1 Aralık 2009 Salı

53. SAHİPSİZ KALAN VATANIN BATMASI HAKTIR SEN SAHİP OLURSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR

SAHİPSİZ KALAN VATANIN BATMASI HAKTIR
SEN SAHİP OLURSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR
M.A.Ersoy


*Dün, savaşı ibadet, ölümü şahadet bilen Yeniçeri, yani devletin kapısına kul olmuş devşirme, bugün geleneği bozmuş, Savaş Meydanı yerine At Meydanına gider olmuş, düşman olarak; "kapısına kul" olduğu devleti bilmiş ve devletle savaşır olmuştu.
İmparatorluk kan kaybetmeye başladığı zamandan itibaren Müslüman Türk'ün Avrupada ki imajı; "harem, hadım, göbek dansı, hamam sefası, şarap, askeri güçzüzlük, sefahat hayatı" olmuştu.
Bir zamanların akıllara ve ruhlara dehşet veren “Cihangirlik " simgesi de artık hayaldi.
Türkleri tarih sahnesine çıkaran imanını, vatan aşkını, şehitliği, keşfeden düşman, bu değerleri dejenere ederek, bozarak tarih sahnesinden indirilebileceğini hesap edmiş, İçerden ve dışardan bu Ulu Çınar'ı baltalanmaya başlanmıştı. Koca Çınar her yanından balta yiyordu. "Besmele" ile toprağa salınmış, bu torağı sevmiş, toprak ta çınarını sevmiş. Kökleri derinlerde, gövdesi üç kıtaya yayılmış olan bu ulu çınar her şeye rağmen hâla direniyor, meyve veriyor, tadını ve rengini koruyordu.
Sona ermiş olan haçlı seferlerine rağmen, bu çağda Batı, uyanmaya başlamış, gözünün çapağını silip, çevresinde olup biteni izlemeye almıştı. Kilisenin yaşattığı dini taassup ve cehaletin girdabında can çekişirken; Muhteşem Süleyman’ın, Kanuni'nin bir bahşiş gibi fırlatıp önlerine attığı "kapitülasyon" ile muhtaç köleler keselerini doldurmaya başlamış, giderek cömert efendinin hazineleri tükenmiş, Efendinin fırlattığı bahşişi aradığı hazin bir tablo meydana gelmişti.
Avrupalı uyanıp gözündeki çapağı "yenilik" diyerek Osmanlı'nın gözüne "sürme" diye çekmiş ve Türk İmparatorluğunu; çakalların leş paylaşması gibi, her biri bir tarafından yakalayıp, kanını canını emerek haritadan silmeye uğraşmışlardı. Ne yazık ki Osmanlı bu ablukayı yırtıp atamayacak, üstüne çöken rehavetten silkinip kalkamayacak, titreyip kendine dönemeyecek, yeni bir medeniyet tezgahlayan Avrupanın ayak seslerini duyacak fakat karşı koyacak gücü artık kendinde bulamayacaktı.
Üç bin yıldır tarih sahnesinde şan ve şerefle yaşayan bu asil milletin aşk ve imanı pörsümüş, aksiyonunu kaybetmiş, pusuda bekleyen çakallara yem olmuştu. Uğruna baş koymuş insanlardan yoksun bir vatan, " Vatan" olmaktan ne kadar uzaksa o vatan üzerinde yaşayan millet te, "Millet" olmaktan o kadar uzaklaşır.




