1 Aralık 2009 Salı

41.BOSNA BEDESTENİNDE AŞİNA YÜZ

Refik, Bedestende Abdürrezzak'a yardım ediyordu. Bosnalılar; halk, esnaf ihtiyaç sahibi herkes Abdurrezzakın mallarını seçip seçip alıyordu, Refik’te patronuna yardım ediyordu. Refik kalbalığın arasında tanıdık bir sima ile karşılaştı. Hemen çıkartamadı, biraz gerilerde, Sekban Ocağında bir yerlerde aradı, gene çıkaramadı... evet tanıdıktı amma sormadan edemedi,
-ben seni görmüşüm de kimesnesün diyemem, sen dahi benü tanımış mısın?
-aşkolsun be garundaşım... Sen Sekban Başu Refik'sin Seni unutmak ne mümkindü ki...altmış beşinci ortanın yiğidi...sen beni niye bilemedin?
-hay Allah yahu, sen Emin değil misün, katip Emin...Yeniçeri Efendisi.
-he ya...ta kendisiyüm...Bu iki dost onlarca yıllık hasretle kucaklaşmış, koklaşmış, dostca, askerce sohbete başlamışlardı. İkisinin de geçmişte ve gelecekte anlatacak çok şeyleri vardı.
Yeniçeri Efendisi, ocakta kısaca "Katip Emin" diye anılırdı. Katip Emin devşirme defteri emini idi. Defterde kimin, ne zaman, nereden devşirildiği, adresleri, ailesi hakkında bilgiler vardı. Defter Emini bu bilgilerin kaybolmaması, kimsenin eline geçmemesi ve muhafaza edilmesi ile görevli, güvenilir bir subaydı. Ocakta herkes onu tanırdı, O da herkesi tanırdı. Sekban Başı Refik te ocakta sevilen, sayılan, vazifesini bi hakkın yapan iyi bir subaydı. O da ocağın ileri gelenlerinden biriydi. Ocaktan ayrılmasına herkes üzülmüştü.
Sekban, Akıncı Tayfası'na katılacağını, buraya da onun için geldiğini, ocaktan ayrıldıktan sonra başına gelen onca serüveni anlattı. Nasuh Paşa'nın elinden nasıl kurtulduğunu, affı şahaneye mazhar olduğunu, Beraat Tezkeresi taşıdığından bahsetti ve cebinden çıkardığı tezkereyiEmin’e gösterdi,
-ömrüm oldukça bu tezkereyi cebimde taşıayacam, dedi.
Emin,
- Abdürrezzakı nasıl tanıdız, O’nun yaman bir yahudi olduğunu bilir misiz, yılan sözlerine kanmamasuz diye tembihledi.
Refik te,
-Bizim ortada Deli Asım derler bir garundaşumuz vardı bildiz mi? Hah işte Onun vasıtasıyla tanıdum. Abdürrezzak Efendi bana beraber çalışma teklüf etti. Yardımcı gibin bi şey...
-helbet bir bildiği vardur. Senin gibin dürüst ve cesur biri az bulunur, o bilmez mi? Seni yanına alacak, yetiştirecek, senden eyi bir tüccar yapacak. Bence Akıncı olmaktan daha hayırlı ve kazançlı bir uğraş olur senün içün.
-ben Abdürrezzak Efendi'ye güvenemem. Bir de beni kullanmasına razı gelmem, emir almaktan haz itmem, on... bu kadar senedir emir almadan yaşarım.
-Bence eyü bir teklif almışın, kendisine söyle...böyle böyle de...
-ayıp olmaz mı?
-sen halen sekban başı gibin düşünürsün. Gayri sivil ol, asker değilsin.
Katip Emin de Ocaktan emekli olduğunu, Kendisinin Bosnalı olduğu için Bosna'ya yerleştiğini, kendi memleketinde yerleşmiş olmanın adama rahatlık ve huzur verdiğini evlenip, ev ocak kurduğunu, anası ve babasıyla burada beraber yaşadıklarını, burada ticaretle iştigal ettiğini anlatmış,
-adamın evi, çocuğu, anası, babası olması yere daha sağlam bastırıyo. Arkan oluyor, önün oluyor, yani demem o ki adam kendinü daha güçlü ve de sorumlu hissediyor. Ben şimdi, yaşadığımı anlıyom ve daha çok yaşamak geliyor içimden, Mevlam nasip kısmet ederse tabiii. Sen bilir misin, sen dahi Bosnalısın...
-Bosnalı mı? Ben Bosnalı mıyım… Refik Bosnalı olduğuna inanamamış gibi, bir süre bir birlerine bakmıştılar. Refik tereddütünü yenilemiş,,
- he mi?... bilmezdim...sen bilirsin tabii, herkesin nereli olduğunu bilirsin. Herkesin nereli olduğu sendeki defterlerde yazardı he mi?... vay be...demek ben dahi buralıyım... onun içün buralar bana tanıdık gelir.
-ocakta ben seni hep kendimden bilirdim, sen anlamaz mıydı?
-bana yakın dururdun, amma nereden bileyim ki hemşehrim mişin?
-sıkı dur sana bi şey daha deyim,
-de hele, bilmedik daha neler vardur?
-seni Titova kasabasının Visej köylüğünden devşirmişler. Bir aileden iki çocuk almışlar. Hep dikkatimi çekerdi. Az kalsın sana soracaktım, "karundaşını bilir misin? " deyu. Refik Eminin anlattıklarını su içer gibi dinliyordu.
-Yani aynı anda senin bir karundaşını daha devşirmişler. Refik heyecanlanmış, beyni sağnak yağmurun altında kalmış şemsiye gibi sırılsıklsam olmuştu. Emin'in sözünün üzerine atlamış, sözünü keserek,
-benim karındaşım kimdir, bilir misin?
-bilemem...kardaşlar aynı ocağa virilmezdi. Seni acemi ocağına vermiş, karundaşını bir çifliğe, yahut maruf bir beyin yanına veya bir zenaata vermişlerdir. Refik mahzunlaşmış, üzülmüş, tam kardeşini, evini ocağını bulacakken ümitlerinin ötelenmesine dayanamamış, ağlar gibi yalvarmış Emin'e,
-n'olur Emin garundaşım, bul benim kardaşımı...madema köyümü kentimi bilirsin, Madema Yeniçeri Efendisiydin, garundaşımı da bulursun he mi?
-defterde hepsi yazılı değildir, amma belki de bulunur. Aslında defter bilgisi gizlidir. Bizler dahi o gizliliğe uymak zorundayık. Bu bilgiler kimesneye virilmez. Sana dahi.
-ben ocaktan ayrılmışım, getmişim, artuk ocak benim neyime...ben ailemi, karundaşımın encamını merak ederüm. Bunun gizlisü, kapalısu olur mu ki?
-belki de sen haklısın. Ben şimdi o defterleri bulamam. Yarın ki gün Beylerbeyliğine gidip, burada ki defterlere ulaşmayı deneyim. Eğer defterlere ulaşırsam kimin nerede ve ne olduğunu da buluruz belkim.
-pek alâ, yarın ki gün seninle ney di o bizim kasaba, oraya getsek yeri midir? bir manisi var mıdır? hemi de köyümüzü evimizi ocağımızı buluruk.
-Münasipdür. Amma bana üç gün müsade ver. Üç gün sonra sabah namazında Gazi Hüsrev Bey camiinde buluşur gideriz. Atları da hazır ederim.
-Allah senden razi olsun. Hayatım değişecek. Yaşamıma can gelecek, yaşamım renklenecek, kimin neyi olduğumu bilecem...emin ol Emin Gardaşım sen bana yeni bir ufuk açtın, yeni bir dünya verecen...Emin dinliyor mu dinlemiyor mu bakmadı artık, Sekban Refik kendi kendine konuşup duruyordu...

Refik iki gün uyumadı. Gece gündüz hayal meyal hatırlayabildiği köyünü, evini, yüzünü seçesmsdiği anasını, küçücük ellerini kavrayan babasının kocaman ellerini, kulağında yalnızca vıyaklaması kalan küçük kardeşini düşündü durdu.

El kadar sabiyi kim niye anasından, babasından, evinden ocağından ayırmıştı? Buna kimin hakkı vardı? Kendisine bir şey sorulmuş muydu? Yerinden yurdundan koparılan bunca zavallı ana kucağı, baba ocağına hasret büyüyüp, yalnız başına yaşamakta, kimsesiz ölmekte...peşinden ağlıyanı bile olmamasının sızısını hissediyordu yüreğinde. Bizi kim niye devşirmişti?...bu ve benzer binlerce sualin cevaplarını ararken Gazi Hüsrev Bey Camiinde sabah namazını kılmak üzere safa durduğunu hatırladı. Aklını, düşüncesini temizledi, boyundan büyük suallere daldığını fark etti, Allah'a sığınıp, tekbir alıp namaza durdu.

Namaz çıkışında Katip Emin'i kendisini bekler buldu, selamlaştı hana doğru yürüdüler. Atlar handaydı. Az sonra atlara atladı, Titova'ya doğru sürdüler. İkisi de bir süre konuşmadı. Refik bir şey sormaktan korkuyordu. Emin defterlere ulaşamamışsa, kimi kimseyi öğrenememişse ne olacak tı? Katip Emin yeni bilgiye ulaşamamıştı.Eski bilgileri aklında kaldığı kadar derledi toparladı yavaş yavaş anlatıyordu. Her şey ap açık ortada değildi ama gene de epey bilgi sahibiydi.

Titova Saraybosna'nın geliş yolundaydı, genellikle İstanbuldan gelen yolcuların son konaklama yeriydi. Bosna'nın doğu kapısı sayılırdı. Üç tarafı yüksek dağlarla çevrili, önü geniş bir ovaya açılıyordu . Gün doğusunda Lim nehrinin havzasında at sürüyorlardı, geldikleri yolu geri gidiyorlardı. Katip Emin dayanamadı,
-defterlere bakamadım. Amma gene de seni alıp aha buralara getirdim. Demiştim ya Vilas köyünden gelen iki devşirmenin ikisi de bir evden. Aklımda kalmış işte, Devşirilen ailenin, evlerin hanelerün adresi var defterde, ben yazdım onları, nere şimdi Allah bilir. Vilas denilen yer ne de olsa bir köy, kaç hanesi var ki? Ev ev gezer buluruk… gider soraruk, bu haneden devşirme verilmiş midir, kaç çocuk verilmiştir. Alacağımız cevaba göre kimin ne olduğunu buluruk inşa Allah.
Refik’in morali bozulmuş, hayl ettiği evi ocağı puslu camın arkasında oynaşan gölgeler gibi belirsizliğini devam ettiriyor, yalnızca Emin’i dinlemekle yetiniyordu.


Titova'ya girdi, Visej köyünü sordu, yolu öğrendi, Titova'dan tekrar Bosna'ya doğru döndü, biraz sonra sola saptı, dik yamaçlı, sık ormanlarla kaplı inceceik yollara daldılar. Refik bu toprakları tanıdık bulmuş, sahiplenmişti. Burası gerçekten Refik'in doğup büyümeye başladığı havaliydi. Refik haklıydı, toprak insanı çekiyordu. Refik daha önce bu yollardan gelip geçmişti. Her ayrıntıyı hatırlamaya başlamıştı.
Köyünü buldu. Evlerinin yolunu tuttu, her şey tahmin ettiği gibiydi. Büyük dut ağacı olan bir evin önünde durdu.

Refik yıllarca geriye gitmişti. Oyun oynadığı daracık sokaklar, saklambaç oynarken saklandığı bahçe çiti, dalından düştüğü incir ağacı, komşularını, komşu çocuklarını, arkadaşı Aliço'yu, sümüklü Mine'yi hatırlıyordu. Köyünün her şeyi ile çocukluğunu yaşıyordu... havasını kokluyor, hatıralarına gömülüyordu, uykuda gibi, rüya görüyor gibiydi.. keşke o günlerdeki gibi ağlaya bilseydi...Haykırmak, coşmak, bütün köyü başına dökmek geçiyordu içinden…kapının eşiğine oturdu.
Yalnız kaldığında, canı sıkıldığında, arkadaşlarından dışlandığında sığındığı yeşil kapının eşiğine sığındı, gene o eşiğe sığındı, Efendi Emin başında bekliyordu, Refik Oturdu, çocukluğunu anımsıyordu, küllenmiş hatıralarından netleştire bildiklerini yaşamaya çalışıyordu.

Kapı açıldı, dipdiri mavi gözlü, sarısı beyaza dönmüş, seyrek saçlı, şişman yanaklı, yaşını bilemiyeceği, dinç ama yılgın, tombul bir hanım efendi açmıştı. Emin Boşnakça,
-bu hanenin Hanımı sen misin? diye sordu.
Gün görmüş, yiğit Münevver Hanım renk ve isim vermedi, dayattı. İçeriden bir erkek sesi duyuldu,
-kim miş gelen, tanıdıksa al içeri.
Kadın gelenlere bakarak cevap verdi,
-tanımadım. Sen gel bak...kim olduklarını sor...Refik artık dayanamadı, anasını çoktan tanımıştı, sesi hala kulağındaydı, aynı sesi duymuş, kadının ellerine yapışmıştı, kadın kendini korumak için Refik'i itti, Boşnakça bağırarak "deli mi ne?" Refik aklında kalan kırık dökük boşnakçayla,
-anam, benim anam...canım anam... diyip tekrar kadının ellerini tutu, öpmeye başladı. Kadın karşı koyamadı, aklı karıştı, yakınlık hissetti, analık hissi üstün geldi...sessiz kaldı. İçeriden yaşlı delikanlı biri çıktı. Geniş omuzları, beyaz sakalı, kocaman elleri, kemikli iri vücudu dimdik duruyordu. Refik'in yaşlanmışı gibiydi. Refik'in Münevver'in ellerini yaladığını görmüş, karısını arkasına alıp,
-dur bakalım siz kimsiz, bu adam karıma niye sarılır, ellerini niye yalar, burada neler olur? Diye mani olurken içinin ısındığını hisseder,
-İçeri girip konuşak, diyerek eve alıp kapıyı kapattılar.

Refik doğduğu evine gelmişti. Oturdular. Münevver Hatun birer fincan kahve verdi, gözlerini Refik'ten ayıramıyordu. Küçük Hüdaverdi ile Hayri'yi düşündü.
Emin,
-siz yeniçeri ocağına çocuk yazdırmış mıydız?
Münevver Hatun,
-he ya iki kardeş vermiştik dedi...Refik’in yüzüne derin derin baktı…nasıl da anlamadım, sen Hüdaverdi'sin...bir daha kucaklaştı, gözlerinden yaşlar, burnundan sular akıyor, bir yandan da konuşmasını sürdürüyordu. "Koca adam olmuşun..." kokluyor, elleriyle oğlunun elini yüzünü okşuyor, burnunu çekiyor, ağlıyor, hicran dolu bir seviç yumağı oluşturuyorlardı. Babası Hayrullah sırada bekliyordu. Duruma bakılırsa sıranın kendisine gelmesi için daha çok bekleyeceğe benziyordu. Refik tombul anasının ayaklarını yerden kesmiş ellerini, yanaklarını, saçlarını, öpüyor öpüyor, doyamıyor, anasının boşnakça sözlerini duymuyordu bile. Sonunda anasını bırakıp, babasına dönmüş, güreşir gibi kucaklaşmışlardı, güçlerini sınar gibiydiler. Hahrullah,
-küçük Hüdaverdi kocaman olmuş, diyip, iki eliyle oğlunun suratını tutuyor, el- ense çeker gibi tekrar kendine çekip kucaklıyor, o da hasretini dindiremiyordu.

Nihayet seronomi bitmiş oturmuşlardı. Refik Münevver'in yanına oturmuş, tombul anasına sarılmıştı bir daha ayrılmamacasına. Anası da kolunu Refik'in omuzuna atmış, kulak memesiyle oynuyordu. Babası bir de kız kardeşleri olduğunu söyledi.
-Evdeyse çağırırız gelir de onunla da tanışırsınız dedi
Herkesin yüzünden mutluluk okunuyordu.
Refik, bunca ayrılığın sebebi olarak ocağa yazılma işine takmıştı,
-bizi niye ocağa yazdırdız, siz mi istediz, yoksa onlar mı zorla aldı gettiler, diye sordu. Emin tercüme etti, Babası cevap verdi.
-bak ogul, bizim için Osmanlı'ya coçuk yazdırmak bir kurtuluş, çocuk için bir istikbal demekti. Yani oğlunu Osmanlıya verdin mi, gayri o çocuğun sırtı yere gelmezdi. Biz aha bu köylük yerde çalışır, didinir, ancak karnımızı doyurabiliriz. Elde yok, avuçta yok, toptrakta yok, çocukların geleceği de yok tabi...
Osmalı gibi yüce bir devletin çocukları ise, Onun askeri, subayı, belki veziri, belki Ağası, belki Paşası olacaktır... belki Veziri Azam Sokullu Mehmet paşası olacak kim bilir,..Bunun için veririz. Yalvarır yakarır da verebiliriz. Herkesi almazlar. Çok seçerler, çook. İşte küçük Hüdaverdimiz gitti, bir Osmanlı Subayı olmuş gelmiş... Köyde kalsaydın ne olacalktın bilir misin, benim gibin fakir bir köylü...işte bunun için ben Osmanlı'ya teşekkür ederim...ölmeden bir de küçük oğlumu, Hayrimi görebilsem , o zaman ölsem de gözüm açık gitmez. dedi.

Söyledikleri dos doğru idi. Adam bazan yuvasından, ocağından ayrlmış olmasına isyan ediyor, ama doğru olan isyan değil, mantıklı yaklaşmak, mantıklı düşününce de babasının anlattığına geliyor.

Refik kendisi hakkında Annesinin ve babasının bilmesini istediği şu bilgileri Emine anlatmasını söyledi, "ben Sekban ocağında büyüdüm. Sekban başı oldum. Sekban başı, bütün Sekbanın komutanıdır, Yeniçeri Ağası'nın da yardımcısıdır. En büyük rütbeli subay oldum. Yani babamın hevesle bahsettiği Osmanlı Paşası oldum. İçleri rahat ve mutlu olsunlar. Amma artık ocaktan ayrıldım bir tüccarla buraya geldim. Bundan sonra ne olur, bilemem. Artık aklım fikrim değişti. Ticaret işine de atılabilirim...bütün bunları ilerde beraberce konuşuruz. Sizi buldum ya artık buralardan ayrılmam, hep beraber yaşarız İnşallah. Bir de küçük karındaşımı bulursam o zaman değmeyin keyfimize. Anası bu işe memnun olmuş,
-canın sağken eyi etmişin de bırakmışın, derken, babası
-daha yaşın ne ki ocağı bırakırsın. En itibarlı zamanda bırakılır mı be oğul,
-bırakılır, babam, bırakılır. Ben anamı buldum ya gerisi vız gelir, deyip, anasına sarılmışken kapı açılmış, içeri elinden tuttuğu minicik bir kız çocuğunu çekiştiren, iri kemikli, siyan saçlı, sarıdan kumrala çalan bir hanım içeri girmişti ,
-anamı öpen bu yakışıklı bey kimdir...dur hele bir bakayım...anası,
-bu senin abin...oğlum küçük Hüdaverdi gelmiş...baksana kaca Osmanlı Paşası olmuş
-benim güzel abim, yiğit abim sensin demek , sarılmış öpüşmeye başlamışlar,
-bu da kim, diyip küçük Kirez'i kucaklamış, havalara kaldırmış, adını öğrenmiş, benim bir tana yeğenim Kirez'im, diye öpmeye başlamış, Kirez'den çıt, yok, gıkı çıkmıyordu.
Dayısı havalara attıkça, Kirez uçuyor gibi zevkleniyordu.

Emin Asker yazılmayla ilgili şu bilgiyi verdi
-asker yazılan çocuklar orada ayrılır, bir daha kimse kimseyi göremez. adları değişir. Sizin Hüdaverdi dediğiniz, orada Refik olmuş, diğer Hayri'nin adının ne olduğunu bilemeyiz. Onu bilmek ve bulmak çok zordur.

Refik hiç ayrılmak istemese de kalkmak zorundaydılar. Emin şimdi gitmeleri gerektiğini, Refik'in bundan sonra daha çok geleceğini söylemişt. Münevver Hatun
- daha karnınızı doyurmadık. Hüdaverdim'i anlatmadın...nereye gidersin. Senin evin bura. Sen burada doğdun...Refik, avucunda tuttuğu anasının ekini, kocaman öpüp,
-anam...güzel anam...tombul anam artık ben sizi bırakır mıyım? Ben gelip karındaşımla beraber yattığım aha bu yatakta yatmam mı? Şimdi gitmemiz lazımdır. Emin karındaşımı daha fazla meşgul etmeyem. diyip, neşeli bir vedalaşma ile evden ayrıldılar.

Refik altı yaşında ayrıldığı evine, köyüne, tanıdık her şeyine kırk yıl sonra kavuşmuş, silik hayallerinin çizgileri netleşmiş, unuttuğu, hiç aklına bile gelmeyen baba ocağının, ana kucağının kokusunu hatırlamış, evine ocağına, mayasına dönmüştü. Yeniden doğmuş, analı, babalı bir aile olmuştu. Artık aile diye bir kurumu vardı ve Refik bu yapının bir taşı olmuştu. Artık kendini farklı hissediyyordu. Yeniçeri, sekban, ağa, paşa hiç bir sıfat bu yapıdan üstün bulmuyordu.

Refik ertesi günü tekrar köyüne gitti. Köyüne, anasına, babasına, tanıdık her şeye doymak istiyordu. Kırk yıldır çektiği açlığı gidermeye çalışıyordu. Onlar için İstanbuldan getirip sattıkları her şeyden birer miktar getirmişti yanında. Geceyi annesiyle konuşarak geçirdiler. Refik birkaç kelime boşnakça, Münevver Hanım da tek tük türkçe ve okuduğu kuran ayetlerinden sökebildiği kadar arapça kelimelerle konuştular. Ancak kelimesiz konuşmaları ile daha çok şey anlattılar. Refik kendi yatağında yattı. Odanın her tarafına sinmiş olan sevecenliğe kendini bırakmıştı. Odanın bağrını bulup, başını dayamak, çocuklar gibi uyumak istiyordu. Anası oğullarının kendileri ile ilgilenmesinden...her şeyden pek memnun kalıyordu.

Refik Bosna'yı çok sevmişti. Köyünü çok seviyordu. Evine, anasına, babasına hasret doluydu. Hep onlarla olmak, hep birlikte yaşamak, Onlara hizmet etmek, Onlarla paylaşmak ve nazlanmak istiyordu. Hala kendisine küçük Hüdaverdi diyordu, anası babası...çocuklar hiç büyümez mi?
-evet büyümez...”ev danasından öküz olmaz”...Bunlar ne güzel duygular...işte aile bu.
Burada sana biçilmiş bir rol var. Onu oynamak zorundasın...seni kırk yaşında da olsan altı yaşında görürler. senin rolün altı yaşındaki Hüdaverdi’yi oynamaktır.

Gök kubbenin altında Ona nasip olan bu yeni hayat Allah'ın bir lütfuydu. Türk İslam geleneğinde saklı bulunan bu aile duygusu yıkılmamalı. Her kurum sarsılabilir, bozulup değişe bilir. Ama aile dediğimiz çok gizli fakat en sağlam bağlarla bağlı olan bu kurum asla bozulmamalı. Hiç bir kötülük ona ulaşmamalı.

Refik, insan oğlunun çevresi ile birlikte farklı yaşadığını anladı. Yani insan su gibi çevresindeki kapların şeklini alıyordu. Önceleri "Sekban Başı Refik" ti. Sekban Ocağının başı, Paşa, komutan olan Refik’i. Sekban ocağından sonra “Sekban Refik” oldu,celali gibi görünüyordu. Eşkiya olmadığı halde, o kabın şeklini almıştı. Şimdi bir ailenin üyesi olan Refik oldu. Refik bu rolü çok sevdi ve

-benim adım gene Hüdaverdi olarak devam edecek. Bana gene Hüdaverdi diyeceksiz, dedi,rahatladı, mutlu oldu..

Abdürrezzak Efendi dönüş hazırlıkları yaparken Refik'e,
-hadi evlat arabanı götür. demişti. Aslında Refik Abdürrezzak Efendi'nin teklifini kabul edecekti de, kendisi söylemek istemiyordu, Abdürrezzak Efendi bir kere daha teklif etsin, O da bir takım şartlar koşsun istiyordu. Sonunda istediği oldu,
Abdürrezzak Efendi,
-Evlat ben gayri yaslandim. Zayif vücüdum dayanmaz oldi. Ben hep seni beklemistim. Bir güvendiğim adem gelsün de bu isi alsin götüresün diye beklerdim. iste geldin. Para benden, emek senden, kazanç ortak olacak...ne dersin sen,
-ben derim ki bu iş ticaret işidür, ben bu işi beceremem.
-sen oni bana birak ben seni tüccar ederim . Merakin bu olsun...Tamam dir...
-bence de tamamdır. Diyerek işi kabul etmiş, hiçbir şartta koşmamıştı.
Alan memnun satan memnundu. Refik'in "akıncı" sevdası böylece bitmiş, Çocuğu olmayan Abdürrezzak Efendi’nin Refik'i ortak edişi kendisini hayli memnun etmişti .

Bosna'dan ayrıldılar. Emin'den devşirilen çocukların kayıtlarına nasıl ulaşabileceği hakkında bilgi almıştı. Acemi oğlanları önce Edirneye geliyorlarmış. Edirne'de bir deftere yazılıyorlarmış. O defterde; çocukların devşirildiği köyü, ailesi ve adı yazılıyormuş. Bunun karşısına da yeni adı ve gönderildiği yer yazılıyormuş. Gönderilen yerler ya acemi ocakları yahut sancak beylikleri, ya da devletin yüksek mevkili yöneticilerinin yanı, meslek loncaları gibi yerlermiş. Önemli olan bu defterleri bulabilmek, inceleye bilmekmiş. Emin,

-Bu defterlerde Bosna’dan devşirilen çocuklardan “Hayri” adını bulursan; yeni adının ne olduğunu ve nereye gönderildiğini de görürsün. Hüdaverdi'ye verilen yeni ad "Refik" olduğuna göre, Bosna Sancağından, Titova kasabasından, Visej köyünden, Hayri'yi bulursan yeni adını, nereye gittiğini, her şeyi öğrenirsin.
Refik,
- Edirne'de yahut İstanbul'da yardım alabileceğim birileri var mıdur? diye sordu,
-tanıdıklarum mutlaka vardur amma şu anda heç biri hatırımda yoktur. Zaten kimesne de yardun etmekten çekinür. Bu mevzu adamın başınu derde sokar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder