına "Kıyametin Kopması" diyoruz. Bundan sonra, Yüce Allah yeni bir âlem yaratacak, bütün ölüleri diriltecek ve hepsini "Mahşer" denilen yerde toplayacaktır. İşte bu yeni âleme "Ahiret" denir.
Ahirete, ahiret günü, kıyamet günü, din günü, ceza günü, son gün, diriliş (ba's) günü gibi isimler de verilmiştir. Ahiret gününe inanmak, iman esaslarindandır. Ahirete inanmayan kimse gerçek mümin olamaz. Kur'an-i Kerimde müminlerin özellikleri sayilirken:
"Kim Allah'i, meleklerini, kitaplarini, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, mutlaka haktan çok uzak, derin bir sapikliga sapmiştir." (Nisa /136) buyrulmaktadir.
"Allah'a ve ahiret gününe inanip salih amel işleyen kimselerin Rableri katinda büyük ecirleri vardir. Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." (Bakara / 62),
Ahirete inanan kimse, onun peygamberine, meleklerine ve kitaplarına kolayca inanır. Allah’ın yüce sıfatlarını öğrenince de, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna ve her şeyi onun takdir edip yarattığına, yani kaza ve kadere de inanır.
Deney ve gözlem alanı dışında kalan ve sadece Allah ve Rasülünün haber vermesiyle bilinen yepyeni bir alemin ve hayatın, yani ahiret hayatının var ve hak olduğuna inanmak, büyük teslimiyet ister. Bu bakımdan, ahiret hayatına inanmak, iman esasları arasında önemli bir yer tutar.
Böyle bir inanca sahip olan kişi, yaptığı bütün işlerden sorumlu olduğunu, herkese hakkının burada verileceğini düşünür . Ahiret hayatındaki sonsuz mutluluğun, ancak bu dünyada kazanılacağını bilir.
Bu dünya ahiretin tarlası gibidir. Burada ne ekersek orada onu biçeceğimize şüphe yoktur.
Ahiret inancı bize çok şeyler kazandırır. İnsanlar hayatı yalnız bu dünyadan ve kendi menfaatlerinden ibaret olmadığını bilirler. Bu dünyanın geçici olduğunu, ölümle her şeyin bitmediğini, öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğunu, âhiret âleminin ebedî olduğunu düşünürler.
Böyle kişiler, Doğru yollardan, yalana, hileye, rüşvete başvurmadan çalışarak kazançlarını artırırlar. Herkese yardım eder, kimseye kötülük etmezler. Düzenli, mutlu, saygılı, merhametli olurlar. Adaletten ayrılmazlar, kimseye haksızlık ve eziyet etmezler.





20. MAHŞER




Mahşer toplanılan yer, Kıyamet gününde dirilen tüm mahlukatın oplanacağı yerdir. Kuranı Kerim de:
‘Ahiret azabından korkanlar için bu olaylardan çıkarılacak dersler vardır. O gün tüm insanların toplantı günüdür, herkes o günün canlı tanığı olacaktır. ‘’ (Hud Suresi103),
"Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür." (Tegabün suresi 9) ,
"Onların hepsini bir gün toplarız" (Yunus Suresi 28),
"...o gün, suçluları korkudan gözleri göğermiş olarak toplarız." (Taha Suresi 102),
"Gözleri dönmüş olarak, dağılmış çekirgeler gibi, kabirlerinden çıkarlar ve çağırana doğru koşarlar." (Kamer Suresi 7-8) buyurulmaktadır.
Kıyamet günü Allah Tealâ yeryüzünü dilediği şekle sokar. Mahşer yeri, Peygamberimizin ifadesine göre:
"Üzerinde hiçbir alâmet (dağ, deniz, bitki v.b.) bulunmayan, halis buğday unundan yapılmış yufka gibi beyaz ve parlak bir düzlük olacaktır. " (Buhari)
Diriliş ve haşr, bazılarının dediği gibi sadece ruh ile değil, ruh ve cesetle birlikte olacaktır. Ahiretin varlığının ispatı konusunda da işaret edildiği gibi, insanları yoktan var eden Allah'ın onları, çürüyüp toprak olduktan sonra çürümüş parçalarını bir araya toplayıp diriltmeye de gücü yeter. Üstelik konu ile ilgili ayet ve hadislerin pek çoğunda bu husus açıklanmıştır.
Kur'an-ı Kerimde:
"İnsan zanneder mi ki, biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyeceğiz. Evet biz, parmak uçlarını bile derleyip iade etmeğe kadiriz." (Kıyame Suresi 3-4) buyurulur.
Mahşerde toplanan insanların o gün karşılaşacakları durum ve görecekleri muamelelerin, herkesin dünyadaki amellerine göre olacağı, Peygamber Efendimizin çeşitli hadislerinde haber verilmiştir. Bu konuda pek çok hadis vardır. Bunlardan bazılarında mahşerin sıkıntılı hali anlatılır; güneşin bir mil kadar yaklaştırılacağı ve bu dayanılmaz sıkıntıların, Peygamberimizin şefaati ile son bulacağı belirtilir.
«Vahsî hayvanlar diriltilip biraraya toplandigi zaman» Tekvir Süresi. 5
"O gün yer ve dağlar sarsılır ve dağlar dağılan kum yığınları olur." Müzzemmil, Suresi 14

O sırada bütün vahşî hayvanlar, başları öne egik olarak, daha önce mahlûkattan kaçtıkları halde bu defa onların arasına karışarak ve hiç bir günaha bulaşık olmadıkları halde yeniden diriliş emrine boyun egerek gelirler.
‘’- O gün insanlar ayrı ayrı gruplar halinde, ilahi divana çıkarlar ki, yaptıkları işler kendilerine gösterilsin.,’’Zilzal Suresi 6
İnsanların mezarlardan kalkış sahnesini Kuranı Kerim şöyle anlatıyor:
Mezarlarından donuk ve ürkek bakışlarla çıkarak çekirge sürüsü gibi etrafa yayılırlar.
Kendilerini çağıran görevliye doğru koşarlar. O zaman kafirler "Bu zor bir gündür" derler.
KamerSuresi 7-8
Ayeti Kerime, yerden bölük bölük çıkan o insanları çekirge sürüleri gibi göstermektedir. Bu tablo da insanın daha önce bilip tanıdığı bir tablo değildir. Yaratıkların tümünün ordan buradan çıkıp, bir noktada toplanmak üzere bir mahşeri kalabalık oluşturmasını düşünmek insana ürküntü veriyor. İnsanın gözü nereye ilişirse, yerden fışkırırcasına kalkan sonra hızla
"Çağıran sese koşan" (Kamer Suresi 8, hiçbir yere hiçbir tarafa dönemeyen arkasına, sağına ve soluna bakamayan, boyunlarını uzatmış gözleri bakakalmış hayaller yığını görür...
Sarsıcı, korkunç, ürpertici, dehşet verici, akılları oynatıcı sahneler...İnsan hayalinin gücüne ve yeteneklerine göre kendisinde bu sahneyi canlandırmasının yanında, bütün bu kelimeler ve sözcüklerdeki benzerleri anlatımda, ulaştığı nokta, o anı ifadede zerresine bile erişemezler.
Onlar yaptıklarının kendilerine gösterileceği yere ve yaptıkları ile yüzyüze gelecekleri alana gidiyorlar. Bazen insanın yaptıkları ile yüzyüze gelmesi, yüzleşmesi cezadan daha ağırdır. Zaman olur, insan yaptıkları ile vicdanında bile yüzyüze gelmekten kaçmak ister. Bir pişmanlık anında ve vicdan azabı esnasında yaptıkları gözünün önüne gelince, iğrençliğinden onları hatırlamak bile istemez. Peki ya bu kişi, herkesin gözü önünde ve Yüce Allah'ın huzurunda yaptıkları ile yüzyüze gelince acaba ne duruma gelir?
Sonra olayın dehşeti karşısında ürpererek durumun farkına varacak olan kâfirler ile Tiamatarın Allah’a inanmayan, halka şiddet ve işkence uygulamaktan çekinmeyen büyük Kralları Neccaftay başta omak üzere diğer yöneticieri, Çoşdaralar, Cellat başı Zibari, Zındık NocCed, Yahudi dönmesi Fahişe Tefnut, İlahlığını ilan eden Daap, Ye’cüc ve Me’cüclerin başı olan Piyog, Zalim Avari ve Yezitit, öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğunu görmüş ve acıların en dayanılmazını tatmaya başlamışlardır.
Bunların ve bunlar gibi olanların durumları Kuranı Kerimde şöyle tasvir ediliyor.
‘‘Kim (Allah huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar’‘Enam Suresi 160
’’Sen dağları görünce onların yerlerinden hiç kımıldamadıklarını sanırsın. Oysa onlar bulutlar gibi hareket ederler. Bu her şeyi özenerek yaratan Allah'ın ustalığıdır. Hiç kuşkusuz O, yaaptığınız her şeyden haberdardır.’’ Nemil Suresi 88
Bu esnada sağlam ve yüksek olarak bilinen dağların yürütülmesi, bulut gibi hafif, çabuk bir biçimde dağılıp gitmeleri, bu sahneler korkunun çağrıştırdığı olgularla bütünleşiyor. Korku bu ortamda ön plana çıkıyor. Sanki burada dağlar da korkmuş, ürpermişlerdir. Şaşkınlaşmış, apışıp kalmış varlıkların içinde onlar da apışıp kalmış kararsız ve belirsiz bir yöne doğru yol almaya başlamışlardır!
‘‘-Yer uzatılıp dümdüz yapıldığı
-içinde olanları dışarı atıp tamamen boşaldığı.
-Ve kendisine yaraştığı üzere Rabb'ine kulak verip boyun eğdiği zaman." İnşikak Suresi 3-4-5 "Rabb'în hakkı için biz onları şeytanlar ile birlikte toplayacak ve cehennemin çevresinde dizüstü çökmüs halde bekletecegiz." Meryem Sûresi, 68
Bütün canlılar bu alanda toplandığı zaman
Gök yüzü parçalanırken kulaklarına çok korkunç bir ses gelir. İri ve sert gök cisimlerinin paramparça olarak boşluğa düşmeleri ve yer yer sararmış sıvının gümüs renginde akıp inmesi, göklerin sıvı bir maden haritasına, dagların hallaç pamuguna dönüşmesi, insanların pervaneler gibi öteye beriye serpilmesi ve hepsinin yalın ayak çırılçıplak yürümesi, ne korkunç ve ne dehşet verici bir olaydır..!

Diriltilen bütün canlılar çırılçıplak, yalın ayak ve başı kabak olarak Mahşer yerine sevkedilirler. Mahşer yeri dümdüz, bembeyaz, engebesiz ve apaçık bir yerdir. Üzerinde ve arkasına saklanacak ne bir tümsek ve ne de içine girip saklanacak bir çukur vardır.

kuzu anasını, koyun kuzusunu nasıl tanırsa Allah ta bedenlerin ruhları tanıma hususunda özel bir bilgi vermiştir.
Ayak bile karanlıkta ayakkabısını tanırken, güzelim can kendi bedenini nasıl tanımaz? Ey Tanrıya sığınan insan, her sabah küçük mahşerdir. Büyük mahşeri var ondan kıyas et. Can, nasıl toprağa uçarsa amel defteri de sağa, sola öyle uçar.
İyiliğe kötülüğe dair dün ne yaptıysa onların yazılı olduğu nekeslik ve cömertlik defterini, insanın avucuna koyarlar. Seher çağı uykudan uyandı mı o hayır ve şer, ona gelip çatar. Dün, hamlık etmiş, kötülükte, azgınlıkta bulunmuşsa sol yanından verilen defteri, yas mektubuna döner.
Dün, kötülükten çekingen ve dindar olarak yaşamışsa uyanınca değerli inciyi elde eder. Bizim uykumuz ve uyanmamız, ölümle mahşere iki tanıktır. Küçük haşir büyük haşri gösterir; küçük ölüm, büyük ölümü aydınlatır.
Fakat bu defter, gizlidir. Büyük haşirde o defter meydana çıkar. Bu hayal, burada gizlidir, eseri görünür. Fakat bu hayal, orada suretlere bürünür. O hayal, orada zahir olur, adeta yerden tohum biter gibi.
Kandil nasıl suyla yağla görünür, aydınlanıp meydana çıkarsa, yahut toprak, nasıl mahsul verir, sırlarını meydana korsa o hayal de orada öyle zahir olur..
İnsanlar kabirlerinden, bazısı çıplak, bazısı siyah elbiseli, bazısı beyaz elbiseli, bazısı da nur saçar bir halde çıkarlar. Her biri başını eğmiş olarak, niye burada olduğunu, ne yapacağını, nereye gideceğin bilmeyerek, korku ve yalnızlık ve kimsesizlik hissi içinde dururlar. Güneşin yakıcı, kavurucu ısısı altında ter deryaları içinde, mahşere doğru akmaya başlarlar. Bu esnada dünyada işlediği ameller bir kere daha karşılarına çıkar. Kiminin ameli uçak olur, biner uçağa uçar gider, kiminin ameli at olur, deve olur, eşek olur, koç olur, sahibni bindirir sırtına alıp, götürür. Genel olarak karanlık ortamda dirilmişlerdir. O zifiri karanlıkta kafirler, imanında şüphesi olanlar, NocCed gibi bidat sahibi olanlar, korku ve ürperti içinde, yollarını şaşırırlar. Amelleri nur olan bazı Mü’minlerin önlerini aydınlatır. Bazısının nuru gideceği yere kadar bir koridor gibi boydan boya aydınlatır, bazısının nuru yalnız ayağının ucunu aydınlatır, bazısının nuru bir parlar bir söner herkesin nuru imanı ve amelleri kadar aydınlatır. Bunlar karanlıkta kalanlara bakarak Allah’a şükrederler. Bazıları kabirlerinden kalktıkları zaman başuclarında yılanlar, kurtlar, sırtlanlar, vahşi hayvanlar göreceklerdir. Bunlar da o kimselerin amelleridir.
Dünyanın zevkleridir, öldürdüğü insanlık, milli ve dini değerlerin bedelidir.
İmamı Gazali, dört şey vardır ki, kıymetini şu dört kimse bilir, der.
-Yaşamın kadrini, değerini, ölü bilir.
-Nimetin değerini, azap çeken bilir.
-Servetin kadrini fakir bilir,
-Cennetn değerini Cehennem ehli bilir.


Sahâbilerden Ebû Hureyre (ra) der ki: Bir gün Peygamber'imiz buyurdu:
«Kıyamet Günü insanlar üç gurup halinde Mahşer yerine toplanmaya giderler. Binekliler, yayalar ve yüzüstü sürünenler.»

Aramızdan biri «Yâ Rasülallah: üçüncü gurup yüzüstü sürüne sürüne nasıl yol alabilecek?» diye sordu, Peygamber'imiz ona: «O kimseleri ayakları ile yürüten Allah yüzüstü süründürerek yol almalarını sağlamaya da muktedirdir.»

İnsanlar çırılçıplak, perişan, zavallı, şaşkın, apışıp kalmış bir durumda, ayak üstü dikilmiş olarak, hakkında verilecek hükmün beklerken ne aciz ve ne zavallıdır? Her akıl sahibi insan kendilerini böyle canlandırmalı ve bu manzarayı hic bir zaman hafizalarından silmemelidir.

Peygamber'imiz buyuruyor ki:
"insanlar yalınayak, çırılıplak ve kulak memelerine kadar tere batmış olarak yeniden dirilip biraraya getirilir.»

Bu hadisi rivayet eden Peygamber´imizin esi Hz. Sevda (ra) şöyle diyor:
"Bu sözleri isitince Peygamberimize: "ne çirkin sey!» Birbirimizin her tarafini görecegiz" dedim. Bana su cevabı verdi,"O gün herkesin kendi derdi, onları birbirine bakmaktan alakoyar. Herkes başka şey ile ilgilenemeyecek derecede kendi başının derdine düşer.\"

Ne dehşetli bir gün ki, herkesin edep yeri açıkta oldugu halde kimse kimseye başını çevirip bakmaz, bakamaz. Nasıl baksin ki, insanların bir kısmı karın üstü ve yüz üstü sürünmekten, canının derdine düşmüşken, takat bulup başkasına nasıl baksın !
‘’kafirleri yüğzleri üzerine sürünerek cehenneme göndeririz’ Meryem Suresi 86
CenabI Hak; Şeyh Fani Hazretleri, Elyasa, Türkmenmen Çağan, Şahan, Şahanın oğlu Alpi, Alpi’nin doğumunda hayatını kaybeden Nevver ve daha nice takva sahibi, imanı bütün ve ameli makbul olan mü’mleri Arş gölgesi altında alacak. İlahlık ideasın da bulunan Firavunlar, Nemrutlar, İslama saldıran, onu bozmak için bidat uyduran din düşmanları, tiamatların yöneticilerdi, zındık Çoşdarlar korkunç güneş ısısı ile haşlanıp, baygın halleri ve ızdıraplarının şiddeti yüzlerinden okunacaktır... Bu, Allah’a inanmanın, Hz Muhammedi Allah’ın Kulu ve Rasulü bilmenin ve İslamı yaşamanın, yaşatmanın mükafatı ve Allah’ın bir nimetidir...

Bir yandan tarifsiz kalabalık, öteyandan kimi yüryerek kimi sürünnerek ilerlemeye çalışırken her canlının birbirini itip kakıştığı, Allah’a inanmayan ve kendi çıkarları için halka şiddet ve işkence uygulayan Kral Neccaftay başta omak üzere diğer yöneticieri Çoşdaralar, Zibari, Zındık NocCed, Fahişe Tefnut, Kral Daap, Piyog, Zalim Avari ve Yezitit’nin de bir birini çiğneyerek, üzerine bastığı günahkarın kim olduğunu bilmeden ilerlemeye çalışıp, Allah'in huzuruna dikilince içine düştükleri perişanlık ve rezilliğin doğuracağı korku, utanç ve mahcubiyet akıllarını başlarına çoktan getirmiş. Yaptıklarından ve yaşadıkları saltanattan çoktan pişman olmuşlardı. Belki o yaşamlarının hesabını asla vermeyecekerini düşünüyorlardı.
Güneş alevi, nefeslerin yalazı, utanç ve endişenin harareti ile yükselen korkunç ateşin bir araya gelmesi. Teker teker her kıl dibinden boşanıp yere akarak denizleşen ter deryası vücutlar boyunca yükseliyor. Her canlı Allah katındaki derecesine göre kimi diz kapaklarına kimi bellerine, kimi kulak memelerine ve kimi de nerdeyse içinde kaybolacak derecede bu ter deryasına batıyorlardı.

Baska bir hadiste Peygamber'imiz buyuruyor ki:
"İnsanlar kıyamet Günü kırk yıl gözlerini semaya dikmiş olarak ayakta dururlar ve çektikleri sıkıntıdan dolayı içine gömülecek kadar ter akıtırlar."

Mahşer yerinde toplanan bu azgın gurubun karşılaştıkları sıkıntılar ve döktükleri terler o kadar korkunç ve azap verici olmuştu ki; bu ağır sıkıntılara dayanamayıp, Allah'a seslenerek
«yâ Rabb'i, cehenneme göndecek bile olsan beni bu sıkıntı ve bekleme azabından kurtar.» diye yalvaracaklardır.

Bütün bunlar, henüz hesapalaşmaya çekilmeden ve azaba çarpılmadan çekilecek olan sıkıntılardı. Kimse terinin neresine kadar çıkacagını şimdiden bilemez.
Çünkği o gün hem pek çetin ve hem de çok uzundur!

Bu korkunç ve dehşet verici günde bu korkunun dışında huzur içinde olmak, dünya hayatında iyilik yapanların mükafatı olacaktır. Onlar bunun da ötesinde sevaba kavuşacaklardır. Bu onların iyiliklerinden daha fazla ve daha bereketlidir.
Dünyada Allah'dan korkanlar hem dünyada hem de ahirette korkudan muaftırlar. Yerde ve göklerde kim varsa hepsinin korkuya kapıldığı günde yalnız Allah'ın koruduğu kimseler güven içinde olacaklardır.
Bu sadece vaktiyle işlenmiş kötülüklerin cezasıdır. Onlar doğru yoldan sapmış ve ona karşı yüzlerini ekşitmişlerdir. Onlar yüzlerini böyle ekşittikleri için yüz üstü ateşe atılarak cezalarını bulacaklardı
İşte hesap günü insanların üzerinde dirilip, biraraya gelip, hesaplarını ve akıbetlerini bekleyecekleri yer budur. Artık sıra insanların diriltilip tek olan, kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarılmalarına gelmiştir.

O gün insanın başkalarıyla, hatta kendi annesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye ne hali ne fırsatı vardır. Mahşer gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu herkesi kendi derdine düşürür. Allah, o diriliş gününü, öteki adıyla din gününü şöyle tarif etmektedir:

’’-Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?
-Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır’’. (İnfitar Suresi, 17-19)

Dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği bağlar, Allah'ın azabı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevi yakınlıkların, soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Değeri olan tek şey, imandır:


Dünyada ki bağlar ve ilişkiler öyle bir parçalanır ki, sözde en çok sevilen oğullar, eşler, kardeşler, hatta bütün soy, inkarcılar tarafından azaba karşılık fidye olarak teklif edilir:

- Dost dostun halini sormaz.
- birbirlerine gösterirler. Suçlu ister ki o günün azabından kurtulmak için fidye versin: oğullarını,
- eşini ve kardeşini,
- kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini.
- Ve yeryüzünde bulunanların hepsini versin de tek kendisini kurtarsın.
- Hayır! O alevden bir ateştir. Mearic Suresi, 10-15)

Mahşer günü yaşanacak olan bu fidye teklifi, kendini kurtarmak için ‘bedel’ sunması inkarcıların gerçekte ne kadar nankör olduklarının, dünya hayatının ne kadar boş olduğunun bir göstergesidir. Dünya hayatında çoğu insan küçük çıkarlar peşinde koşar. İyi bir iş, güzel bir ev, para, makam mevki sahibi olmak uğruna bütün bir ömür çalışılır. Ahiret hayatı için hazırlık yapmamışsa dunyadaki kazançları onun için fidye bile olamaz. Bütün mülklerin sahibi zaten Allah'tır. İnsanın kurtuluşu ise, bir daha geri dönemeyeceği dünya hayatında kalmıştır. Vakit çok geçtir ve cehennemin ateşi ona vaat olunduğu gibi yanmaya başlamıştır.

O yerin dünya gibi olduğunu sanana; dünya ile aralarında isim benzerliğinden başka bir benzerlik yoktur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
O gün arz başka arza, gökler de başka göklere çevrilecektir! (İbrahim/48)
İbn Abbas şöyle diyor: Yerde fazlalık ve eksiklik olur. Ağaçları, dağları, dereleri ve onlarda bulunan şeyler silinir. Ukaz panayırındaki deri gibi uzadıkça uzar. Gümüş gibi beyaz bir yerdir. Onun üzerinde ne bir kan akıtılmış, ne de bir hata işlenmiştir. Göklerinde güneşi, ay'ı ve yıldızları silinir.
Ey miskin! O günün dehşet ve şiddetini dikkatle düşün! İnsanlar ışıksız toplandıklarında üzerlerine göğün yıldızları saçılır. Güneş ve ay ışıksız kalır. Yeryüzü, lambaları söndüğünden dolayı karanlığa bürünür. İnsanlar bu halde iken gökler başlarının üzerinde dönmeye başlar. Kalınlığı beşyüz senelik yol almasına rağmen gök delinir. Melekler onun etrafına çekilirler. Göğün delinme sesinin kulaktaki şiddeti ve dehşeti ne de acaiptir!
Yine ne acaiptir ki o ânın dehşetinden gök, selâbet ve şiddetine rağmen çatlar, eritilmiş gümüş gibi akar. Ona bir sarılık karışır. O kırmızı deri gibi kırmızı bir çiçek olur. Gök eritilmiş kalay gibi olur. Dağlar da renkli yün gibi! insanlar göğe dağılmış çekirgeler gibi birbirlerine yalın ayak, başı kabak ve yaya oldukları halde karışırlar.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hz. Peygamber'in Eşi Hz Aişe , Hz. Peygamber'e 'Vay! Ne ayıp, İnsanlar yalın ayak, çıplak halde haşrolunurlar. Ter, onları gemlemiştir. Kulaklarının yumuşağına kadar varmıştır.birbirimizi o durumda mı göreceğiz?' dedim.
Hz. Peygamber şöyle dedi:
‘’O gün, onlardan her kişinin kendine yeter derecede işi vardır. ‘’(Abese/37)
Ebû Hüreyre Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
İnsanlar kıyamet gününde üç sınıf olarak haşrolunurlar: Birinci sınıf, yayalar ve yüzleri üzerinde sürünenlerdir!
Bunun üzerine bir kişi 'Ey Allah'ın Rasûlü! Nasıl yüzleri üzerinde yürüyeceklerdir?' diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: 'Onları ayakları üzerinde yürüten Allah, yüzleri üzerinde yürütmeye de kâdirdir'
Ademoğlunun tabiatında alışmadığı şeyleri inkâr etme alışkanlığı vardır. Eğer insanoğlu, karnı üzerinde süratle yürüyen yılanı görmeseydi, muhakkak ayak olmadan yürünebileceğini inkâr ederdi. Ayak üzerinde yürümeyi görmeyen bir kimseye göre ayak üzerinde yürümek de uzak bir şeydir. Bu bakımdan dünyadaki şeylere benzemiyor diye kıyametin şaşırtıcı olaylarına bakıp inkâr etmekten sakın; zira sen dünyadaki acaiplikler sana görmeden önce arzolunsaydılar, onları şiddetle inkâr ederdin. Bu bakımdan kalbinde, suretini, çıplak, baş açık, zelil, korkak, şaşkın, dilsiz ve hakkında verilecek said veya şakî hükmünü beklediğin halde mahşerde durduğunu hazır bulundur. Bu hâle önem ver, çünkü bu büyük bir haldir. ‘’ Müslim ve Buhârî


Amel defterinin sağdan verilmesi kolay iş değil. Bunun için gözler sağı solu gözlemede. Derken bir kulun eline kapkara, suçlarla kötülüklerle dolu bir defter verilir. İçinde ne bir hayır var, ne bir iyi işte bulunma. Ancak doğru özlülerin gönlünü incitme var. Baştan ayağa kadar kötülükle, suçla, yol ehline çaldığı ıslıklarla, onlarla ettiği alaylarla dopdolu. Hileleri, hırsızlıkları, Firavunlar gibi ben, biz demeleri, defteri kaplamış. O kötü amelli kul, defterini okudu mu analar ki zindandan başka göçecek yer yok. Suç meydanda özür yolu bağlı. Artık hırsızlar gibi darağacına yürümeye başlar. O binlerce delili, o binlerce kötü sözü, pis bir çivi gibi ağzını kapatmış.
Üstünde, evinde, çaldığı şeyler çıkmış, okuduğu masal dinlenmez olmuş. Cehennem zindanına doğru yürümeye koyulur. Çünkü ateşten kaçmasına imkan yok. Melekler de memurlar gibi önüne ardına düşerler. Evvelce gizliydiler şimdi asesler gibi meydana çıkarlar. Onu, yürü ey köpek, samanlığına gir diye sürerler, ellerindeki mızraklarla dürterler. O, her yol başında ayağını sürür, belki o kuyudan kurtulurum ümidine düşer. Bekleyerek durur, susar, bir ümide kapılıp yüzünü geriye çevirir. Güz yağmurları gibi gözyaşı döker, ümidi kurumuştur, ondan başka elinden ne gelir?
Her an yüzünü geriye çevirir, Tanrı�nın mukaddes tapısına yönelir. Derken Tanrı�dan �Ey nur ülkesinin melekleri, ona ey iyi huylardan çırılçıplak tembel� deyin.
Ey şer madeni, ne bekliyorsun? A şaşkın neden yüzünü geriye çeviriyorsun? İşte defterin, eline gelen defter a Tanrı inciten a Şeytana tapan! Yaptığın şeylerin yazılı olduğu defteri gördün ya. Ne bakıyorsun artık, yaptığının cezasını gör. Beyhude yere emekleyip duruyorsun? Böyle bir kuyuda aydınlık ümidi nerede?
Ne görünüşte bir ibadetin var, ne içinde gizli bir iyilik niyeti. Ne geceleri münacatta bulundun, namaz kıldın; ne gündüzleri haramdan çekindin oruç tuttun! Ne kimseyi incitmemek için dilini tuttun, ne ibretle önüne ardına baktın. Önünde ölüm anlayışı ile can çekişmeden, ardında dostlarının ölümünden başka ne var ki?
Ne zulmünle yana yakıla coşarak bir tövbe ettin, ne ağlayıp sızlandın ey buğday gösterip arpa satan adi adam!terazin eğriydi azgındı. Artık mükafat terazisinin doğru olmasını neye beklersin? Hıyanette eksik tartmada adeta sol ayak kesilmiştin, nasıl olur da terazin sağ yanından gelir? A boyu bükülmüş, mükafat ve mücazat, gölge gibidir, elbet gölgen de önüne iki büküm düşecek. Tanrıdan bu çeşit sert hitaplar gelir. Öyle ki bu sözleri dağ duysa kamburlaşır.
Kul der ki: Yarabbi, buyurduklarının yüz misli kötüyüm, yüz misli kötüyüm, yüz misli kötü. Sen kötülüklerimi hilminle örttün, yoksa yaptığım fenalıları bilirsin. Fakat kendi savaşımı, hayır ve şerden öte olan işlerimi, küfrümü, yolumu yordamı mı, aczimle sana yalvarışımı, benim, benim gibi yüzlerce kulun hayalini bir yana bırakalım.
Ancak senin lütfuna ümit bağladım. Benim doğru oluşum, yahut inatçılığım şöyle dursun. Ey garezsiz kerem sahibi, karşılıksız olan lütfuna, ihsanına ümit bağlamışım. Onun için kendi işime bakmıyorum, geri dönüp senin kayıtsız şartsız keremine bakıyorum. O ümitle yüzümü geri çevirdim. Ben yokken varlığımı sen verdin. Bedavaca bana varlık elbisesi bağışladın. Ben daima buna güveniyordum.
Kul kendi suçunu ihsanını sayınca Tanrı ihsanı ile Tanrı bağışlaması gelip yetişir. Der ki: Ey melekler, onu tekrar bana getirin, çünkü gönül gözü rica ve niyazda. Ben de aldırmayayım da onu azat edeyim, o hatalara bir kalem çekivereyim. Bir şeye aldırmamak, birinin iyiliğinden, kötülüğünden kendisine ziyan gelmeyen kişiye mübahtır.
Keremimizden hoş bir ateş yakalım da az çok, hiçbir suçu kusuru kalmasın. Öyle bir ateş yakalım ki yalımındaki değersiz kıvılcım bile suçu da yaksın, cebri de, ihtiyarı da.
İnsan ağırlıklarının bulunduğu yere bir yalım salalım da dikeni ruhani bir gül bahçesi haline getirelim.
Biz dokuzuncu kat gökten Sizin işinizi düzeltir kimyasını gönderdik. Artık o ebedi ve daimi nur karşısında insanlar babasının debdebesi ve ihtiyarı nedir ki? Onun söyleyen dili, bir et parçası, gören gözü bir et lokması. Duyan kulağı, iki parça kemikten, anlayan kalbi iki katra kanan ibaret.
Sen pisliklerle dopdolu bir kurtcağızsın. Fakat cihana bir gürültü saldın. Meniden yaratıldın, benliği bırak. Ey Eyaz, çarığı hatırla.


Mahşer, ’kalabalık’ demektir. İnsan, melek, cin, şeytan, vahşi ve yırtıcı hayvanlar, kuşlar, yerlerin ve göklerin bütün canlıları toplanıp biraraya yığıldığı andır. Bilinen ısısı kat kat yükseltilmiş olan güneş, canlıların neredeyse tepesine değecek kadar yakınına indirilmiş. Arş'ın gölgesinden başka hiç bir gölge kalmıyacağı ve bu gölgenin altına Allah'a yakn olma şerefini kazananlardan başkasının alınmıyacağı bir gün..
Toprak; içinde, yerlerin altında ne kadar canlı, bitki, ne varsa her şeyi çıkartıp atacak. Hiçbir şey gizlenecek bir yer bulamayacağı gibi gizli bir şey de kalmayacak.
-Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: "Benim Rabbim, onları darmadağın edip savuracak"
"Yerlerini bomboş, çırçıplak bırakacaktır."
"Orada ne bir eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek." (Taha Suresi, 105-107)
Birinci Sur ile öldürülen, yok olan bütün canlıların ikinci Sur ile dirilmesidir. Bu diriliş son derece korkunç bir diriliştir... dehşetinden, kalplerin titrediği, bir çağrı ile başlayan diriliştir.:
Hayatımız boyunca ne yaparsak yapalım, harcadığımız bütün çabaların sonucunda ulaşacağımız son nokta, Allah'ın huzuruna çıkacağımız andır. Bu hayatın tüm amacı, O'na kulluk etmektir. Hayatın en önemli anı ise, Allah'a hesap vereceğimiz Mizan anıdır.

‘’Onlar, Mahşer günü zincire vurulacaklardır’’ İbrâhim, 49
’’Suya götürür gibi Cehennem'e sürüleceklerdir’’ Meryem, 19.
‘’ Kimler iyilikle gelirse karşılığında daha iyisini alırlar. Böyleleri o gün hiç korkuya kapılmazlar, gönülleri rahat olur.’’
‘’ Kimler kötülükle gelirse yüzükoyun cehenneme atılırlar. Kendilerine "Bu sadece vaktiyle işledikleriniz kötülüklerin cezası değil midir" denir. . Nemil Suresi 89-90

Doğru yoldan sapmış olanlar ve ona karşı yüzlerini ekşitmiş olanlar, yüzlerini ekşittikleri için yüz üstü ateşe atılarak cezalarını bulacaklardır.

Dünyadaki yaşamımız boyunca geçen her gün, bizi o mahşer gününe biraz daha yakınlaştırır. Geçen her saat, her dakika, ölüme, yeniden dirilişe ve hesaba doğru atılmış bir adımdır. Hayat, bir kum saati gibi sürekli olarak bu yöne doğru akar. Saati durdurmanın ya da geri çevirmenin yolu yoktur. Tüm insanlar, bu yolu izleyeceklerdir. Allah, Kuran'da şöyle hükmetmektedir:

’’-Şüphesiz onların dönüşleri Bize'dir.
-Sonra onları hesaba çekmek de elbette Bize aittir. (Gaşiye Suresi, 25-26)

İlk insan Hz. Adem'den, kıyamet günü canı alınacak son insana kadar yeryüzünde yaşamış insanların tümü bu mahşer meydanında biraraya gelecektir. Sayı kavramı insan yoğunluğunu anlatmakta aciz kalacaktır. Bu insan topluluğunun oluşturacağı manzara son derece görkemli, aynı zamanda bir o kadar da ürküntücü ve dehşet verici olacaktır.
İnsanların her biri dünyada işledikleri iyilik ve kötülük ile, yaptıkları hayır, ibadet veya yapnmadıkları ile beraber haşrolup, yani dirilip, bu korkunç meydanda ayıplarıyla sevaplarıyla beraber bulunacak.
Kiminin dünyada sımsıkı sakladığı ve zekatını vermediği malı boynuna geçirilmiş olarak, zekatını vermediği devesi sırtına yüklenmiş olarak, zekatını vermediği evi, tarlası arazisi, ekini, ekin denkleri, sırtına yüklenmiş, ter deryasın da ekinin kılçıkları vücuduna dalmış olarak mizana doğru yürürler. Bu yükler öyle ağırlaşır ki dağlar gibi taşınmaz olur, bunların feryatları gök gürlemesi gibi kulakları yırtar.
Altın, gümüş ve diğer paralar, ticaret malı gib zekatı verilmemiş mal kocaman bir kobra yılanı olur, boynuna sarılır. Değirmen taşı gib boynunda halkalanır. Ağırlığının yanında diliyle ıslık çalarak ürkütücüsesler çıkarır, kuyruğunu burnuna sokar.
-Bu nedir boynuma dolandı, beni çökertiyor?
Melekler cevap verir,
-bu dünyada zekatını vermediğin altının, gümüşün, paran, ticaret malların, derler.
Kuranı Kerim:
‘’ Allah'ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde cimrice davrananlar sakın bu tutumlarının kendileri hesabına hayırlı olduğunu sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına kötüdür. Cimrilikle yanlarında tuttukları mal kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah'a aittir. Ali İmran Suresi 180
Bir kısım insanların dilleri ağızlarından sarkmış, köpek dili gibi uzamış bir halde yürürler. Bunlar da ağzına yala söz yuva yapmış, yalancılardır.
Bir kısım insan da karınları önlerin bir dağ gibi şişmiş olduğu halde yürürler. Bunlar Faizle para lıp, verenler, ‘Riba’ yapanlar, haram yiyenler, kendilerini böyle açığa vurup, rezil edrler.



O gün, ayette şöyle anlatılır,
"-Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır.'
-Melek(ler) ise, onun çevresi üzerindedir. O gün, Rabbinin arşını onların da üstünde sekiz (melek) taşır." (Hakka Suresi, 16-17)

Alemlerin Rabbi olan Allah o gün yarattığı kullarından hesap soracaktır. Beraberinde inkar edenler için Allah'ın azamet ve şanına yakışır bir azap kaynağı dayaratılmıştır. Cehennem. Cehennem cayır cayır yanmaktadır. Herşeyin benzersiz ve mükemmel şekilde yaratıcısı olan Allah, kafirler için aynı mükemmellikte bir azap hazırlamıştır. Kimse o gün O'nun vereceği acının bir benzerini veremez. Bir ayette şöyle denir:

’’-Hayır; yer, parça parça yıkılıp darmadağın olduğu, Rabbin (in buyruğu) geldiği ve melekler dizi dizi durduğu zaman; O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda? Der ki:
"-Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim." Artık o gün hiç kimse (Allah'ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. O'nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.’’ (Fecr Suresi, 21-26)

İnsan, eğer dünyadaki yaşamında Allah'a kul olmamışsa ve bu büyük güne iman edip ona hazırlık yapmamışsa, pişmanlığın en büyüğünü yaşayacaktır. Toprak olmayı, dirilmeye bin kere tercih edecektir. Ancak bu pişmanlığın faydası yoktur; onu azaptan kurtaramayacaktır. Aksine, bu pişmanlık onun için yeni bir azap kaynağı olacak, cehennemde çekeceği fiziksel acıların üzerine bir de manevi işkence olarak eklenecektir.


Dünyada Allah'ın sınırlarını tanımayan, Allah'a itaat etmeyen, böbürlenen, yeniden dirilişi inkar edenler ; kabirlerinden kalktıktan sonra yalınayak, başıkabak ve dilsiz oldukları halde mahşer yerine sevkedileceklerdir. Bunlar dirilir dirilmez birden boyun eğer, teslim olur. Ne olup bittiğini sorgulamadan, kayıtsız şartsız bu çağrıya icabet ederler. Dünyadaki imtihan sona erdiği için başka seçim şansı da yoktur zaten. Aksini yapmayı istese de yapamaz. isteyemez bile. Bu çağrıya karşı koymaya hiç kimsenin, hiçbir gücü yoktur. O nedenle bu günün "zorlu bir gün" olduğunu gerçekten hissetmiştir:
Kabirlerinden kalkan herkes O çağrıya yönelmiştir. Günahı olmayanlar koşarak, hatta Allahın ‘uç’ dediği sevgili kulları uçarak, Allaha yakınlık ve inkar derecelerine göre sürünerek, topallıyarek geliyorlardı.
Şeyh Fani Hazretleri sanki kanat takmış uçuyordu…insanların üzerinden hızla geçiyor, bir an önce Sevgili Peygamberine kavuşmaya çalışıyordu. Yanına Şahanı, Elyasaı ve öteki onlarca müslümanı almıştı…Yerde sürünen insanların manzarası çok kötüydü. Şahın gözü birine takıldı. Bu NocCed’e benziyordu. ‘Allah yok, karal var, İlah yardımcısı sıfatı taşıyordu’ şimdi ter ve pisliğe bulaşmış sürünmeğe çalışıyordu. sürünen İlah…birisi ile sarmaş dolaş olmud olmuştu. Birinin kafası, ötekinin apış arasında, öbürünün burnu diğerinin kıçında…karışık, dolaşık, bulaşık sürünüyorlar…başka yer yokmuş gibi iç içe, günah günaha, günah yumağı olmuşlardı.
Elyasa bir kaçını tanıdı.. Burnu pisliğe batmış olan Kral Neccaftay idi. Elinde bir tek ayakkabı vardı. Bu ayakkabıyı yerden bitme, sürünürken toza toprağa karışıp, zaman zaman kaybolup, sonra tekrar görünen Piyoga atıyordu, Piyog ‘ta ona atıyordu. O ayakkabı tanık mı, sanık mı bilemedi. O görkemli komutanların her biri sırtlarında bir şeyler taşıyorlardı. Günahlarımı, haksız kazandıkları paralar mı, yoksa halktan ağlata,ağlata aldıkları yiyecekleri mi? Onu da bilemediler.İçlerinde biri vardı, çok zor sürünüyordu, çok acı çekiyordu. Organları kopuyordu. Biraz sürünüyor bir de bakıyor ki bacağı kopmuş. Geri dönüyor, kopan bacağını arayıp, bulup takıyor, az sonra kolu kopuyor. Her seferinde bir yerleri kopuyor. Bazı organları böyle bir insana hizmet etmekten utanç duyduğu için kopuyordu. Bazı organları da çürüyordu. Onlarda günahsız bir çok cariyeyi hamile bırakıp, recmedilmelerine neden olduğu için… birçok organı suçsuz insanları öldürdüğü için kopuyordu… Organları bile kendisinden nefret eden bu sapıkın Cellat Başı Zibari olduğu hemen anlaşılmıştır.

Herkes kayıtsız şartsız bir itaat içindedir. O gün insanların sahip olabileceği tek geçerli ve değerli şey imandır. O da kafirlerde yoktur. Bu yüzden kalpleri bomboştur:

‘’Başlarını dikerek koşarlar, gözleri kendilerine deönüp-çevrilmez. Kalbleri (sanki) bomboştur. (İbrahim Suresi, 43)
’’- Tek bir merkeze doğru dalga dalga süzülürler geleceksiniz. (Nebe Suresi, 18)
" Bize Eyvahlar olsun… uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? Bu, Rahman (olan Allah)ın va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş". (Yasin Suresi, 51-52)

Allahı İnkar edenler, İlahlık iddiadsında bulunanlar, kafirler…eyvah, diyeceklerdir. Bu "eyvah" çok büyük bir panik ve hayal kırıklığının ifadesidir. Çünkü kendi dirilişine bizzat şahit olmuştur. Hayatı boyunca kendisine bunu haber veren elçilerin gerçekten doğru söylediklerini anlamıştır. Dolayısıyla, "dönüşü olmayan bir yoldadır" ve ebedi azabı bizzat yaşayacağını idrak etmiştir, bundan hiçbir şüphesi yoktur. "Ebedi uyku" diye bir şey olmadığını anlamış, vaat edilenlerin birer birer başına geleceğinden, hiçbir kuşkusu kalmamıştır.

- Kafirlerin genel ruh halleri korku, dehşet, yılgınlık, şaşkınlık ve çaresizlik, genel görünümleri ise daha da dehşet vericidir. Yüzleri kapkaradır; toz, karartı ve zillet (aşağılanma) kaplamıştır:

’’O gün, öyle yüzler vardır ki, 'zillet içinde aşağılanmıştır.’’ (Gaşiye Suresi, 2)

’’Ve o gün öyle yüzler vardır ki üzerini toz bürümüştür. Bir karartı sarıp kaplamıştır. İşte onlar da, kafir facir olanlardır.’’ (Abese Suresi, 40-42)
Bu korkunç, aynı zamanda da aşağılık görünümleriyle kafirler ilk bakışta, müminlerden ayrılırlar. Dünyadayken kibir ve gösteriş içinde, Allah'ın ayetlerine karşı savaş açan, büyüklük taslayan bu güruhun sonlarının başlangıcı işte böyle olur.

Bu suçlular, yolcuların kendi yüklerini taşımaları gibi ağır günah yüklerini taşımaktadırlar. Bu ne kötü bir yüktür! Mahşer gününde toplanma esnasında bu suçlular, üzüntü ve kederden yüzleri mosmor kesilmiş bir halde olacaklar. Aralarında gizli gizli konuşurlar. Mahşer alanını kuşatan korku, ürkeklik sebebiyle seslerini yükseltemezler
Onlar bu hayatı, beş-on günden öte saymıyorlar. Daha akıllı olanları ise çok daha kısa olduğunu öne sürüyor. İşte yeryüzünde yaşadıkları ömürleri bir anda siliniyor. Hayatın bütün mutluluk ve üzüntüleri bir anda yok oluyor…bin bir türlü zevkle donatılmış olsa dahi…
’’- Ama kim benim uyarıcı mesajıma sırt çevirirse o geçim sıkıntısına düşer ve kıyamet günü onu kör olarak toplantı yerine süreriz.
-O der ki "Ya Rabb'i, beni niye kör olarak toplantı yerine sürdün, oysa daha önce benim gözlerim görüyordu. " Allah da ona der ki: "İşte böyle. Vaktiyle sana ayetlerim geldi de onları unutmuştun. Bugün de böylece tarafımdan unutulursun.’’ (Taha Suresi, 124-126)
Mutsuzluk, sapkınlığın ürünüdür. Sapkınlığa düşen insan, dünyanın bütün imkânlarına sahip bile olsa mutsuzluktur. Haram olan her nimet ve kazancı mutlaka bir keder, bir üzüntü içindedirler. İnsan Allah'ın yolundan sapınca şaşkınlığa, huzursuzluğa ve bunalımlara girer bir türlü dengeli istikrarlı olamaz.
‘‘-Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur. Kimileri saptırırsa da onlar için kendisinden başka bir kurtarıcı bulamazsın. Kıyamet günü biz onları kör, dilsiz ve sağır olarak yüzüstü süründürürüz. Varacakları yer cehennemdir. Oranın ateşi sönmeye yüz tuttukça onu yeniden tutuştururuz.’’ İsra Suresi, 97
Allah onları kıyamet gününde aşağılayıcı, tiksindirici bir halde mahşer meydanına getirecektir:"Yüzüstü süründürürüz. Kör, sağır ve dilsiz olarak." Diyor
Dirilişi reddetmişler ve meydana gelebileceğini kabule yanaşmamışlardır. Ecel gelene kadar kendilerine zaman tanımış, onlara mühlet vermiştir. Buna rağmen zalimler kâfirlikten başka bir şeyi kabul etmemişler. Öyleyse bu ceza, gerçekten adil bir cezadır.
Mahşer yerinde toplanan bu azgın gurubun karşılaştıkları sıkıntılar ve döktükleri terler o kadar korkunç ve azap verici olmuştu ki; bu ağır sıkıntılara dayanamayıp, Allah'a seslenerek «yâ Rabb'i, cehenneme göndecek bile olsan beni bu sıkıntı ve bekleme azabından kurtar.» diye yalvarıyorlardı.

Bütün bunlar, henüz hesapalaşmaya çekilmeden ve azaba çarpılmadan çekilecek olan sıkıntılardı. Kimse terinin neresine kadar çıkacagını şimdiden bilemez.
Çünkği o gün hem pek çetin ve hem de çok uzundur!

İşte hesap günü insanların üzerinde dirilip, biraraya gelip, hesaplarını ve akıbetlerini bekleyecekleri yer budur. Artık sıra insanların diriltilip tek olan, kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarılmalarına gelmiştir.

O gün insanın başkalarıyla, hatta kendi annesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye ne hali ne fırsatı vardır. Mahşer gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu herkesi kendi derdine düşürür. Allah, o diriliş gününü, öteki adıyla din gününü şöyle tarif etmektedir:

’’-Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?
-Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır’’. (İnfitar Suresi, 17-19)

’’-Fakat 'kulakları patlatırcasına olan o gürleme' geldiği zaman, kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar, Annesinden ve babasından, Eşinden ve çocuklarından, O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır.’’ (Abese Suresi, 33-37)

Dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği aile bağları, Allah'ın azabı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevi yakınlıkların, soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Değeri olan tek şey, imandır:

Dünyada ki soy bağları ve ilişkiler öyle bir parçalanır ki, sözde en çok sevilen oğullar, eşler, kardeşler, hatta bütün soy, inkarcılar tarafından azaba karşılık fidye olarak teklif edilir:

’’- Dost dostun halini sormaz.
- birbirlerine gösterirler. Suçlu ister ki o günün azabından kurtulmak için fidye versin: oğullarını,
- eşini ve kardeşini,
- kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini.
- Ve yeryüzünde bulunanların hepsini versin de tek kendisini kurtarsın.
- Hayır! O alevden bir ateştir. Mearic Suresi, 10-15)

Mahşer günü yaşanacak olan bu fidye teklifi, kendini kurtarmak için ‘bedel’ sunması inkarcıların gerçekte ne kadar nankör olduklarının, bir göstergesidir. Dünya hayatında çoğu insan küçük çıkarlar peşinde koşar. İyi bir iş, güzel bir ev, para, makam mevki sahibi olmak uğruna bütün bir ömür çalışılır. Ahiret hayatı için hazırlık yapmamışsa dunyadaki kazançları onun için fidye bile olamaz.Bütün mülklerin sahibi zaten Allah'tır. İnsanın kurtuluşu ise, bir daha geri dönemeyeceği dünya hayatında kalmıştır. Vakit çok geçtir ve cehennemin ateşi ona vaat olunduğu gibi yanmaya başlamıştır.

Bu korkunç ve dehşet verici günde bu korkunun dışında huzur içinde olmak, dünya hayatında iyilik yapanların mükafatı olacaktır. Onlar bunun da ötesinde sevaba kavuşacaklardır. Bu onların iyiliklerinden daha fazla ve daha bereketlidir.
Dünyada Allah'dan korkanlar hem dünyada hem de ahirette korkudan muaftırlar. Yerde ve göklerde kim varsa hepsinin korkuya kapıldığı günde yalnız Allah'ın koruduğu kimseler güven içinde olacaklardır
Dünyada Allah'ı tanımayan, Allah'a itaat etmeyen, büyüklenen inkarcı, dirilir dirilmez birden boyun eğici, bir hale gelmiştir. Ne olup bittiğini sorgulamadan, kayıtsız şartsız bu çağrıya icabet etmiştir. Zaten dünyadaki imtihan sona erdiği için başka seçim şansı da yoktur. Aksini yapmayı istese de yapamaz. Hatta isteyemez bile. Bu çağrıya karşı koymaya hiç kimsenin, hiçbir gücü yoktur. O nedenle bu günün "zorlu bir gün" olduğunu gerçekten hissetmiştir:
‘’Eyvahhh’’ lar içinde uyanacaktır. Bu "eyvah" çok büyük bir panik ve hayal kırıklığının ifadesidir. Çünkü kendi dirilişine bizzat şahit olan kafir Kral, hayatı boyunca kendisine bunu haber veren elçilerin gerçekten doğru söylediklerini artık anlamıştır. Bunu inkar edenlere müjdelenen, "dönüşü olmayan ebedi azab"ı da bizzat yaşayacağını idrak etmiştir. Artık bundan hiçbir şüphesi yoktur. "Ebedi uyku" diye bir şey olmadığını anlamıştır. Kendisine söylenenlerin birer birer başına geleceğinden, hiçbir kurtuluş ümidi olmadığından emindir.
Kafirlerin genel ruh halleri korku, dehşet, yılgınlık, şaşkınlık ve çaresizliktir. Genel görünümleri ise daha da dehşet vericidir. Yüzleri kapkaradır; her yanlarını toz, karartı ve zillet (aşağılanma) kaplamıştır:
Bu korkunç, aynı zamanda da aşağılık görünümleriyle kafirler ilk bakışta, müminlerden ayrılırlar. Dünyadayken kibir ve gösteriş içinde, Allah'ın ayetlerine karşı savaş açan, büyüklenen bu güruhun sonlarının başlangıcı işte böyle olur.
İnsan, eğer dünyadaki yaşamında Allah'a kul olmamışsa ve bu büyük güne iman edip ona hazırlık yapmamışsa, pişmanlığın en büyüğünü yaşayacaktır. Toprak olmayı, dirilmeye bin kere tercih edecektir. Ancak bu pişmanlığın ona bir faydası yoktur, bu pişmanlık onu azaptan kurtaramayacaktır. Aksine, bu pişmanlık onun için yeni bir azap kaynağı olacak, cehennemde çekeceği fiziksel acıların üzerine bir de manevi işkence olarak eklenecektir.
Ayeti Kerimelerde anlattığı gibi, mahşer günü tüm insanlar "cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak" hazır bulundurulacaklardır. Tüm insanlar, mümin ya da kafir, cehennemin korkunç uğultusuna ve içindeki akıl durdurucu görüntülere şahit olacaklardır. Ancak sonra müminler kurtarılıp, kafirler diz üstü çökmüş olarak bırakılır. Daha sonra da cehennemin içine atılacaklar.
Müminlerin de o topluluk içinde olmalarının hikmetlerinden birinin, Allah'ın azametini daha iyi kavramaları ve O'na şükretmeleri olduğu düşünülebilir. Cehennem ortamını yakından gören mümin, Allah'ın kendisine verdiği imanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu kavrayacak. Çünkü şahit olduğu cehennem o kadar korkunçtur ki, yalnızca o azaptan kurtulmuş olmak bile, insan için büyük bir mutluluktur.
Mümin, cehenneme şahit olmakla, kıyas yapma imkanına sahip olur. Böylece insana verilecek en güzel nimetleri barındıran, içinde ebedi kalacağı cennetin değerini daha iyi anlar. Dünyada da acıdan kurtulmak büyük bir nimettir. Acının sona ermesi, başlı başına büyük bir sevinç, neşe, huzur ve dolayısıyla şükür kaynağıdır. Cehennemi yakından görüp ondan kurtulan mümin, işte bu sevince ulaşır. Bir de bunun üzerine cennet ile ödüllendirilmesi, Kuran'da sözü edilen "felah"ı (büyük kurtuluş ve mutluluk) eksiksiz bir biçimde tadmasını sağlar. Var olan en büyük azabı gördükten sonra, cennete girip hayal gücünün alamayacağı nimetlere kavuşan mümin cennetin değerini çok iyi bilir. Geri kalan sonsuz hayatı boyunca da cehennem ortamını hiç unutmaz, bu sayede cennetten aldığı zevk aynı oranda fazlalaşır.
Bu ayırma günü, ölümle başlar, dirilişle ve hesapla devam eder ve insanların ebedi yurtlarına yollanmasıyla son bulur. Kaf Suresi'nde kafirlerin ve müminlerin ebedi yurtlarına yaptıkları yolculuk, şöyle anlatılır:
‘’O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. "Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir." İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. Hadid Suresi, 12
Din gününün korkusuna karşılık büyük bir güven içinde olan müminlerin yüzleri bekledikleri karşılığı almanın güveni ve sevinci ile nurludur; onlar mutluluk içindedirler. Kuran'da müminler ile kafirlerin yüz ifadeleri arasındaki fark şu şekilde anlatılmaktadır
İnkarcılar ise iman edenlere yalvarmaktadırlar. Dünya hayatında mücadele halinde oldukları müminlerin nurlarından istemektedirler. Bu nurun anlamı bir aydınlık, güven ve bir sevinçtir. Sadece cenneti hak eden insanlar üzerinde var olan bu nurdan, inkarcılar ne kadar isteseler de faydalanamayacaklardır. Bu nurun kaynağı dünyada yapılan iyi işler olduğundan, arkalarında hiçbir salih davranışı olmayan inkarcının buna sahip olması imkansızdır. Bu yüzden müminler tarafından onlara "Dünyaya dönün de bir nur arayıp bulmaya çalışın" cevabı verilir.
Konu Kuranı Kerimde şöyle anlatılır:
"...O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşar-parıldar. Derler ki: "Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz Sen, herşeye güç yetirensin." Tahrim Suresi, 8
İnkar edenler benzeri görülmemiş bir aşağılanma içindeyken, müminler din gününde hiçbir korku yaşamazlar. Allah'ın kendilerine vaat ettiğine kavuşmanın sevinç ve neşesi içindedirler. Sağ ellerinden defterlerini alıp, huzur içinde cennete sevk edilecekleri anı beklerler. Allah onlara dünyada ve ahirette hiçbir nimeti yasaklamamış, tam tersine sonsuz nimetlerle cevap vermiş, canlarını güzellikle almış ve din gününde de onları korumuştur.
Dünyadaki yaşamlarını Allah'ın gösterdiği yolu bırakarak, kendi istek ve tutkularına uyan ya da içinde bulundukları toplumun çarpık değer ve inançlarına göre yaşayan inkarcıların hesabı çok zorlu olacaktır. O gün onlara karşı ne bir acıma, ne bir şefkat vardır, ne de azabı üstlerinden hafifletecek bir güç... Bunun en büyük sebebi kendilerine dünyada Allah'ın varlığına dair hatırlatıcılar gelmesine rağmen Allah'ın sınırlarını korumamaları ve dünyaya tekrar gönderilseler de korumayacak olmalarıdır

Bazı Mü’minleri de başlarına yakın bir gölge takip ederek Mahşerin hararetinden korur. Bu gölgenin de dünyada verdiği zekat ve sadakaları olduğu anlatılır.
20 . ARAF


Araf, yüksek bir yer demektir. Tefsirlerde Cennet ile Cehennem arasında bulunan bir yer olarak geçmektedir. Araf orta menzil, orta yer manasına gelir. Ancak keyfiyeti, niceliği hakkında kesin bilgilere sahip değiliz. Araf Kuranı Kerimde bir sûrenin adıdır. A'raf suresi,
Mahşer gününde, Araf üzerinde bulunan, mümin ve kafirler yüzlerinden bir birlerini tanıyacaklar. İki taraf arasında bir engel, burçlar vardır.
Cennete gireceklere: "Selam size" derler, ki bunlar henüz girmeyen fakat (girmeyi) 'şiddetle arzu edip umanlardır.' Gözleri cehennem halkından yana çevrilince: "Rabbimiz, bizi zalimler topluluğuyla birlikte kılma" diye yalvarırlar.
Kur'ân-ı Kerim'de Araf ile ilgili ularak üç ayrı tablo sergilenmekte ve A'raftaki insanlardan bahsedilmektedir.

Birinci bölümde, Cennet ehlinin Cehennem ehline sorusu yer alıyor. Cennet ehli soruyor:
"Biz Rabbimizin bize vadettiklerini gerçekleşmiş bulduk, siz de Rabbinizin size yönelik vaadlerini gerçekleşmiş buldunuz mu? derler. Cehennemlikler "Evet derlen Bu sırada aralarından biri yüksek sesle şöyle bağırır,"Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun.
’Burcun üstündeki adamlar, kendilerini yüzlerinden tanıdıkları (ileri gelen birtakım) adamlara seslenerek derler ki: "Ne (güç ve servet) toplamış olmanız, ne büyüklük taslamanız size bir yarar sağlamadı. Araf Suresi 44-46

İkinci tabloda devreye Araf ehli giriyor. Cennet ehline bakıp "Selam size" diyorlar.
Cehennem ehlini gördüklerinde de "Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma!" diyorlar.
Daha sonrada tanıdıkları Cehennem ehlinin ileri gelenlerine dünyadaki sözlerini hatırlatıyor
Şeyh Babi Hazretleri Neccaftay’ın yerlerde süründüğünü, sırtında binlerce yılan- çiyan akrebin bulunduğunu ve yuva yaptığını, ter ve revan içinde süründüğünü görmüş, Tanrılık taslayan büyük Kral Neccaftay da Şeyh Bani Hazretlerini görmüş, güç bela elini uzatabilmiş, sadaka isteyen dilenciler gibi,
-Aziz Şeyhim, ne olursun bir yardımda bulun, Sırtımdaki haşarat beni yedi bitirdi. Burada yapayalnız kaldım. Ne mallarımın ne de çocuklarımın hiç bir faydası yok.
Şeyh Bani Hazretleri,
-Beni makamına çağırtmıştın. Bana Tanrı olduğunu söylemiştin. Eğer gerçekten tanri isen hadi kurtar kendini yılandan çiyandan…Hani ölüdükten sonra dirilmeyecektin, karşımda canp-canlı azap çekip duruyorsun…
-Ben büyük bir hata işledim. Krallığın verdiği gücü önemsedim, her şeye yeter sandım. Oysa bütün insanlar aciz birer varlıkmış.
-Nihayet anlamışsın ,anlamışsın ama çok geç olmuş. Şimdi seni şu cehennemin kızgın ateşine atacaklar, yanmaya başlayacaksı. O zaman Allah’ın varlığını ve birliğini, büyüklüğünü ve gücünü daha iyi anlarsın…demiş, başıyla söylediklerini tasdik ede ede yürümüş gitmiş.

Kral Neccaftay’ın bacaklarının arasında sürünen, ağzında ve burnunda böceklerin gezdiği, gözünü sineklerin oyduğu, sırtında kamburların oluştuğu ve her kamburda bir takım kadınların eşşeğe binişi gibi binip, ellerindeki ucu iğneli sopayı batırarak yürüttüğ NocCed ile Şahan’ın konuşmaları da şöyle cerayan etmiş,
-Bizim camide, cemaate vaaz vermiştin. Ben seni dinlemiş, dayanamamış, itiraz ederek sen Allah mı oldun , diye sormuştum da sen beni dışarı attırmıştın. Hatırladın mı?
-hatırlamaz olur muyum…çok büyük hata işlemişim,
-şu haline bak…gözünü oyan sinekleri bile kovalıyamıyan tanrısın sen…Sırtındaki kadınlar kim?
-onlar da sarayıncariyeleri…onların da günahına girmiştim, burada benim kamburum oldular.
-Allah seni cehennemine atacak, asıl azabı orada yanarak çekeceksi…ebedi olarak orada kalacaksın, bu senin ilahlık sevdanın cezası olacak…

A'raf ehlinin Cennet ehline şu sözleri duyuluyor:
"Allah onları hiçbir rahmete erdirmez " diye haklarınd yemin ederek küçümsediğiniz kimseler bunlar mıydı? Bu arada Allah onlara ' `Giriniz cennete, sizin için hiçbir korku sözkonusu değil artık, hiç üzülmeyeceksiniz " der " A'raf Suresi 49.

Üçüncü tabloda ise, Cehennemdekilerin Cennet ehline verilen nimetlerden kendilerine de vermelerini talep ederek "Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği nimetlerden bizim üzerimize de dökün" diye seslenişleri yer alıyor. Cennet ehlinin verdiği cevap ise şu oluyor: "Allah bunları kafirlere haram kılmıştır.." (A'raf Suresi 50).

Bu arada bazı sahabiden Arafın günahı, sevabı eşit olanlar, peygamberler, şehitler, âlimler ve âdeta melekleşmiş yüksek ruhlu insanlar olup, ötelerden bakar her iki menzilde olup bitenleri görür ve yukarda bahsi geçen konuşmaya iştirak ederler, şeklinde rivayetler var.
Tevratta bunlar günah ve sevapları eşit olan insanlar şeklinde yer almaktadır. Bazıları da bunların insan suretinde melekler olduğunu söylemektedir.
Bazılarına göre de, Cennet'e bakıp ümitle dolan, Cehennem'e bakıp korkudan ürperen bu insanlar orada Cennet'e tam ehil hâle gelebilmeleri için bir müddet böyle bir sıkıntı ve iç geçirmeyi tatmaları gereken kimseler olarak geçiyor.

İşte bunlardan bir grup da Cennet ehli Cennet'e girdikten sonra bir müddet kalacak ve Cennet umudu ve Cehennem endişesiyle Arafta ömür süreceklerdir. Bu hayat şekli de onlar için bir keffaret ve günahlardan arınma olacaktır. Ve daha sonra da Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve inayetiyle Cennet'e gireceklerdir.

Her şeyin doğru ve gerçeğini Allah bilir. Arafı ve Araf’ta olacakları da ancak Allah bilir...
Araf için, günahların arındırıldığı ara alem diyenlerde var.
Katolik inancına göre; günahkar olan hıristiyanların öldükten sonra arınmaları için gönderildikleri, cennet ile cehennem arasındaki ara alem. Orada arındırıldıktan sonra cennete alınırlar. Katolik kilisesi'nde, araf'ta kalanların günahlarından bağışlanması için büyük ayinler tertiplenerek dua edilir. incil'de böyle bir bilgi olmadığından ortodoks ve protestanlar'da Araf kavramı yoktur.
Arafta sırtına yüklendiği günahlarıyla debelenen, pisliğe gömülmüş… kimse yüzüne bakmıyor, düştüğü çukurdan cehennemi görüyor, ürperiyor.
Hayatta iken halkın kanını emen, onların akıl almaz işkencelerle can vermelerine sebep olan, hırs yükü ahlaksız günahlarının kefaretini en hafif şekliyle böyle ödüyor.
Bazi Ulema Arafta yaşanabilecek bir olayı şöyle naklediyor..,
Günahkar bir kul,
“-Ya Rabbi! Benimle cehennem arasında bir perde yarat ki, cehennemin sesini işitmeyeyim.” diye yalvarır, bir süre sonra cennete koyulur. Cennette, Önünde yükselen bir makamı görür:
“-Rabbim! Bu makamı bana ver.” der.
Hak Teala:
“-Onu verince başkasını istersin.” buyurur.
“-İzzetine yemin ederim ki, başkasını istemeyeceğim, Ondan daha güzel makam mı var?” der. Orası kendisine verilir, oraya yerleşir. Onun ilerisinde başka bir makam görür ki, önceki gördüğüne nisbetle çok daha üstündür.
“-Rabbim! Bu makamı bana ver.”
“-Onu verince başkasını da istersin.”
“-Kudretine yemin ederim ki, istemem. Oradan daha güzel hangisi var ki?” Orası kendisine verilir. Oraya yerleşir ve susar.
Allah-u Zülcelal:
“-Niçin sustun?” buyurur.
“-Rabbim! Senden çok şey istedim. Daha fazlasını İstemeye utanıyorum.”
“-Sana dünyanın on misli kadar versem istemez misin, razı olmaz mısın?”
“-Sen kudret sahibisin, beni insanlara ulaştır.” der.
Hak Teala:
“İnsanların yanlarına git.” buyurur. Cennette hızla yürür, insanlara yaklaşınca ona, İnciden yapılmış yüksek bir köşk gözükür. Hemen secdeye kapanır.
Allah-u Zülcelal:
“Sana ne oluyor? Başını kaldır.” buyurur.
“Bana Rabbim gözüktü.” der.
Kimler A'râf'ta bulunacak ?
Bu hususta çeşitli rivayetler varsa da konuyu şöyle özetlemek mümkündür:
İyilikleriyle kötülükleri denk gelenler A'râf'ta bekletileceklerdir.
Bir Hadisi Şerif'te:
"Peygamberimiz (s.a.s.)'e iyilikleriyle kötülükleri denk gelenlerin durumu sorulduğu zaman
"Onlar A'râf'ta bulunacaklardır. Onlar oraya isteyerek girmemişlerdir." buyurmuştur. Daha sonra bunlar Allah'ın lûtfuyla Cennet'e gireceklerdir."
Mahşer gününde, Araf üzerinde bulunan, mümin ve kafirler yüzlerinden bir birlerini tanıyacaklar. İki taraf arasında bir engel, burçlar vardır.

Kendilerine Allah'ın bir rahmet eriştirmeyeceğine yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? (Cennettekilere de) Girin cennete. Sizin için korku yoktur ve mahzun olmayacaksınız." A'raf Suresi, 49

21. MİZAN
Mahşerde ilahi adaletin tecellisi için mahkeme kurulacak ve herkes yaptıklarından sorguya çekilecektir. Orada mutlak hakim olan Allah'ın huzurunda herkes hesap verecektir. Allah aslında her şeyi bilmektedir. Amel defterlerini alan herkes de kendi yapıp ettiklerini en ince ayrıntılarına kadar görecektir.
Mizan, Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsüdür. Ancak o dünyaya ait birterazi değildir. İyiliklerin, kötülüklerin, ölçülüp hesap edilmesidir. Gerçek mâhiyeti, aslı, esası ancak âhirette bilinecektir. Biz buna hesap görme, diyebiliriz. Herkesin hesabı kendisinin oluşturduğu Amel Defteri üzerinden görülecektir.

Ancak Allahu, herkese suçlarını ve hayırlarını bir bir itiraf ettirmek, azabı hakkettiğini göstermek için daha doğrusu böyle istediği için kullarını bir bir hesaba çeker. Bir anda insanlardan birinin hesaba çekilmesi, diğerlerinin hesabının görülmesine engel olmaz.
O gün, kendilerine Allah’ın bir lütfu ve dünyada yaptıklarına karşılık hesap ve sualden muaf tutulanlar da vardır.
O günde tüm insanların hali endişe vericidir. Herkes korku içindedir. Çünkü kıyamet gelmiştir. Cenabı Allah kendi terazisi ile insanların değerini ve ağırlığını belirleyecektir. Kimini alçaltırken kimilerini yükseltecek olan kıyamet gününün akibetlerinin ve yeni değerlerinin gösterisi burada noktalanacaktır. İnsanların burada öyle sıkışacaklar ki, bir ayağın üstgünde bin ayak olacak, tere gömülecek perişan görüneceklerdir. O gün öyle şiddetli bir gün ki; hiç kimse kimse ile ilgilenemeyecek, herkes kendi derdine düşecek. Dünyada günahkarlar ile beraber olanlar, o gün de günahkarlar ile beraber haşrolacaklardır.
‘O günlerin kendilerine yeter derdi vardır’… Abese-37
Allah zamandan, mekandan ve cisimden münezzeh, uzak olduğu halde kudretini izhar eder, açığa vurur, meydana çıkarır, insanlar ona tazim ederek, hürmet ve ikramda bulunarak, secdeye varacaklardır. Ancak kafirlere, mürted ve fasıklara bu da nasip olmayacaktır. Allah bunlar için:
‘’Gözlerden perde kaldırılıp, sıkıntıların arttığı zamanda secde etmeğe çağrılırlar. Fakat secde edemezler.’’ Kalem Suresi 42
Allah Kafirler ve Zalimlerin durumları ile Müminlerin durumlarını şöyle tasvir etmektedir. Zalimler dünyada ki zulümlerinden dolayı karanlığa boğulmuş ve yollarını kaybetmiş olacaklardır. Kafirler ve zalimler için serinlikten, aydınlıktan, ferahlıktan söz etmek mümkün olmayacaktır. Allah’ın arzında, Allah’ın kullarına karşı zorbalık yapanlar, kibirlenip böbürlenenler, zillet ve meskenet içinde kıvranacaklardır. Çünkü onlar zamanında Allah’ın emir ve yasaklarını dinlemediler.
İnsanlar ve cinlerden sonra vahşi ve yırtıcı hayvanlar da, hiç bir günahları olmadığı ve Allah katında kuşkuları olmadığı için, boyunları eğik, zillet içinde o günün dehşetinden korkarak bir araya toplanacaklardır. Toplandıkları yere Araf diyenler de vardır. Önce hayvanlar arasındaki hesaplaşma görülecektir. Boynuzlu koyundan boynuzsuz koyun hakkını alacaktır.
Dağ hayvanları ile kuşlar aralarında ödeşecekler. Hakkı olan hakkını alacak, sonra da bunlara
‘’Toprak olun’’ denecek ve kafirler toprak olacaklar. Bunu gören kafirler
‘’Ne olaydı, biz de toprak olaydık’’ diyecekler.
Bundan sonra ‘Levhi Mahfuz gelecek. Levh-i Mahfuz her şeyin hayatının ind-i İlâhîde yazılması, (Allah katında her insanın ve her olayın kayıtlı olması, çok iyi saklanan yazılı levha…) Cenabı Hak Levhi Mahfuz’a sende yazılı olan, benim kelamım Tevrat, İncil ve Kuran nerededir? Diye sual edecek. Levihi Mahfuz,
-Onları Cebrail ile Hz.Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammet Mustafa (sas= e inzal buyurdunuz.
Cenabı Hak, Cebrail(as) a
-doğrumu dur? Diye soracak.
Cebrail,
-doğrudur ya Rabbi diye cevap verecek. Hz. Musa’ya Tevrat’ı, Hz. İsa’ya İncil’i, Hz. Muhammet Mustafa’ya da Kuranı Kerimi indirdim. Bundan başka Senin Risalelerini, Yani, sayfalarını HZ. Adem’e on sayfa, HZ.Şit’e elli sayfa, HZ.İdris’e otuz sayfa, HZ.İbrahim’e on sayfa, toplam yüz sayfa daha indirdim. Cenabı Hak Adı geçen Peygamberlere,
-doğru mudur? Diye soracak. Peygamberlerde doğrulayacaklar.
Bundan sonra Allah önce Nuh(as) çağıracak, ‘’Kavmine emirlerimi tebliğ ettin mi, diye soracak. Nuh(as),
-Ya rabbi, onları gece ve gündüz imana davet ettim. Davetime icabet etmediler, benden uzaklaştılar..
Cenabı Hak Nuh Kavmini huzuruna çağıracak , onlara ‘benim emirlerimi size tebliğ geldi mi? diye soracak
-Ey bizim Rabbimiz, Nuh Size yalan söylüyor, bize bir şey tebliğ etmedi diyecekler. Cenabı Hak, Kuranı Kerimden:
"Biz Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. (O onlara dedi ki); "Ben sizin için açık bir uyarıcıyım. "
"Yalnız Allah'a kulluk ediniz. Yoksa sizin hesabınıza acıklı bir günün azabından korkarım".
Hud Suresi..24-25..ayetlerini şahit göstererek,
-Nuh görevini yapmıştır, sizin üzerinize Azabım Hak oldu. Zira azap kafirlere layıktır. Bunların hepsi cehenneme atılır. Ne amelleri tartılır, hesapları yapılır.

Sonra Hz Hud çağrılır. Ona da
-benim risalemi kavmine tebliğ ettin mi ? diye sorulur. Hz. Hud,
-ettim Ya Rabbi.. diye cevap verir. Ad kavmi çağrılır. Bu kavim de tebliği inkar eder.
Cenabı Hak Kuranı Kerimden
Adoğulları da peygamberlerini yalanladılar.
Hani kardeşleri Hud, onlara dedi ki, "Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?"
"Ben size gönderilmiş, güvenilir bir Allah elçisiyim. "
"Öyleyse Allah'tan korkunuz da, çağrıma uyunuz.
"Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim çabamın karşılığını verecek olan alemlerin Rabb'idir. " Şuara Suresi 123-12
Şahit gösterilir, Âd kavmini de topluca cehenneme atılır.
Sonra Salih Peygamber Çağrılır. Ona da
-Emirlerimi kavmine tebliğ ettin mi? diye sorulu
-Ettim Ya Rabbi, diye cevap verir.
Semut Kavmi çağrılır, Bunlar da tebliğini inkar ederler.
Cenabı Hak
‘’O zulmedenleri dayanılmaz bir ses, sayha, çığlık, feryad, sarıverdi de kendi yurtlarında dizüstü çökmüş olarak sabahladılar, helak oldular. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semud (halkı) gerçekten Rablerine (karşı) inkâr etmişlerdi. Haberiniz olsun; Semud (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi.)’’ Hud Suresi, 67-68
şahit göstererek Semut Kavmini de Cehenneme atar.
Sonra Hz İbrahim çağrılır, Kavmine Allah’ın emirlerini tebliğ ettiğini, kavminin buna uymadığını söyler, Kavmi inkar edr, Cenabı Hak Kuranı Kerimden Şahit göstererek bunları da sualsiz ve hesapsız olarak cehennemine atar.
Daha sonra büyük peygamberleri çağrılır sırayla. Bu Peygamberlere kendilerine gönderilen kitaplar okutulur. Ümmetlerine bunların tebliğ edilip edilmediğisorulur. Ümmetler Tebliğ edildiğini doğrularlar.
‘’Biz kendilerine peygamber gönderilen kavme elbette sual ederiz. Peygamberlere de sual ederiz. ‘’ Araf Suresi 5

Nihayet Sıratın üstüne kadar gelebilenler olacaktır. Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi şart olan fakat pek zor geçilebilen bir köprüdür. Bu köprüden, herkes işlediği iyi amellerin çokluğuna ve îmanının kuvvet ve nuruna göre geçer. Kâfirler ve kötü amel sahibi mü`minler, bu köprüyü geçemeyip Cehennem`in içine düşeceklerdir. Kâfirler orada ebedî olarak kalırken, günahkâr mü`minler ise, cezalarını çekip tekrar Cennet`e gireceklerdir.
Peygamberimiz bu hususu şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
"Sırat köprüsünü geçmek, herkesin îman nuruna bağlıdır. Kimi göz açıp yumuncaya kadar, kimisi şimşek, kimisi bulut, kimisi yıldız akması, kimisi koşu meydanında seğirten at gibi sırat köprüsünü geçerler."

Yunus Emre Sırat’a
‘Sırat, sırat dedikleri kıldan ince kılıçtan keskindir.
Varup anın üstüne evler yapasım gelür’’ diye meydan okumuştur.

Heyecan ve endişe doruktadır. Orada hiç acele edilmez. Aslında insanların canı çıkıyor, acı, zulüm ve zillet içinde kıvranıyorlardır, ama gene de orayı yönetenlerin acelesi yoktur.
Kur'anı Kerim Mizanda insanları iki gruba ayırmaktadır. Defterleri sağdan verilenler ile defterleri` soldan verilenlerden söz edilmektedir.

Daha sonra da Üçüncü bir gurup olan "öncüler"e yer veriliyor ve ‘’öncüler hep önden gidenler" diye pekiştirme yapılıyor. Yani bu grubun konumu o kadar yücedir ki, hiçbir övgü ona ulaşamaz, diyor. "Çoğu önceki ümmetlerden, Birazı da sonrakilerdendir."
Demek ki, bu kimseler sayıca azdır; seçilmiş, ayıklanmış bir gruptur. Öncekiler ve sonrakile ile ilgili farklı görüşler vardır. En çok itibar edilen görüş şudur. "öncekiler" islâmdan önceki ümmet arasında iman etmiş, bu alanda yüksek dereceye ermiş seçkinlerdir. "Sonrakiler" de inançları uğrunda ağır çilelere katlanmış müslümanlardır.
Bu kimselerin ilk müslümanlar, veli ullah ve takva sahibi, seçilmiş, ayıklanmış, her çağda ‘kutup’ olmuş insanlar olduğunu anlıyoruz.

Ayet i Kerime şöyle devam ediyor:
’’- Defterleri sağdan verilenler. Ne mutlu onlara!
- Defterleri soldan verilenler. vay gele başlarına!
- Ve öncüler, hep önden gidenler. ‘’ Va kıa Suresi 8-9-10
Amel Defteri kendisine verilenlere’’AL KİTABINI OKU’’ denildiğinde, dünyada yaptığı her şey karşısına çıkacak.
Dirilmenin şaşkınlığı henüz atlatılmadan, hesaba çekilecek olmanın verdiği korku ve sıkıntı başlar. İnsanın dünyadaki yaşamı sırasında her yaptığı, her düşündüğü gözler önüne serilir. En ufak bir ayrıntı bile unutulmaz.
‘’ Her kim zerre kadar hayir islemisse onu görecekti
Her kim, zerre kadar ser islemisse onu görecektir.’’ . Zilzal suresi7-8
Ardından tüm insanlar tek tek hesaba çekilirler. Artık dünyadaki makamların, mevkilerin hiçbir anlamı kalmamıştır. Bir Kral da, sıradan bir insan da, Allah katında aynı hesapla karşı karşıya kalır. Herkese, kendisini yaratmış olan Allah'a kulluk edip etmediği, O'nun emirlerine uyup uymadığı sorulur. Kafirin tüm günahları, , tüm kötülükleri, aklından, kalbinden bütün geçirdikleri tek tek ortaya dökülür:
‘’Sırların orta yere çıkarılacağı gün. Artık onun ne gücü vardır, ne yardımcısı’’. Tarık Suresi, 9-10

Ama Şeyh Bani Hazretleri, Şeyh Fani hazretlerinin, Türkmen Şahanın ve öteki mü’minlerin yardımcısı Hz Allah, yol azığı iman ve amelleri olacak. Onlara ne koku, ne de mahzun olma yoktur.
Bazısını inkar etmeye çalışacak, bazılarını unutmuş, duyunca şafak atacak…ancak hiçbir şey yok edilemeyecek. Kendi uzuvları şahitlik edecek… ‘gözü, benim ile gördü, ayağı, benim ile gitti, eli benim ile aldı diyerek…şahit olacak, dile gelip, konuşacaklar diyor Kuran I Kerim...

Hesap ve sual esnasında, melekler tarafından tutulan amel defterleri yanında, insanın elleri, ayakları ve derilerinin de şahitlik edeceği (Kuran’da) bildirilmiştir. Yasin / 65)
“O gün onların ağızlarını mühürleriz. işleyip kazandıkla rını bize elleri söyler, ayakları da şehadet eder” Yasin-65
Orada, İşi yalnızca dağdan odun kesip satarak, evinin nafakasını kazanan Oduncunun hesabı yetmiş yıl sürmüştür.
Allahlık iddiasında bulunan kâfir Kıral Neccaftay ın, dinsiz ve sapık Çoşdar Başı NocCed’in, zorba ve Zalim komutan Avari’nin, Piyog’un, Cellat Başı, Ahlaksız Zibari ve yönetici, Cariye ve askerlerin hesapları, hesap olmaktan çoktan çıkmıştır.. vay onların haline…Onların encamının nice olacağını aşağıda en hafifinden anlatmaya çalışacağız. Allah çok adildir ve her şeyi bilendir.
Gösteriş için ibadet yaparak, Müslümanların itimadını kazanıp, zengin olan Riyakarlara yaptıklarının hesabı sorulduğunda ne cap verebilecekler, yahut hangi cevap onları kurtarabilecek?
Ticaret erbabından, ayıplı mal satan, malının ayıbını gizleyerek, sağlam ve sağlıklı gibi satış yapanın hesabı nice olur?.
Evinde yemek yaparken, yemek kokuları ile aç komşunu düşünmeden, ona pişirdiği yemekten ikram etmeyen, ona eziyet veren komşu nasıl hesap verecek,
Muhtaç oalanlara yardım etmeyen zengine, ‘ falan müslümanın ihtiyaç içinde olduğunu gördüğün ve bildiğin halde niçin yardım etmedin diye sorulduğunda hangi cevap onu kurtarabilecek?
Elinde imkanın olduğu halde ‘zalimlerin zulmünü, niçin mazlumlardan kaldırmadın, Mazlumun günahı neydi? Diye sorulduğunda zalimin hesabı ne kadar zamanda görülecek?
Bir zerre miktarı birine hakkı geçen- borcu olan- Kıyamette mutlaka ödeşecek.
Bu ödeşmede haksızlık edenler ellerindeki sevapları vermek isteyecekler. Hak sahipleri teklif edilen sevapları az bulabilir, yetersiz ve değersiz bulabilir. ‘Yedi yüz kabul görmüş namaz ‘ vermek isteyecek olan zalimden, alacaklı olan mazlum, Zalimim imanını isteyebilir. Zalim Mazlumu razı etmek zorundadır…
Burada her topluluk kendisine uymuş oldukları peygamberin adıyla yahutta dünya hayatında lider olarak gördükleri önderlerinin adıyla çağrılacaktır.
‘’Biz o gün bütün insan gruplarını önderleri ile birlikte huzurumuza çağırırız. Kimlere amel defterleri sağ taraftan verilirse, onlar defterlerini sevine sevine okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez. ‘’ İsra Suresi 71-
ŞEFAAT,
İnsanlar bu korkunç ve ürkütücü sahnenin dehşetinden korkarak ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Ademe gidecekler,
-Ey insanların babası, Bizi bu şiddet ve meşakkatten kurtar, bize Şefaat et…sen aiz biz peygambersin. Allah seni yarattı, sana kendi ruhundan üfüledi, melekleri sana secde ettirdi…bize şefaat et, Her şeyin hakimi olan Allahü Taala seni kırmaz.
Adem (as) Buyurdu ki, Ben Allah’ın yasak ettiği ağacın meyvesinden yedim. Allahtan utanırım şefaat dilemeğe. Siz Rasullerin ilki olan Nuh’a(as) gidiniz. İnsanlar aralarında konuşup,Nuh(as) giderler,
-Ey İkinci Adem olan büyük peygamber, bize şefaat eyle de bu mahşer sıkıntısından kurtulalım, hesabımız çabuk görülsün,’’ derler.
Nuh(as) cevap verir, Ben Allah’tan inanmayanlara karşı tufan diledim, O da dileğimi yerine getirdi, kavmim yok oldu. Bu nedenle Allah’tan şefaat dileyemem, utanırım. Siz İbrahim’e gidin. O Halilullah ‘tır. Allah İslamiyet için,,
‘’( Bu din)Atanız İbrahim'in dinidir. Hac suresi 78
İbrahim, siz dünyaya gelmeden önce, size Müslüman diye isim veren bütük peygamberdir. İbrahim(as) a geldiler,
-Ey Müslümanların babası, Allah seni kendine Halil kıldı, yani onun Samimi dostu, Sâdık dostusun…bize şefaat eyle, …İbrahim(as)
-ben din yolunda mücadele ederken, Allah’a üç kere kinaye eyledim. Allah benden niye kinayeli iş yaptığımı sormadı. Ben şimdi şefaat dileyemem, Allahtan utanırım.. Siz Musa’ya gidin. Zira Allah yalnız onunla konuşarak yakınlık gösterdi.

Bunun üzerine Musa (as) a giderler,
-ya ibni İmran, Musa (as) Sen O zatsın ki Allah seninle konuştu. Sana Tevrat’ı indirdi. Hesabımızın bir an önce başlaması için bize şefaat eyle. Bura izdihamdan telef olmaktayız. Basacak yer yok, hep birbirimizin ayakları üstüna basıyoruz. Hz. Musa onlara dedi ki,
-ben senelerce halkımı Firavunun esaretinden kurtarmak için uğraş verdim, dua ettim, Allah’tan yardım diledim. O da bana mucize verdi ben kızıl denizi geçtim, peşimden gelen Firavun adamlarıyla birlikte boguldu gitti. Şimdi bir de şefaat dilemeğe utanırım. Siz İsa’ya gidiniz. Çünkü O Allah’ın ‘Ruhu ve Kelimesi’ dir.
İnsanlar Hz. İsa (as) a gittiler,
-Ey İsa(as) Senin için Allah ‘’.…Onun adı Meryemoğlu İsa Mesih'tir. O dünyada da ahirette de yüce, şanlıdır ve Allah'ın yakınlarındandır.’’ Ali İmran Suresi 45 buyurdu. Bizim için Rabbinden şefaat dile. İsa(as)
-benim kavmim beni ve Annemi Allah’tan başka İlah kabul ettiler.,, bana ibadet ettiler. Bana ‘Oğul’, Allah’a da ‘Baba’ dediler. Cenabı Hak Kuranı Kerimde bana soruyor ki
‘’Ya İsa Sen insanlara, Allah’tan başka beni ve annemi İlah ediniz dedin mi? Maide Suresi 119
Ben de şu cevabı verdim,
‘’Ya Rabbi, seni noksan sıfatlardan tenzih ve takdis ederim ki, hakkım olmayan şeyi kendim için söylemedim. Gerçekten ben onu söylediysem , sen onu bilirsin. Ya Rabbi sen benim nefsimde olanı bilirsin.Ya Rabbi sen gaibleri bilirsin’’ Maide Suresi 116, dedim.
Bu durumda benim Allah’tan şefaat dilemem mümkün değil. Siz en iyisi son peygamber olan ve adı İncilde, Tevratta Ahmet olarak geçen Muhammede gidin., Kendisini taşladıkları zaman bile, O ümmetine dua etti, şefaatte eder..
İnsanlar Hz. Muhammet(SAS)e gelirler. Durumlarını anlattı, yakındılar.
-Ya Muhammed(sas) sen ‘’Allah’ın ‘sen olmasan kainatı yaratmazdım’ dediği dotu ve sevgilisisin.. Bize Şefaat dile. Senden başka gidecek yerimiz yoktur..
Peygamberimiz Hz. Muhammet(sas) Allahu Taala izin verir ve razi olursa Şefaat ederim. Buyurur ve Celel Perdesine varır, Allah’tan şefaat için izin ister. Kainatın Sevgilisi Hz. Muhammd(sas)’e Şefaat izni vrilir. Peygamberimiz secdeye kapanır. Uzun bir süre secdede kalır. Allah ‘’Ey Muhammet(asa) başını secdeden kaldır. İsteğin yerine getirildi, şefaatin kabul olundu. Peygamberimiz
-Ya Rabbi, Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, şefaat edeceğim ümmetimi seçebileyim. Mahşeri kalbalıkta, Arasat Meydanında günahlarıyla rezil oldular. Ümmetime selamet ver. Onları kurtuluşa erdir, tehlikeden sâlim kıl, korktuklarından, fenalıklardan kurtar. ‘’Ey Muhammed! Allah'tan başka ilah olmadığını bil ve kendi günahına, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahları için Allah'tan mağfiret dile. Allah, gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir’’. Muhammed Suresi19
Peygamberimiz,
"Bana beş şey verildi: …ve bana şefaat verildi, onu ümmetim için sakladım." buyurmuştur
Aşağıda bahsi geçen konularda Şefaat edilecektir.
1- Mahşer yerinde, çok uzun beklemekten azap çeken günâhkârlar, feryad ederek, hesâbın bir ân önce yapılmasını isteyecekler. Bunun için şefâ’at edilecek. Buna Şefaati Uzma denir.
2- Suâlin ve hesâbın kolay ve çabuk olması için, şefâ’at edilecek.
3- Günâhı çok olan mü’minlerin, Sırât’tan Cehenneme düşmemeleri için şefâ’at olunacak.
4- Günâhı çok mü’minleri Cehennemden çıkarmak için şefâ’at olunacak.
5- Cennette sayısız ni’metler olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makâmına, îmânına ve ameline göre olacak. Cennettekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefâ’at olunacaktır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: (Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammet(sas) gibi bir şefâ’atçı olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi. Bu ümmetin günâhları çok ise de, Allahü teâlânın af ve mağfireti de sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve mağfiretini o kadar saçacak ki, geçmiş ümmetlere böyle merhamet ettiği bilinmiyor.. Allahü teâlâ, af ve mağfiret etmeyi sever. Bunun için, bu ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu. Bunların şefâ’atçileri olan Peygamberleri, peygamberlerin en üstünü oldu

Peygamberimiz (sas), sair peygamberlere verilmemiş büyük bir şefâatin sâhibidir. Bu büyük şefâatini, Mahşer günü insanlara ait muhakeme ve muhasebenin bir an evvel yapılıp insanların mahşerin dehşetinden bir an önce kurtulmalarını te`min yolunda da kullanacaktır. Onun bu şefâatine "Şefâat-i uzma" denir. Ve Peygamberimizin hâiz olduğu bu büyük imtiyaz ve yüksek şefâat makamına ise, "Makam-ı Mahmûd" adı verilir. Peygamberimizin Hz. Muhammet’in (sas) bütün insanlığı ilgilendiren bu büyük şefâatinden başka, kendi ümmeti hakkında ki hususî şefâatleri de Müslümanları mutlu ve ayrıcalıklı edecektir..

Kainatın yaratılışına vesile olan iki cihanın sevgilisi, kainatın efendisi Hz. Muhammet Mustafa(sas) Allah’ınkendisine verdiği izinle Mü’minlere şefaat edecek. İslama ve insana hizmet eden, şefaate mazhar olan, ona layık olan bütün Mü’minler Mahşerin ve Mizanın dehşetinden kurtulacak, Hz. Muhamet (sas)in Liva-ül Hamd sancağı altında toplanacaklardır…Ne mutlo o insanlara…Kendilerini şefaat edilecek topluluğun içine kabul ettiren Mü’minlere selam olsun…
Kafirlerin bütün bir ömür boyu göz ardı ettiği, müminlerin ise şevkle hazırlanıp beklediği hesap anı gelmiştir. Bu büyük mahkeme için görkemli bir mekan yaratılır.
Hesabı ilk görülecekler imanı bütün ve doğru amelleri olan Mü’minlerdir. Defterleri sağdan verilen bu Allah’ı dost edinmiş Mü’minler, mizanı ve sıratı nasıl geçtiklerini anlamadan Cennette kendilerine hazırlanmış olan yerlerini alacaklardır.
Daha sonra Âma Mü’minler hesaba çağrılacaklar. Onlara denecek ki,
-Siz Allah’ın Cemaline baklmaya herkesten çok daha layıksınız.
-siz sağ tarrafa gidiniz, diye buyurulur. Sağ tarafta Şuayip Peygamberin sancağı vardır. Orada toplanıp, sırat körüsünü birlikte ve suratle geçerler. Şuayıp peygamber de hayatının sonuna doğru âmâ olmuştu. Sabırda ve himmette bulunan Mü’minlere Allah’ın bit lütfu olarak cennete gönderileceklerdir.
Bundan sonra belalara sabredenlerin hesabı görülür. Bunlar hastalıklarla perişan olanlar, veremliler, cüzzamlılar, kanserliler. Bunlar da sağ tarafa gönderilir. Sag tarafta Eyyup (as) vardır. Eyyup(as) da, Rabbinin bir imtihanına mârûz kalmış, bütün servetini, çocuklarını kaybetmiş. Şeytanın kendisine musallat olması neticesinde kalbi ve dili hâriç bütün vücudunda çıbanlar çıkmış, iltihaplı yaralar açılmış, yaraları kurtlanmış ve vücudu bozulup kokmaya baslamıştı. Bu durumda kocasına hizmette sebât eden esi "Rahmet" hariç hiç kimse onun yanına yanaşmamış. Büyük sabır ve ecir çekmiş, gene de Allah’a isyan etmemiş.
Cenâb-ı Hakk'ın lütfu ve emriyle ayağını yere vurmuş, fışkıran su kaynağından yıkanıp içerek eski sıhhati ve güzelliğine kavuşmuştur.
Bunlar da sırat köprüsünü süratle geçip, Cennete ulaşır, sabırlarının semeresini görürler.
Daha sonra İslam Dünyasında meydana gelen çatışma çekişmelere girmeyip İslama zarar vermeyenler. Din düşmanların kışkırtmalarına kanmayanlar. İslama hizmette kusur etmeyen imanlı ve iffetli Mü’minler hesaba alınacaklar. Bunlar da sağ tarafa gönderilecekler. Hz Yusufun sancağı altında toplanacaklar.
Hz Yusuf’u kardeşleri kıskanarak kuyuya attılar. Kuyudan çıkaran kervancı onu esir pazarında sattı. Satınalan zengin adamın hanımı ona iftira etti. Hapsedildi. Rüyaları tabir ediyordu. Kralın rüyasını tabir etti, hapisten çıktı, sarayın maliye bakanı oldu. Kardeşlerini Affetti. Peygamber olarak hayatını sürdürdü.
Bunlar da sırat körüsüne takılmadan geçip, cennetteki yerlerini alacaklar.
Sonra Allah için birbirini seven müslümanların, kafirleri ve müşrikleri sevmeyenlerin hesabı görülecek. Hak Taala olara,
-mehaba, diyecek. Allah’ın iltifatına mazhar olan bu gurup ta sağ tarafa gidecek. Orada Hz Ali vardır. Onunla beraber sıratı geçecek, cennete ulaşacaklar.
Sonra Allah’tan korktukları için haram işlemeyen ve ağlayanların hesaba çağrılacak. Bunların göz yaşı şehit kanlarıyla tartılır. Göz yaşı ağır gelir. Bunların da sağ tarafa gitmeleri emrolunur. Hz.Nuh (as) ım sancağı altında sıratı geçer, cennete ulaşırlar.
Sonra İslam Alimleri çağrılır. Hesapları hemen görülür, sağ tarafa alınır, Orada Hz. İbrahimin beyaz sancağı altında toplanırlar. Her birine bir de melek verilir, Sıratı geçer, cennete ulaşırlar.
Sonra şehitler gelir mizana. Onları da sağtarafa alırlar. Orada sancak açmış olan Yahya Peygamber de bir şehittir. Yahya (a.s)'da, babası Zekeriyya (a.s) gibi milleti tarafından şehid edildilerek, şehitler kervanına katılanmışlardı. Bu gurupta sıratı yel gibi geçip, cennetteki ebedi hayatlarını yaşamağa başlarlar.
Peşinden Allaha inanmış, ibadetlerini eksiksiz yapan ve zulüm gören Mü’minler gelir. Dünyada işlediği günahlardan da tövbe etmiş, bir daha günah işlemediği için tövbeleri kabul olan bu Mü’minlerden üzerinde kul borcu olmayanlar sıratı geçer, cennete gider.

Üzerinde kul borcu Olanlar için; Cenabı Hak alacaklı olan kulunu çağırır, Ona,
-Ey kulum yukarı bak der…Kul bakar, Gözlerini kamaştıran bir köşk görür,
-Ya Rabbi, bu nedir ? diye sorar.
-Bu satılık bir köşktür. Satın almak ister misin?
-Ya Rabbi, bunun değerini ödeyecek neyim var ki, satınalayım?
-Mü’min kardeşinin üzerinde bulunan hakkından feragat et, onu affet, o köşk senindir, der.
Kul,
-Emri İlahi sebebiyle ondaki haklarımdan vazgeçtim, der, o köşkün sahibi olur.
İşte Allah’ın Mü’min kullarına göstereceği muamele bunlar olacaktır.
Az sonra Mü’min kuluna Cennet ırmaklarından doldurulmuş kaselerle serin sular verilerek mahşerin kavurucu azabından kurtulur.

Bundan sonar mallarıyla, mevkileriyle, müslümanlara eziyet edenler çağrılacak.
-sizi Allah’a ibadetten hangişeyler men etti, diye sorulrcak
Allah bize mülk, para ve rütbe Verdi. Bunlar bizi gururlandırdı, ibadetten men etti..
Mal-mülk olarak siz mi büyüksünüz, Hz Süleyman mı?
Onlar
-Süleynam büyük, derler.
Allah onlara diyecek ki,
-mal mülk Süleymanı bana ibadet etmekten men etmedi de sizi mi etti?
Büyük İslam alimi Hasanı Basri şöyle bir olay anlatır.
Mizana bir müslüman getirilir. Onun hiç iyiliği yoktur ki tartıda ağır gelsin.Bu durumda cehenneme gidecektir. Allah onun imanına hürmeten , ona rahmet olarak buyurdu ki,
-insanlara git, sana sevap verecek bir kimse bul. Onun vereceği sevap sebebiyle cennete girersin.
Adam gider insanlar arasında kendisine sevap verecek bir müslüman arar, kimseyi bulamaz. Kimden istese,
-benim mizanım da hafif gelebilir, ben de cehennemden korkuyorum, der. Herkesin sevaba ihtiyacı vardır. Kimseden bir sevap bulamaz, üzüntüyle geri döner. Bu sırada yanına bir
müslüman sokulu,
-neye bu kadar üzülüyorsun?
-bir iyiliğe muhtacım. Belki bin kişiden istedim, benden bir sevabı esirgediler, vermediler.
-benim amel defterimde bir tek sevabım var. O da beni kurtarmaya yetmez. İstersen onu sana hibe edeyim, al senin olsun.
Adam seviçle Allah’ın huzuruna Çıkar, Allah
-nasıl geldin huzuruma , der,
-bir tek hasenesi olan falan şahıs o iyiliğini bana Verdi, der.
Allah o şahsı da çağırtır,
-İman sahiplerine benim keremim, ihsanım senden daha çoktur. Din kardeşinin elinden tut,birlikte cennete gidiniz, der.
Mizanda bir müslümanın günah kefesinde bir tek günah vardır. O da ‘’ÜF’’ sözüdür. Üf Anaya babaya karşı gelmenin en hafif sözcüğüdür. Allah o kulu çağırır. Allah kula,
-ey asi kul, seni niçin çağırdığımı biliyor musun?
-Ya Rabbi, anama babama asi olduğum için çağrıldım. Cehenneme gideceğimi biliyorum. Yüce Rabbim senden bir isteğim var, namın babamın günahlarını da bana yükle de onların yerine de ben yanayım, der. Cenabı Hak,
-anana babana dünyada asi oldun. Ahirette ikram ediyorsun, onların günahlarını yükleniyorsun. Git onların elinden tut, birlikte cennete girin.














22. CENNET

Kuran-ı Kerim Cenneti hak edenleri şöyle sıralar:
‘’İman edip, salih amellerde bulunurlar. (Bakara Suresi, 25)
Allah'tan korkup sakınırlar. (Al-i İmran Suresi, 15)
Bollukta da darlıkta da infak ederler. (Al-i İmran Suresi, 134)
Öfkelerini yenerler. (Al-i İmran Suresi, 134)
İnsanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçerler (Al-i İmran Suresi, 134)
Çirkin bir hayasızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp, hemen günahlarından dolayı bağışlanma isterler. (Al-i İmran Suresi, 135)
Yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenler. (Al-i İmran Suresi, 135)
Allah'a ve elçisine itaat ederler (Nisa Suresi, 13)
Namazı kılarlar, zekatı verirler, elçilere inanır, onları savunup desteklerler. (Maide Suresi, 12)
Doğru sözlüdürler. (Maide Suresi, 119)
Hicret ederler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd ederler. (Tevbe Suresi, 20)
Güzel davranışlarda bulunurlar. (Yunus Suresi, 26)
Rabbimize kalpleri tatmin bulmuş olarak bağlanırlar. (Hud Suresi, 23)
Tevbe ederler. (Meryem Suresi, 60)
Emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. (Müminun Suresi, 8)
Namazlarını (titizlikle) korurlar. (Müminun Suresi, 9)
Hayırlarda yarışırlar. (Fatır Suresi, 32)
Muhlistirler. (Saffat Suresi, 40)
Allah'ın ayetlerine iman ederler. (Zuhruf Suresi, 69)
Bizim Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tuttururlar. (Ahkaf Suresi, 13)
Takva sahipleridir. (Muhammed Suresi, 15)
Gönülden Allah'a yönelip, dönerler. (Kaf Suresi, 32)
Görmedikleri halde Rahman'a karşı içleri titreyerek korku duyarlar ve içten Allah'a yönelmiş bir kalp ile gelirler. (Kaf Suresi, 33)
İhsanda bulunurlar. (Zariyat Suresi, 16)
Seher vakitlerinde istiğfar ederler. (Zariyat Suresi, 18)
Yarışıp öne geçerler. (Vakıa Suresi, 10)
Adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. (İnsan Suresi, 7)
Ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. (İnsan Suresi, 8)
Elçiye gereken saygıyı gösterirler. (Hucurat Suresi, 3)
Bunlar dünya hayatına karşılık ahireti "satın almışlardır, Kuran'da geçen ifadeyle "güzel bir alışveriş" yapmışlar ve Allah onlardan, onlar da Allah'tan hoşnut olmuştur..
Peki bu kişiler ömürlerinin sonuna ulaştıklarında ne olacaktır? Allah'ın takdir ettiği ölüm anı onlarla nasıl ve nerede buluşacaktır? İster iman eden bir kişi olsun, isterse Allah'ın ayetlerini inkar eden bir kişi, hiç kimse nerede ve ne zaman öleceğini kesinlikle bilemez. Bu gerçek Kuran'da şöyle açıklanmıştır:
Görüldüğü gibi, dünyada güzel bir hayat yaşatılan müminin ölümü de güzel ve rahat olacak, ahiret hayatı meleklerin karşılamasıyla başlayacaktır. O andan itibaren dünyayla tüm ilişkileri kesilmiş ve kişi, Allah’ın huzuruna çıkmak üzere tesbit edilmiş bir yere yollanmıştır. Bunun devamında da mümini, en başından beri olduğu gibi rahatlık ve kolaylık beklemektedir...
kolay hesap
Bir önceki bölümde iman edenlerin canlarının melekler tarafından güzellikle alınacaklarından bahsettik. İşte bundan sonra hesap anı, yani insanların tüm yapıp ettikleriyle Rablerinin huzuruna çıkacakları an gelmektedir.
Kıyametin kopmasıyla birlikte başlayan tüm gelişmeler, dünya tarihi boyunca yaratılmış bütün insanların yeni bir bedenle diriltilmeleri ve cehennem ateşinin çevresinde biraraya toplanmalarıyla devam edecektir. Daha sonra tüm şahitler getirilecek, her bir kişinin amel defteri açılacak ve herkes dünya hayatındayaptıklarından hesaba çekilecektir. Bunların sonunda Allah müminleri rahmetiyle cehennem ateşinden kurtararak, cennetine sokacaktır. Şimdi bu muhteşem gösteriyi ayrıntılarıyla inceleyelim ve müminlerin kıyamet günündeki durumlarını ayetler doğrultusunda görelim.
Sur'a ilk üfürülüş ile Kıyamet başlamıştır. Dünya ve tüm evren, geriye dönüşü olmayan bir yokoluşa sahne olmaktadır: Dağlar parçalanır, denizler kaynatılır, gökler yok edilir...
Sur'a ikinci kez üfürülmesiyle birlikte insanlar diriltilir ve hesaba çekilmek üzere biraraya toplatılır. İnkarcılar dirilmiş olmanın şaşkınlığını üstlerinden atamadan, verecekleri hesabı düşünerek korku ve sıkıntı içine düşerler. En ufak bir ayrıntı dahi atlanmadan, hayatı boyunca yapmış olduğu herşey kişinin ve şahitlerin gözleri önüne serilecektir. Kafirleri öldürücü bir utanca sürükleyen bu anda müminler, sevinçli ve coşkuludurlar. Çünkü


"...O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir..." Tahrim Suresi, 8
Allah "Elçilerine ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem şahitlik yapılacağı gün yardım edeceğini, salih kulların, tüm hayatları boyunca yapıp-ettiklerinin yazılmış olduğu hesap defterlerini "sağ yanlarından" alacaklardır. Bu tanım, Kuran'da "kolay" hesaba çekilecek ve cennete sokulacak insanlar için kullanılmıştır:
Artık kitabı sağ eline verilen kişi, der ki: "Alın, kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış(anlamış)tım. Artık o, hoşnut bir yaşama içindedir. Yüksek bir cennette. Hakka Suresi, 19-22
Rablerinin kendilerine vaat ettiğine kavuşmak üzere olan müminler, o "ebedilik gününde" (Kaf Suresi, 34) heyecanlı ve mutludurlar, bu durumları bir başka ayette şöyle tasvir edilmiştir:
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)
Artık Allah, rahmet etmiş olduğu kullarının günahlarını da bağışlamış, kötülüklerini iyiliğe çevirmiş ve cennete girmelerine izin vermiştir. Kendisine "cennete gir" denilen mümin bir kişi ise, şöyle söyler
Takva sahiplerine vaat edilen cennet; onun altından ırmaklar akar, yemişleri ve gölgelikleri süreklidir.Bu korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkar edenlerin sonu ise ateştir. (Rad Suresi, 35)
Konuya başlamadan önce hemen belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır. İnsanlar arasında yaygın bir batıl inanış olan, "Cennetin sadece doğal güzelliklerden, yeşilliklerden ve akarsulardan ibaret olduğu" fikri, Kurani değildir. Elbette ki doğal güzellikler ve yeşillikler cennetin mükemmel atmosferini tamamlayan, çok güzel ve estetik bir fon teşkil eder. Köşklerin ve gölgeliklerin bahçelerin içinde, pınarların yanıbaşında kurulmuş olmasının hikmeti de budur. Ancak, yalnız başına "yeşillik" cennetin tamamını tarif etmek için yeterli olamaz.
Cennet…
Cehennem üzerine kurulmuş olan sırat köprüsünden geçilerek varılan gizemli hayat.
Hz. Adem’in yasak ağacın meyvesinden yediği için dünyaya gönderildiği yer…
İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rablerinin huzuruna suçlu olarak varmaktan korkanların ebedî âlemdeki makamı…
Allah’ın rızasını kazananlar için hazırlanmış mükafat.
Altlarından ırmaklar akar.. İçinde huriler oturan asmalı konaklar vardır. Mü’minler pınar başlarında yüzerler. Hüsna cennetinde Allah’ı görürler.…
Cennet, "...ne (yakıcı) bir güneş, ve ne de dondurucu bir soğuk..." (İnsan Suresi, 13) şeklinde tarif edilen, insana hiçbir rahatsızlık vermeyen, hoş bir iklime sahiptir. İnsanı bunaltan, terleten sıcaklar ya da titreten, donduran soğuklar orada yoktur. Allah müminleri cennette "...ne sıcak-ne soğuk, tam kararında bir gölgeliğe..." sokacaktır. (Nisa Suresi, 57) "Tam kararında" ifadesi, bu ayette iklimin tam insanın isteyeceği ve rahat edeceği gibi olduğunu bildirmekle beraber, aslında cennetteki bütün ortam ve şartların, insan ruhunun gerçek anlamda doyum sağlayacağı, rahat edeceği biçimde hazırlandığına işaret etmektedir. Cennetteki herşey ve her durum müminin "tam istediği" gibi olacaktır. Zaten başka türlü olması, bir kusur, eksiklik ve mahrumiyet anlamına gelir ki, cennette bu tür kavramlara yer yoktur.
Akan suyun görüntüsü, çıkardığı ses insanın kalbine huzur ve ferahlık verir. Yükseklerden dökülen suların görüntüsü, ve gür sesi ruha zevk verir. İnsanın Allah’ı şükretmesine ve O’nun adını yüceltmesine vesile olur. Özellikle su tepelerden, ağaçların ve yeşilliklerin arasından akıyorsa, ya da kayaların üzerinden süzülüyorsa oldukça etkileyici bir görünüm ortaya çıkar. Ya döküldüğü yerde birikir ya da kat kat havuzlar oluşturarak birinden diğerine akıp gider. Sürekli akan bir su, sonsuzluk ve tükenmeyen bir bolluk göstergesidir.
Bu estetik görüntülerin hoşa gitmesinin başlıca sebebi insan ruhunun cennete göre yaratılmış olmasıdır. Bir diğer ayette de bu güzellik şöyle ifade edilmiştir: "İçlerinde durmaksızın fışkırıp-akan iki pınar vardır." Rahman Suresi, 66
Akan suyun görüntüsü, çıkardığı ses insanın kalbine huzur ve ferahlık verir. Yükseklerden dökülen suların görüntüsü, ve gür sesi ruhtaki heybet ve ihtişam hislerini canlandırır. İnsanın Rabbine şükretmesine ve O'nun adını yüceltmesine vesile olur. Özellikle tepelerden, ağaçların ve yeşilliklerin arasından akıyorsa, ya da kayaların üzerinden süzülüyorsa oldukça etkileyici bir görünüm ortaya çıkar. Ya döküldüğü yerde birikir ya da kat kat havuzlar oluşturarak birinden diğerine akıp gider. Sürekli akan bir su, sonsuzluk ve tükenmeyen bir bolluk göstergesidir.
Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde Cennet, çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir. Bilhassa Kur'an-ı Kerîm bağları, ağaçları, altından ırmaklar akan güzellikler olarak anlatılmaktadır:
"O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: "(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım." Onlara: "Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmaya çalışın". Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azap vardır.
Münafıklar, müminlere "Dünyada sizinle birlikte değil miydik?" diye seslenirler. Müminler de onlara şöyle derler; "Evet, birlikteydik. Fakat siz kendiniz eğri yola saptınız, hep komplo peşinde koştunuz, gerçeklerden kuşku duydunuz, asılsız kuruntulara kapıldınız, sonunda Allah'ın emri gelince öldünüz, o yaman ayartıcı (şeytan) sizi Allah'ın affediciliğine güvendirerek baştan çıkardı (Hadid,13-14)
Cennet’te bulunan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyi işlerin netîceleridir. Allahü teâlânın beğenisinden herhangi biri, Cennetde, lezzetler, nimetler perdesi altında meydâna çıkar. Oradaki lezzetleri ve nimetleri Allahü teâlâ beğenir. Cennet’te sonsuza dek kalmak ve Allah’a kavuşmak büyük bir mükafattır.
Müminler, cennete girdikten sonra Allah'ı göreceklerdir. Bu görmenin mahiyeti hakkında kesin bilgi yoktur. Ancak bilginler Allah'ı görme olayında, bu dünyada varlıkların görülmesi için zorunlu olan şartların gerekmediğini ileri sürmüşlerdir.

Kur'ân-ı Kerîm'de "Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır" (Kıyâmet,22-23)

Resulullah (sav) buyuruyor:
"Muhakkak ki siz şu ayı görüşünüz gibi, Rabbinizi de göreceksiniz. Ve o sırada izdihamdan ötürü birbirinize zarar vermiş de olamayacaksınız"
"Cennetlikler Cennet'e girdiği zaman Allah (c. c.) şöyle buyuracak:
"Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?"
Cennetlikler de Şöyle derler:
"Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi Cennet'e koymadın mı, bizi Cehennem'den kurtarmadın mı? (o yeter)."
Rasûlullah sözlerine devam buyurarak:
"Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, Cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiç bir şey verilmiş olmaz. "
"Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır" (Hicr Suresi, 45) ayetinden de anladığımız gibi, müminler cennette bu tür yerlerde yaşarlar ve bundan zevk alırlar. Benzer başka bir ayette de "Şüphesiz muttaki olanlar, gölgeliklerde ve pınar-başlarındadır" (Mürselat Suresi, 41) şeklinde bildirilmektedir. Bahsedilen gölgelik, (Allah en iyisini bilir) oturmak ve güzellikleri seyretmek amacıyla özel olarak oluşturulmuş bir mekandır. Cennet köşkleri gibi gölgelikler de yükseklerde kurulmuşlardır. Böylece yükseklerden bakılarak daha aşağılardaki güzellikler seyredilir, birçok detay aynı anda görüş sahasında bulunur. Gölgelikler, özel olarak müminlere zevk alacakları bir ortam hazırlamak için yapılmış, her çeşit yiyecek ve meyvenin yeneceği, cennete has içkilerin içileceği, müminlerin biraraya gelerek sohbet edecekleri ve birlikte eğlenecekleri mekanlardır. Bu gölgeliklerin pınar başlarına, insan ruhunun çok hoşlandığı yerlere kurulmuş olması da buraların çekiciliğini artırmaktadır. Bu pınarlardan tertemiz, tadı güzel ve içenlere lezzet veren sular fışkırır.
Cennete has bir başka doğal güzellik ise ayette sözü geçen bahçelerdir. Şura Suresi'nin 22. ayetinde bahsedilen "cennet bahçeleri" sadece müminler için hazırlanmıştır. Bahçelerin özelliği, birçok doğal güzelliği uyum içinde barındırıyor olmasıdır. Bu bahçelerde dünyanın çeşitli bölgelerinde yetişen en narin ve en güzel kokulu bitkilerin benzerleri ve bunlar gibi sonsuz çeşidi yetişmekte, insanın bildiği ve de bilmediği birçok hayvan bir arada yaşamaktadır.
Bahçeler, değişik boylarda ağaçlar, “alabildiğine yemyeşil” (Rahman Suresi, 64) alanlar, bitkiler ve çiçekler, bazı yerlerde havuzlar ve fıskiyelerle süslenmiştir. Civarda görülen ağaçların bir kısmı da meyve ağaçlarıdır ve cennetin bolluğunu simgelercesine “yüklü dalları bükülmüştür” (Vakıa Suresi, 28), “üst üste dizilmiş meyveleri sarkmıştır”. (Vakıa Suresi, 29). Yeşillikler, deniz ya da göl kıyısına kadar kesintisiz devam eder. Bazı ağaçlar suların ulaştığı yerlerden bile çıkabilir.
Tüm bu saydıklarımız, cennete has özelliklerin ayetler ışığında tefekkür edebildiğimiz en genel bölümüdür. Bir kısmı dünyadakileri andıran, bir kısmı ise daha önce hiçbir nefsin görüp bilmediği, “çeşit çeşit inceliklere ve güzelliklere sahip” (Rahman Suresi, 48) olan cennetin nimet ve güzellikleri, tahayyül ve ifade sınırlarımızın çok ötesindedir. Bilinmelidir ki, bizim hayal gücümüzün ötesinde ve Allah’ın sonsuz ilmiyle hazırlanmış birçok güzellik ve sürpriz de cennette müminleri beklemektedir. Özellikle “... Rableri Katında her diledikleri onlarındır. İşte büyük fazl (nimet ve üstünlük) budur...” (Şura Suresi, 22) ayetiyle bildirildiği gibi, tüm doğal güzellikler de dahil cennetteki herşey müminin kendi zevkiyle dilemesi neticesinde gerçekleşmektedir. (En doğrusunu Allah bilir)
sonsuz lezzet
Ayetlerde cennet ehlinin en güzel yemeklerle ve çeşitli içeceklerle nimetlendirildikleri bildirilmektedir. İnsan cennette dünyadaki eksikliklerden arındırıldığı için, beslenme gibi bir ihtiyacı olmayabilir. Cennetteki yemek-içmek zevk almak için yaratılıyor olabilir.
Ayeti Kerime:Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere, afiyetle yiyin ve için.’ Mürselat Suresi, 43
Dünyada iman edip salih amellerde bulunan ve çaba harcamalarını Allah’ın şükre değer bulduğu müminler için cennette hazırlanan yiyecekler, dünyadakilere çok benzemektedir. Bir ayette cennet ehlinin bu benzerliği şu şekilde ifade ettiği haber verilir:
‘’Ey Muhammed) iman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her yedirildiğinde: "Bu daha önce de rızıklandığımızdır" derler. Bu, onlara, (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada, onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada süresiz kalacaklardır.’’ Bakara Suresi, 25
Gerçekten de dünyada insanın nefsinin çektiği, hem görüntü hem de tat olarak zevk veren yüzlerce çeşit yemek vardır. Bu yemeklerin benzerlerinin cennette de müminlere hoşnutluk vermek üzere var edilmeleri şüphesiz Allah için çok kolaydır.. Allah cennet ehline "yaptıklarınıza karşılık olmak üzere afiyetle yiyin ve için" (Mürselat Suresi, 43) şeklinde seslenmektedir. Bu, Allah tarafından bir ödüllendirmedir. Allah yemek yemeyi, içmeyi cennet ehline hesapsız bir rızık olarak çok zevk alınan, haz duyulan bir ödül haline getirmiştir.
Cennete kavuşabilmek için oldukça zorlu bir imtihan dünyasını geçmek gerekmektedir. İman edenler de dünyadaki hayatları boyunca Rabbimizin rızasını kazanmak için ciddi bir çaba ve üstün bir gayret göstermiş, gönülden O'na yönelip, sürekli şükredip, dua ve tevbe etmişlerdir. Rableri de bu çabalarına karşılık olarak onlara cennet nimetlerini "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere" diyerek sunmaktadır.
Müminlerin Allah'ü Teâlâ'yı Cennet'te görmeleri, herhangi bir yön, yer ve şekilden uzak olarak vmeydana geleceği, bizce bunu daha açıklayıcı bilgilere ulaşmak mümkün değil, gerisini "Allah bilir" deriz.
*İslam Ansiklopedisi


Cennette Kadın
Gerek cennet ve gerekse cehennem, hem erkek ve hem de kadın kullar için açıktır, yaratılış bakımından bu iki cinsin cennet ve cehenneme girmeyi hak etmede fırsat eşitlikleri vardır. Fiilen hak ediş ise serbest irade ile gerçekleştirilen iyi veya kötü davranışlara bağlıdır.
Kitap ve sünnet kaynaklarında, cennete veya cehenneme girme ve ebedi mutluluğa erme bakımından kadının ve erkeğin şansı eşittir…hiçbir cinse bir üstünlük verilmemiştir. "Nimette-külfette, cezada mükafatta eşitlik" bulunduğu bildirilmektedir.
Cennet yalnızca erkeklerin sarayları değildir; orada kadın da, erkek de saraylarının sultanlarıdır.
Cennette kadına da erkeğe de dilediği, arzu ettiği, canının çektiği, elde edince mutlu olacağı her şey verilecektir.
Cennet sonsuz bir mutluluk yeridir; ancak insanoğlu bu mutluluğu daha önce ne tanımış, ne tatmıştır. Bu sebeple insanların, dünyadaki zevkleri, alışkanlıkları, kadın-erkek ilişkisindeki cinselliği olduğu gibi ahirete taşımaları, ayet ve hadisleri buna göre yorumlamaları gerçeğe uygun değildir.
Erkek ve kadın olarak Allah’ın iyi ve has kulları cenneti; köşk, kadın, yiyecek, içecek, bağ ve bahçe için istamezler, cenneti aşık oldukları Cemal-i İlahi için ve Hz. Muhammed(s.a.) için isterler.Cennet şu anda var mı?
Ehl-i Sünnet inancına göre, Cennet halen vardır, yaratılmıştır, hazırlanmıştır. Nitekim şu ayet bunu açıkça ifade eder:
"Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan Cennet'e koşun. O Cennet takva sâhipleri için hazırlanmıştır. " (Âli İmrân, 133)
Ebedîlîği
Cennet’in de, Cehennem’in de varlığı ebedî olarak devam edecektir.
Kur’an ve Sünnet, hem Cennet’in, hem de Cehennem’in şu anda mevcut olduğunu, kıyamet, haşir ve hesap süreçlerinden sonra Cennetlikler Cennet’e, Cehennemlikler Cehennem’e gittikten sonra orada ebedî kalacaklarını açık bir şekilde ifade etmektedir.

Şu kadar ki, Cennet’e gidenlerin hiç birisi oradan bir daha çıkmayacak, ancak Cehennem’e gidenlerin bir kısmı, yani günahkâr mü’minler, günahları miktarınca azap gördükten sonra Cehennem’den azad edilecek ve ebedî hayatlarına Cennet’te devam edeceklerdir.

-"Cennet", ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki, şimdi mevcut, fakat dünyada görüşten gizlenmiştir. Ve "Cennet" denilince Kur'ân dilinde bilinen budur.
-Âdem'in cennette oturması hali, ahiret âleminin meydana gelişine benzer bir ilk oluştur. Ve bu durum bize göre bir makul âlemdir.
-Yeryüzü ile onun arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna da lüzum yoktur. O da aynı feza içindedir.

Bunda akla yaklaştırmak için söylenebilecek olan söz: Âdem'in ruhunun bütün kemal kuvvetlerini haiz olarak, maddeye, önceki unsurlara ilk ilgisi, diğer deyişle beşerin aslı olan ilk Âdem'le ilgili hücreciğin esîrî bir şekilde oluşumu ve ondan eşinin ayrılmasıdır. Muhyiddin-i Arabî'nin bir deyişine göre, ruhun tabiata ilk verilişidir.

Dedik ki; "Ey Adem, sen ve eşin Cennet e yerleşiniz, oranın yiyeceklerinden istediğinizi bolbol yiyiniz, fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursunuz. " Bakara Suresi 35.
Muaz b. Cebel (r.a.)'ın Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği şu hadis meseleyi açıklığa kavuşturur:
"-Hiç bir kimse yoktur ki, kalben tasdik ederek Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)'in, Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna Şehadet etsin de, Allah ona Cehennem'i haram etmiş olmasın (herhalde harâm eder)"
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat inancına göre, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah" diyen ve bunun gereğince iman edip salih amel işleyen her kimse Allah'ın izniyle mutlaka Cennet'e girecektir. Cennetlikler, hastalık, sakatlık, ihtiyarlık, huysuzluk vs. hallerden uzak olarak yaşayacaklardır.
İslam Ansiklopedisi

Cennettin Tabakaları
Cennet'in bir çok tabakası vardır. Ayetlerde adları geçen, Cennet'in en yüksek tabakalarıdır. Ayrıca bu tabakaların da bazıları çoğul olarak ifade edilmiştir. Allah Teâlâ'nın Nâim Cennetleri veya "Firdevs Cennetleri" şeklindeki çoğul ifade eden ayetleri buna örneğidir
1-Nâim Cenneti: "Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden kıl... " (Şuârâ, 85)
2-Adn Cenneti : "Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdırlar. Onların mükâfâtı Rableri katında And Cennetleridir ki onların altlarından nehirler akar, orada onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır. Bu Rabb'inden korkanlar içindir. " (Beyyine, 8,
3-Firdevs Cenneti : "Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs Cennetleri. vardır" (Kehf, 107 )
4-Me'vâ Cenneti: "İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me'vâ Cennetleri vardır. "(Secde, 19)
5-Dârü's-Selâm: "Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur. (Yunus, 25)
6-Dârü'l-Huld: "O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda (Cennet'e) kondurdu." (Fâtır, 35)
7) İlliyyûn :
‘’Fakat iyilerin yazısı illiyyindedir.
İlliyyinin ne olduğunu bilir misin sen.
Mühürlenmiş bir kitaptır o.
Yakınlaştırılmış olanlar onu görürler.
İyiler şüphesiz cennette nimetler içindedirler.
Tahtlar üzerinde kurulup etrafı seyrederler.
Yüzlerinde cennetin aydınlığını görürsün.
Onlara mühür!ü saf bir içecekten içirilir.
Sonu misktir, onun. işte yarışanlar bunda yarışsınlar.
Karışımı tesnimdendir.
Yakınlaştırılmış olanların kendisinden içtiği kaynaktan.’’ Mutaffifûn suresinin 18-128.
İlliyyin kavramı, yüceliği ve üstünlüğü ifade etmektedir.
İslam Ansiklopedisi

Cennetlikler Kimlerdir?
Kur'an ve Sünnet'te ifade buyrulduğuna göre, peygamberlerin davetine uyup iman eden ve amel-i sâlih işleyen kimseler Cennet'e gireceklerdir. Bu kimseler Cennetliktir. Esasen Allah'a ve insanlara karşı görevlerini yerine getirmekle insan daha dünyada iken manevî bir huzura kavuşur, maddî refah sağlanır ama tam manasıyla huzur ve kardeşlik Cennet'te gerçekleşir:

"Takva sahipleri, elbette Cennet'lerde ve pınarlardadırlar. Girin oraya selâmetle, emin olarak. Biz, O Cennetliklerin kalblerindeki kinleri çıkarır atarız. Hepsi kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar. Orada kendilerine hiç bir zahmet dokunmaz ve onlar oradan çıkarılacak da değiller." (Hicr,45-48).
Kur'an-ı Kerîm de:
-Namazını eksiksiz kılanlar,
-Malından bir kısmını yoksullara ayıranlar,
-Hüküm gününe inananlar,
-Allah'ın gazabından korkanlar,
-Irzlarına sahip olanlar,
-Sözlerine ve emânete sadık kalanlar,
-Doğru şahitlikte bulunanlar (1).
-Cenâb-ı Hakk'ın rızasını dileyerek sabredenler (2);
-Şükredenler (3)
-Yürekten tövbe edenler (4)
-Allah yolunda canını feda eden şehitler (5)
-Allah'a yönelmiş bir kalble idealize olmuş müslümanlara
-"Allah'ın ölçüsünde Allah'a yönelenlere" (6)
-İçinde ebedî kalınacak Cennet'e girecekleri yüce Rabbimiz tarafından müjdelenmiştir.



havzu kevser
Kevser bir Havuzdur. Allah’ın peygamberimize tahsis ettiği büyük bir ikramıdır.. Biz de Allah Teâlâ'dan ümidimizi kesmeden Havzu Kevseri isteyebiliriz. Allah,tan âhirette onun tadını bizlere nasip etmesini dileyebiliriz
Hadîsi Şerifler havuzun bazı vasıflarını belirtmiştir. Enes (r.a) ın naklettiği bir Hadisi Şerifte , Hz. Peygamber (s.a) bir ara uyukladıktan sonra tebessüm ederek başını kaldırdı. Ashâb 'Ey Allah'ın Rasûlü! Neden güldün?' diye sordu. Hz. Peygamber 'Bana şimdi bir ayet indi dedikten sonra Kevser sûresini okuyup şöyle dedi:
- Kevser'in ne olduğunu biliyor musunuz?
-Allah ve Rasülü daha iyi bilir.
- Kevser, bir nehirdir. Rabbim cennette onu bana va'detti. O nehrin üzerinde çok hayır vardır. Onun yanında bir havuz var. Kıyamet gününde ümmetim o havuzun başında toplanacak. O havuzun kapları gökteki yıldızlar kadar çoktur.
Kevser Havzunun sıfatlarından biri de, Bu Havuzun suyundan içen bir kimse hiçbir zaman susamayacak. ‘’Muhakkak biz sana Kevser'i verdik.
Öyleyse Rabb'in için namaz kıl ve kurban kes.
Muhakkak ki sonu kesik olan, sana buğzedendir.‘’ Kevser Suresi 1-3


cennette müminlerin yaşadıkları yerler
‘’Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.’ Tevbe Suresi, 72
‘’Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise, onlara yüksek köşkler vardır, onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu), Allah'ın va'didir. Allah va'dinden dönmez.’’ Zümer Suresi, 20

.
‘’Adn cennetleri (onlarındır); oraya girerler, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler. Ve orada onların elbiseleri ipek(ten)dir. Derler ki: "Bizden hüznü giderip yok eden Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir. Ki O, bizi Kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz."Fatır Suresi, 33-35
İhtişamlı tahtlar üzerinde oturan müminler çevrelerini “bakıp-seyretmektedirler. Dünyada gördüğü güzel bir manzaranın, güzel bir görüntünün karşısından ayrılmak istemeyen insan için cennetteki muhteşem manzaraların ve güzelliklerin yalnızca seyredilmesi bile görsel bir ziyafet, büyük bir nimettir. Müminlerin bakıp seyrettikleri bir eğlence ya da bir şölen de olabilir.

Dünyanın yaratılışından yokoluşuna kadar yaşamış ya da yaşayacak müminlerle bu zevkleri ve güzellikleri paylaşmak da sadece cennete has bir nimettir. Örneğin Hz. Musa ile, Hz. İsa ile ya da diğer salih müminler ve sahabelerle karşılıklı tahtlarda oturup sohbet etmek, birlikte Allah’ı anmak dünyada nasip olabilecek bir zevk değildir, bu zevk ancak cennete mahsustur.
Cennette müminlerin her diledikleri şey yaratılacaktır. Allah dileklerinin kendilerine ulaştırılması için özel hizmetkarlar görevlendirmiştir. Allah'ın cennetine layık kıldığı müminler son derece değerli ve seçkin insanlardır. Müminlerin hizmet edilen, "ikram görenler" (Saffat Suresi, 42) konumunda olmaları da Allah'ın onlara verdiği değeri gösterir. Müminlere hizmet etmeleri için yaratılan hizmetkarlar müminlerin arasında dönüp dolaşırlar, müminlerin bir dediği iki edilmez. Sürekli, kesintisiz bir hizmet ve ikram yapılır
Cennette müminlerin dilediklerinin anında sebepsiz yaratılmasının yanısıra, nimetlerin böyle kusursuz bir hizmet ve ikram içinde sunulmaları da görkemli bir güzellik oluşturur. Hizmette kullanılan eşyalar da çok değerli, kaliteli ve gösterişlidir. Ayetlerdealtın ve gümüş kullanıldığı anlatılır:
Allah "Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez." (Araf Suresi, 31) ayetiyle iman edenlere şık ve temiz kıyafetler giymelerini tavsiye etmiştir. İşte cennette müminlere giydirilecek kıyafetler de, dünyadakilerden kat kat ihtişamlı ve gösterişli olacaktır.Kuran'da özellikle cennette bulunan iki kumaşa dikkat çekilmiştir: İpek ve atlas. Bir ayette cennettekiler için "hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan (elbiseler) giyinirler" (Duhan Suresi, 53) denmiştir. Bu iki kumaş da dünya standartlarında az bulunan, pahalı ve çok kaliteli kumaşlardır. Bunlardan yapılan elbiseler de giyen kişiye estetik bir zevk vereceği gibi seyreden kişiye de çok büyük bir zevk verecektir. Bu elbiselerin güzelliği ve ihtişamı, onları taşıyanların güzelliği ve kusursuzluğu ile bütünleşir ve ortaya muhteşem bir manzara çıkar.

Allah Kuran’da cennetle ilgili pek çok detay vermiş, ancak hayalgücünü açık bırakan ifadeler de kullanmıştır. Cennette (En doğrusunu Allah bilir) her müminin kendi zevkine göre özel olarak ayarlanmış türlü nimetler, görüntüler ve çeşit çeşit mekanlar olacaktır. Kuşkusuz Allah, cennete layık ve ehil kıldığı değerli müminlere, Kuran’da belirttiği nimetlerin dışında daha nice sürprizler hazırlamıştır.
nasıl bir yer olacağını ana hatlarıyla tahmin edebilmekteyiz. Biliyoruz ki Allah müminleri "Kendilerine tarif edip tanıttığı cennete sokacaktır". Böylece dünya hayatında da, Allah'ın izniyle cennete dair bilgiler edinmemiz mümkün olmaktadır. Ancak edinilen bu bilgi, sadece Allah'ın bize öğrettiği ve cenneti tefekkür etmemize vesile olan bilgidir. Bu bilgi cennetin tamamını tarif ediyor diyemeyiz. Özellikle, bazı ayetlerde dikkat çekilen çok önemli bir ayrıntı vardır, bu da cennetin "hayalgücünü harekete geçiren" tasviridir. Şimdi, bu ayetlere bir göz atmadan önce hatırlatılması gereken bir noktaya değinelim. Kuran'da bahsi geçen "bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar" örneği bizlere, cennetin, insanların hayallerindeki biçiminden de öte bir yer olduğunu hissettirir. Bu ayet insan ruhunda, cennetin bir 'sürprizler mekanı' olduğu izlenimini uyandırmaktadır.
Allah cennetten "bir şölen" olarak bahseder:
Ama Rablerinden korkup-sakınanlar; onlar için Allah Katında -bir şölen olarak- altından ırmaklar akan -içinde ebedi kalacakları- cennetler vardır. İyilik yapanlar için, Allah Katında olanlar daha hayırlıdır. Al-i İmran Suresi, 198
Allah bu ayetinde cenneti bir kutlama ve bir eğlence yeri olarak tanıtmıştır. Dünyanın "bitişi", imtihanın kazanılması ve Kuran'daki tarifiyle asıl yurda, yani kalınacak yerin güzel olanına ulaşılması, şüphesiz ki kutlanmaya değer bir sonuçtur. Bu kutlama, süresi, boyutları ve içeriği dünyadakilerin hiçbiriyle kıyaslanamayacak kadar görkemli bir kutlama olacaktır. Böyle bir şölenin, dünyada geçmişten günümüze dek, tüm kavimlerin, tüm ülkelerin adet ve geleneklerinde yer alan kutlama, gösteri, ve eğlencelerin ötesinde olacağı muhakkaktır.
Kuran'da bu mükemmellik cennetteki müminlerin ağzından şöyle duyurulur: "...Burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz". Fatır Suresi, 35

İnsanı yaratmış olan Allah, onun nefsinin isteyebileceğini ondan daha iyi bilmektedir ve bunları bir mükafat olarak müminler için cennette yaratacaktır. Kuran'da bu nimetlerin bir kısmı insanlara bildirilmiş, kalanları ise herkesin zevkine, arzularına ve hayalgücüne bırakılmıştır. Aslında genel hatlarıyla tüm müminler benzer şeylerden hoşlanırlar, farklılaşma ince detaylardadır. İnsanın dünya şartlarında imkansız gibi gözüken pekçok nimeti, ya da hakkında ilim sahibi olmadığı nimetleri Rabbinden isteyebilir. Ayrıca müminlere cennette öğretilecek olan nimetler de müminler tarafından istenilebilir. Bunu ise sadece Allah bilmektedir.
Cennetin bu eşsiz güzelliklerini tasvir eden bir başka ayet ise şöyledir:
‘’Onların etrafında altın tepsiler ve testilerle dolaşılır; orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı herşey var. Ve siz orada süresiz kalacaksınız." Zuhruf Suresi, 71
Unutulmaması gerekir ki, ‘doğruluk makamı’ olan cennetin en büyük nimetlerinden biri de cehennem azabından korunmuş olmaktır . Tüm bunlar, büyük şükür vesilesi olmaktadır. İman edenlerin Allah’a nasıl şükrettikleri Kuran’da şöyle haber verilir:
Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.(Tevbe Suresi, 72
Cennetin üstün olan en büyük nimeti, Allah'ın rızasıdır. Müminin Allah'ın rızasını kazanabilmiş olmasından dolayı hissettiği sevinç ve huzurdur. Dahası, Allah'ın verdiği herşey için O'ndan razı olmanın, O'na daimi bir şükür içinde bulunmanın verdiği asil mutluluktur. Kuran'da, cennet ehlinin bu vasfına şu şekilde dikkat çekilir:
"... Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur." Maide Suresi, 119
Müminlerin Allah'ın rızasını kazandıklarını hissetmelerinin en çarpıcı ifadesi ise, Allah'ın onlara görünecek şekilde tecelli etmesidir. Dünyada bu durum olanaksızdır, çünkü ayette belirtildiği gibi,
"gözler O'nu idrak edemez..." (Enam Suresi, 103).
Ancak Kuran'da bildirildiğine göre, Allah, ahirette mümin kullarına belirli bir şekilde tecelli ederek gözükecektir. Bunun nasıl olacağı ise Allah Katındadır. Ancak ayetlerde geçen ifadelere göre, mahşer günü, Allah sekiz meleğin taşıdığı arşında müminlerin karşısına gelecektir. (Hakka Suresi, 17)
Ayetlerde haber verildiği üzere o an müminlerin "yüzleri ışıl ışıl parlar, Rablerine bakıp-durur". (Kıyamet Suresi, 22-23) Dahası "çok esirgeyen Rabbdan onlara bir de sözlü 'Selam' (vardır)". (Yasin Suresi, 58) İçinde bulundukları doğruluk makamı, Allah'ın onurlu-üstün makamıdır ve müminler burada "çok kudretli, mülkünün sonu olmayan (Allah)ın yanında, doğruluk makamındadırlar". (Kamer Suresi, 55)
Tüm bunlar, müminlerin Allah'ın rahmetini ve rızasını üzerlerinde en yoğun biçimde hissetmeleri anlamına gelir ki, olabilecek en büyük nimet budur. Allah'ın rızasını kazanmış olmak, hiçbir maddi güzellikle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir sevinç ve mutluluk verir insana.
Aslında cennetin diğer nimetlerini değerli kılan şey de, yine Allah'ın rızasıdır. Çünkü aynı nimetler dünyada da kısmen var olabilirler, ama Allah'ın rızası dahilinde olmadıktan sonra mümin için bir anlam taşımazlar.
Bu nokta son derece önemlidir ve iman edenlerin bunun üzerinde dikkatle düşünmeleri gerekmektedir. Çünkü nimeti asıl değerli kılan şey, onun kendi içinde taşıdığı lezzet ve zevkin çok daha ötesinde bir şeydir. Asıl değer, o nimeti Allah'ın "ikram" etmiş olmasıdır. O nimeti kullanan ve bunun için Allah'a şükreden mümin, Allah'ın ikramıyla muhatap olduğunu, Rabbimiz'in kendisini sevdiğini, koruyup-gözettiğini ve kendisine rahmetinden tattırdığını hisseder ki, asıl hazzı bundan alır. Nimet, bir amaç değil, araçtır. İnsanın Allah'a daha çok şükretmesini sağlamak için vardır. Dolayısıyla cennetin tüm nimetleri de yine birer araçtır; içindeki müminler ebediyen Allah'a şükretsinler diye yaratılmışlardır. Onları değerli kılan en önemli şeylerden biri de budur. Kısacası, cennetteki nimetler, insanın Allah'a yakınlaşması, O'nun ebedi dostluğunu, sevgi ve hoşnutluğunu kazanmanın tarifsiz zevkine ulaşması için bir vesiledir. İşte bu nedenle, Allah'ın rızası cennetin en büyük nimetidir. Ve diğer maddi zevklerin hepsinin çok ötesindedir.
Cennette, tüm maddi nimetler Allah'ın rızasına uygun bir biçimde vardırlar. Hurileri Allah özel olarak yaratmış ve kullarına ikram etmiştir. Evler, yiyecekler, tabiat güzellikleri ve diğer herşey, Allah tarafından sunulmaktadır. Onları değerli kılan şey de budur.
İşte bu nedenle, insanın kalbi ancak cennetle tatmin olur. Allah'a kulluk etmek için yaratılmıştır ve bu yüzden ancak O'nun ikramından zevk alır. Dünyada ise, cenneti andıran ortamlarda, yani nimetlerin O'nun rızasına uygun ve O'na şükredilerek kullanıldığı ortamlarda huzur bulur. İnkarcıların eskiden beridir hayalini kurdukları "yeryüzünde cennet" ideali, işte bu nedenle mümkün değildir. Cennette var olan maddi güzelliklerin dünyadaki benzerlerini alıp bir yere toplasanız bile, Allah'ın rızası olmadıktan sonra, hiçbir anlam ifade etmezler. Hem Allah, o maddi güzelliklerden alınan zevki de hemen yok eder.
Kısacası, cennet Allah'ın bir ikramıdır ve bu nedenle değerlidir. Cennet ehli, "ikrama layık görülmüş kullar"dan (Enbiya Suresi, 26) oldukları için ebedi mutluluk ve sevince kavuşurlar. Orada söylenecek en hikmetli söz ise "Celal ve ikram sahibi olan" Allah'ın adını övüp yüceltmektir. (Rahman Suresi, 78)
‘’ -Onlar Allah'a yakındırlar.
- Bol nimetli cennetlerdedirler.
- Çoğu öncü ümmetlerden,
- Birazı da sonrakilerdendir.
- Altın işlemeli tahtlarda otururlar.
- Karşılıklı olarak bu tahtlara kurulurlar.
- Hiç ölmeyecek genç hizmetçiler aralarında dolaşır,
- Gürül gürül akan bir çeşmeden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.
- Bu içki ne başlarını ağrıtır, ne de sarhoş eder.
- Hoşlarına giden meyvalarla,
- İştahla yiyecekleri kuş etleri ile,
- Onlara iri gözlü huriler sunulur,
- Tıpkı sedefteki inciler gibi.
- Yaptıkları iyiliklerin karşılığı olarak,
- Orada ne boş ve ne günah içerikli bir söz işitirler.
- İşittikleri tek söz "selâm, selâm "dır. Va kıa Suresi 11-26
Burası Cennet’tir, bol nimetli cennet ile ödüllendirilmişlerdir. Bu nimetlerin en büyüğü, en değerlisi "Allah'a yakın olma, Allah’ı görebilme" nimetidir. Orada yasak olan hiçbir şey yoktur. Oranın mutlu ve sürekli konuklarının canlarının çekmediği hiçbir şey de yok.
Onların tüm hayatı selâm ve, esenlik içindedir… Ayıplardan, âfetten arınmış, bütün korktuklarından emin olmuştur. Huzur ve esenlik, kanat çırpar, Bu bol nimetli ve güvenli ortamda melekler onlara hizmet verir, birbirleri ile selâmlaşırlar ve kendilerine rahmeti bol olan Allah'ın selâmı iletilir. Bütün bu nimetler dünyadaki iyi davranışlarının ödülüdür.
Cennet kavramına inanan inançlı kişiler genellikle cennetin insanların bir kısmı, çoğunluğu veya hepsi için ahirette bulunan nihai bir varış noktası, bir mekan olduğunu düşünürler. Ayrıca cennet kavramına sahip inançların çoğunluğunda cennet iyi insanların ulaştığı bir ahiret mekanıyken, cennetin zıttı olan kötü insanların ulaştığı cehennem diye anılan bir ahiret mekanı bulunur. Cennet genellikle farklı tanım ve niteliklerle harika, çok iyi ve mükemmel bir mekan olarak düşünülmüştür. Cennet kavramının bulunduğu her inanç, felsefi akım, kültür ve gelenekte cennet kavramı farklı yorumlanmış ve tanımlanmıştır.

Cennet İslam'da, İslam dinine inananların ebedi olarak kalacakları bir mekandır. İslam'a göre cennetteki hayat sonsuz olacaktır. Ayrıca cennette olacaklara birçok mükafat verilecektir. İslam kafir (inanç esaslarından bir veya daha fazlasını inkar eden), müşrik (ALLAH'ın birliğine ortak koşan) ve münafık (Müslüman gibi görünüp İslam'a inanmayan) kişiler cennete giremez, ebedi olarak cehennemde kalırlar.
Müslüman olup, Yani kim ki ‘Allah vardır ve birdir’ diyor, ancak günah işlemeye devam ediyorsa Allah günahlarını affetmezse, bir süre cehennemde günahlarının cezasını çekecek daha sonra da cennete gireceklerdir..

Cennet, hayâle gelmeyen maddî ve mânevî nimetlerle dolu olan, 8 tabakaya ayrılmış ebedî bir mükâfat yeridir. Mü'minler Cennette pek çok nimetlere kavuşacaklardır. Bu nimetlerin en büyüğü Cenâb-ı Hakk'ı görmek ve cemâlini seyretmek nimeti olacaktır. Bu nimetin cennetteki diğer bütün nimetlerden daha tatlı, kıymetli ve zevkli olduğu rivayetlerde gelmiştir.
- Defterleri soldan verilenler. vay gele başlarına!
- Onlar gözeneklerine işleyen kavurucu bir rüzgar önünde ve kaynar su içinde,
-Kara ve boğucu bir dumanın gölgesi altındadırlar.
- Ne serinliği ve ne de okşayıcılığı var.
- Çünkü onlar vaktiyle varlık içinde azıtmışlardı.
- Büyük günahı (Allah'a ortak koşmaya) işlemekte ısrar ediyorlardı.
- "Ölüp toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz yeniden mi diriltileceğiz?"
- "Eski atalarımız da mı?" diyorlardı.
- De ki: "Öncekiler de, sonrakiler de."
- "Belirlenmiş bir gününün randevusunda bir araya getirileceklerdir."
- Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar,
- Size kesinlikle Zakkum ağacının meyvası yedirilecektir.
- Onunla karınlarınız doldurulacaktır.
- Üzerine de kaynar su içeceksiniz.
- Onu, içtikçe susayan develer gibi içeceksiniz.
- Onlar hesap günü işte böyle ağırlanacaklardır.Vakıa Suresi 41-5
‘’Ateşin içinde birbirleriyle tartışırken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara dediler ki: "Biz size uymuştuk. Şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?’’ Müminin Suresi 47

O gün şu anda içinde bulunduğunuz, sahnelerini seyrettiğiniz, bol tanıklı gündür
Defteri soldan verileceklerin Zakkum ağacı, defterleri sağdan verilecek olanlara sunulacak olan "dikensiz sedir ağaçları" ile "meyva yüklü muz ağaçları"nın karşılığıdır.
Kötülük ve günahların sebebleri çok, yapılmaları kolay olduğu için, bâzan Allah’ın razı olduğu iyi bir amelinden dolayı, Allah o kulunun çok günahlarını af edecektir...
Bu konuda Peygamberimizden pek çok hadîs rivayet edilmiştir. Peyganberimizin şöyle bir olay anlattığı rivayet edilir
"Bir yolcu yolunda giderken çok susamış, yolunun üstünde bir kuyuya rastlamış, su çekmiş, kana kana içmiş. Kuyu başında bir örmüş. Hayvan susuzluktan dilini çıkarıp solumakta, toprağın rutubetli kısımlarını yalayarak susuzluğunu gidermeye çalışıyormuş. Bu yolcu kendi kendine, `Ben susuzluktan ne kadar yandıysam, bu hayvana da susuzluktan benim gibi yanmıştır. Su bulamazsa Zavallı hayvan ölecek` diye düşünmüş ve hayvana acımış. Ayakkabısını Kuyuya salmış, ayakkabısının içine su doldmuş, suyu böylece köpeğe içirmiş. İşte onun bu iyi hareketinden dolayı, Allah o kulundan razı olmuş, onu meleklerine öğmüş ve bütün günahlarını bağışlayarak Cennetine koymuştur..." Bâzı rivâyetlerde, köpeğe su veren kimsenin, "fâhişe" bir kadın olduğu da kayıtlıdır. Mü`minler, birbirleriyle olan münasebet ve muamelelerinde, Allah`ın Mizan-ı Ekber`deki bu adalete uygun hareket etmelidir. Eğer bir adamın iyilikleri kötülüklerinden fazla ise, o adamın dünyada sevilen ve hürmet edilen iyi insanlardan olduğunu unutulmamalıdır.

Şuayb Aleyhisselam, Kitapta Mizana Misal olarak verilen isimdir. Ölçüyü tartıyı doğru tutup değerlendirmeyi ölçüden sapmadan, ölçüyü bozmadan - karıştırmadan yapmaktır. Tartıyı hakka uygun bir şekilde tartmaktır. Maksat satanında, alanın da bir birlerine hakkı geçmemelidir. Bilhassa bilerek haksızlık yapmamaktır.
Esasen ve önemli olan, Tartmak – Ölçmek; Kur’an’ı ve içindeki ayet ve sureleri gereğince değerlendirmek, doğru takdir etmektir. Sadece tüccarların terazisini doğru tutması değildir. Hayatta ve İnsanlar arasında her konuda Allah’ın hükmüne göre karar vermek, Ona göre görüş bildirmektir. Kur’an’ı gereğince takdir edemeden itiraz eden için, kitapta “Kahrolası, nasıl ölçtü” denir.
Sana indirilen satırlanmış kitabı gereğince değerlendirirsen, O’ndaki açıklamaları, özellikleri gereğince ölçer, gereğince düşünür, değerlendirir ve ondan sapmaz isen, O’ndaki kavramları esas alırsan, O’na dayanır isen; göreceksin ki sana Rabbinden “Gerçek” gelmiş bulunmaktadır. Varlık ve Hayat kitabının “Gerçek açıklaması” gelmiş bulunmaktadır.
Mizan dahi Kur’an’dadır. Ve Kur’an’ın kendisidir. Allah, onunla Kitabı ve Mizanı indirmiştir.
Bu mizan, bize verilen değerlendirme ölçüsüdür. Din kelimesi, derecelendiren, dosdoğru takdir eden, neticelendiren demektir.
Bir kavram ya da konu, Kur’an’da zikredilmiş ise ve ne kadar zikredilmişse O konunun değeri ve önem derecesi de o kadardır. Bu dengeyi bozmamalıdır. Önemi az bir konuyu daha önemli bir konunun önüne çıkarmak, dengeyi bozmaktır.
Bir konu eğer kitapta zikredilmemiş ise; ya o kadar önemli değil, ya da Allah’ın affettiği veya bize bıraktığı, bizi sorumlu tutmadığı şeylerdir. Gerçekte önemsiz şeyleri önemseyerek, üstelik Allah’tan gelmiş gibi söyleyerek dine sokmak, Mizanı tamamen bozmaktır. Bu durum insanların önemsemediği, fakat gerçekte çok büyük bir zulümdür. “Allah’a iftira” ve “Şirk” koşmuş olur.
Kendimizi haşir ve değerlendirme günü öncesinde değerlendirmek için Kitaba – Mizana ne kadar uygun olduğumuz ile ölçebiliriz. Eğer kitaptan haberimiz yoksa, kendimizden de haberimiz yok demektir. Oysa kendimize dair bilgi de bize kitapta verilmiştir.
Din gününün Malikine Hamd olsun.
İnsanlara sırf yaptıklarının gösterilmesi ve yaptıkları ile yüzyüze gelmeleri çok dehşetli ve akıllara durgunluk verecek bir cezadır. Ve yaptıklarını gördükten sonra tartıya sokulmayan ve karşılığı verilmeyen zerre kadar iyiliği ve kötülüğü dışarda bırakmayan çok hassas ince bir hesaba çekilme gelecektir.
Şu anda bilim, varlıkların "Atom" larının bu ismi taşıyan en küçük bir nesne olduğunu isbat etmiştir. Yarın bu nesneleden, atomdan daha küçüğü isbat edilirse zerre o dur.
Kuranda bahsedilen ‚zerre ‚ vicdanlarda olan soyut bir "imaj"dır. Ki daha önce hiçbir bilgin bu görüntüyü ne çıplak gözü ile ne de mikroskopla görebilmiş değildir. Görülebilenler sadece atomun fonksiyonlarıdır.
İşte bu zerre, ya da bu kadar ağırlıktaki iyilik veya kötülük o gün gelir, ve onu yapanlar görür ve karşılığını da Alır. O zaman "insanoğlu" iyilik olsun kötülük olsun, yaptığı hiçbir şeyi küçük görmez. "Bu küçüktür hesap ve tartıya gelmez" demez. Vicdanı yaptığı her amelin karşısında, şu kefesini zerre kadar ağırlığın kaldırıp indirebildiği hassas terazinin hareketi gibi tir tir titrer.






















23. CEHENNEM
Kuran-ı Kerîm'de inanan ve güzel amel işleyen kimselere Cennet vadedildiği gibi kâfir ve günahkâr olarak ölen kimselere de Cehennem hazırlanmıştır.
Cehennem, derin kuyu, ahirette kâfir ve günahkâr kimselerin azap çekecekleri ceza yeri. Tövbe etmeden günahkâr olarak ölen ve Allah'ın kendilerini affetmediği mü'minlerin de gideceği yer. Ancak Allah’a iman etmiş, Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu kabul etmiş mü’minler orada ebedî kalmayacaklar. Günahları kadar kalıp, sonra oradan kurtulup Cennet'e girerler ve orada ebedî kalırlar.
Allah Cehennem'i diğer yaratıklardan önce yaratmıştır. Şu anda mevcuttur, yok olmayacaktır.
"Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odunu insanlarla taşlardır. O kâfirler için hazırlanmıştır. " (Bakara Suresi, 24)
Cehennem'in en açık vasfı ateş oluşudur. Ateş, insana çok büyük acı ve ızdırap verdiği için ahirette kâfir ve münâfıkların cezası ateşle verilecektir. Böylelikle Cehennem, Allah'ın tutuşturulmuş ateşinin ismidir, Cehennem yerine bazen ateş manasına "nâr" kelimesi kullanılır:
"Şüphesiz ki münâfıklar nâr'ın en aşağı tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı bulamazsın."(Nisâ Suresi, 145).
Cehennem, insanın hayal gücünün alamayacağı kadar büyük acıların yaşayacağı bir yerdir. cehennem Allah'ın "Kahhar", "Cebbar" sıfatlarının en şiddetli tecelli ettiği ve dünyadaki hiçbir azapla kıyaslanamayacak azaplarla dolu, korkunç bir ortamdır. Parmağının ucunun yanık acısına bile dayanamıyan aciz bir insanın rahat ve umursamasız bir şekilde böyle bir azabı göze alması, akılsızlığın açık bir göstergesidir. Allah'ın azabını hafife alan bir kimse gerçekte Allah'ın kadrini gereği gibi takdir edemeyen, bir insandır.
İnsanı iyi davranışlara yönlendirilmesi bakımından Cennet ve Cehennem inancının dünya hayatına etkileri çoktur. Kişi, gizli ve açık yaptığı her şeyin karşılığını, bulacağını ve Cehennem'deki cezânın dehşetini hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verecektir.

Cehennem'de görülecek azabın miktarına, şiddet ve şekillerine gelince; Bu hayat henüz yaşanmadığı için bu konuda Allah ve Rasûlü'nün bizlere bildirdikleri ile izah edebileceğiz..Ancak Kuran ayetlerinde cehennem yaşayan bir canlı gibi tasvir edilmiştir. Bu canlılık, inkarcılara karşı cehennemin isbatı ve öfke, nefret, hıncının ifadesidir. Cehennem canlı bir varlık olarak, yaratıldığı günden beri, sabırsızlıkla, Allah’ı inkar eden kafirlerden intikam almayı beklemektedir. Cehennem, ayetlerde belirtildiği gibi, inkarcılara delicesine susamıştır. Kafirlere olan nefretinden çılgına dönmüştür. Bu ateşin yaratılışının amacı, daha doğrusunu Allah bilir, ancak bizim zannımızca; Yaratıcımızın ‘Kahhar’ yani kahredici sıfatının tecellisinin korkunç bir azap olduğudur. Bu azap ‘Ateş’ tir, o da görevini yapacak, acıların en büyüğünü tattyıracaktır.
Alemlerin Rabbi olan Allah o gün yarattığı kullarından hesap sorarken; Herşeyi benzersiz ve mükemmel bir şekilde yaratan, kafirler için aynı mükemmellikte bir azap hazırlamıştır. Bu da cayır cayır yanmakta olan Cehennem dir, dır. Kimse o gün O'nun vereceği acının bir benzerini veremez.
İnsan, eğer dünyadaki yaşamında Allah'a kul olmamışsa ve bu büyük güne iman edip ona hazırlık yapmamışsa, pişmanlığın en büyüğünü yaşayacaktır. Toprak olmayı, dirilmeye bin kere tercih edecektir. Ancak bu pişmanlığın zamanı geçmiştir. Aksine, bu pişmanlık onun için yeni bir azap kaynağı olacak, cehennemde çekeceği fiziksel acıların üzerine bir de manevi işkence olarak eklenecektir.
Azabın bir başka şekli, bazı günahkarların özel olarak yüzlerinin yakılmasıdır. İnsanlara kibirlenen, bu kibirle kendisini üstün gören vücutlarının en önemli yeri yüzleridir. Çünkü yüz kişiye ayrı bir fert olma özelliği kazandırır. "Ben" diye tanımlanan varlığın en belirgin simgesidir. Güzellik ve çirkinlik kavramlarının en yoğun olarak toplandığı bölgedir. İnsanlar, yüzü ileri derece yanmış birisinin görüntüsünden, şiddetli bir acımayla karışık ürperti hissederler. Ardından benzer bir felakete karşı Allah'tan koruma isterler. Hiç kimse böyle bir felaketi kendisine kondurmak istemez ve zaten kısa sürede bu görüntü unutulur. Ancak inkarcıların gaflette olduğu bir şey vardır ki, o da benzer bir sona hem de akıllarının alamayacağı kadar şiddetlisine adım adım yaklaşmakta olduklarıdır. Cehennemdeki ateş insan vücudunun her noktasına büyük acılar verir. Ama insanın yüzünün yanması en acısıdır. Gözler, kulaklar, burun, dil ve derinin, yani beş duyunun bulunduğu tek ve en önemli bölgedir yüz. İnsan yüze gelecek darbelere karşı çok hassastır, en ufak bir harekete şiddetli bir refleksle cevap verir.
Cehennemde ise yüz, ateşte kızartılır, kaynar sularla haşlanır. Acının en yoğun olarak hissedildiği yere en ağır işkenceler yapılır. Ayetlerde, bu azap şöyle tasvir edilir:
Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: "Eyvahlar bize, keşke Allah'a itaat etseydik ve Resule itaat etseydik." Ahzap Suresi, 66
Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. İbrahim Suresi, 50
Dünyada iken birbirlerini çok sevdiklerini söyleyen ve birlikte Allah'a karşı isyan eden kafirler, cehennemde birbirlerinin ateşini beslerler. Orada tam bir ihanet söz konusudur. Allah'tan başka edinmiş oldukları tüm dostlar, en yakınları, eşleri dahi birer düşman haline gelmişlerdir.

Canlı ve cansız odunlarla bu şekilde yanan ateş, bir de kafirleri "haşlayan" suları kaynatır. İnsanın en büyük organı vücudunu çepe çevre saran, hissetmesini, zevk almasını sağlayan derisidir. Kalınlığı birkaç milimetreyi geçmez. İnsanın en çok değer verdiği yüzü, elleri, kolları, bacakları ve diğer bütün organları deri tarafından sarmalanmıştır. Derinin hassaslığının sebebi, hissetmeyi sağlayan sinir uçlarının derinin her noktasına yayılmış olmasıdır. Bu yüzünden deri en büyük acı kaynağı olur. Ateş deriyi kavurur yakar, kaynar su ise haşlar. Kaynar su insanın derisini tek bir nokta boşta bırakmaksızın çepeçevre sarar, haşlar, kabartır, deri iltihapla şişer, su toplar ve patlar, böylece dayanılmaz bir azaba düçar olur. Dünyadaki fiziksel güzelliği, gücü kuvveti, makamı, şöhreti, hiçbir şeyi insanı kaynar bir suya karşı dayanıklı kılmaz. Kuran'daki ifadeyle,
"küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır". (Enam Suresi, 70
Kuran'da haber verildiğine göre cehennemde azap her yönden gelmektedir. Azaptan kendilerini korumaya fırsatları yoktur, azap her yandan onları kuşatmaktadır. Üstlerinden, altlarından gelen azabı savmaya güç yetiremezler. Ayetler şöyledir:
İnsanların dünyadaki en büyük tutkusu olan bu "övünme" de inkarcılar için ahirette şiddetli bir azaba dönüşür. Bu azab, önceden sözünü ettiğimiz fiziksel acıların yanında, aşağılanmayı, hor ve aşağılık kılınmayı da içermektedir. Çünkü kafir dünyadayken Allah'ı unutmuş, buna karşın
"öğülmeye layık olan "kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edinmiş"tir.Furkan Suresi, 43

Bu nedenle de hayatını Allah'ı öğmekle değil, kendisine övgü toplamaya uğraşmakla geçirir. Kendisini yaratan Allah'ın değil, insanların hoşnutluğu üstüne bir hayat kurmuştur. İşte bu yüzden de, en büyük yıkımı insanlar karşısında küçük düşüp aşağılanınca yaşar.
İşte inkarcı için en büyük kabuslardan biri, başkalarına rezil olma, küçük düşme, aşağılanma halidir.
Saçından tutulup yerde sürüklenerek ve cehenneme atılan günahkarın karşı koyaması, bağırması, çırpınması kendisine bir fayda sağlamaz ve ona kimse yardım edemez. Ateş ve kaynar suyun yanı sıra vahşi hayvanların saldırısına uğramak, akrepler, böcekler ve yılanlarla dolu bir çukura atılmak ta mümkündür...
Bu, sadece çaresizliğin verdiği azabı artırır:canlı iken kurtlanmış yaralara sahip olmak ve bunların çok daha üstünde hayal gücünün bile alamayacağı bütün azap kaynakları, hem de hepsinin aynı anda yaşanır olmasının ızdırabını düşünmek akla ziyandır.
Bütün bu hallerine karşın, Allah ile ebediyen muhatap olamazlar. Unutulmuşluğun ve terkedilmişliğin ızdırabını yaşarlar. Ayeti Kerimede"bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur". (Hakka Suresi, 35) diye haber verilir. Tek muhatap oldukları önlerindeki sonsuz yaşamlarında kendilerine sayısız azap ve işkenceler uygulayacak olan azap melekleri: "Zebaniler" dir. Cehennem ehline azap vermekle görevli olan bu melekler zerre kadar merhamet hissine sahip değildirler. Son derece acımasız, sert, güçlü ve dehşet verici meleklerdir. Alemlerin Rabbi olan Allah'a isyan edenlerden, hak ettikleri şekilde intikam almak için yaratılmışlardır ve görevlerini kusursuz olarak yerine getirirler
İşte bu zebaniler, Allah'ın kafirler üzerindeki gazabının, öfkesinin ve kahrediciliğinin bir tecellisidirler. Kafirleri her yönden en korkunç, en acı, en aşağılayıcı, hor ve hakir kılıcı muamelelere tabi tutarlar. Zebaniler en ufak bir zulüm ya da haksızlık yapmazlar. İnkarcılara hak ettikleri cezayı ne bir eksik ne de bir fazla, en güzel bir biçimde verirler. Allah'ın adaletinin en güzel tecellisi olan bu melekler tamamen masum, Allah'ın kendilerine tahsis ettiği görevi büyük bir zevk ve teslimiyetle yerine getiren mübarek varlıklardır.
Allah yarattığı kullarının zaaflarını en iyi bilendir. Bu zaaflara "Kahhar sıfatı " ile en çok acıyı O verecektir. Bu Allah'ın kanunudur.
Cehennemin Başlıca Özellikleri:
a-Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatır:
"Cehennem inkâr edenleri şüphesiz çepeçevre kuşatacaktır." Tevbe Suresi, 49
b-Cehennem ateşi sönmez:
"Biz sapık kimseleri kıyamet günü yüzü koyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşrederiz. Varacakları yer Cehennem'dir. Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırız. "
İsrâ Suresi, 97
c-Cehennem dolmak bilmez:
"O,gün Cehennem'e: "doldun mu?"deriz. O! " Daha var mı?" der. " Kaf Suresi, 30
d- Cehennemin kaynarken çıkardığı ses Korkunçtur:
"Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür. Oraya atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. İçine her bir topluluğun atılmasında bekçileri onlara: "size bir uyarıcı gelmemiş miydi" diye sorarlar. Onlar evet, doğrusu bize bir uyarırı geldi; fakat biz yalanladık ve Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz, demiştik " derler. " Mülk Suresi, 6-9
e- Cehennem ehline Ateşten Elbiseler biçilir;
"İnkâr edenlere ateşten elbiseler biçilir. Başlarına kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir. Demir topuzlar da onlar içindir. Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler. Ve kendilerine "yakıcı azabı tadın"denir. Hâcc, 19-22
"Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar. "
(Mü'min, 70-72).
"Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır. " Mü'minün Suresi, 104
‘’Hiç kuşkusuz ayetlerimizi inkâr edenleri ilerde ateşe atacağız. Derileri kavruldukça azabın acısını duysunlar diye kendilerine başka deriler giydireceğiz. Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir. " Nisâ Suresi, 56.
f- Ölümü isterler fakat azabları devamlıdır, ölmezler. Ölümü rahmet sayarlar, ama ona bile eremezler..
‘’Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır.
Kendilerinden azab hiç hafiflemeyecektir. Onlar azab içinde ümitsizdirler. ,
Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zalim idiler
"Ey Malik! Rabbin bilim işimizi bitirsin" diye seslenirler. Malik de "Siz böyle kalacaksınız" der.’’ Zuhruf Suresi,74-77
‘’Kâfiri ise cehennem ateşi beklemektedir. Ne ölümlerine karar verilir de ölürler ve ne de azapları hafifletilir. İşte biz azılı kâfirleri böyle cezalandırırız. ‘’Fatır Suresi 36
h.Cehenneme atılmışların yüksek frekanslı feryatları kendilerine hiçbir fayda sağlamaz. Bu kulak tırmalayıcı ve acıtıcı bağrışmalarına göre yanlış yolda olduklarını anlamışlardı, ilahi emre uymadıklarına pişman olmuşlardı, ama bunun için çok geç kalmışlardı. Öyleyse;
"Şimdi azabı tadınız bakalım."diye bir de azar işitirler.
‘’Onlar orada "Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar da daha önce yaptıklarımızdan farklı, iyi işler yapalım " diye feryad ederler. Düşünmek isteyenlerin düşünmelerine yetecek kadar uzun bir süre sizi yaşatmadık mı? Ayrıca size uyarıcı da gelmişti, Şimdi azabı tadınız bakalım. Zalimlere yardım eden bulunmaz. Fatır,36-37).
Kur'an-ı Kerîm'de Cehennem'in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir.
"Cehennemin yedi kapısı olup, onlardan her bir kapı için bir grup ayrılmıştır." (Hicr, 44). Onun, o cehennemin yedi kapısı vardır. Yani azgınlığın çeşit ve derecelerine göre yedi yerden giriş yapılacaktır. Önce Cehennem, sonra Lezzâ, sonra Hutame, sonra Sa'îr, sonra Sekar, sonra Cehîm, sonra Hâviye isminde ki yedi kapıdan girilecek, yedi tabaka olarak ceza çekilecek. Her kapı için, onlardan (o azgınlardan) bir grup ayrılmıştır. Diye haber vermektedir.
Eğer içte ki ruh körlenmiş ise, dıştaki yedi organın her biri cehenneme açılmış birer giriş kapısı alacaktır.
Cennet kapıları sekiz olduğu halde, cehennem kapılarının her birine ayrılmış bir grup olmak üzere yedi olması, Allah daha iyi bilir ki bu hikmetten dolayıdır.
"Ve ona ruhumdan üflediğim zaman..." Hıcr,29 ifadesinin şerefine nail erişen iman ve marifet kapısı olan kalb, cehenneme kapalıdır. Ondan yalnız cennete girilir, Allah'a erişilir. Kalbi açık olan kimse şeytana uymaz, Allah'ı inkâr etmekten ve O'na isyan etmekten sakınır.
Cehennemin Yakacağı
Cehennem'in yakıtı hakkında da Kur'an'da bilgi verilmekte ve şöyle denilmektedir:
"Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler. " Tahrîm Suresi 6.

sırat köprüsü

Sırat köprüsü, mahşer gününde cehennem üzerine kurulan köprüdür. Dünyadaki köprüler sabit ve herkes için aynı olmalarına karşı, ahiretteki bu köprü kişilere ve onların amellerine göre değişkendir.
Çünkü Sırat takva sahipleri için en güvenli köprüdür. Fısk ve fücur ehli için, münafık ve küfür ehli için ise, hadis-i şerifte ifade edildiği gibi; “Kıldan ince ve kılıçtan keskindir.” (Beyhaki)
Ateş çukurunun üzerine kurulan bu ince, keskin geçidi görmek, onun üstünden geçmek zorunda kalmak, inkarcı ve günahkarlara binlerce ölümden beter olan korkuları bir arada yaşatır. Bu korkular da boşa gidecektir. Çünkü, bu insanlar köprünün değişik yerlerinden cehenneme düşeceklerdir.
“Sizden hiç biriniz müstesna olmamak üzere illa oraya (cehenneme) uğrayacaktır. Bu, Rabbinin üzerine kat’i olarak aldığı, kaza ettiği (bir şey) dir. Sonra takvaya erenleri kurtaracağız, zalimleri ise orada diz üstü düşmüş bir halde bırakacağız.” Meryem; 71-72

Hz. Peygamber (S.A.V) şöyle buyurmuştur: “Cehennem üzerine sırat köprüsü kurulur. Bu köprüden, ümmetiyle ilk geçecek olan peygamber benim. O gün peygamberlerden başkası konuşamaz. Peygamberler de: “Allah’ım ümmetime selamet ver, sen onları koru!” diye dua ederler. Cehennemde demir çengeller vardır. Seden ağacının dikenine benzerler. Yalnız bunlar çok büyüktürler. Büyüklük derecelerini yalnız Allah bilir. Herkesi isyanına göre cehenneme çekerler. Onlardan bir kısmı ameline göre helak olur, yok olur, ateşte erir. Bir kısmı hardal tanesi kadar kalır ve sonra kurtulur.” (Buhari, Müslim)

Cennet ve Cehennemin anlatıldığı bazı dini kaynaklar, orada yaşanacak olayları daha canlı anlatır, Allah’ın bağışlamasını, lütfunu veya azabını yaşanmış gib tasfir ederler. İmamı Gazali’den bir anlatı naklederek bu vurguyu anlatmak istiyoruz.
‘'Kimi de -normal bir insanın yaya yürüyüşü gibi gider. Nuru, ayağını görecek kadar verilen kimse yüzü elleri ve ayakları üzerinde başını ayağına doğru eğer sendeleyerek yüremeğe çalışır. Derken kendisine cehennem ateşi dokunur. Orayıu güçlükle geçer kurtulunca cehennemin kenarında durup:
“Hiç kimseye vermediği nimetleri bana veren Allah-u Zülcelal'e hamdolsun. Cehenneme yaklaşmışken beni kurtardı.” der. Cennet kapısının yanındaki nehre götürülür. Orada yıkanır. Cennettekilerin kokusunu alır. Sonunda Cenneti görür,
“-Rabbim! Beni cennete koy!” diye yalvarır.
Allah Teâlâ:
“-Ben seni cehennemden kurtardım, şimdi cenneti mi istiyorsun?”
“-Ya Rabbi! Benimle cehennem arasında bir perde yarat ki, cehennemin sesini işitmeyeyim.” diye yalvarır. Sonra Allah o kulunu cennetine koyar. Günahları bağışlanmış olan Mü’min, Önünde yükselen bir makamı görür:
“-Rabbim! Bu makamı bana ver.” der.
Hak Teala:
“-Onu verince başkasını istersin.” buyurur.
“-İzzetine yemin ederim ki, başkasını istemeyeceğim, Ondan daha güzel makam mı var?” der. Orası kendisine verilir, oraya yerleşir. Onun ilerisinde başka bir makam görür ki, önceki gördüğüne nisbetle çok daha üstündür.
“-Rabbim! Bu makamı bana ver.”
“-Onu verince başkasını da istersin.”
“-Kudretine yemin ederim ki, istemem. Oradan daha güzel hangisi var ki?” Orası kendisine verilir. Oraya yerleşir ve susar.
Allah-u Zülcelal:
“-Niçin sustun?” buyurur.
“-Rabbim! Senden çok şey istedim. Daha fazlasını İstemeye utanıyorum.”
“-Sana dünyanın on misli kadar versem istemez misin, razı olmaz mısın?”
“-Sen kudret sahibisin,”
“ Ona gücüm yeter.
Beni insanlara ulaştır.” der.
Hak Teala:
“İnsanların yanlarına git.” buyurur. Cennette hızla yürür, insanlara yaklaşınca ona, İnciden yapılmış yüksek bir köşk gözükür. Hemen secdeye kapanır.
Allah-u Zülcelal:
“Başını kaldır.” buyurur.
“Bana Rabbim gözüktü.” der. Kendisine:

Evet Sırat Köprüsü'nü geçen insanlar için böyle mükafatlar vardır. Bütün insanlar cehennemin üzerine kurulan sırat köprüsünden mutlaka geçecektir.
“...Sonra (sırat’ı) rüzgar gibi, sonra kuş gibi geçeceksiniz. Sonra insanlar amellerine göre geçeceklerdir. Peygamberiniz sırat köprüsünün üzerinde durup; Rabbim selamete erdir, selamete erdir! Diyecek, nihayet amelleri kendilerini geçirecek derecede olmayanlar, sıratı yavaş olarak yani sürünerek geçeceklerdir.” (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Ahirette bu korkunç köprüyü geçmek zorunda kalmaktan başka bir azab ve sıkıntı bulunmasa, o tek başına, takva ve salih amele dört elle sarılmaya yeterli sebebdir.
Ey nefsim! Eğer senin üzerine Allah'ın kuvveti, kudreti, azameti ve yardımı olmazsa, sen o sırat köprüsünden nasıl geçebilirsin?

zebani

Cehenneme gidenlerle meşgul olan melek, cehennemlikleri cehenneme atmaya memur edilen melek, cehennem bekçisi. Çoğulu "zebâniyyûn"dur.

Cehennem bekçisi olan zebânîler, azap melekleri diye tavsif edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm diliyle zebânî, "Cehennem koruyucusu"dur. Kur'ân-ı Kerîm'in altı ayrı sûresinde dokuz âyette (Zümer, 71, 73; Duhân, 47-50; Tahrîm, 6; Mülk, 8; Müddessir, 31; Alak, 18) "zebânî" kelimesine atıflar vardır.

Kelime açık olarak ve "ez-zebâniyye" şeklinde yalnız bir âyette
‘’ O zaman gitsin de taraftarlarını çağırsın.
Biz de zebanileri çağıracağız’’ (Alak suresi, 18) geçmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'deki "zebânî" kelimesinin atıf şeklinde geçtiği âyet meâllerinin ilgili cümleleri şöyledir:
"Biz o ateşin bekçiliklerine meleklerden başkasını memur etmedik" (Müddessir 31)
"Ey iman edenler, gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insanla taştır. O ateşin üzerinde iri gövdeli sert tabiatlı melekler vardır" (Tahrîm, 6)
"O küfredenler, ayrı ayrı bölükler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı. Cehennemin bekçileri onlara şöyle dedi..." (Zümer, 71)
"(Zebânilere)Tutun onu da denilir, sürükleyerek cehennemin tâ ortasına götürün"(Duhan, 47)
Bu meâller dikkatle incelendiğinde zebânilerin "Cehennem bekçileri" ve "Melek" oldukları, cehennem görevlisi zebânîlerin "Sert tabiatlı melekler" olduğu açıklanmıştır. "Cehennemlik kişileri iteleyerek" cehenneme attıklarına atıf vardır. Zebânî kelimesi bir tek âyette, "Biz de zebânîleri çağırırız" (Alak, 18) açık olarak geçmektedir.
Fahruddin er-Râzî "ez-Zebâniyye"yi, "Onlar ehl-i meclis ve ehl-i meşveret olan azab melekleridir ki, şiddetle tutmak ve atmakla cehennemin işlerine memur olmuşlardır" şeklinde açıklamıştır. İnsanları şiddetle cehenneme itmeğe muktedir oldukları için onlara "zebânî" denmiştir.
İslam Ansiklopedisi

cehennem ehylinin aşama aşama konuşmalari

‘’Sur'a üflenince, kabirlerinden Rab’lerine koşarak çıkarlar.
Dediler; Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte, Rahman'ın vaat ettiği şey budur. Demek peygamber doğru söylemiş. Yasin 51-52

‘’Gözleri düşkün düşkün ( zelil ve hakir olarak ) kabirlerinden çıkarlar, sanki yayılan çekirgeler gibidirler.
O çağırana koşarak, kâfirler: Bu çetin bir gündür, derler.’’ . Kamer 7-8


‘’Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar, ancak artık anlamanın kendisine ne faydası var?
O zaman insan: Ah! Keşke, ben bu hayatım için önceden iyi işler yapıp gönderseydim, der’’. Fecr 23-24


‘’İnsanların amel defterleri ( çalışma karneleri ) ortaya getirilmiştir. Günahkârların bu defterlerin yazılarını korku dolu gözlerle incelediklerini görürsün. Bir yandan da “ Vay başımıza gelenlere! Ne biçim deftermiş bu; küçük-büyük hiçbir davranışımızı atlatmadan sayıp dökmüş ” derler. Yaptıkları her işin kaydını karşılarında bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez.’’ Kehf 49-

‘’Biz yakın bir azapla sizi uyardık, o gün kişi iki elinin yapıp önceden gönderdiklerine bakacak ve kâfir keşke toprak olaydım diyecek.’’ Nebe 582 -

‘’Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: Keşke, kitabım verilmeseydi de
Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim
Ne olurdu o ölüm, iş bitirici olsaydı.
Malım bana hiç fayda vermedi.
Gücüm de benden yok olup gitti.’’ Hakka 25 -26-27-28-29

‘’İnsan o gün: Nereye kaçmalı? der.
Hayır hayır! Sığınılacak bir yer yok.’’ Kıyamet 10-11

‘’Onlar orada “ Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar da daha önce yaptıklarımızdan farklı, iyi işler yapalım ” diye feryat ederler. Düşünmek isteyenlerin düşünmelerine yetecek kadar uzun bir süre sizi yaşatmadık mı? Ayrıca size uyarıcı da gelmişti, Şimdi azabı tadınız bakalım. Zalimlere yardım eden bulunmaz.’’ Fatır 37

‘’Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman da, oracıkta yok olmayı isterler.
( Onlara şöyle denilir ) Bugün bir yok olmayı değil, nice yok olmaları isteyin!’’ Furkan 13-14
‘’Onlar cehennem bekçisine: Ey Malik! Rabbin artık bizi öldürsün, diye seslenirler. Malik de: Siz böylece kalacaksınız. der.’’
Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat sizin çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.’’ Zuhruf 77-78

‘’Ateşin içinde birbirleriyle tartışırken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara dediler ki: Biz size uymuştuk. Şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?
Büyüklük taslayanlar: Doğrusu hepimizde onun içindeyiz. Allah kulları arasında şüphesiz hüküm vermiştir, derler. ‘’
‘’Ateştekiler, cehennemin bekçilerine dediler ki: Ne olur Rabbinize dua edin de hiç değilse bir gün, bizden azabı biraz hafifletsin. ‘’
‘’Bekçiler dediler ki: Peygamberleriniz size açık kanıtlar getirmediler mi? Onlar da: Evet getirdi, dediler. Bekçiler: Öyleyse yalvarıp durun. Nankörlerin yalvarması hep boşunadır, derler.’’ Mümin 47-48-49-50

‘’O gün her zalim öfkesinden parmaklarını ısırarak şöyle der; Keşke Peygamber'in yoldaşı olsaydım.’’
‘’Eyvah! Keşke falancayı dost edinmeseydim! ‘’
‘’Bana Kur'an’ ın mesajı geldikten sonra o beni Allah'ı anmaktan alıkoydu. Zaten şeytan, insanı ayarttıktan sonra yüzüstü bırakır’’ .Furkan 27-28-29
‘’Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her topluluk onun içine atıldıkça cehennem bekçileri onlara; Size bir uyarıcı gelmedi mi? diye sorarlar.’’
‘’Onlar; Evet, doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmedi, siz büyük bir sapıklık içindesiniz dedik.’’
‘’Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık, derler.’’
Böylece günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar! Mülk 8-9-10-11

‘’Ateşe giren kâfirler derler ki: Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları göster, onları ayaklarımızın altına alalım ki altta kalanlar olsunlar.’’ Fussilet 29-

‘’Cennetlikler, cehennemliklere seslenerek: Biz, Rabbimizin bize vaat ettiklerini gerçekleşmiş bulduk, siz de Rabbinizin size yönelik vaatlerini gerçekleşmiş buldunuz mu? derler. Cehennemlikler: Evet derler. Bu sırada aralarından biri yüksek sesle şöyle bağırır: Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun.’’
‘’Onlar insanları Allah yolundan alıkoyarlar, onu eğri göstermeye yeltenirler ve ahirete de inanmazlar. ‘’
‘’İki taraf arasında bir set ve bu setin tepelerinde her iki grubu simalarından tanıyan kimseler vardır. Cennete girememiş, fakat gireceklerini uman bu kimseler cennetliklere selâmun aleyküm diye seslenirler. ‘’
‘’Bunların bakışları, cehennemliklere doğru kaydırılınca da: Ey Rabbimiz, bizi zalimler ile bir araya getirme, derler.’’
‘’Bu tepelerdekiler, simalarından tanıdıkları bazı azılı kâfirlere de şöyle seslenirler: Ne kalabalığınız ve ne de şımarmanıza yol açan güçleriniz size yarar sağlamadı.’’
‘’Allah onları hiçbir rahmete erdirmez diye haklarında yemin ederek küçümsediğiniz kimseler bunlar mıydı? Bu arada Allah onlara: Giriniz cennete, sizin için hiçbir korku söz konusu değil artık, hiç üzülmeyeceksiniz, der. ‘’
‘’Cehennemlikler cennetliklere: Bize biraz su ya da Allah'ın size sunduğu yiyeceklerden biraz bir şeyler ikram ediniz? diye seslenirler. Cennetlikler ise: Allah her ikisini de kâfirlere haram kıldı, derler.’’ Araf 44-45-46-47-48-49-50

‘’Yalnız defterleri sağ yanlarından verilenler hariç.
Onlar cennetlerde ağırlanırlar. Sorarlar.
Günahkârlara
Sakar' a (cehenneme) girmenizin sebebi nedir? Diye
Cehennemlikler derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik.
Yoksulların karnını doyurmazdık.
Bizim gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık. 46- Hesap verme gününü inkâr ederdik.
Sonunda bize de ölüm gelip çattı.
Artık onlara şefaat edebilecek olanların aracılığı yarar sağlamaz. Müddesir 39-40-41-42-43-44-45-46-47-48-

‘’Cennet ehli birbirine dönmüş sorarlar.
Onlardan biri: Benim de bir arkadaşım vardı.
Bana: Sende mi doğrulayanlardansın?
Biz ölüp toprak ve kemik olduğumuz zaman mı dirilip yaptığımız işlere göre cezalanacağız?
Yanındakilere; Siz onu bilir misiniz? der.
Bir bakar, onu cehennemin ortasında görür.
Ona der ki: Yemin ederim ki, sen az daha beni helâk edecektin.
Rabbimin lütfü olmasaydı şimdi ben de cehenneme götürülürdüm, dedi.
Biz bir daha ölmeyecek miyiz? der.
İlk ölümümüzden başka ölüm yok ve biz azaba da uğramayacağız ha! 60- İşte büyük başarı ve mutluluk budur.
Çalışanlar bunun için çalışsınlar.’’ Saffat 50-51-52-53-54-55-56-57-58-59-61















ÖLÜLERİN MEZARLARINDAN ÇIKMASI



AZAP
’’Azâb'da ebedî kalacaklar, hiç ara verilmeyecektir ‘’ ez-Zuhruf; 43.
’’Cehennem onlar içindir. Orada ne ölür, ne yaşarlar’’ Tâ-Hâ, 20

’’O gün biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılır ve onlarla alınları, yan tarafları ve sırtları dağlanır; kendilerine "Bunlar biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir şimdi biriktirdiklerinizin azabını tadın bakalım" Tevbe Suresi 35
Biriktirilen, ateşte kızdırılmış, kıpkırmızı kesilmiş altın ve gümüşlerle çok acıklı bir azap başlıyor. Bu akkor haline dönüşmüş altın ve gümüşlerle yüzler, alınlar dağlanıyor! Alınların ve yüzlerin dağlanması bitiyor, yanları dağlanıyorlar. Bu işlem de bitiyor, sırtları üzerine yatırılıp sırtları dağlanıyor
Zevk için, haz duymak için biriktirilmiş olan can yongaları, altın ve gümüşler, şimdi pençesinde kıvrandırılan bir azap türünün araçlarına dönüşmüşlerdir. O halde: O azabı tadınız bakalım. Yan taraflarınızı, sırtlarınızı ve alınlarınızı dağlayan ve acısını tattığınız mallarınız, zekatını


Hazırlık Bilgilerinde:
1.Sarıbalın öyküsü
2. Araf
3.Azrail Bana Vakit Ver
4. Başkaldırı-isyan
İster isyan et, ister şükret! Mükafatın büyüklüğü belanın büyüklüğü nisbetinde olur.
bulduk…www.zehirli.org/ahiretYa eser bulunup adı yazılacak, ya da kendi bilgi ve ifadelerim ile

Hz. ŞUAYB (a.s)
Kur'an'da adı geçen peygamberlerden biridir. Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilmişti. Bu iki ülkede ayrı ayrı mücadelede bulunmuştur. Bu iki toplumla yaptığı mücadelesi, çeşitli ayetlerde zikredilmiştir.
Medyen ve Eyke ülkeleri Hicaz'ın kuzey batısından, Kızıldeniz'in doğu sahiline, güney Filistin'e, Akabe Körfezi'ne ve Sina Yarımadası'nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer almıştır.
Hz. İsmail'in soyundan gelmemesine rağmen bütün Araplara "İsmailoğulları" denmiştir. Hz. Yakub'ın soyu olan (İsrailoğulları) için de durum aynıdır. Hz. İbrahim'ın çocuklarından biri olan Midyan'ın etkisi altına giren tüm bölge halkına Beni Medyen (Medyenoğulları) ve onların oturduğu yerlere de, Medyen bölgesi denmiştir.
Şuayb, Hz. İbrahim'in torunlarından Mikâil'in oğludur. Annesi Hz. Lut'un kızıdır.
Allah'tan Şuayb (a.s)'a kitab veya sahife gönderilmemişti. O, Âdem, Şit, İdris, Nuh ve İbrahim'e indirilen sahifeleri okumuş ve onlarla tebliğde bulunmuştu.
Şuayb (a.s) aynı zamanda Musa (a.s)'ın kayınpederi idi. Kızı Safura'yı Musa (a.s) ile evlendirmişti
Şuayb (a.s)'ın Peygamber olarak Medyen'e gönderilmesi ve Medyenlilerle mücadelesi, Kur'an'da şöyle bildirilir:
"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan (insan)lar iseniz böylesi sizin için daha iyidir!... Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek insanları Allah yolundan çevirmeğe ve O (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın. Düşünün siz az idiniz, O sizi çoğalttı ve bakın bozguncuların sonu nasıl oldu!... Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir" (el-A'raf, 7/85,86,87).
"Dediler ki: Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlarla(öldürür)dük! Senin bize karşı hiç bir üstünlüğün yoktur!” (Hd 11/91).
Şuayb (a.s) onların bu taşkınlıklarına karşı nasihat ediyor ve onları büyük bir azap ile kokutuyordu:
(Şuayb onlara de ki): Ey kavmim, size göre kabilem Allah'tan daha mı üstün ki, O'nu arkanıza atıp unuttunuz? Şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı kuşatıcıdır. (Ondan bir şey gizli kalmaz.)
Ey kavmim, olduğunuz yerde (yaptığınızı) yapın, ben de yapıyorum. Yakında kime azabın gelip kendisini rezil edeceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetin, ben de sizinle beraber gözetmekteyim.”(Hd, 11/92-93)
Her türlü mücadelede, tebliğ ve nasihate rağmen, Allah'ın emirlerini dinlemeyen, zulüm, taşkınlık ve kötülükte ısrar eden Medyen halkı, azabı hak etmişti: Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar... İşte ziyana uğrayanlar, onlar oldular” (el-A'raf, 7/91-92).
Şuayb), onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl acırım!..” (el-A'raf, 7/93)
Buna göre, Allah'ın emirlerini dinlememede ısrar eden ve bunun neticesinde Allah'ın azabı ile cezalandırılanlara acımamak gerekir. Çünkü bu cezayı hak etmiş oluyorlar.
Şuayb (a.s) Medyenlilerle beraber, Eyke halkına da peygamber olarak gönderilmişti. Onlarla da önemli mücadelelerde bulundu. Onlarla olan mücadelesi ve onların isyankârlığı, Kur'an'da şöyle özetlenmektedir.
Gerçekten Eyke halkı da zalim kimselerdi” (el-Haşr, 15/78).
Eyke halkı da gönderilen elçileri yalanladı. Şuayb, onlara demişti ki: (Allah'ın azabından) korunmaz mısınız? Ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız alemlerin rabbine aittir. Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın, Sizi ve önceki nesilleri yaratan(Allah)tan korkun” (eş-Şuar, 26/176,177,178,179,180,181,182,183,184).
Eykeliler, Şuayb (a.s)'ın telkinlerine karşı ters hareket ettiler. Söz dinlemeyip isyanda bulundular. Hatta, Şuayb(a.s)'a hakaret ettiler. Onların bu isyanı, Kur'an'da şöyle dile getirilir:
"Dediler: Sen iyice büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka yalancılardan sanıyoruz" (eş-Şuarâ, 26/185, 186) .
Medyen ve Eyke halkı Hz. Şuayb'ı dinlemediler ve bunun neticesinde, yukarıda sunulan âyetlerde ifâde edildiği gibi helâk oldular. Allah'ı dinlememenin, peygambere uymamanın ve yanlış yollara sapmanın cezasını buldular. Şuayb (a.s), kendisine uyanlarla birlikte Mekke'ye gidip yerleşti.
Orta boylu, buğday benizli biri olan Şuayb (a.s), hayatının sonuna doğru gözlerini kaybetmişti, amâ olarak yaşıyordu. Mekke'de vefât etti. Türbesinin, Kâbe'nin batısında olduğu rivâyet edilir


HZ.MUSA (as) HAYATI

Hz. Musa , Beni İsrail’den (İsrail Oğullarından) İmran adındaki bir şahsın oğludur ,Mısır’da doğmuştur. İsrail Oğulları Mısır’da çoğalarak on iki kabileye ayrılmışlardı. Bunların böyle çoğalmaları, Mısır’ın eski halkı Kıpti’lerin hoşuna gitmiyordu. Onun için bunlara eziyet ediyor ve dedelerinin ili olan kenan yurduna çıkıp gitmelerini engelliyorlardı.
Bir gün Mısır kahinlerinden biri fravuna şöyle bir haber vermişti : “İsrail Oğullarından gelecek bir çocuk, Mısır Devletinin batmasına sebep olacak.” Firavun da İsrail Oğullarının yeni doğan çocuklarını öldürmeye başlamıştı.
İşte bu sırada Hz. Musa doğdu. Annesi, onu, korumak amacıyla bir sandığın içine koyup Nil Nehrine atmayı uygun gördü. Nil nehrinin kenara attığı bu sandığı Fravunun zevcesi Asiye ele geirip onu evlat edindi. Hz. Musa’nın annesi de bir yolunu bulup kendisini bu seçkin çocuğa süt anne tayin ettirdi. Hz. Musa , kendisine düşman olacak firavunun sarayında besleniyordu. Bu yüce Allah’ın ibret alınacak büyük bir hikmetiydi.
Hz. Musa büyüdü. Bir gün İsrail Oğullarından biri ile sokakta kavga eden bir Kıpti’ye tokat attı. Kıpti yere düşüp öldü. Hz. Musa yaptığına pişman oldu. Firavundan korkarak Meyden şehrine çıkıp gitti. Orada Şuayb aleyhisselam’ın kızı “Safura” ile evlendi. Bir süre sonra Mısır’a dönüp gitmek üzere zevcesi ile beraber yola çıktı.

Giderken Tur dağına uğradı. Orada yüce Allah’ın hitabına kavuştu, kendisine peygamberlik verildi. Büyük kardeşi Harun ile firavunu dine çağırmaya Allah tarafından görevli kılındılar.

Hz. Musa’nın eli ay gibi parladı. Elindeki asa da, dilediği vakit büyük bir ejderha oluverirdi. Bunlar birer mucize idi. O zaman Mısır çevresinde büyücülük çok ilerlemişti. Firavun bu mucizeleri birer büyü sanmıştı. Büyücüleri topladı. Bunlar Hz. Musa’ya meydan okudular. Fakat Hz. Musa’nın asa mucizesini görünce, büyücülerin hepsi iman ettiler. Bunun bir büyü olmadığını hemen anladılar. Çünkü bu asa bir ejder kesilerek büyücülerin ortaya atmış olduğu bütün hünerlerin hepsini yutmuştu. Eğer Hz. Musa’nın gösterdiği şey, bir gözbağıcılık olsaydı, böyle yok etme üstünlüğü meydana gelemezdi. Çekinmeden Rab olma davasında bulunan Firavun ile Mısır’ın eski halkı Kıptiler, Hz. Musa’nın bu mucizesini gördükleri halde ne yazık ki, iman etmediler.

Daha sonra bir gece, Hz. Musa İsrail oğullarını alıp Mısırdan çıktı, Süveyş denizi bir mucize olarak yarıldı. On iki yola ayrıldı. İsrail oğullarının on iki kabilesi bu yollardan geçerek karşıya ulaştılar. Bunları izleyen Firavun ile ordusu, suların tekrar kapanması üzerine boğularak öldüler. Yalnız firavunu cesedi, suların çarpması ile sahile atılmıştı. Kendi ölümlü varlığına güvenerek yaradanı unutmuş; Tanrılık davasında bulunmuştu. İşte böyle büyük bir gaflet içine düşen bir şahsın akıbeti büyük bir ibret levhası olmuştu.

Firavundan kurtulan Hz. Musa, İsrail oğulları ile birlikte Tiyh sahrasına gelmişti. Onları burada bırakarak “Tur-i Sina” denilen dağa gitti. Orda kırk gün boyunca Yüca Allah’a ibadette bulundu. Mekandan ve zamandan münezzeh olan Yüce Allah’ın hitabına kavuştu. Kendisine Tevrat kitabı verildi. Hz. Musa, Tur-i Sina’dan ayrılarak Tiyh sahrasına dönünce, kaviminin bir kısmını, Samiri adında birinin atından yapmış olduğu bir buzağıya tapar halde buldu. Bundan çok üzülmüştü. Bunlar daha sonra pişman olarak tövbe ettiler.
Hz. Musa , Kenan topraklarını, Arz-ı Mukaddes’i almak için Amalika ile savaşmak istiyordu. İsrail oğulları ise savaştan kaçındılar. Böyleceo mübarek peygamberin bedduasına uğrayarak kırk sene tiyh sahrasında kaldılar. Arada bir hayli zaman geçti. İsrail oğulları arasında çölde büyümüş yiğitler yetişti. Hz. Musa bunları alıp Lữt denizinin güney taraflarına götürdü. Daha ileriye giderek Amalika’dan Avc ibni Unk adındaki hükümdara savaş açtı. Şeria nehrinin doğu taraflarındaki beldeleri elde etti.
Hz. Musa, İbrahim aleyhisselam’ın zamanından beri yaşayan veya Hz. İbrahim ile hicret eden kimselerin soyundan olan bir peygamberdir. Kendisine Tevrat Kitabı indirilmiştir.
HÂRÛN ALEYHİSSELÂM

Mûsâ aleyhisselâmın âbisidir.

İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hazret-i Mûsâ'nın ana-baba bir büyük kardeşidir. Babasının ismi, İmrân bin Yasher'dir. Soy itibârıyla Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvi'ye dayanır. Mısır'da doğdu. Mûsâ aleyhisselâmdan üç sene önce Tûr-i Sinâ'da vefât etti. Hârûn aleyhisselâm, isrâiloğulları üzerine firavun'un ve Kıbtilerin zulüm ve baskılarının arttığı sırada doğdu. Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçti. Mûsâ aleyhisselâma peygamberlik emri bildirildikten sonra, Hârûn aleyhisselâma da peygamberlik emri bildirildi. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Firavun'a gitmeleri, onu ve avânesini Allahü teâlâya imâna dâvet etmeleri emredildi. Hârûn aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Firavun'u ve adamlarını hak dine inanmaya dâvet ettiler.
Hz. Musa ile Hz. Harun, Tur dağı yakınlarındaki "söyleşi"den döndükten sonra buluşmuşlar. Yüce Allah, Hz. Harun'a, Firavun'u hakka çağırmaya kardeşi ile birlikte gitmesini vahyetmiştir.
Kardeşinle birlikte Firavun'a gidiniz. Konuşmalar şöyle devam etmiştir.
Taha Suresi 42 ‘’- Sen ve kardeşin ayetlerimle, mucizelerimle gidiniz. Bu arada adımı anmayı hiç ihmal etmeyiniz.
43- Firavun'a gidiniz. Çünkü o gerçekten azıttı.
44- Ona yumuşak sözler söyleyiniz. Belki aklı başına gelir ya da kötü akıbete uğramaktan korkar.
45- Musa ve Harun dediler ki; "Ey Rabbi'miz, korkarız ki, Firavun bize karşı bir taşkınlık yapar, ya da azgınlığını artırır."
46- Allah, onlara dedi ki; "korkmayınız. Ben sizinle beraberim. Ben herşeyi işitir, her şeyi görürüm."
47- "Ona varınız ve deyiniz ki; 'Biz Rabbi'inin sana gönderdiği elçileriz. İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver. Onlara işkence etme. Sana Rabbi'inden, doğru söylediğimizi kanıtlayacak mucizeler ile geldik. Doğru yola girenler esenliğe ereceklerdir."
48- "Bize gelen vahye göre Allah'ın ayetlerini yalanlayarak gerçeğe sırt çevirenler azaba uğrayacaklarda."
49- Firavun "Ey Musa, sizin Rabb'iniz kimdir? "dedi.
50- Musa "Bizim Rabb'imiz, her varlığı farklı niteliklerle donatarak yaratan, sonra da bu varlıkları nitelikleri doğrultusunda yönlendiren Allah'dır."
51- Firavun "Peki, bizden önceki kuşakların durumu ne olacak?" dedi.
52- Musa dedi ki; "Onlara ilişkin bilgi Rabb'imin katındaki kitapta yazılıdır Benim Rabb'im ne yanılır ne de unutun"
53- "O size yeryüzünü beşik yaptı, orada sizin için yollar açtı ve gökten su indirdi. O su sayesinde çiftler halinde çeşitli bitkiler bitirdik.
54- Bu bitkilerden kendiniz yiyesiniz ve hayvanlarımızı otlatasınız diye. Sağduyu sahiplerinin bu olaylardan alacakları birçok dersler vardır.
55- Sizleri topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve tekrar dirilterek oradan çıkaracağız.
56- Biz Firavun'a tüm ayetlerimizi gösterdik, fakat o bunları yalanladı, kabul etmeye yanaşmadı
Kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve insanların kendisine secde etmelerini isteyen Firavun, Mûsâ ve Hârûn aleyhisselâmın dâvetini ve izahlarını kabul etmedi. İlk önce alay edip hakâret dolu sözler sarf etti. Mûsâ aleyhisselâma inananlara ve İsrâiloğullarına korkunç zulümler yaptırdı. İsrâiloğulları durumlarını Mûsâ ve Hârûn aleyhisselâma bildirip duâ istediler. Allahü teâlâ, Firavun ve kavmine ikâz olarak musibetler gönderdi. Mûsâ ve Hârûn aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını Mısır'dan çıkarıp, Kızıldeniz'den yürüyerek Sinâ Yarımadasına geçtiler. Firavun ve ordusu da geçmek için denize yürüyünce, küfür ve azgınlıklarının cezâsı olarak, boğulup helâk oldular.

Mûsâ aleyhisselâm, kavmiyle berâber Tih sahrasındayken Allahü teâlâdan gelen vahiyle Tevrât-ı şerif'i almak üzere Tûr Dağına gittiği sırada Hârûn aleyhisselâmı yerine vekil bıraktı. Mûsâ aleyhisselâm Tûr Dağındayken, İsrâiloğulları Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyşp Sâmiri adında bir münâfığın hilelerine kapılarak, yaptıkları altın buzağı heykeline taptılar. Hârûn aleyhisselâm kavminin bu câhilce ve azgınca hareketi karşısında onlara nasihatlerde bulundu. Onları bu inanış ve hareketlerinden uzaklaştırmaya çalıştı. Onun nasihat ve uyarılarını bir kısmı kabul ettiyse de bir kısmı kabul etmedi. Hârûn aleyhisselâmı tehdit ettiler. Hârûn aleyhisselâm, kendisine tâbi olan 12. 000 kişiyle birlikte onların içinden ayrılmak veya onlarla sert bir şekilde mücâdele etmek istedi. Fakat Mûsâ aleyhisselâmın, "İsrâiloğullarını parçaladın, birbirinden ayırdın!" diyeceğini düşünerek, bu işten vazgeçti. Mûsâ aleyhisselâmın Tûr'dan dönmesini bekledi.

Mûsâ aleyhisselâm, Tûr Dağından dönüşünde kavminin altın buzağı heykeline taptığını görünce çok üzüldü. Bu hâlin sebebini Hârûn aleyhisselâma sordu. Hârûn aleyhisselâm da İsrâiloğullarının kendisini dinlemediklerini ve kendisini ölümle tehdit ettiklerini, Sâmiri adında bir münâfığa uyarak bu yola saptıklarını bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm Sâmiri'ye bedduâ etti ve İsrâiloğullarının tövbe etmelerini bildirdi. İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmın dediklerini kabul ettiler ve tövbe ettiler. Bu mücâdeleler sırasında Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâmla birlikte gayret etti. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma kavmini toplayıp, Arz-ı Mev'ût denilen bölgeye (Filistin ve Şam bölgesi) götürmesini ve puta tapan Amâlika kavmiyle harp etmesini emretti. İsrâiloğulları, o beldelerde zâlim ve kuvvetli hükümdârların bulunduğunu ileri sürerek harbe gitmediler. Allahü teâlâ bu isyânları sebebiyle İsrâiloğullarına kırk yıl müddetle Arz-ı Mev'ûd'a girmeyi haram kıldı. İsrâiloğulları bu kırk sene içinde Tih sahrâsında şaşkın ve perişan şekilde dolaştılar. Bu sırada Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının sıkıntılarına sabretti.

Hârûn aleyhisselâm, İsrâiloğullarının nankörlükleri üzerine, cenâb-ı Hakk'ın kendilerini Tih çölünde kalmaya mahkûm ettiği kırk senenin sonlarına doğru, hazret-i Mûsâ'dan birkaç sene veya bir rivâyete göre üç sene evvel vefât etti. Kabrinin nerede olduğu husûsunda çeşitli rivâyetler vardır. Hârûn aleyhisselâmla ilgili olarak Kur'ân-ı kerim'in Mâide, A'râf, Yûnus, Tâha, Furkan, Şuarâ, Kasas, Saffât, sûrelerinde bilgi verilmektedir.

HZ. İSA (as)
‘’Hani Allah "Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edindin " dedi. İsa şöyle dedi; "Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin. ‘’
‘’Ben onlara sadece bana emrettiğini yani "Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz dedim. Aralarında bulunduğum sürece onların üzerinde gözetleyici oldum. Fakat sen canımı alınca onların tek gözetleyicisi Sen oldun. Her şeyin şahidi Sensin. Maide Suresi 116 117
Hz.İsa(as) Peygamberi Allah özel bir yaratılışla yaratmıştır. Allah onu da Adem Peygamber gibi babası olmadan dünyaya getirmiştir. Bu, Kuran'da şöyle haber verilir:
Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da hemen oluverdi. (Al-i İmran Suresi, 59)
Hazreti İsa, Kuran'da annesinin adıyla, yani Meryemoğlu İsa olarak geçer. Hz. Meryem Allah'ın tüm kadınlara örnek kıldığı çok değerli bir Müslümandır. Son derece iffetli ve Allah'a çok bağlı bir mümindir. Allah ona, çocuğunun peygamber olacağını müjdelemiştir.

Allah Meryemoğlu İsa'yı Peygamber yapmış ve ona kutsal kitaplardan İncil'i vermiştir. (İncil de Hz. İsa'dan sonra kötü niyetli insanlar tarafından değiştirilmiştir. Bugün elimizde gerçek İncil yoktur.)
Allah Hz. İsa'ya birçok mucizeler de vererek topluma gerçekleri anlatmakla görevlendirmiştir. Daha bebekken konuşarak Allah'ı anlatmıştır. İsa Peygamber kendisinden sonra gelecek olan Peygamberimiz Hz. Muhammed'i de müjdelemiştir. Peygamberimizin bir adı da Ahmet'tir. Hz. İsa'nın Peygamberimizi müjdeleyişi Kuran'da bize şöyle bildirilmektedir:

"Hani Meryem oğlu İsa da: "Ey İsrailoğulları, gerçekten ben, sizin için Allah'tan gönderilmiş bir elçiyim. Benden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra ismi "Ahmet" olan bir elçinin de müjdeleyicisiyim" demişti. Fakat o, onlara apaçık belgelerle (çeşitli mucizelerle) gelince: "Bu, açıkça bir büyüdür" dediler. (Saff Suresi, 6)

İsa Peygambere, yaşadığı dönemde inanıp yardımcı olan çok az insan olmuştur. İsa Peygamberin düşmanları onu öldürmek için tuzak kurmuşlar ve onu ele geçirip astıklarını zannetmişlerdir. Ama Allah bize Kuran'da olayın böyle gerçekleşmediğini ve Hz. İsa'yı öldüremediklerini bildirmektedir:
Ve: "Biz, Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna (varsayıma) uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. (Nisa Suresi, 157)

İsa Peygamberin arkasından düşmanları onun söylediği gerçekleri saptırmaya çalışmışlardır. İsa Peygamberi ve annesi Meryem'i de insanüstü varlıklar gibi, hatta daha da ileri giderek "tanrı" gibi göstermeye başlamışlardır. Hala günümüzde bu yanlış inanışlar ve davranışlar devam etmektedir. Allah bize bu inançlarının yanlışlığını Kuran'da İsa Peygamberin kendi sözleriyle bildirmektedir:
Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve anneni Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen misöyledin?" dediğinde: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka Sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri bilen Sen'sin Sen."
"Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiçbir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen'din. Sen herşeyin üzerine şahid olansın." (Maide Suresi, 116-117)
Yahudi Kahinler İsayı çarmıha gerdiklerinde İsa susadım demiş, onlarda öd ile sirkeyi karıştırp içirmişlerdi.



Hz. İsa'nın arkasından kendisine inananlar artmıştır. Fakat onlar da değiştirilip yanlış şeyler eklenmiş İncil'e uyduklarından, onlar da bugün yanlış bir yoldadırlar. Doğru olan tek yol, Allah'ın hiç bozulmamış olan son kitabı Kuran'da bildirilen, Hz. Muhammed'in yoludur.

*******************

Şeyh-i Ekber Muhyiddin Ibnü'l-Arabi (1165-1240) ile görüştü. Şeyh-i Ekber, Sultanü'l-Ulema'nın arkasında yürüyen Mevlânâ'ya bakarak :
"Sübhânallah! Bir okyanus bir denizin arkasında gidiyor!" (13) demiştir.
"Yâ Rabbî.' Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana şevkimi söndürecek, seni teşbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü arttıracak bir sıhhat ver.
Ey merhamet edenlerin merhametlisi! Merhametinle bu duamı kabul et."(61)

"Mevlânâ, Ezân-ı Muhammedi'yi işitince, elleriyle dizlerinin üzerine basıp, olanca heybetiyle ayağa kalkar:
"Ey kendisiyle rûşen olan canımız! Adın ebediyete kadar kalsın" der; bunu üç defa tekrarlar, sonra:
" Bu namaz, oruç, hac ve cihâd, itikadın şahididir. Hediyeler, armağanlar ve sunulan şeyler benim seninle hoş olduğumun, seni sevdiğimin şahididir." (98)
"Eğer Allah sevgisi, yalnız fikir ve mânâ olsaydı senin oruç ve namazının zahirî suretleri de kalmazdı, yok olurdu.''(99) diyerek tam bir tevazu ve niyazla namaza dalardı.

Kâmil insan olarak, böylesine, ilâhî rahmet ve Rahmânî ümitlerle dopdolu olan Mevlânâ'nın hiç kimseye hor bakmıyacağı gayet tabiîdir ve hassasiyetle şu tavsiyede bulunur:




Mevlânâ, oğluna diyor ki ki:


"Bahâeddin! Eğer dâima cennette olmak istersen, Herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!
Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma! Merhem ve mum gibi ol, iğne gibi olma,

Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen,fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olma
Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun, iste o sevinç Cennetin tâ kendisidir.

Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, dâima üzüntü içinde olursun, işte bu gam da Cehennemin tâ kendisidir.
Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi, çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar.

Düşmanları andığın vakit, için dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir.
Bütün peygamberler ve velîler, böyle yaptılar, içlerindeki karakteri dışarı vurdular.

Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu, hpsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular. (131)




Hoca Ahmet Yesevi’nin
Divan-ı Hikmetinden 200. Hikmet

Adem oğlı ölgüsi, yer astığa kirgüsi, Adem oğlu ölesi,yer altına giresi,
Kim yahşidur, kim yaman,anda malum bolgusi. Kim iyidir, kim kötü, orada malum olası.

Munda özin bilgenler,Hakka kulluk kılganlar, Burada özünü bilenler,Hakka kulluk kılanlar,
Hak yoliga kirgenler, yarğ yüzlük bolğusi. Hak yoluna girenler, aydınlık yüzü olası.

Menmen, kulman degenleryer yüzüge kelgenler. Benim kulum diyenler,yer yüzüne gelenler,
Haram harış yegenler, bir-bir cevap bergüsi. Haram-şüpheli yiyenler bir-bir cevap veresi.

Munda özin bilmegen, nasihatın almagan, Burada özünü bilmeyen, nasihatı almayan,
Beş vakit namaz kılmagan,anda rüsva bolgusi. Beş vakit namaz kılmayan, orada rüsva olası.

Eger akil bolsangız, nasihatnı alsangız, Eger akıllı olsanız, Nasihat alsanız,
Beş vakit namaz kılsangız, anda fayda bolgüusi. Beş vakit namaz kılsanız, Orada fayda olası.

Kulluğ kılğıl kullığa, kirgil Haknı yolığa, Kulluk eyle kuluna, gir Hakkın yoluna,
Yarlıkağan kulığa hurler karşu kelgüsü, Bağışlanan kuluna huriler karşı gelesi.

Hakdın ferman bolganda, Azrail can alganda, Haktan ferman olduğunda,Azrail can aldığın da,
Saruğ-seval kılğanda, anda hayran kalğusi. Soru sual kıldığında, orada hayran kalası.

Hayran olmas ul kişi, aksa küzini yaşi, Hayran olmaz o kişi, aksa gözünün yaşı,
Hak bilen olsa işi, cevap asan bolğusi. Hak ile olsa işi, cevap kolay olası.

Taat kılğıl kışu yaz, Kul Hoca Ahmet bol güdaz,Taat eyle kışveyaz, KulhocaAhmetiçiniçin yan
Yüzi kara bi namaz,anda resva boğusi, Yüzü kara, namazsız, orada rezil olsı.


Ey Azrail!!
Ey Azrail !. Bilirim, bu sözlerim çok yersiz,
Neden böyle ansızın, geliverdin habersiz ?.
Ne olurdu üç beş yıl, önce haber verseydin,
Hiç değilse rüyama, bir kerecik girseydin...
Aşk, meşk derken dünyadan, bir türlü kopamadım.
Senden özür dilerim, hazırlık yapamadım....
Görüyorsun yanımda, ne valiz var, ne bavul,
Uykum öyle ağır ki; ne zil duydum , ne davul...
Ey Azrail !. Dur biraz, sana yalvarıyorum;
Yasal haklarım için; bir avukat arıyorum...
Hayallerim, düşlerim, yarım kalan işlerim.
Estetik yapılacak, daha burnum, dişlerim...
Elli yaşımda ancak, voleyi vurabildim,
Hortumlar sayesinde, holdingi kurabildim...
Gerçi ucuza verdim, şerefin kilosunu.
Ama böyle kazandım, şu uçak filosunu...
Ey Azrail !. Ne olur, bozulmasın pazarım.
Sana şöyle yüklüce, bir çek bile yazarım...
Şu masmavi havuzlu, sarayıma baksana,
O daracık mezarda, yazık olmaz mı bana?.

Bazen çoluk çocuğa, içimden kızıyorum,
Ölmemi bekliyorlar, inan ki; seziyorum...
Arkamdan göstermelik, iki damla gözyaşı,
Bir de şöyle büyükçe, yaldızlı mezar taşı.
Tahmin ediyorum ki; mevlid de okuturlar,
Ortalığı birazcık, gülsuyu kokuturlar.
Araya reklam konur; bir ilahi aryası,
Mevlid bitince başlar, dedi-kodu furyası.
Etlerim, kemiklerim, didik didik edilir,
Ben az gelirsem eğer, köklerime gidilir...
Ey Azrail !. İnan ki, hazırlığım yok daha,
Hele şu din konusu çok karışık bir saha.
Henüz daha gündemde, ne oruç var, ne zekat,
Ne Kur'an'la tanıştım, ne de kıldım bir rekat.
Gönül desen, henüz genç, daha haccım duruyor,
Nerde bir taze görsem, kalbim küt küt vuruyor.
Edemedim bir türlü, şu nefsimi terbiye,
Ortalıkta ne görse; tutturuyor ver diye.
Ey Azrail ! Bilirim, gelince beklemezsin,
Tükenen vadelere, saniye eklemezsin.
Bu satırlar boş geçen, bir ömrün hikayesi,
İbret alanlar için, son pişmanlığın sesi...
Bilmem ki, bir duvarda, bu mütevazi çaba;
Bir küçücük pencere, açacak mı acaba?..
CENGİZ NUMANOĞLU






















KURANI KERİMDE ADI GEÇEN PEYGAMBERLER
GELİŞ SIRASINA GÖRE



1- Adem (as).

2- Şit (as): Babası: Âdem Aleyhisselâm, Annesi de, Hz. Havvâ'dır.

3- İdris (as): İdris (as)'ın soyu, Yerd bin Mehlâil bin Kaynarı bin Enuş, bin Şit, bin Âdem Aleyhisselâm.

4- Nuh (as): Nuh bin Lemek bin Mettu Şelah, bin Ahnuh. Yani İdris Aleyhisselâm
5- Hud (as): Hûd (Âbir) b.Abdullâh, b.Rebah, b.Halud b.Âd, b.Avs, b.İrem, b.Sâm, b.Nuh Aleyhisselâmdır.

6- Salih (as): Salih b.Ubeyd, b.Esif veya Asit, b.Kemaşic b.Ubeyd, b.Hadir b.Semud, b.Âbir b.İrem, b.Sâm, b.Nuh Aleyhisse!amdır.

7- İbrahim (as): İbrahim b.Târah (Âzer), b.Nahor, b.Sarug (Şarug) b.Rau (Ergu), b.Falığ, b.Âbir, b.Şalıh, b.Erfahşed, b.Sâm, b.Nuh Aleyhisselâmdır.

8- İsmail (as): İsmail Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâmın, Hz.Hâcer'den doğan ilk ve bü*yük oğludur.

9- İshak (as): İshak Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâmın ikinci oğlu olup Hz.Sâre'den doğ*muştur.

10- Lut (as): Lût b.Hâran, b.Târah, b.Nahor, b.Saruğ'dur. Lût Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâmın Yeğeni, yani kardeşi Haran'ın oğlu idi.

11- Yakub (as): Yâkub b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmlardır. Yâkub Aleyhisselâmın Annesi: Refaka'dır.

12- Yusuf (as): Yûsuf b. Yâkub, b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmdır. Yûsuf Aleyhisselâmın annesi: Râhıl bint-i Leban'dır.

13- Eyyub (as): Eyyûb b. Mûs, b. Ra'vil, veya Razıh b. Ays b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmlardır. Eyyûb Aleyhisselâmın annesi Lut Aleyhisselâmın kızı idi.

14- Zülkifl (as): Bişr (Zülkifl) b.Eyyûb Aleyhisselâm'dır.

15- Şuayb (as): Şuayb b. Mîkâil, b. Yeşcür, b. Medyen, b. İbrahim Aleyhisselâmlardır. Şuayb Aleyhisselâmın annesi: Lut Aleyhisselâmın kızı Mîkâil'dir. Şuayb Aleyşhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın Kayınpederi idi.

16- Musa (as): Mûsâ b.İmran, b.Yashür, b.Kahis, b.Lâvi, b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâm'dır. Mûsâ b.İmran Aleyhisselâmla Hârûn b.İmran Aleyhisselâm, Ana-Baba bir kardeş idiler. Harun Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâmdan bir yaş büyüktü.

17 Harun (as): Musa (as)'ın kardeşidir.

22- İlyas (as): İlyas b. Yasin, b. Finhas, b. Ayzar, b. Hârûn, b. İmran (A.S)'dır.

23- Elyesa (as): Elyesa' b.Ahtub, b.Adiy, b.Şütlem, b.Efrâîm, b.Yûsuf, b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâm'dır. Elyesa Aleyhisselâm'ın, İlyas Aleyhisselâm'ın amcasının oğlu olduğu da söylenir.

24- Yunus (as): Yûnus b. Matta; Bünyamin b. Yâkub b. İshâk, b. İbrahim Aleyhisselâm oğulla*rı soyundandı. Matta, Yûnus Aleyhiselâmın annesi idi.Peygamberlerden, Yûnus b. Matta ile İsâ b. Meryem Aleyhisselâmlardan baş*ka hiç biri, annesine nisbetle anılmamıştır.

25- Şemûyel (as): Şemûyel b.Bali, b.Alkama, b.Yerham, b.Yehu, b.Tehu, b.Savf'dır. Şemuyel Aleyhisselâm, İsrail oğullarından ve Hârûn Aleyhisselâmın zürriyetindendi. Şemuyel Aleyhisselâmın annesi Hanne olup[6> Lâvi b.Yâkub Aleyhisselâmın Hanedanına mensuptu.

26- Davud (as): Dâvûd b.İşâ Aleyhisselâm; Yehûza b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâmın soyundandır.

27- Süleyman (as): Dâvûd b.İşa Aleyhisselâmın oğlu olan Süleyman Aleyhiselâmın da, soyu, Yehûza b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâmlara dayanır.

28- Lukman (as): Lukman b.Sâran, b.Mürîd, b.Savun. Lukman Aleyhisselâm; Dâvûd Aleyhisselâmın devrinde yaşamıştır. Kendisi; Mısır Nub kabilesine mensubtu. Medyen ve Eyke halkındandı. İsrail oğullarından bir adamın kölesi iken, onun tarafından âzâd edilmiş ve kendisine ayrıca mal da, verilmişti.

29- Şâ'yâ (as): Şâ'yâ b.Emus veya Emsıya'dır.

30- İrmiya (as): İrmiya b.Hılkıya; Lavi b.Yâkub Aleyhisselâm'ın soyundan gelen Hârûn b.İmran Aleyhisselâmın soyundandı.

31- Danyal (as): Danyal b.Hızkıl'ül 'asgar, Peygamber oğullarından, Süleyrnan b.Dâvud Aleyhisselamların soyundandı.

32- Uzeyr (as): Uzeyr b.Cerve Hârûn Aleyhisselâmın zürriyetindendir.

33- Zulkarneyn (as): Zülkarneyn Aleyhisselâmın ismi, soyu ve Peygamber olup olmadığı... Hakkın*da bir çok ve çelişkili rivayetler bulunmaktadır. Kendisinin, Sa'b b.Abdullah'ülkahtânî olduğu söylendiği gibi, babasının Hımyerîlerden olduğu da, ileri sürülmektedir.

İbn. Habîb de; Hımyer krallarının isimlerini -Hişam b.Kelbî'den sırasıyla kitabı*na geçirirken, Sa'b b.Karîn b.Hemal'ı, -Yüce Allanın, Kitabında- Zülkarneyn diye anmış olduğunu kayd ettikten sonra, kral Zeyd b.Hemal'ı kayd edip ona da, Yü*ce Allanın Tübba' adını vermiş olduğunu açıklar.

Zülkarneyn Aleyhnisselâm hakkında: "Hem Nebi idi, hem Resul idi." diyenler olduğu gibi, "Hayır! O, Resul olmayan bir Nebi idi. Resul olmayan bir Nebî oluşu, inşâallâh, Sahih'dir!" diyenler de, vardır. Hz. Ali'ye göre, Zülkarneyn Aleyhisselâm: Ne bir Nebi, ne de, bir kraldı. Fakat, Allanın Salih bir kulu idi ki, o, Allâhı, sevmiş, Allah da, onu, sevmişti.

34- Zekeriyya (as): Zekeriyyâ b.Berahyâ Aleyhisselâmın soyu, Süleyman b.Dâvûd Aleyhisselâmlara, Süleyman b.Dâvûd Aleyhisselâmların soyu da, Yehûza b.Yâkub Aleyhisselâma dayanır.

35- Yahya (as): Yahya (as), Zekeriyya (as)'ın oğludur.

36- İsa (as): Hz. Meryemin oğludur ve bir mucize olarak babasız dünyaya gelmiştir. Hz. Meryem'in babası İmran b.Mâsân olup Hub'um b.Süleyman Aleyhisselâmın soyundandı.

37- Hz. Muhammed (asm): Muhammed b. Abdullah, b. Abdulmuttalib. Kureyş Kabilesinin Haşimi kolundanan. Bütün kaynaklar Muhammed (a.s.)ın, Adnan'a kadar olan atalarının gerek isimlerinde, gerek sıralarında, ittifak halinde bulundukları gibi, Adnan'ın da İsmail (a.s.) b. İbrahim (a.s.)ın öz be öz soyundan geldiğinde de müttefiktirler.

*Peygamberler Tarihi, Asım Köksal