*Semiha Ayverdi. Türk Tarihinde Osmanlı Asırları.c2






56.MENKIBELER


1.Osmanlı Töresi
Osmanlı padişahı, memleketin sahibidir. Bu sebeple tebasının malı ve canı üzerinde tasarruf hakkı vardır. Padişahlar vasıtalı ve ya vasıtasız bunu kullanabilirlerdi. Her türlü kuvvet padişahın elindeydi. Fakat O bu hükmü keyfî olarak degil, kanun, nizam ve ananenelere dayanarak yürüttü Fâtih Kanunnâmesinde, padişhın yetkilerini nasıl kullanacağını şöyle anlatmaktadır:
" bütün dünyevî ve dinî idare padişah adına yapılmaktadır. Buna dayanılarak padişahın,
-dünyevî yetkilerinin kullanılmasında veziri azamları,
-dinî yetkilerinin kullanılmasında kadiaskerleri, daha sonra ki yıllar da seyhülislâmları,
-arazi ile ilgili yetkilerinin kullanılmasında defterdarları vekil tayin ettiği belirtilmiştir".
Bundan başka divan toplantılarında alınan her türlü kararın "arz" yolu ile onun tasdikine sunulması da padişahın son karar yeri oldugunu teyid etmektedir.
Islâm hukukuna göre devletin başında bulunan hükümdarın, hakkında kesin hüküm bulunmayan mevzularda tebasının huzurunu gözeterek çıkardığı kanunlarına uymak dinin emridir. Islâm hukukuna göre hükümdar her istedigini yapan ve her türlü arzusuna uyulması gereken bir kişi degildir. O da şer'i hukukun gerektirdigi emirlere uymak zorundadır. Aksi takdirde Hz. Peygamber'in "Allah'ın emirlerine uymayana itaat yoktur" hadisine muhatap olur.
Yaz sıcaklarında çeşme ve sebillerde karla soğutulmuş su vermek, hanlar ve kervansaraylarda yolcuları parasız misafir etmek, imaret hanelerde muhtaçlara her öğün yemek ikram etmek, borç yüzünden hapsedilmiş olanların borçlarını ödeyerek onları mahkumiyetten kurtarmak, ölen fakir kimselerin borçlarını ödemek, ihtiyaçlarını söylemekten utanan muhtaçlara, itibarlarını zedelemeden gizlice yardım etmek, köle ve cariye azat etmek, yangınlarda evi yananlardan fakir kimselerin evlerini bedelsiz inşa ettirmek gibi insanların rahat ve huzuru için yapılan faaliyetler sayılamıyacak kadar çoktu
Osmanlılar, gönülden bağlı bulundukları İslamiyet’in kin ve garazı yasaklaması sebebiyle her Cuma ve Bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları af edip barışmaya vesile etmişlerdi.

Osmanlıdaki edep, nezaket ve terbiye kuralları sayılamayacak kadar çoktur.
Avrupa halklarında mevcut olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları yoktur. Sokaklar, gayet sakin ve emniyet içindeydi. Konuşanın sözü kesilmezdi. Konuşan da, son derece vakar ve sükunet içinde olurdu. İfadeleri gayet zarif ve düzgündü. Oturuş, kalkış ve yürüyüş, hep müstesna bir nezaket ve vakar arz ederdi. Yaşlılara hürmet, kusursuz ve pek yüksekti. Hanımlara karşı hürmet ise, umumi bir ananeydi. Bütün hanımlar Anne, teyze, hala ve bacı olarak görülürdü.

Çocuklar 9-10 yaşında muhabbet sofrasına alınır, okudukları dersler ilerledikçe sonra soru sormasına izin verilir, bilgileri arttıkça da fikir belirtmeleri ve cevap vermeleri beklenirdi. Muhabbet sofralarında kuşaklar arası birlik sağlanır, aile fertleri arasında akrabalığın dışında birbirlerini keşfetme fırsatı bulurlardı....bütün bunlar ve daha sayamadığımız binlerce töre yaşayarak devam etmektedir.







2.Peygamber Kılavuz**

Meşhur Sina çölü geçiliyor.Çöl tam bir dehşet alanıdır. Gecelerin dondurucu soğuğu ile gündüzlerin yakıcı sıcağı bir yana bırakılsa bile kaynaşan akrepler, yılanlar, çiyanlar, örümcekler ölümün soğuk yüzünü yansıtıyor. Ayakkabılar kızgın kumda kavrulup büzülüyor, ayaklar yara bere içinde kalıyor. Sık sık çıkan fırtınalarda savrulan ince kum, kapağı ne kadar iyi kapatılmış olursa olsun, su kırbalarının ve yiyecek kaplarının içine giriyor. Bu yüzden aç ve susuz kalıyorlar.
Bazı vezirler zaman zaman padişaha dert yanıyor, çölü geçmenin imkansızlığını Ona da inandırmaya çalışıyorlar. Yağuz Selim ise her seferinde karlılığını vurguluyor: "Meşru hedefe yürüyen padişahın önderi Peygamberdir."
Top arabaları batıyor, askerler kavruluyor, padişah hiç kimseyi dinlemiyor: "çöl inşallah geçilecektir, başka laf duymak istemiyorum."
Ağır topları taşıyan kağnı arabalarının batmaması için, çölü sulayıp, üzerinde ağır silindirler yuvarlamak suretiyle kumu sertleştiriyorlar.
Yavuz Padişah sık sık atından inip, yeniçerilerin arasına karışıyor, onlarla yürüyor, onlarla yiyip içiyor, umutların sönmeye başladığı demlerde ise ok gibi fırlayıp, azmin öncülüğünü yapıyordu. Kah hasta bir askerin terini siliyor, kah kuma saplanan bir top arabasına omuz veriyor. Ter içinde, soluk soluğa kaldığı demlerde, dinlenmesini rica edenlere: "bizim rahmetimiz, zahmettedir." diyerek başka bir tarafa koşuyordu.
Hocalar hilafetle kucaklaşmanın önemini vurgulayan konuşmalar yapıyor, bülbül sesli hafızlar gece gündüz fetih ayetleri okuyarak askeri coşturmaya çalışıyorlar.
Bütün bunların kar etmediği bir noktaya geliniyor sonunda. Kimsede adım atacak takat kalmamış, özellikle yaşlı hocalar, yaşlı vezirler çok yorumuşlardır.
Bunu fark eden Yavuz Padşlah atından iniyor, tek başına ordunun önüne geçiyor. Cehennemi sıcak altında yürüyor, yürüyor...Bir ara başı önüne düşüyor, küçük bir tereddüt filizleniyor yüreğinde:
"başarabilecek miyiz?"
Başını kaldırdığında bir gölge fark ediyor önünde...
Yüreğinde ki sevda ile karşılaştırıyor, emin oluca gülümsüyor: "Meşru hedefe yürüyen padişahın önderi peygamberdir." diye düşünüyor.. daha büyük bir kararlılıkla sürdürüyor yürüyüşünü...
Bu arada iyice takattan düşen yaşlı serdarlar, vezirler ve hocalar, Yavuz padişahın çok sevip, saydığı İbni Kemal'i padişaha ricacı gönderiyorlar.
Hünkarım yaşlı kullar çok yoruldu. Lütfen atınıza binin ki, onlar da binsinler.Yavuz padişah hayretler içinde hocasına bakıyor, çenesi ile ileriyi işaret ederek soruyor:
Görmüyor musun hocam, görmüyor musun, bu drumda nasıl ata binilir? İbni Kemal padişahın gördüğünü görmüyor, Yavuz Padiah ağlayarak son cümleyi söylüyor,:
"Rasulüllah önümde yaya yürürken, ben nasıl ata binebilirim???"




3. Yükselen Kültürün oluşumu

Fatih Sultan Mehmet dünyanın neresinde bir alim duysa yüksek pahalar ve değerli hediyeler vererek onu İstanbula getirirdi. İstanbula topladığı bilim adamları ile sohbetler eder, onların bildiklerini devleti için kullandırırdı. Medreselerinde ders verdirir, öğrenci yetiştirirdi. Böylece. Cihan İmparatoru olmak için gereken yüksek kültürü oluştururdu.
Değerli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu bir örnektir.
Fatih Ali Kuşçu’yu İstanbul’a davet etmiş, Ali Kuşçu’da, Semerkant'ta Kızıl Elma olarak bilinen eski Bizasın başkenti İstanbul’a gelmeyi Kabul etmiş, ailesini de alarak Tebriz'den hareket etmiş. Fatih değerli b ilim adamını İmparatorluğunun sınırlarından itibaren karşılatarak büyük bir ihtişam içinde, her gün için bir akçe verdirerek, İstanbul'a getirtmiştir. Ali Kuşçi Fatihin sohbetlerinde bulunmuş ve ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraşmıştır. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme olmuştu.
Bir diğer örnek te Molla Cami dir. Molla cami’yi fatihin hocalarından Molla Yeğan Hac’da keşfetmiş, İkinci Murat Han’a, Şehzade Mehmet’e ders vermesi için önermiş. Şehzade Mehmet, ele avuca sığmayan zeki, afacan ve yaramaz bir çocukmuş.Hocaları ondan “el aman “ çekiyormuş. Molla Cami gelmiş, İri cüssesi, davudi sesi, engine bilgisi ile yaramaz Şehzade üzerinde baskı kurarak, değerli bir hocası olmuştu.
MollaCami bir Hacca gitmiş, oradan Şama geçmiş, izini kaybettirmişti. Padişah olan Fatih hocasını buldurmuş, İstanbula gelmesi için her adımına bir akçe paha biçmiştir.
Fatih’in sarayında Yunanca ve Latince yazan katgipler ve tab ipler, arapça ve farsça tercümanlar, Türkçe şiir yazan usta şairler vardı.














4.Fatih'in Vakfiyesi**

"Ben ki İstanbul Fatihi abd-i aciz (aciz kul) Sultan Mehmet Han'ım. Bizatihi alnumun teri ile kazanmuş olduğum akçelerümle (paralarımla) satun alduğum, İstanbulun Taşlık mevkiinde kaim (bulunan) ve sınırları belli olan yüz otuz altı adet dükkanımı aşağıdaki şartlar muacehesünde vakfI sahih eyledüm. İş bu dükkanlarımdan gelicek nemalardan, gelirlerden İstanbulun her sokaguna ikişer kişi tayin eyledüm. Bunlar ellerinde birkap, içerisünde kireç tozu ve kömür külü karışımı olduğu halde, günün müteaddit saatleründe sokaklaru gezeler. Tükürüklerün üzerine bu tozu dökeler ki, yirmişer akçe alalar...."
"Ayriyetten, on cerrah, on tabip ve üç te yara sarıcı tayin eyledüm. Bunlar dahi ayın belli günlerinde istanbula çıkalar, bila istisna (ayırım gözetmeksizin) her kapuyu vutralar ve o hanede hasta olup olmaduğun soralar. Hasta var ise şifası mümkin ise şiyayab oalalar (evde tedavi edeler), degilse kendilerinden hiç bir karşuluk beklemeksizin darul acezeye (yoksullar bakım evi) kaldurarak orada salah buldursunlar."
"Ayriyetten külliyemde bina ve inşa ittiğüm imaret hanede şehit ve şühedanın haremleri (aileleri) ve istanbul fukarası yemek yiyeler...
Ancak yemek yemeyene veya almaya bizatihi kendileri gelemeyecek vaziyette olanlarun yemekleri günün loş karanluğunda, kimesne görmeden ( bu yardım alan muhtaç insanı incitmemeğe yönelik vicdani bir incelik) kapalu kaplar içerisünde evlerine götürüle....."
"Ayriyetten,Maazallah, İstanbulda bir et buhranı çıkacak olur ise, vakfettiğüm yüz adet tüfengi ehline vereler (iyi avcılara) Bunlar hayvanat-ı vahşiyenin, yumurtada ve yavruda olmadığı sırada!!!, dağlara ormanlara çıkup, avlanalar ki, zinhar hastalarumuz gıdasuz kalmasunlar..."
**Y.Bahadıroğlu, Biz Osmanlıyız













5.Bir "Deli Balta" Ulubatlı Hasan


Sultan Mehmed Han bütün hazırlıklarını tamamlamıştı. Paşalarını ve Beylerini çağırarak onlara şöyle seslendi:

“Müsterih olunuz!” -Ey benim Paşalarım, Beylerim, cihad arkadaşlarım! Sizi, cesaretinizi bir kat daha arttırmak için buraya toplamadım. Zafer için üç şart mevcuttur:
1.Hulûs-i niyyet,
2.Fena hareketlerden hayâ,
3.Emirlere itaat.
Mâlik olduğunuz liyakati gösteriniz. Zillet geride, şehadet ileridedir. Sizin başınızda döğüşeceğime yemin ederim. Fecirle kalkar kalkmaz namazlarınızı eda edip, askerinizi bir intizam-ı tam dahilinde tertib ediniz. Sakin ve müsterih olunuz. Fakat cenk borusunun sesini duyunca, derhal ileri atılınız...
Padişah sözlerini bitirdiği zaman Paşalar ve Beyler ağlıyordu...
O gece kimse uyumuyordu. Genç Padişah, günlerdir içine girmediği yatağının üzerine oturmuş, Allahü teâlâya yalvarıyordu:
şş
“-Yâ İlâhî! Bir bölük ümmeti Muhammet’i yendirme, düşmanımızı sevindirme, bizi muzaffer kıl!”
Çadırın dışında hıçkırıklarla karışık bir ses yükseldi:
“-Âmîn... Âmîn...”
Bu kimdi? Gecenin bu vaktinde Padişahın çadırı etrafında ne arıyordu? Yerinden kalktı, dışarı çıktı. Hayret... Biraz ileride çimenlere oturmuş genç bir adam, ellerini açmış, biraz evvelki duayı tekrarlıyordu...

Padişah onu tanıyordu
Sultan Mehmed:
“Yarın cihad günüdür!”
-Orada ne ararsın, kimsin? diye seslendi. Genç adam oturduğu yerden kalktı:
-Ulubatlı Hasan’ım Padişahım... Sizi muzaffer kılması için Cenâb-ı Hakk’a yalvarırım, dedi.
Padişah bu sesi tanıyordu. Babası Sultan II. Murad Han zamanından hatıra kalmış bir kahramandı. Ölüme gönüllü giden kimselerdendi. Kızmadı. Mülayim bir sesle şöyle dedi:
-Var istirahat eyle Hasan, yarın cihad günüdür...











6.İktisap Kanunnamesi*

(Tüketiciyi Koruma Kanunu, Belediye Kanunu, Gıda Nizamnamesi konularını içerir...)
Bu kanunname Sultan Bayezit Han zamanında Mevlânâ Yaraluca Muhyiddin tarafından hazırlanmıştır. Her biri 100 küsur maddeyi bulan bu üç kanunnameden sadece tüketiciyi koruyan bazı maddeleden birkaç örnek alınmıştır: (Maddenin başındaki rakamlar Kanun maddelerini, “İ-45. Ve mahkeme kararıyla yiyecek ve içecek ve giyecek ve hubûbât yani tahıl ürünleri ki; çarşıda ve bazarda vardur, gözedilüb yani kontrol edilip, her meslek sahibi teftiş oluna. Eğer terâzûda ve kilede ve arşunda yani ölçümde heksük bulunursa, muhtesib (belediye başkanı) haklarından gele.

(harfler de (B)Bursa, (E)Edirne (İ)İstanbul illerini gösterir.)

İ-21. Etmekçiler (ekmek yapanlar), tektip olarak alınan etmeği (ekmeği) narh (tesbit edilen fiyat) üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Etmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa tahta külâh uralar veyahud para cezası alalar. Ve her etmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna. Tâ ki, aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhâlefet edecek olurlarsa, cezalandırılalar.

E-7. Aşcılar bişürdükleri aşı pâk bişüreler ve çanakların pâk su ile yuyalar ve tezgâhlarında kâfir olmaya. Ve iç yağiyle nesne bişürmeyeler. Ve bir akçelik eti her ne narh üzerine alurlar ise beş pare olur. Bir akçelik aş alanın aşına bir pâre et koyalar. İki pulluk dahi etmek vereler. Bir akçelikden artuk alsalar ya eksük alsalar, bu hisâb üzerine vereler. ( Edirne'nin aşcılarının ittifakiyle teftiş olundu.)

İ-38. Ve kile ve arşun ve dirhem gözlenile; eksüği bulunanın hakkından geleler.

B-74. Ve hamallar na‘lsuz at istihdâm etmeyüb (çalıştırmayıp) ve dağ yükünün iki yükünden ziyâde götürmeye.

İ-46. Hammâmcılar, hâmmâmları gözedeler, yunmuş ola, ıssı ve sovuk su ile ârâste ve dellâkleri cest ve çâlâk (canlı, çevik, enerjik) ola. Usturası keskin ola. Şöyle ki, usturası altında kimesne zahmet çekmeye ve nâzır olan fotaları (kapları) pâk duta; Müslümana verdüği fotayı kâfire vermeye.

İ-66. Ve dahi hekîmlere ve attârlara ve cerrâhlara, muhtesib hükmi vardır,görse-gözetse gerekdir. (Belediye başkanının yetkisi vardır, kontrol ve teftiş etmesi gerekir)

İ-24. Bakkallar ve attârlar ve bezzâzlar (bezciler) ve takkeciler, ona ala, on bire satalar, ziyâdeye satmayalar. Ziyâdeye satarlarsa, muhtesib (belediye başkanı) dutub (yakalayıp) te'dîb ede (yola getire). Ammâ bu bâbda (konuda) ve gayride mahkeme-kararı bile ola.

E-194. Berber gözlene; kâfir başın tıraş etdükleri ustura ile Müslüman başın tıraş etmeyeler. Kâfir yüzin sildikleri fota ile Müslüman yüzin silmeyeler. Usturaları keskün ola

E-196. Değirmenciler gözlene; değirmende tavuk beslemeyeler ki, halkın ununa ve buğdayına zarar etmeye. Ve âdetlerinden artuk (fazla) almayalar ve iri öğütmeyeler ve kesmüklü buğdayı değiştirmeyeler ve illâ muhkem (sağlam) ve müntehî (sonunuda) hakkından geleler.

E-198.Ve câmilerde dilenci tâifesin yürütmeyeler.

İ-73. Fil cümle bu zikr olunanlardan gayrı her ne kim Allâh ü Te‘âlâ yaratmışdır (bu yazılanlardan başka her hangi bir usulsüzlük olursa), hepsini de muhtesib (belediye başkanı) görüb gözetse gerekdir, hükmi vardır.
Şöyle bileler, her kim muhâlefet ve inâd iderse (direnirse), itâba ve ikâba ((azarlanmaya ve cezalandırılmaya) müstahak ola”

[1] Hayvan haklarının 20. yüzyılın başında savunulmaya başlandığı düşünülürse, bu maddenin çok ileri bir hukuk anlayışının mahsulü olduğu daha iyi anlaşılır.

* Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri





















7.Yetmiş Beş Yaşında ki okçu

16. asrın namlı ok atıcı pehlivanlarından Ahmet Paşa 75 yaşlarında iken bir gün okçular başına gelip ok ısmarlamıştı. Esnaf: “Pehlivan, ihtiyarladın, sana ok ne lazım” dediler. O da atını çarşının kapısına sürdü, kapıdaki zincirlere kollarıyla asıldı ve bacaklarını atının karnına sardı, kollarını sıkınca koca atı havaya kaldırarak: “Bazumda azıcık kuvvetim var gibi” cevabını verdi.

8.Karıncanın İntikamı

Kanuni Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülmesi için Şeyhulislam Ebussuud Efendi’den fetva istemiş:
Yani ürünlere zarar veren karıncaları öldürmekte şer’an zarar var mıdır?
Ebussuud Efendi, bir beyitle cevap vermiş:
-Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınc


9.Fransızlar

19.yüzyılda Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında
Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu.

Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü
toplayıp götürüyorlardı.

O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses
çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına
durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta şöyle denmektedir:

"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar.
Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de
halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi
bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."

Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen
padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker
elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır.
Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp

mektubu okurlar:


"Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur.
Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir."

Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin.
Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören
Fransızlar için bu kâfidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar.
Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında
dolaşmaya başlarlar.

Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına
sebep olur:

"Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini
de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar.
Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."

Bu olay, Mülhaymli'lerin gönüllerin de taht kurmuştur.
Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar.

Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen
olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip ,
hadiseyi temsilen kutlarlar.



Genç Osman Diyor ki:


*Kimin askerü intizamlu, yürekli ve iştiyaklı ise o galip gelir.
*kimin paşası serhatte şehadet şerbeti içmenin sevdasında ise o kazanur.
*Kimin veziri devletin işini, devletin çerağı (mum), kendi işini de kendi çerağınun ışığıyla görürse o devlet arşa yükselür.
*Kimin Şeyhül İslamı fetvasını Kuran ve sünneti Muhammediyeye muafık (uygun) verirse onun kestiği parmak acumaz.
*Kimin kadısı adil olursa orada asayış ber kemal olur. vesselam.




11. Kuyucu Paşa


Naima, Kuyucu Murat'ın çocuk öldürmesine tanık oluşunu şu şekilde anlatmaktadır: "... Bir gün otağın üstünde iskemle üzerinde oturup kazılan kuyuya adamları katlettirip doldurmakla meşgul idi. O sırada gördü ki, halk arasında bir atlı, bir sabiyi terkisinde almış geçup gider. Paşa emreyledi varıp sabiyi at arkasından indirip huzuruna götürdüler. Oğlancığa:
- Sen ne yerdensin? Celali arasına neden düştün?, dedikte, sabi doğru söyleyip,
-Falan diyardanım, kıtlık sebebinden babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız tokluğuna yanlarında gezerdik, dedi.
-Baban ne idi?, deyu sorunca,
-Şeştar (çalgı) çalardı ve anınla doyunurdu bizi. Vezir-i Azam Murad Paşa başını sallayarak acı acı güldü.
-Hay Allah, demek Celalileri şevke götürürdü, deyup, çocuğun katline işaret etti. İşaret üzerine çocuğu cellatlara verdiler.
Fakat cellatlar;
-Bu sabi masumu nice öldürelim, deyu çekilip her biri bir tarafa gidip göz yumdu. Murad Paşa emrinin neden geciktiğini sordukta, cellatların çocuğu merhamet edip öldürmekten vaz geçtiklerini bildirdiklerinde,
Paşa:
-Yeniçerilerden birisi öldürsün, deyü buyurdu.
Yeniçeri dilaverlerine teklif olduklarından onlar dahi, sabiye bakıp;
-Biz cellat mıyız? Cellatlar bile merhamet etti.
Vezir kendi iç oğlanlarına emretti ki,
-sabiyi onlar öldüreler. Anlar da huzurundan dağılıp kabul etmediklerinden oğlancık meydanda kalmıştı, Onu öldürecek adam bulunmamıştı.
İhtiyar vezir kalkıp, arkasından kürkünü bırakıp, sabiyi kendi elleriyle öldürmüştü.


Peçevi İbrahim Efendi Naklediyor,

(1554) tarihine gelinceye kadar Kostantiniyye’de (istanbulda) ve umumen Rum ilinde kahve kahvehane yok idi.
Ol sene içinde Halep’ten Hakem namında bir herif ve Şam’dan Şems adlı bir zarif gelip Tahtakale’de birer dükkan açup kahve satmağa başladılar (kavehane açtılar). Keyfe düşkün ahbaplar, hususiyle okur yazar kısmından nice zarifler toplanır oldu ve yirmişer otuzar bir yerde meclis kurar oldu. Kimi kitap okur; kimi tavla ve satranca meşgul olur, kimi yeni yazılmış gazeller getirip maariften bahsolunur; nice akçeler pullar sarfedip ahbap toplantısına sebep olmak için ziyafet tertip edenler, bir iki akçe kahve bahası vermekle andan fazla toplantı safasın eder oldular. Şu derecede ki devam eden mazuller, kadılar, müderrisler ve işi gücü olmayup köşesinde oturanlar takımı “Böyle bir eğlenecek yer olamaz.” Deyü oturacak ve duracak bir yer bulamaz oldu. Ol kadar şöhret buldu ki, devlet adamlarından gayrı büyükler duramayarak gelir oldular.

İmamlar ve müezzinler ve gösterişçi sofular; “Halk kahvehaneye müptela oldu.” dediler. Ulema ise: “Kötülük yeridir. Ana varmaktan meyhaneye varmak evladur.” Deyup hususiyle vaiz hocaları, yasak edilmesi hususunda gayet itina eder oldular. Müftüler: “Her nesne ki kömür derecesine vara, tam haramdur.” Deyu fetva verdiler. Merhum Sultan Murat Han-ı Salis (üçücü Murat) zamanında büyük tembihler oldu. Lakin bazı yaran “Koltuk kahvesi” deyu çıkmaz sokaklarda ve bazı dükkanlar ardında ard kapıdan işleyip menedilmelidir. Hatta merhum manav İvaz Efendi İstanbul kadısı iken ocağın kazan’ını yaktıklarınca “Yakalayın!, Yakalarını der dest edün!” deyü fincanlara işaret ettiğin naklederlerdi. Ama o asırdan sonra ol kadar revaç buldu ki tembih olunmaktan kaldı.

Vaizler ve müftüler: “Kömür haddine gelmezmiş, içmesi caiz imiş…” der oldular. Ulema ve meşayihten vüzeradan ve kibardan içmez adam kalmadı. Hatta bir dereceye vardı ki büyük vezirler akar içun kahveler ihdas ettiler. Ve günde ikişer altın alır oldular.

* * *

Tütünü bin altı yuz(1600) içinde İngiliz keferesi getirdiler.
Bazı hastalıklara şifa olmak namına sattılar.
Ehl-i keyften bazı yaran “keyfe müsaadesi vardır” deyü müptela oldular.
Hatta büyük alimlerden ve devlet adamlarından niceler ol iptilaya uğradılar.
Kahvelerde aşağılık insanların çok kullanmasından kahveler gök duman olup içinde olanlar birbirini göremeyecek derecelere vardılar.
Sokaklarda ve pazarda dahi lüle ellerinden düşmez oldu. birbirin yüzüne ve gözüne “püf!, püf!” deyü sokakları ve mahalleleri dahi kokuttular.
Ve hakkında nice yave şiirler nazmedüp münasebetsiz okuttular.



12.Dil Şuh Sultan

Osmanlı Sarayı’na girmenin, sarayın ve devletin imkanlarından yararlanmanın bir yolu da Osmanlı Hanedanlığına “Damat olmak” tı. Bir çok vezir, paşa ve ağa bu yolu zorlamıştı. Bazen de Saray başarılı yöneticileri elde tutmak için onları hanedanlıktan bir kız veya kadınlarla evlendirmişlerdi.
Saraya Damat olan şahıslardan az miktarda isabetli olanlara karşılık, çıkarları uğruna damatlığı kullanarak yönetimi zora sokanlar daha çok olmuştur. Bu evlilikler çoğu kez sadece nikahlanma olarak gerçekleşmişti. Çünkü damat olacak erkek, vezir veya başka bir makam sahibi iken, gelin olacak kız henüz çocuk yaştaydı. Daha üç yaşında, beş yaşında, hatta yaşına bile basmamış gelin adayları olmuştu. Buna Dilşah Sultan’ın hikayesi güzel bir örnektir.
*Dilşah Sultan daha beş yaşında nişanlanmıştı, nışanlısı elliyaşındaki vezir Sipahi Ismail paşa idi. İsmail Paşa savaşta şehit olmuş küçük Dilşah dul kalmıştı..
*Daha sonra Yusuf Paşa ile evlendirilmesi uygun görülmüş, dügün hazırlıkları başlamış, hazırlıklar sürerken Girit seferi çıkmıştı,Yusuf Paşa donanma kumandanı ve baş kumandan olarak Girite gönderilmişti. Paşa Hanyayı fethetmesine ragmen , az ganimet getirdi diye idam edilmişti. Sekiz yaşındaki Dilşah Sultan gene dul kalmıştı.
*Bu kez de Vezir i Azam Ahmet Paşa talip olmuştu Dilşah Sultana. Ahmet paşa şişmanca biriydi. Dilşah ile sözü kesilmiş evlendirilmesine karar verilmiş, düğün hazırlıkları başlamıştı. Bu sırada aşırı israfa karşı yeniçeri isyan çıkartmıştı, isyan esnasında bir kadının
-Vezir’ü Azam semizdür ve de yağlı vücudunun beher tikesü ağrılara iyi gelmeklüğü vardur. demesini duyan Yeniçeri Ahmet Paşa’yı parçalamış, Dilşah Sultan’ın dulluğu devam etmişti.
*Sonra Uzun Ibrahim Paşa ile nikahlanmış, evlenmeden bu iş te yarım kalmıştı.
-Dilşah Sultanın adı Şuh Sultan olarak sarayda nam salmaya başlamış, her talip olanın başına mutlaka bir musibet gelip hayatı ölümle sonuçlandığı için Dilşah Sultan’ın kısmeti kesilmiş, bu iş nice oluyor diye her kesin merakını mucip olmuş, uzun süre talibi çıkmamış.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder