1 Aralık 2009 Salı

44.HER ŞEY DERSAADETTE

Abdürrezzak Efendi mutluydu. Kârlı satışlar yapmış, kısa zamanda mallarını bitirmişti. Ancak Onu daha çok mutlu eden Refik'in kendisi ile birlikte dönmüş olmasıydı. Bir Tüccar için müşteri kadar belki de mişteriden de çok önemli olan güvenilir adamlarla çalışır olmaktı. Abdürrezzzak Efendi şimdiye kadar böyle bir adama raslamamıştı. Refik hem güvenilir, hem cesur, hem mantıklı, hem de gençti. Sonunu Allah bilir ama gene de önünde yıllar vardı. Abdürrezzak Efendi arabasının üstünde, son baharın yaza veda esintileri arasında, yüzünde tatlı bir tebessümle, ağaçların sararmış yapraklarını süzüyordu. Yaprakların bazan en sararmışı bile dalında sallanırken, daha yeşil ve genç olanları yere düşüyordu. Demek ağaçlarda bile önce yaşlılar değil, vadesi gelen ölüyormuş. Kurala boyun eğmiş gibi kafasını kaldırdı, kocaman kocaman parçalı bulutlar kaplamış gökyüzüne baktı. Böcek gözleri göz çukurlarının arasına gömülmüştü, gözleri yok gibi görünüyordu ama O her şeyi görüyordu. Sivri kafasına her şeyi sığdırıyor, Zayıf, kurumuş orman dalı vücudu hala Onu her yere taşıyabiliyordu.

En son arabada tek başına oturan Refik atlarına serüvenini anlatır gibi; yüzünde acı tebessüm vardı. Gözlerini uzaklara, başı dumanlı dağların ötesine dikmiş, yem yeşil ormanların kucağındaki Visej köyünü düşünüyordu. Tombul anasının mavi bakışları, iri kemikli ellerine ragmen gücünü yitirmiş babasını, kendisini hiç yadırgamayan yeğeni küçük Kirez'i sayıklıyordu. Atlara,
-onları buldum. Köklerim orada...kardeşim nerede? bilen gören var mı, onu nerede bulurum? Onu da buldum mu değmeyin keyfime dedi, atları "deh" ledi...

Refik geçtiği yollara işaretler koyuyordu kendince. Çünkü bu yollardan çok gelip geçecekti. Belki de artık yalnız kervanı O yönetecekti.
Aynı konaklarda mola veriyorlardı. Ancak dönüş yolunda ne Kosova'da, ne de Üsküp'te günlerce kalmadılar. Atları dinlendirmek ve yol azıklarını temin etmek için en çok birer gün mola veriyorlardı. Böylece Selanik'e daha çabuk ulaştılar.

Selanik Abdürrezzak Efendi için önemli bir merkezdi. Selanikte yapılacak işleri, oradaki depoları, depolardaki malları Refik'e bir bir göstererek gerekli izahatı yapıyordu. Selanikte de önemli müşterileri vardı. Müşterileri gezdiler beraberce, siparişleri aldılar. Seşlanik'te üç gün geçirdiler. İyice dinlenmişlerdi. Atları değiştirdi, İstanbul'dan gelirken koştukları atları almışlardı.

Kavala'dan geçerken Refik'in gözü su kemerlerine takılmıştı. "Kavala'nın susuz kalmasından kime ne ki? " demişti Abdürrezzak Efendi ve devam etmişti, " Ama Osmanlı öyle dememiş", ülkesini ne susuz bırakmış, ne yolsuz bırakmış ne aç, ne de açık bırakmıştı. Suyu kemerle de olsa taşımış, evinde kazan kaynamayana aş vermiş. Refik Saraybosna'ya kadar gördüğü mükemmel yolları, köprüleri, cami imaret , han, hamam ve bedestenleri yalnız ihtiyaçların karşılanması olarak değil, her birini birer medeniyet abidesi olarak ta görmüştü.

Edirne'ye girdiler, Saraybosna'dan ayrılalı bir ay bile olmamıştı. Refik kardeşini bulma umudunu Edirne'ye bırakmıştı. Refik Edirne de kaldı. Abdürrezzak Efendi biraz pipiriklendi. Refik patronuna hiç bir şey anlatmamıştı. Abdürrezzak Efendi ne Titova'da ki ailesini, ne de aradığı kardeşini bilmiyordu. Bu yüzden Refik'in Edirne'de kervandan ayrılmasına endişe etti. Onlar arabaları İstanbul'a doğru sürerken, Refik'te Acemi Oğlanları Mektebi'ne doğru yollandı.

Mektebin kapısından içeri girerken, yıllardır varlığından habersiz yaşadığı kardeşine ulaşmanın heyecanı ile titriyordu. Bir devşirme Refik'i mektebin Ağa'sına götürdü. Mektep Ağa'sı genç ve sıkı bir subaydı. Refik'i iyi karşılamıştı. Onu dinliyordu, duyduklarına inanamıyordu. Anlatılanlar ütopya gibi geliyordu.
-ben bu kadar yıldır bu mektebin ağasıyım. Senin dediğin gibin bir defteri ne görmüşlüğüm vardur, ne de bilmişliğim. Bizim burada tuttuğumuz sicil defterlerimiz vardur. Bu defterleri biz yazaruk. Kimesnenün iki ismi yoktur, dedi.
Refik'in morali bozulmuştu. Tam kardeşine ulaşacak ken, elinden kaçırmıştı.
Sordu,
-devşirülen sabilerün dağıtımlarının yapıldığı yer neresidür? bilir misün?
-ben bilemem. Bilse bilse Turnacı Başı bilür. Sen bir de Ona sorsan yeridür. Refik teşekkür edip mektepten ayrıldı.

Kardeşi küçük Hayri "beni kurtar" der gibi elini uzaklaşmış, karanlıklar içinde kayboluyordu. Refik Onu tutmak için uğraşıyor, bir türlü tutamıyordu. Hep elinden kayıyordu. kendisinden uzaklaşan Hayri sisler içinde tebessüm ediyordu,

Refik,orta yaşlı, iri kıyım Turnacı Başı Ağa'nın sert bakışlı mavi gözlerinden, azarlayan boğuk sesinden ve mağrur duruşundan yıldı. Bu adam Balkanlarda ki fakir ailelerden çocuklarını söküp alan adamdı. Refik bir an söyleyeceklerini unuttu. Refik'e,
-ne diyeceksün be zavallı adem, beni işgal idersün...Refik boğazını temizledi, derin nefes aldı ve kekeleye kekeleye,
-ben otuz sene evvelisi devşirilen bir sabinin encamını öğrenmek isterim.
-otuz sene evveli mi?
pefik başını sallıyarak tasdik ederken, O elini havada daire çizerek sallamış,
-hay babam hay...otuz sene.. niçün öğreneceksün?
-onlardan biri benim garundaşımdur.
-sen kimesnesün?
-ben Sekban Başı'yım
-sen Refik misün?
-beliğ...sen nereden bilirsün, Refik'i
-Nasuh Paşam’dan bilirim...işler iyice karışıyordu. Adam ciddileşmişti...İşin Nasuh Paşa ayağı da celaliye çıkıyordu. Eşkıyaya çıkıyordu. Eşkıyanın hükmü de dağda geçerdi. Eşkiyanın şehirde borusu ötmezdi.
-Nasuh Paşa'dan nasıl bilirsin?
-Nasuh Paşam buralara ulak salmıştur. Görürsez yakalayın, derdest edin, zindana koyun deyu...
Zaten canı sıkılmış, sinirleri bozlmuş olan Refik başkaca şey sormadı,
-aha buradayım, yakala, derdest eyle, ne durursun, elini tutan mı vardur. diye nara atarak iki eliyle mağrur Turnacı Başı'nın yakasını kavramış, güçlü kollarıyla öyle sarsmış, havaya kaldırmıştı ki, Turnacı Başı'nın ayakları yerden kesilmiş, kafasından serpuşu düşmüş, kalın dudaklarının arasından salyaları etrafa saçılmıştı. Mavi gözlerinden inen iki damla yaş Refikin kollarında kaybolmuş, Refik insafa gelmiş, Turnacı Başı'nı fırlatmış, adamın sırtıyla kafası duvara çarpmış, Turnacı Başı Refik'in ayaklarının dibine yığılmıştı.
" Tekebbüre kibir sadakadır" hadisini hatırlamış, biraz kibir, biraz acıma sadakası vererek bu sefil dilencinin üstüne daha fazla gitmemişti.
-devşirdiğün sabilerin isimleri ve memleketlerinin yazıldığı defterlerin nerede olduğunu şimdi de bakayım..
-biz o defterleri yazarduk, sabiler ile birlikte Dersaadete yollarduk. Oradan sonra nice olur, Allah bilür, ben dahi bilemem...
-bir dahi yakana yapışursam, seni duvara yapıştırırım. Defterler nerede,heman diyesün.
-ağam, benim yazdığım devşirme defterleri Dersaadette dür. Sarayda Veziri Azam Kethüdası(yöneticisi) muhafaza eder. O defterlerü heç kimesne göremez. Billah elimden başkaca bir şey gelmez.

Refik'in burada yapacağı başka bir şey kalmamıştı. Dersaadet'e, yani İstanbula gidip, Sadrıazam Kethüdasına ulaşması gerekiyordu. Devletin bu işi ne kadar sıkı tuttuğunu görmüş, hayret etmişti. Kardeşine ulaşabilmesi zorlaşıyordu. Her kapı başka bir kapıya açılıyor, sonunda ulaşılması imkansız yerelere uzanıyor. Veziri Azam korumasına almıştı. Ama Refik umudunu kesmek istemiyordu. Kethüda bile olsa o defterlere ulaşmalıydı...

İstanbul'a gitti. Hana yerleşti. İki gün hiç bir iş yapmadı. Dinlendi, gezdi dolaştı. İçi rahat değildi. Kardeşini takmıştı kafasına. O çok yukarılardaydı, ulaşamıyacağı kadar yüksekte bir yerlerdeydi. Kendini At Meydanı'nda buldu. Sultan Ahmet Camii'nin inşaatı bitmiş, cami ibadete açılmıştı. Ne Mimar Ahmet Ağa'yı, ne de Tevfik Usta'yı görebildi.

Refik eskiden yalnız kaldığında kendi kendine yetiyordu. Yapacak bir şeyler, gidecek bir yerler buluyordu ve yalnız kalmaktan sıkılmıyordu. Ama şimdi yalnızken sanki biri boğazını sıkıyordu, boğazı daralıyor, nefesi sıkışıyordu. Çok dertliydi de bir dostuna dert yanmak mı istiyordu, yahut içinde ki fırtına dışına mı vuruyor da Onu oraya buraya sürüklüyordu. Aklında kurgulanmış yapılacak bir işi yoktu.

Topkapıda ki Abdürrezzak Efendi'nin ambarlarına gitti. Maksadı Abdürrezzak Efendiyi görmek değildi, ayakları Onu öylesine götürdü. Oysa Abdürrezzak Efendi hergün erkenden işine geliyor, Refik'i de bekliyordu. Refik'i gördüğüne sevindi ve huzursuzluğunu da hemen fark etmiş, fakat bir şey sormamış, kendisinin açmasını beklemişti. Ambarların yanında iki odalı, dayalı döşeli idare hanesi vardı. Abdürrezzak Efendi bazı akşamları Üsküdar da ki evine gitmeyip, burada sabahlıyordu. Refik'e
-sence de münasip ise, aha burada yat kalk. Artik handa hamamda yatip kalmayasiz, orada sefil oluyorsun, dedi.
-benim bu sıralar önemli bir meşgalem vardur. Bir kaç gün o işlere bakmaklığum gerekür. Sonra nice olur bakaruk. demişti. Aslında Abdürrezzak Efendi'nin idarehanesini bir yabancıya açması, ona emanet etmesi görülmüş değildi. O Refik'e güveniyordu da Onun, Ona pek güveni yoktu.

Refik ambardan ayrılmış, Mimar Ahmet Ağa'yı bulmak üzere Hüsrev Paşa'nın konağına doğru yürümeye başlamıştı. Ancak Konağa gündüz gözüyle gitmegi için, konağı çıkarabileceğini sanmıyordu. Gene de " denemekte fayda var " dedi, yürüdü.
İstanbul'a sonbahar erken gelmiş, sert girmişti. Yazdan hiç bir şey kalmamıştı. İnsanları kışa alıştıran soğuk bir hava ve bir kamçı gibi adamın suratını sızlatan sulu sepken yağmur vardı. Yürümeyi zorlaştırıyordu. Sulu sepken yağmurun altında Refik Kethüdayı düşünüyor, Hüsrev Paşa'dan yardım istese, Hüsrev Paşa Kethüda'ya gider mi? diye merak ediyordu. Refik'in aklında yalnız kardeşi ve kardeşine ulaşabilme çabası vardı. Bu çaba gizli bilgilere ulaşabilme çabasıydı. Gizlilik te herkesle paylaşılamıyordu.
Bir akşam karanlığında gittikleri Hüsrev Paşa'nın konağını bu sağnak yağmur altında bulmaktan zorlanıyordu. Geri döndü, gene eli boşa çıkmıştı. Hiç bir yere ulaşamıyordu. Sanki günlerdir yağan sulusepken bütün izleri siliyordu. Su birikintilerinde kardeşinin haylini yakalayacak ken, yağmur damlalarının halkaları arasında kayboluyordu. Yağmur rahmetti ama bu yağmuru rahmet gibi görmüyordu, bugün yağmurdan hiç hoşnut değldi.

Cuma namazını kılmak üzere Sultan Ahmet Camii'ne gitti. Sultan Ahmet Camii, bu yaşına kadar görmediği güzellikte bir mabet olmuştu. İnsana huzur veriyordu. "hergün gel burada namaza dur" diye çağırıyordu adamı. Sıkıntısını atmış, içi rahatlamıştı. Orada kendini Allah'a yakın hissetti. Bir an kendini cennette sandı. Mimarlarını, ustalarını, emeği geçen herkesi takdir etti. Huşu içinde namazını kıldı. Allah'a şöyle dua etti:
" Ya Rabbi, " isteyin vereyim" diyorsun. Senden kardeşimi istiyorum. Beni Ona ulaştır. Sana hiç bir şey zor değil."...

İçinde yüzlerce ışık yandı... aydınlıklar içinde kaldı. Cami nur içindeydi.

Camiden çıkarken insanların yüzleri niye gülüyordu? Herkes mutlumuydu? " Mutsuz olan bir ben miyim? " Bu kadar Müslümanın dertsiz olduğunu ilk kez fark etmişti.

Cemaat cami kapısından, arı kovanından boşalan arılar gibi boşanmaya başlamıştı. Herkes işine gücüne gidecek, rızkını arayacaktı. Refik kapıdan çıkarken iki adam önde ki cematten birini Tevfik Usta'ya benzetti, hızlandı, yetişti, tam
arkasındaydı,
-Tevik Usta!
-Sekban Başı...diye seslendi, cemaatin arasında sarmaş dolaş, kördüğüm olamadılar, özlemlerini gidermek için meydanın bir köşesine oturdular, epey hasbihal ettiler. Tevfik,
-biz seni akıncı olacaksın bilirdik.
-şimdilerde başkaca uğraşum vardur. diye söze başladı, bilmedikleri bir sürü şey anlatmışlrdı. Tevfik Refik'i konağa davet etti,
Refik,
-hiç gerek yok. diyerek gitmek istemedi. Tevfik israr ediyordu, sonunda israrına dayanamayan Refk İskender Paşa konağına gitmeye razı oldu. Tevfik ile Refik'in ilk karşılaşmaları sevimsiz olmuştu, ama sonra bir birlerini çok sevmişlerdi. Tevfikle Mimar Ahmet Ağa cuma namazlarını burada kılıyorlarmış. Tevfik aylardır Ahmet Ağa'yı göremediğini söylüyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder