1 Aralık 2009 Salı

BİR İMPARATORLUĞUN ÇÖKÜŞÜ





Hilallerin Batışı


SÖZÜN BAŞI

Üç kıtaya hükmeden on altıncı yüzyılın en haşmetli imparatorluğu olan, Osmanlının bu günlere gelme hikayesini daha yakından izlemek için tarihin tülünü aralayıp, içine girdim.
Türklerin Orta Asya'dan Anadolu'ya akışını, Anadolu'yu yurt edişini, Osmanoğulunun toprağa yerleşip, devlet kuruşunu, Yüce Peygamberimiz'in övgüsüne mazhar olmak için Kostantiniyenin feth edilişini ve Üç Hilal’in üç kıtada dalgalanışını seyrettim.
İftihar ettim...gururlandım, coştum;Tuna'dan Nil'e at koşturdum, Bağdat'tan Viyana'ya Ezanı-ı Muhammedi dinledim.
16. asrı bitirirken Osmanlıyı yücelten sistem ve kurumların bozulmaya başladığını, bazılarının yok olduğunu, kışlayı; Hacı Bektaşi Veli'den feyz alan yeniçerinin terk ettiğini, Padişah'ın "atını avraradını silah "ını emanet ettiği Enderunu-u Hümayun'un bozulduğunu gördüm.
Osmanlı ülkesine kılıçla giremeyen Avrupalı'nın en güzel kızlarını, cariye olarak padişahın yatağına sokup, kadınların kınalı parmaklarıyla devletin içini nasıl karıştırdıklarına şahit oldum.
Osmanlının kuruluş ve yükselme yıllarında padişahından, Veziri Azamına ; Paşasından yeniçerisine, Şeyhül İslamından Kadısına, esnafına, tüm toplumun gönlünde bir aşk vardı. Tertemiz, çıkarsız ve riyasız bir tek aşk. Osmanlıyı "çağlar üstü" yapmak ve Cihan İmparatorluğu kurmaktı. Bu gönülleri feth edilmiş insanların aşkıydı.
Zamanla "Gönül Fatihleri"nden yoksun kalındığı ve kimsenin gönlü feth edilemediği için ne sevda, ne de aşk yaşanır oldu. Her şey iktidar için, iktidar da çıkar için kullanılmaya başlanmıştı. Bunun için yönetim kademelerinin her makamı arkasına yeniçeriyi, paşayı, güç ve kuvvet sahibi birilerini alıp ahlak ve fazilete, yiğitlik ve mertliğe fedakarlık ve hoşgörüye dair ne varsa hepsini yok etmişlerdi. Ne yazık ki gücü kırılamayan bu şer kuvvetler Osmanoğlunun yükselişini durdurmuş, sonra geriletmiş, daha sonra da yıkılmasına neden olmuştu.
Nice dal gibi şehzadelerin bin türlü entrikalarla ortadan kaldırıldığını içim yanarak izledim. Haksızlık, rüşvet, yalan ve beceriksizliğe Anadolu'nun nasıl isyan ettiğini; binlerce şühedanın kanlarıyla kazanılan vatan topraklarının ne kadar kolay kaybedildiğini ve Hilal’in hüzünlü süzülüşünü üzülerek seyrettim.
Toplumun içine girdim. Konaklarına, ev ve iş yerlerine misafir oldum. İnsanların duygu ve düşüncelerini, aşk ve sevdalarını yaşadım. Onlarla konuştum, tartıştım, üzüldüm, sevindim. İsyanları, ihaneti gördüm. Hilallerin gölgesine sığınan, kendisini “ kul” luğa kabul eden Padişaha, Osmanoğluna karşı devşirmenin ihanetini gördüm. Her şeyi; âdet ve töreleri, inanç ve tutkuları, mümkün olduğu kadar gerçeğe uygun biçimde anlatmaya çalıştım ve hepsini sizinle paylaştım.
Bu çalışma bir tarih değil. Bir roman da değil. Ama siz onu “Tarihi Roman” gibi okuyabilirsiniz. Bu eserde17. asıra kadar ki Türk tarihi çok kısa bir hatırlatmadan, sonra Sultan Birinci Ahmet Han zamanından itibaren kesitler alınmıştır. Olayların bire bir yaşanmış olmasına özen gösterdim. Elli üç yıllık bir saltanat süresinde “Deli Mustafa”’ı saymazsak beş padişah tahta geçmiş, biri 37, ikisi 28, biri 18 biri de 33 yaşlarında, en verimli çağlarında ölmüş yahut öldürülmüşlerdir.
Sonunda Üç hilalden ikisini batırdık. Bugün elimizde tek Hilal’imiz kaldı. Önünde yıldızıyla bu Hilal Türkiye Cumhuriyetidir ve bu Hilal mahşere dek batmayacaktır. İnşa Allah.

Nurettin GÜLDEN
ORHANGAZİ/Yeni Köy / 2008



Bu naciz çalışmamı torunum SELİN kızıma adıyorum.

1. H İLALLERİN BATIŞI

1.TANRI TÜRK MİLLETİNİ YARATTI

ve korudu.
Türk milletinin adı ve ünü yok olmasın diye Tanrı onlara iyi Kaganlar gönderdi.

Gök-Türk Hükümdarı İstemi Kağan,
“ EyTürk Oğuz Beyleri!...Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin ilini töreni kim bozar? Bil ki Türk Milleti, Türk Yurdu,Türk Devleti, Türk Töresi bozulmaz. Ey ölümsüz Türk Milleti! kendine dön! Su gibi akıttığın kanına, dağlar gibi yığdığın kemiklerine layık ol! ” diye yazdırdı kitabeye.
16 imparatorluk, yüzlerce devlet kurdu…Bir Türkler vardı cihanda bir de diğerleri…
Türklerde halk ile toprak devleti meydana getiren iki unsurdu. Topraksız devlet, devletsiz millet düşünülemezdi.
Güneş devletsiz Türk Milletinin üstüne hiç doğmadı.
Türkler atlı kavimdi. Atlı kavim, at yetiştiren ve hayatı at üstünde geçen, hatta yere atın ayaklarıyla basan kavim demekti. At hız demek, savaş demek, savaşta galibiyet demekti. . At sahibinin rütbesine, makam ve mevkiine uygun giysilerle giydirilip, kuşandırılan, süslenip bezenen insanlaşmış bir dosttu. Kaderi insan kaderine bağlı olan bu duygusal hayvanları Türkler adam yerine koymuşlardı. Onun için de ordular yalnızca insan demek değil, biraz da atlar demekti. Türkler devrin en hareketli ve en etkili askerine sahipti. Çünkü ordularının çoğu atlıydı.

Miladi dokuzuncu asırda, Türkler İslam’ın Hilali ile tanıştı. Karahanlı hükümdar ailesinden Bezir Han’ın oğlu Satuk Buğra Han on iki yaşlarında, Maveraün Nehir ve Horasan bölgesine hakim olan Müslüman Samanlı Devleti şehzadelerinden Nasır Bin Ahmet’le Artuç’ta tanışıp, Ondan İslamiyeti öğrenmiş, “Abdülkerim” adını almış, yirmi beş yaşına kadar orada ki Müslümanlarla birlikte yaşamıştı. Daha sonra Müslüman olduğunu açıklamış, Karahanlı Devletinin Hükümdarı olan amcasını tahttan indirip kendisi hükümdar olumuş, Türk ülkelerinde İslamiyeti hızla yaymaya başlamıştı.
Bu ırk, bu gözü pek, yiğit ve savaşçı millet, ruh yapısı olarak ta yumuşak ve uysaldı. İslamiyet'te fıtratının karşılığını bulmuştu. AyrıcaTürkler ruha ve ruhun ölmezliğine, öldükten sonra dirilmeye, Gök Tengri’ye, yani tek Tanrı'ya inanıyor, Tanrı’ya kurbanlar kesiyorlardı.Türklerin yaşayışlarının İslamın yaşayışına, Türklerin “Tanrı” inancının, İslamiyetin “Allah” inancına yakınlığı, yani “Tevhit İnancı” bu yeni dinin Türkler arasında kolayca yayılmasına, İslamiyeti severek, isteyerek kabul etmelerine neden olmuştu. Abdülkerim Satuk Bugra Han da bu dini Türk imparatorluğunun resmi dini ilan etmişti.
Rivayet olunur ki:*
“Hz. Muhammed Burak'a binip, göklere yükseldiği "Mirâc Gecesinde" gök katlarında kendinden önceki peygamberleri görür, bunların kim olduklarını Cebrail'den sorar öğrenirdi. Bunlardan başka aralarında biri daha vardı Cebrail'e bunun kim olduğunu sorar. Cebrail : " Bu peygamber değildir. Bu sizin ölümünüzden üç asır sonra dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan'da sizin dininizi yayacak olan bu ruh "Abdülkerim Satuk Buğra Han" adını alacaktır. Hz. Muhammed miraçtan döndükten sonra hergün islâmiyeti Türk ülkesine yayacak olan bu insan için dua ederdi.
Bu olaydan üç asır sonra Satuk Buğra Han, Kaşgar Sultanının oğlu olarak dünyaya geldi.
Satuk Buğra Hanın doğduğu gün yer sarsılmış, mevsim kış olduğu halde bahçeler, çayırlar çiçeklerle örtülmüştü. Falcılar bu çocuğun büyüyünce müslüman olacağını söyleyerek öldürülmesini istemişler. Satuk Buğra Hanı, annesi :" Durun hele daha çocuktur. Büyüsün gerçekten Müslüman olursa o zaman öldürürsünüz." diyerek ölümden kurtarmış.
*Ozturkler.com

Selçuk Bey’in kurduğu Büyük Selçuklu Devleti kısa zamanda tüm Orta Asya’ya hakim olmuştu. Türk Hakanlığı tahtına oturan Selçuk Bey’in oğlu Tuğrul Bey zamanında, baş komutan olan kardeşi Çağrı Bey Anadolu kapılarına dayanmıştı. Çağrı Bey’in oğlu Alpaslan bin yetmiş bir yılında, Malazgirt'te Bizans İmparatoru Diyojeni'in ordularını hezimete uğratmış, bir daha çıkmamak üzere Malazgirt’ten Anadolu’ya girmişti. Anadolu Hilal’le tanışmış, Onu çok sevmiş, Hilal de Anadoluyu yurt edinmeyi aklına koymuştu.
Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ın akıncıları atlarını Ege Denizinde durdurabilmişlerdi. Bu çağda Anadolu “Türkiye" yani Türk Ülkesi olmuştu. Bu inanılmaz güce karşı Hırıitiyan Avrupa birleşerek, “Haçlı Seferleri” ni başlattılar. Başlattılar da ne oldu? Kılıçarslan’lara, Selahaddin i Eyyubi’lere çarpıp, param parça oldular. Tek kazançları İstanbuldan geçen haçlı askerlerin Ayasofyayı talan etmeleri, götürebilecekleri ne varsa çalıp götürmeleri olmuştu...

Anadolu’ya Türk göçü durmuyor, oba oba akıyordu. Oğuz’ların Kayı aşiretinden Süleyman Şah dört yüz çadırlık oymağını alıp, Anadolu’ya yöneldi. Fırat’ı geçerken öldü. Yerine oğlu Ertuğrul Bey geçti. Tarih bin ikiyüz otuz idi, Anadolu’ya girmişlerdi. Erzincan dolaylarında Yassı Çeşme medyan muharebesinde iki ordu vuruşuyordu.. Ertuğrul Bey bir Türk geleneği olarak zayıf olanın yanında yer aldı, ona destek verdi. Ertuğrul Bey'in destek verdiği ordu, Celalettin Harzemşah’a karşı Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat’ın ordusuymuş. Savaşı Selçuklular kazandı. Sultan Alaattin Keykubat Ertuğrul Bey’e Söğüt- Domaniç yöresini yurtluk olarak verdi.
Selçukoğulları'nın başlattığı Türkiyede ki Türk tarihinin akışını Söğüt-Domaniç yaylasına yerleşen Ertuğrul Gazinin çocukları üstlenmişti. Türkler yeniden bir cihan devletine sahip olabilecekler miydi? Gazi Dervişler müritlerine bu ülküyü telkin ediyorlardı. Bu ülkü bir masalımsı hayal gibiydi. Allah isterse bu Ülkü’nün gerçekleşmesini kim önleyebilir ?

Ertuğrul Beyin ölümü üzerine Beyliğin başına Kara Osman geçmişti.
Daha yirmi üç yaşındaydı. Ertuğrul Gazi gibi, Anadoluyu yurt yapmakta kararlı ve israrlıydı. Dini bütün, yüreği katı, kılıcı keskin Osman Bey ve arkadaşları kısa zamanda çevrelerinde ün yapmış, Selçuklu hükümdarı ve Bizans Kayser’lerinin dikkatini üzerine çekmişti. Selçuklu hükümdarı Osman Gazi’ye Beylik beraatı, kös, tug vererek onu “Bey” yapmıştı. Tarih bin iki yüz doksan dokuzu gösteriyordu. Bu tarih, tarihin unutulmaz bir tarihi olarak tarihe geçti. Böylece dört bin atlı bir orduya sahip Osmanlı Beyliği kurulmuş, bir Uç Beyliiği olarak tarih sahnesine oturmuş, Hilal Anadoluyu yurt edinmişti.

Şeyh Edebali'nin müritlerinden Kumral Dede anlatıyor, “ Tefekkür halinde idim... Birden yanımda Hızır aleyhisselâm belirdi! Osman Gazi’yi kastederek. “O yiğidin istikbali çok parlak” dedi, “Var bul onu ve müjdeyi ver!”
-Nasıl bir müjde?
-Yakında rüyasını görür!..
Abdal Kumral, dergâha koşar. Tekkeye vardığında sohbet başlamıştır. Bir köşeye sokulur, diz çöker. Osman Gazi de oradadır. Genç mücahid kelimesini kaçırmadan şeyhini dinlemektedir...
Edebâlî Hazretleri
-Toprağa bağlanın! der,
-Su kullanın, ağaç dikin, bahçelerinizi elden geçirin.
- Fukaraya sahip çıkın, âlimlere hürmet edin...der,
Gecenin ilerleyen saatlerinde Osman Gazi el öper, müsaade ister. Edebâlî hazretleri gözlerini kısar, geceyi dinler. Sonra nedendir bilinmez.
-Sabah ola hayrola der, “gelin kalın burada!”...
Bu diyarda ona itiraz ne mümkündür.
-Başüstüne der, baş eğerler.
Derhal döşekler serilir... Osman Gazi ayağını uzatıp yatamaz. Zira odanın duvarında Mushaf-ı Şerif asılıdır... Bir köşeye bağdaş kurar, tesbihi ile baş başa kalır. Ama bir ara içi geçer, "Edebâlî Hazretlerinin göğsünden çıkan bir nurun kendini kuşattığını görür. Sonra vücudu çınara döner. Dallanıp budaklanır ve çok büyür. Yaprakları bulutlara varır, kökleri kıtaları tutar. Dağlar ovalar, nehirler, şehirler... İnsanlar bölük bölük gelir gölgesine girerler. Huzurlu ve neşelidirler..."
Osman Gazi rüyanın heyecanıyla gelir kendine... Müezzinin yanık sesi odayı doldurur. Sabah ezanı okunur, Mescide geçerler. Osman Gazi rüyanın tesirindedir hâlâ. Abdal Kumral sorar.
-Ne oldu sana?
-Bir rüya gördüm hocam. Garip bir rüya!
-İyi ya, işte fırsat. Şeyhimize arzeyle!..
-Doğru söylersün!
Osman Gazi, mahcup mahcup rüyasını anlatır. Edebâlî Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından
-Ey oğul. Sana müjdeler olsun! der,
-Göğsümden çıkan nur kızımdır (Bâlâ Hatun). Seni kuşatması evleneceğinize işarettir... Ağaca gelince: Sen büyük bir devlet kuracaksın. Evlatların adaletle hükmedecekler. Allahü teâlâ seni ve neslini insanların İslâm’la şereflenmesine vesile edecek...
Abdal Kumral heyecanlanır.
-Vallahi doğru söylüyorsun! der: Hızır aleyhisselamın bildirdiği müjdeli olay buydu. ialıbu olmalı!”
Osman Bey’in iki kanadı vardı, bir yanına Tekkenin temsicisi Şeyh Edebali’yi, öbür yanına Medresenin temsilcisi Dursun Fakih’i alıp öyle uçmuştu. İslam şuuru ve Türklük gururu Osmanlının kuruluş hamurunun özünü teşkil etmişti...

Şeyh Edebali Osman Gazi’ye şöyle nasihat etmişti,
“ Ey oğul! Beysin!
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana...
Güceniklik bize, gönül almak sana...
Suçlamak bize; katlanmak sana...
Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana...
Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak, bütünlemek sana.
Üşengeçlik bize, gayretlendirmek sana,...
Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş yalnızca Bey için yapılmaz.
Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!...
Yalnızlık korkanadır.
Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!...
Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.
Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.
Nereden geldiğini bil ki, nereye gideceğini unutmayasın…Ey Oğul !...
Osman Bey kuruluş yıllarında Allah’a ve insanlara olan yakınlığını, ahenk ve adaletini devlet yönetimine de yerleştirmiş örnek bir, MüslümanTürk Devlet’i kurmuştu.
Osman Bey vefat edip Bursa'da defnedildikten sonra Osman Bey’in oğulları, devlet büyükleri ve Edebali'nin oğlu Ahi Hasan toplanıp,Osman Bey'in mirasını hesapladılar. Koca Osman Bey'den geriye birkaç at, bir kat elbise, ceylan derisinden bir çift çizme, gümüş eyer takımı, tuzluk, kaşıklık ve yüz kadar koyunla birkaç çift de öküz kalmıştı. Osman Bey'in hiç parası yoktu.
Osman Bey’in büyük oğlu Alaaddin Bey: "Atlar Bey’e kalır, koyunlar beyliğin malı olur; geriye paylaşacak bir şey kalmadı ki, neyin payını edelim!" dedi. Orhan Bey,
-Beyimizi belleyelim. Sen büyüğümüzsün, babamızın yeri sana uygundur, diye teklif etti
Alaaddin Bey,
-Karındaşım, cengi sen daha iyi bilirsin, kılıç eline yaraşır, Beylik senin hakkındır. Ben ilimle uğraşarım bu yeter bana, diyerek herkesi yerli yerine koymuş, işi kolayca çözüme kavuşturmuştu. Orhan Bey’den sonra gelen hükümdarlar ve kardeşleri de böyle çözmüşlerdi devlet ve millet işini.

Osman Bey de Orhan Bey’e:
“-Ey Oğul, dinimizin şanını koru. Tuttuğumuz yolu boş bir cenk yolu sanma…..
-Beytül Mali (devletin hazinesini) koru.!.
-Askerinle, malınla gururlanma. Zira onlar Allah yolunda cihat için, milletin işlerinin yerinde görülmesi için verilmiş emanettir.
-Halkından hiç kimsenin malına tecavüz etme...
-Sen de benim yolumdan git ve Kelime-i Tevhid-i çok uzaklara götür...Ve senden sonrakilere böyle nasihat etmekten geri durma…diye vasiyet etmiştir.

Bu vasiyetler Osmanlı Devletinin yasaları gibi olmuştu. Osman Bey ve onun oğulları ve onlardan sonra gelenler Allah'a, ve Onun yüce Peygamberine, son derece bağlı, hatta sevdalı idiler. Bu değerleri kılıçları ve kalkanları, kanları ve canları ile korumuş, emirlerini yaymayı görev bilmişlerdi.
Orhan Bey Bursa’yı feth ettiği zaman dört bin atlı serdengeçtiden, otuz sekiz bin süvariye kumanda ediyordu.
Murat Hüdavendigar’ı Çanakkale Bogazı'nı geçip, Trakya’ya, oradandan da Balkanlar’a yerleştiren ruh “İlay’ı Kelimetullah” Allah’ın adını daha öte ufuklara yayma" sevdasıydı. İstanbul'u feth etmek her Osmanlı Padişahı'nın ideali idi. Çünkü Yüce Peygamberimiz'in:

“ Kostantin (İstanbul) mutlaka feth edilecektir. Onu feth eden hükümdar ne güzel hükümdar, onu feth eden ordu ne güzel ordudur.”
Methiyesine ulaşmak sevdası yatıyordu gönülerinde. Yıldırım Bayazit bu övgüyü kazanmak için Bogaz’ın Anadolu yakasına bir hisar yaptırmıştı. Anadolu Hisarı-Güzelce Hisarı yptırarak fetih hazırlıklarına başlamıştı. Timur belası olmasaydı belki de İstanbul’un fatihi Sultan Mehmet Han'a değil, Yıldırım Bayazit Han'a nasip olacaktı.
Osmanlı Tarihi'nde fetihler kadar, belki de fetihlerden de önemli başka uygulamar da vardı.

Bunların birisi "Töre" ye bağlılıklarıydı:
Osmanlı bir Töre devletiydi. Buna "Kanun-u Kadim" denirdi. Padişahlığın Osmanlı Hanedanlında kalarak, babadan oğla geçmesi bir töre dir. Türkler Orta Asya’dan getirdikleri âdetlerini, gelenek ve göreneklerini Anadoluda da yaşamaya ve yaşatmaya devam etişlerdir

Önemli uygulamalarından bir diğeri; Osnamlı bir " Kanun Devleti" idi.
Osmanoğlu bütün faaliyetlerini Fetva'ya dayanarak yapmıştı. Her uygulama için bir fetva gerektiriyordu. Fetvayı Şeyh-ül İslam veriyordu. Fetva Kitap ve Sünnete dayanıyordu.
Padişahın iki dudağının arasından çıkan söz, yani “ferman” kanun olmuyordu. Her ferman mutlaka bir fetvaya bağlanıyordu. Ferman ile fetva değiştirilemiyordu. Padişah Şeyhül İslamı görevden alamıyordu, fakat Şeyhül İslamın vereceği Fetva Padişahın "hal" edilmesine yani tahttan indirilmesine yetiyordu.
Bursa Kadısı Emir Sultan şahit olarak mahkemeye gelen Sultan Yıldırım Bayezıt Han'a,
-senin içün halk indinde bi namaz, yani namazını kılmayan söylentisü vardur. Bu söylentiyü giderene kadar şahitliğin muteber değildür, şahitliğin geçersizdir. diyecek kadar cesur ve yetkiliydiler.

Önemli uygulamalardan bir başkası;
Devletin "Hakka ve Halk'a" dayalı olmasıydı. Balkanlarda fütuhat yapan Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezıt Han'a Macar elçisi,
-hangi hak ve yetkiye dayanarak Balkanları işgal ediyorsunuz ? diye ukalalık yapmış, Sultan Yıldırım Bayezit Han kendisine yakışan şu cevabı vermişti: Sağ eline Kuran-ı Kerimi, sol eline de kılıcını almış,
-hakkı, aha bu Kitabımız Kuran-ı Kerim'den, yetkiyi de kılıcını kaldırarak, aha bu kılıcumuzdan alıruk. demişti. Yani Osmanlı Devleti'ni yöneten padişahtan, Veziri Azama, Şeyhül İslamdan en küçük sancak kadısına kadar, yetki sahibi herkes yalnız Allah'tan korkar ve yalnız Ondan yardım isterdi.
Fatih Sultan Mehmet’in Kanunname’si deTürk İslam mefkuresinin canlı bir örneğini teşkil ediyordu... Bazı maddeleri şunlardır:
*Zulum ve işkence, işkence ile adam öldürmek yasaktır.
*Fiilen savaşmayan küçükleri, kadınları, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır.
*Verilen söze veya sözlesmeye aykırı hareket etmek yasaktır.
*Katliam (soykırım) yapılması yasaktır...
*Zina ve gayr-i meşru münasebetler yasaktır.
*Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez.
*yaş kesenin boynun keserim.
Ecdadımız On Beşinci çağda, soy kırımını, işkenceyi yasak eden, savaşta ve barışta insan haklarını, yaşlı, çocuk ve kadının korunmasını yasa güvencesi altına alan bu anlayışı ile bugün ki dünyadan altıasır öndeydi!!!
Osmanlıdan çağlar üstü bir uygulama da. “İktisâb Kanunnâmesi” dir.*
Bu kanunnâme, ilk belediye kanunudur. Aynı zamanda dünyada ilk tüketici haklarını koruyan kanun, ilk gıda maddeleri nizâmnâmesi, ilk standartlar kanunu, ilk çevre nizâmnâmesidir.. Bu kanun Sultan İkinci Bayezit Han zamanında hazırlanmıştır.
*İktisap Kanunnamesinin bazı maddelerini kitabın sonunda görebilirsiniz.
Yavuz Sultan Selim Han : “Bir hükümdara bir dünya az dur” demişti… bu bir “Cihan şümul” düşünme biçimidir. Bir hükümdarın Cihan İmparatoru olması için cihan şümul düşünmesi ve cihan şümul yönetmesi gerekirdi. Fatih de,Yavuz da, Kanuni de böyle düşünmüş ve devleti böyle yönetmişlerdi.
Osmanlı Hükümdarları'nın davası, kendi tabirleri ile “nizam-ı âlem” yani dünya barışı davasıydı. Varlık sebebi ve savaşları da, insanî esaslara bağlı bulunan bir cihan hakimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Sistem, insanları sömürmek, varını yoğunu almak, üzerine değil; vermek, tasadduk etmek, hakimiyeti altındaki tüm insanları güven, huzur ve mutluluk içinde yaşatmak üzerine kurulmuştu. Başka bir ifadeyle, İslamın hak ve adaletini "Darul Cihat" olarak ilan edilen Avrupa'ya ulaştırmaktı. Buna İslamda "Cihat" deniliyordu. Kuranı Kerim " Fitne def edilip, yalnız Allah'ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın...." 1/193, diye emretmişti. Bu cihatı müslümanların üniformalı askerleri yapıyordu, buna Yüce Peygamber "Küçük Cihat" demişti. Cihatın büyüğünü de nefisle savaşmak olarak belirtmişti. Zor olan cihat, işte bu nefisle yapılan cihattı. Cihatın temelinde Allah'a güven yatmaktadır. İster büyük, ister küçük cihat olsun, Allah yardım ederse başarılı olur, daha doğrusu olmak zorundadır.
Cihatın sonunda şehadet vardır. Yani "Şehitlik". Allah uğruna ölenler şehittir. Şehit ölümü yaşamaya tercih ettiği için şehit olmuştur. Çünkü şehide cennet ikram edilmiştir. Şehitler ölmez, şehit olur. İşte Ayet "Allah yolunda ölmüş olanları ölü sanmayın, bilakis Onlar Rableri katında diridirler. "3/169
Her şeye rağmen İslamda barış esastır. Müminler birbirlerine her selam verişte, huzur, esenlik diler, barış içinde olmayı temenni ederler. Peygamberimizin adına eklenen "Sallalahü aleyhi ve sellem," yani " barış ve esenlik, huzur üzerine olsun" demektir.

Sonuç olarak, “Müslüman Türk Devleti” kuramuş olan Osmanoğulları İslamiyeti en uzak diyarlara götürmek, Allah’ın gönderdiği son din olan Müslümanlığın yayılmasını sağlamak gibi İLAHİ bir misyon üstlenmişlerdi..
Osmanlı Halkı genel olarak: Müslüman Türkler (Türkmenler), Hıristiyanlar ve Yahudiler' den oluşmuştu.

Türkmenler,
Osmanlı devletinin kurucu unsuru olan Oğuz boyunun Kayı Aşireti idi, Osmanlı Beyliği kurulduktan sonra Orta Asya'dan boy boy, oba oba göç eden diğer Türkmenler idi. Her göç, Osmanlı Beyliği'ne dahil olmuştu. Orhan Bey Bursa'yı feth ettiği zaman dört bin çadırlık Kayı aşiretinden, otuz sekiz bin süvariye ulaşmıştı. Bu süvariler orta Asya’dan gelen Türkmen’lerdi. Türk’ün töresini, İslam’ın faziletini en iyi yaşayan ve yaşatan Osmanlı’lardı. Bu nedenle Orta Asya’dan dalga dalga gelen bütün Müslüman Türk boyları da Osmanlı Beyliği'ne katılmışlardı. Yirmi yedi senede kendiliğinden bu kadar çoğalabilen bir ordunun nelere kadir olabileceğini tahmin etmek güç olmasa gerek. Selçuklular zamanında ve Onlardan önce Anadolu’ya gelen Türk beylikleri Anadolu da ki varlıklarını devam ettirdiler. Osmanlı Devleti büyürken Osmanlı’ya karşı koyan bazı beylikleri, Karaman Beyliği gib, Avrupada feth ettikleri yeni yerlere yerleştirmişlerdi.
Yeniçeri teşkilatı kuruluncaya kadar Osmanlı ordusunun omurgasını bu göçlerle gelen Türkmenler oluşturmuştu. Gençler Gazi Dervişler Tekkesi'nde eğitilmişlerdi. Bu eğitimlerde, İslami düşünceye göre "cihad" ın önemi, uç beyliği olmanın gerektirdiği birlik, disiplin ve cengeverlik veriliyor, talim ettiriliyordu. Savaşmak zorundaydılar. Yani "savaş" yaşamın bir parçası idi. Devlet kurulduktan sonra bu asıl unsur Anadolu'da toprağa yerleşmiş, ziraat ve hayvancılıkla uğraşmış, Anadolu'nun sahibi olmuştu.
Hıristiyanlar:
Feth ettikleri topraklarda yaşayan hıristiyan halk dini inanış ve ibadetlerinden dolayı hiç bir şekilde zorlanmamış, Onlar yaşayışlarında tamamen serbest bırakmışlardı. Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan cemaat kilise ve patrikler tarafından yönetilmişti.. Osmanlı’da ki Hıristiyan halk, her işi görebilmiş, hatta hazine dahil, devletin her türlü memuriyet ve yazışmalarını yapabilmişlerdi. Bilhassa Osmanlı’nın dış politikası ve elçilikleri yakın tarihe kadar Ermeniler tarafından yürütülmüştü ve Ermenilere Kavmi Sadıka "sadık millet" demişlerdi.
Yahudiler:
Yahudiler Selçuklulardan beri Anadoluda ticaret merkezlerinde yaşıyorlardı. Onbeşinci asırda Yahudiler Fransada, Bavyerada ve İspanyada büyük baskı görmeye başlamıştı. Öyle ki ülkeyi terk etmek için gün verilmiş, verilen günde ülkeyi terk etmeyen veya edemeyen Yahudi hemen öldürülürdü. Osmanlılar her nereden ve her ne sebeple gelirse gelsin bütün Yahudiler'i ülkeye kabul etmiş, topraklarında barındırmışlardı. Osmanlı topraklarına gelen yeni göçlerle Yahudiler hayli çoğalmışlardı. Daha çok İstanbul, Selanik, İzmir ve Kayseri çevrelerine yerleşmişlerdi. sağlanmıştı. Bütün Yahudi cemaatini Osmanlı merkezi yönetimine bağlamak için İstanbul Hahambaşlığı kurulmuştu. Bazı Valide Sultanların himayesinde Yahudi kolayca “Divana hulul ve saraya duhul" olmuş, yani divana sızıp, saraya girmiş, Osmanlı hazinesinin yönetimi Yahudilere peşkeş çekilmişti. Yahudiler de Onları mücevhersiz bırakmamışlardı.
Yeniçeri, Halk ve Türk ticaret erbabı buna fena halde kızmıştı. Yahudilerin akçeleri kırkarak, akçenin kıymetini bozmalarına karşı “kızıl ve kırkık akçe” geçmez olmuş, giderek paranın alım gücü düşmüştü. Akçe Orhan Bey zamanında kesilmiş, her biri beş yüz yetmiş beş dirhemdi. Kızıl kırkık akçenin her biri üç yüz yetmiş beş dirheme düşmüştü. Ekonomik alanda ki kargaşa ve isyanların sebebi bu Yahudi oyunu idi (enflasyon idi).
Tarihin tanık oldugu acı bir gerçek şudur; Yahudiler çeşitli ülkelerin içinde azınlık olarak ve dağınık yaşadıkları için hiç savaşmamışlardır. İçinde yaşadıkları memleketlerin ekonomik ve siyasi yapısı üzerinde etkili olmuşlardır. O ülkeleri tekellerine almak tarih boyunca değişmez taktikleri olmuştur. Bu nedenle ne zaman bir ülkenin önemli kademelerinde fiilen görev almışlarsa, o ülke giderek zayıflamış, felaketlere düçar olmuştur. İşte eski Mısır, Kenan ülkesi, Çarlık Rusyası, İspanya’nın ve Almanya’nın Yahudileri ülkelerinden sürgün etme, hatta yok etme sebebpleri de bu degil miydi? Osmanlı’da da ne zaman ki Yahudiler devletin içine sızmaya başlamış, hazineye el atmış, yavaş yavaş her şey bozulmaya, kurumlar çürümeye, giderek başta ekonomi olmak üzere bütün devlet batmaya başlamıştı.
Sultan Ahmet Han padişah olduğu zaman Osmanlı imparatorluğu o çağın en kudretli imparatorluğu idi. Öyle bir ülke ki:
Bosna’dan Budin’e, Kefe’den Mora’ya, baştan sona tüm Rumeli.
Akdeniz adaları Kıbrıs, Girit. Kafkasya’dan, Bağdat’a, Yemen’e, tüm Anadolu.
Habeşistan, Mısır,Trablus, Tunus ve Cezayir’i kucaklayan Afrika .
Erdel Krallığı, Eflak ve Boğdan Beylikleri, Belgrat, Budin, Viyana kapılarına kadar Avrupa.
Kırım Hanlıgı, Karadenizin cevresi ile Rusya.
Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları… üç kıtaya yayılan bu sınırlar on altıncı asrın en geniş sınırları idi, Yirmi iki milyon kilometre kareydi. Üç kıta Üç Hilal ile sembolize edilmişti..
Osmanlı kanunnameleri ve İslam hukukunun kuralları devletin içinde yaşayan bu farklı milletlerin milli ve yöresel prensipleri ile beraber yürütülmüştü. Hiçbir ırk ve ya millet asla asimile edilmemişti.
Bu kadar değişik milleti, bu kadar büyük bir cografyada, bu kadar süre birlikte yöneten, birlikte yaşatan bir imparatorluğu ancak, tarihte bir çok imparatorluk kurmuş olan bir ırk başarabilir.
Divan’ı hümayun Avrupanın her işine direk karışıyor, her devlete sözünü geçiriyordu. Ne haçlı ittifakı, ne de her hangi bir devlet Osmanlının kaderi ile asla oynayamıyordu.
Oysa Avrupalı Hıristiyanlar; Türkler Anadolu kapılarına dayandığı günden beri her fırsatta birleşip, haçlı orduları oluşturup, Müslüman Türkleri Anadoludan atmak için çok uğraşmış, ancak Viyana kapılarında durdura bilmişlerdi...
Avrupalı yardım dilenip, el açıp, etek öptüğü Osmanlıya, güç ve kuvvetin simgesi bildiği Türke; kilise başta olmak üzere , güçlerini birleştirip, ha bire saldıracak çökertmeye çalışacak...binayı çökertemezse, içerden yıkmaya çalışacak, duvardan tuğla çekecek, kendine benzemeye zorlayacak...Türkler Avrupa'da nereye varacak, nasıl kök salıp, ne kadar yaşayacak? üç kıtaya hükmeden bu ırkın çocukları yarın dört kıtayı yönetme başarısı gösterecek mi ??? bütün bunları tarih ibretle izleyecek…

2. BİN ALTI YÜZ ÜÇ

Şeyhul İslam Hoca Sadrettin Efendi Sultan Üçüncü Mehmet Han’ın başucunda Yasin okuyordu. “ ellezi bi yedihi melekutü, küllü şey’in ve ileyhi turceuun” diye bitirdi. Her şeyin kaynağı \ egemenliği elinde olan O yaratıcının şanı çok yücedir. Sonunda O’na döndürüleceksiniz. “ diyordu.
Aralık ayının sonu...Topkapı sarayının harem dairesi alışık olmadığı günlerden birini yaşıyordu…
Harem dairesi valide sultanların, harem ağalarının, cariyelerin, kısacası gün ışığına çıkamayan gizli ve sinsi güçlerin hareket alanıydı. Nice padişahların devrilişine, nice şehzadelerin götürülüşüne, bir daha geri gelmeyişine şahit olmuştu. Haremde gene bir hareketlilik yaşanıyordu
Valide Safiye Sultan ;
-Daha otuz yedi yaşına yeni bastız ölmek niye…acelen niye…nereye yetişeceksiz?? Oglum, can ı Ruhşahım, iste canımdan can vereyüm…bu delikanlı çağızda, kılıcız herkesten keskün, üç kıtaya hükmedersüz…daha ne istersüz..de bana…anan sana kurban olsun…
Safiye Sultan ne edeceğini, ne diyeceğini bilemiyordu. Aczin, sevginin, kinin girdabında boğuluyor, kimden ne isteyeceğini kestiremiyordu. Herkese emirler veriyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, imkansız bir şeyin olması için direniyor, gücünü zorluyordu…İsyanını şu sözlerle dile getirmeye çalışıyordu;
-Osmanoğulları hayatlarını yeterince yaşamadılar, hep genç yaşta öldüler, nasıl bir kaderdür bu Allahım…buna bir çare yok mu dur Rabbim…Yavuz sultan Selim Han’ın “şir’i pençe” çibanından ölmesine de inanmazuk…Bu sarayda bir ugursuzluk yahut haremde bir kahpelik vardur. Devlet ne zaman şahlansa, düşmanı ne zaman zebun itse mutlaka bir felaket baş gösterür, bir gizli el bir şeyleri alup götürür…şimdi de oğlumu kaptu götürecek, diye hayıflandı.
Sepep her neyse ne..Safiye Sultan’ın sevgili oğlu Mehmet Han can çekişiyordu.
Bir kaya kadar sert ve dayanıklı olan Valide Safiye Sultan’ın, biricik oğlunun ecel terleri dökemesi karşsında eriyip, ölümü terennüm etmesi, acısının ne kadar büyük olduğunu ifade etmeye kafi idi. .
Oysa haremin perdelerinin arasından bir kadın elinin, bir valide sultanın nerelere kadar uzandığını, gücünün nelere kadir olduğunu en iyi kendisi biliyordu, ama şimdi bir çocuk kadar gücsüz ve çaresizdi. Çünkü kaderi yaratamıyordu..
Sultan Mehmet Han gözlerini açtı, kocaman kocaman, ama bom boş baktı. Kimseyi tanımıyor, kimseden bir şey istemiyordu…anası “ aha buradayım, baş ucundayım” der gibi gözünün içine giriyordu,üzerine abandı,öyle kaldı. İnanmak istemediği bir felaketle karşılaşmıştı. Üzerine abandığı biricik oğlu Sultan Mehmet soğumaya başlamıştı. Mehmet Han biraz canlanmaya çalıştıysa da bunu başaramayıp kendini sonsuzluğun sakin kucağına bırakmıştı, gözleri hala açıktı…anası acısını yüreğine akıtıp, eliyle göz kapaklarını indirdi, için için sılzlanıyordu…
Padişah’mı ölmüştü, Sultan Mehmet Han vefat mı etmişti?... Safiye Valide Sultan çok üzgün, çok çaresiz, güvensiz ve tamamen aciz kalmıştı. Oğlu Mehmet Han, yani koca cihan padişahı genç yaşında ölmüştü...Kimse ile paylaşamayacağı bu sırrı, çok yakında sır olmaktan çıkacaktı. O zaman valide sultanlığı bitecek, sarayın sıradan yaşlı bir hanımı olarak kalacaktı...iktidar, yani güç elinden gidecekti...Ne vezirlere ne, yeniçeri ağalarına ve ne de diğer ülkelere sözünü dinletemeyecekti...böyle yaşamaya yaşamak mı denirdi ? Ya canı kadar sevdiği oğlu Sultan Mehmet Han’ın otuz yedi yaşında vefat etmesi bir anne için, içinde büyütüp yaşattığı, saltanat koltuğuna oturttuğu oğlunu, hayatının en güzel çağında kaybetmesi dayanıla bilecek acı mıydı ? hangi ana yüreği dayana bilir böyle bir acıya ???
Osmanlı’nın, Koca imparatorluğun…bir devin, karaların ve denizlerin, hatta kıtaların hakimi ve sahibinin şimdi en zayıf, en korumasız anıydı... Fırsatçılar, çiğ süt emmişler hep bu anı beklerdi… av köpeklerinin avcının vurduğu avı bulmak için kan kokusunun üstüne üstüne gitmesi gibi, köşe bucağa çekilmiş, ikili üçlü gruplar bir birlerini inandırmaya, havadan, nem kapmaya çalışıyorlardı...durum hiç te saklanacak gibi değildi, eğer padişah öldü, taht boş kaldı ise oraya oturacak bir hanedanlık mensubu kim olursa olsun padişah olacaktı...hükümdar oydu. Diğer şehzadeler hiç bir hak sahibi değildi. Yahut onlar da etrafına adam bulur, asker toplayıp taht kavgası çıkarır, hakimiyet savaşı yapabilirlerdi. Bu nedenle işi uzatmadan, dillendirmeden heman veliaht şehzadenin yerine oturması, tahtın bir an bile boş kalmaması gerekmez mi? ... bir uğultu halinde “padişah öldü...padişah öldü.. veliaht şehzade ortalarda yok....taht boşaldı..” gibi sözler konuşulmaya, kulaktan kulağa duyulmaya başladı...
Sultan Mehmet Han'ın iki şehzadesi vardı. Veliaht Şehzade Ahmet'ti. Ancak Şehzade Mustafa da tahta otura bilirdi. Kimin arkası kuvvetli ise taht Onun olabilirdi ve diğer şehzadeyi öldürte bilirdi, yahut diğer şehzadeyi destekleyen gurupla aralarında savaş başlardı. Yani elini çabuk tutan padişah olabilirdi. Çünkü taht boş kalmıştı.
Dedikodular hızla yayılıp duruyordu... Gecenin karanlığı, havanın dondurucu soğuğu ile birleşmiş hayra alamet ne varsa dondurmaya başlamıştı. Kötü haber biraz sonra tipi olup savrulursa ne önü alınır, ne sonu gelir…yakılıp yıkılmalar, kin, düşmanlık, çıkar, nice canlar yakar, nice günahsız hayatlar söner... kan, su olup akar, göl olup boğardı insanları...sonunda olan devlete ve millete olurdu...
Darüssade ağası (Harem Ağası) Asım Ağa durumun ne kadar kıritik olduğunun farkındaydı ve Vezir Kasım Paşa’ya haber uçurdu, “Padişahımız Mehmet Han Hakkın rahmetine kavuşmuştur,” diye. Vezir gelen haberciyi,
“derhal veliaht şehzademize haber verile” diyerek geri çevirdi, Asım Ağa’ya yolladı.
Gecenin sabaha dönen zifiri karanlığında, kötülüklerin kol gezdiği, gözlerin fersiz, gönüllerin kapalı, kapıların sürgülü olduğu, ölüm ve suikastlerin icra edildiği bu vakitte, Asım Ağa hareme gitti veliaht şehzada Ahmet Han’ın kapısını çaldı. Ahmet Han, abisi Mahmut Han’ın idam edilmesinden beri bir gün sıranın kendisine geleceğini, bir gece vakti, ölüme götürülmeyi bekliyordu. Geceler hep kasvetli geçiyordu, çoğu gece uyumuyor yahut uyumamaya çalışıyordu... Asım Ağa kapıyı hafifçe tıklattı , dinledi, ses yoktu. Şehzadeyi korkutmaktan da çekinerek bir daha, biraz hızlıca çaldı.. gene ses vermedi..
-ben Asım kulunuz şehzadem, kapuyu açaısız..diyeceklerim çok mühimdür.. dedi...ses verdi şehzade, boğazı sıkılmış, gırtlağı daralmış gibi çatallaşmış bir sesle
“Gicenün şerrinden gündüzün hayri yeğdür, gündüzü yok mudur bu işin…”
az sonra,
“Asım Ağa…ne diyeceksen de oradan”
-yerin kulağu vardur şehzadem..bana güven, açasuz kapuyu tizden, dedi bekledi.
Şehzade Ahmet’in, yüreği yerinden fırlayakmış gibi göğsünü daraltıyor, dizlerinin feri tükenmiş, ayakta durmakta zorlanıyor, kapıyı açıp açmamak ta karar veremiyordu.. Asım Ağa’ya çok güveniyordu,
”Asım Ağa beni cellada vermez”
diye geçirdi çinden.
Şehzade Allaha sığınıp kapıyı açtı, kapının kenarına iki eliyle sımsıkı tutunarak Asım Ağa’nın yüzüne bomboş baktı.. damarlarından kanı çekilmiş, yüzü sapsarı kesilmişti.
Asım Ağa, kendisine boş gözlerle bakan, şoka girmiş, olup-biteni bekleyen veliahta müjde vermekten çok donukluğunu çözmenin ve hayata döndürmenin çaresini aradı...
-şehzadem, ben senin en yakinın sayılırım , güveneceğin yeğane adem benim. Üstelik Haremin ağasıyum…Allah korusun, bedenimde canum oldukça hiç bir kötülüğü sana yaklaştırmam, gayri ferahla...demem o dur ki Muhterem pederiniz, Padişahımuz Mehmet Han çok ağırlaşmıştur...Allah’ın rahmetine kavuşacağa benzer...belkide vefat itmiştür...tahtı boş komasaz yeridür...
-ben Padişah mı oluyor..”um” diyemedi, Asım Ağa’nın kucağına yığıldı...on dört yaşında bir çocuktan, veliaht şehzade de olsa, ölüm korkunun arkasından taht müjdesini taşıyabilmesini ve bu kadar şoku atlatabilmesini beklemek haksızlık olurdu...
Asım Ağa kucağında cihan padişahını, asrın en kudretli hükümdarını taşıyordu...o halini kimselerin görmesini istemedi, girmemesi gerektiği halde “Has Oda’”ya girdi, şehzadeyi odasına taşıdı, peykeye yatırdı, yüzüne su vurdu, sarstı, uyandırdı, sakinleştirdi. Müjde mi veriyordu, cebelleşiyor muydu kendi de bilemedi.
-sen kaftanunu geyesün, ben kapuda beklerüm, dedi çıktı.
Zifiri karanlık bir hüzme ışıkla aydınlanmış, parmak uçları, üşüyordu ama içi ısınmıştı.
Taht sahibini bulmuş, fitne def edilmişti, inşallah...
Osmanlı Imparatorluğu’nun on ördüncü padişahı, ondört yaşında ki Sultan Ahmet Han tahtına culus etmişti (tahta oturmuştu)..
Taht, uğrunda nice canların kıyıldığı, nice kanların döküldüğü, nice entrikaların, nice dolapların döndüğü çoğukere sıcak, bazan soğuk, bazan insanları, hatta devletleri yaşatan yahut yok eden esrarengiz bir yerdi. Sarıdan turuncuya varan atlas üzerine altın simle işlenmiş kuş tüyünden büyükçe minder ve gül ağacından altın kakmalı bir peykeden başka bir şey değildi, ama sarayın en görkemli yeriydi. Yüksek kubbenin kilit taşına kadar, tüm duvarları türkuaz çini üzerine çepe çevre ayetler yazılmıştı...ayetel kürsi, fetih suresinden, yasinden ayetler. Küfi ve sülüs yazı sitilleri altın harflerle süslenmiş, rengarenk kaliteli Iznik çinileri ile her duvarı ayrı ayrı motiflerle bezenmişti. Kapının iki yanında iki Ayak ağası bostancı, çam yarması gibi yalın kılınç, burma bıyıklı, kartal bakışlı, sert ve haşin, heykel gibi dim dik duruyordu..
Padişah'ın

“gelsün”

dediği anda cihanın gelip, etek, yer öpeceği,

“getsün

“ dediği anda yok olup gideceği, bir daha asla geri gelemeyeceği nice emirlerin alınıp verildiği, nice zorba kıralların kaderinin çizildiği, nice mazlum milletlerin yüzünün güldürüldüğü bir yerdi taht.
Bu görkemli ve güçlü yere on dört yaşında bir çocuk oturmuştu...kavuğu suratından büyüktü, ince boynunun üzerinde henüz sakal ve bıyıkları çıkmamış, cocuksu suratı, altın sırmalarla örülmüş kaftanının üzerindeki samur kürkünün heybetlendirdiği bu şahin bakışlı çocuk bir cihan imparatoru olmuştu ve kendisi de bunun farkındaydı..
Ilk biat vezir Kasım Paşa’dan geldi, peşinden Asım Ağa biat etti. Sultan Ahmet Han da ilk talimatını Kasım Paşa’ya verdi.
“Sen ki Kasım Paşa’sun, babam Sultan Mehmet Han Allah’ın emri ile vefat eyledi ve ben tahtı saltanata culus eyledüm (tahta oturdum). Şehri muhkem zapt eyleyesün (İstanbula sahip çıkmalısın). Şayet bir fesat olur ise senin başun keserüm.”
Her şehzade gibi Sultan Ahmet Han da iyi tahsil görmüş, farsça arapça bilir, matematik, geometri okumuş,. Şiir yazardı. Yazdığı şiirleri topladığı bir divanı vardı. Tarihi çok severdi, tarih bilgisi engindi...Türk ve Islam tarihihine özel olarak ilgi duyardı. Sportmendi...ok atar, avlanır, cirit oynardı..
Sultan Ahmet Han saraya kendince şekil, düzen verdi. Tahtının karşısına “Küllü nefsin zaikatül mevt, inna lilah, ve inna ilehi raciun” yani bütün nefisler ölümü tadıcıdır, (Allah’ım), senden geldik, dönüşümüz gene sanadır..ayetini yazdırdı. Bu ayetlerin başının üzerinde kılıç gibi durmasından maksadı da; nizamı alemi koruması ve adaletle hükmetmesi gerektiğini, bir gün mutlaka Allah’a döneceğini ve bu dönüşün yüz akıyla olmasını niyaz etmekti..
Peygamberimize çok bağlıydı, O’nu herşeyden çok severdi. Saf ve temiz bir dindardı. Hazreti Muhammed’in ayağının izini başında taşıyabilmek için ayak izi biçiminde bir sorguç yaptırmıştı. (Sorguç sarığın ön tarafına gelen kısmının üzerine eklenen yüksekce bir parçadır) Bu sorgucun ortasına mavi mine, üzerine altın harflerle kendi yazdığı şiirini yazdırmış, başının üzerinde taşıyordu, bunu ölünceye kadar taşıdı.
Hz Muhammed’e ümmet olmak, Onun ayağının resmini tacı gibi başında taşımak ve ona yüzünü sürebilmek Sultan Ahmet Han’ın en büyük sevdasıydı...Sultan Ahmet Han bu sevda ile yaşadı, Ona sevdalı öldü
Sultan Ahmet Han, çok genç yaşına rağmen isabetli kararlar vermiş, doğru adamları doğru yerlere getirerek, devlet idaresinin hiç aksamadan ve duraksamadan devam etmesini sağlamıştı. Hocası, şeyhi, güvendiği ve inandığı herkesle konuşarak, tartışarak, bazan da uykusuz gecelerinde uzun uzun tefekkür ederek devlet idaresine kabiliyetli, liyakatli, cesur ve dürüst adamlar tayin etti . Ondört yıllık yönetiminde ne devlette, ne orduda her hangi bir aksaklık yaşanmadı...Yanık kale, Uyar ve Egri kaleleri düşmandan geri alınması gibi kahramanlıklar O’nun zamanında yaşandı.
Sultan Ahmet Han kararlarında ve atamalarında mutlaka danışmanlarının fikrini alırdı. Padişahın iki önemli danışmanı vardı. .

Bunlardan biri ve en önemlisi Şeyhi, Şeyh Aziz Mahmut Hüdai Efendi idi. Sultan Ahmet Han Şeyhine büyük bir saygı ve hayranlıkla bağlı idi. Bu bağlılık onu düzenli ve kontrollü bir padişah yapmıştı. Şeyh Aziz Mahmut Hüdai Efendi ise bir veli idi. Velayeti müritlerini, halkı ve padişahı hayran bırakmıştı. Şeyh’ten Sultan Ahmet Han’a, Ahmet Han’dan da halka geçen adalet, istikrar ve iman, toplumu huzura götürmüştü. Aziz Mahmut Hüdai Efendi Mevlevi şeyhi idi. Mevlevi Tekke’leri ve bu tekkeleri yöneten dervişlerde de Şeyh Aziz Mahmut Hüdai Efendi’ye bağlıydı.
Genç Padişa’ın ikinci önemli danışmanı da Hocası Mustafa Efendi idi. İlmi temsil eden, medrese çıkışlı, bilgi ve ferasetine güvendiği, yıllarca önünde diz çöküp, “rahle i tedrisinde” bulunup ders aldığı hocası, lalasıydı. Fertva makamı idi Mustafa Efendi, Padişahın kararlarını din adına onaylayan kimseydi. Kuran-ı Kerim’in emirleri ve yüce peygamberin buyurukları dışına kesinlikle çıkmazdı. Zaten çıkması da istenmezdi.

Padişah tahta geçtiği zaman Malkoçoğlu Yavuz Ali Paşa Mısır Valisiydi. Malkoçoğlu'nu Serdarı Ekrem yani başkomutan yaptı. Malkoçoğlu'na “Yavuz” lakabı sert olduğu için verilmişti. Malkoçoğlu sınır boylarında akıncı yetiştiriyordu. Malkoçoğlu dürüst, güvenilir, bir Paşa'ydı. Sultan Ahmet Han’ın en beğendiği ve en çok güvendiği paşalardan biriydi. Daha sonraları yakınında güvenilir biri olması için “Veziri Azam” lık payesi vererek saraya, kubbe altına aldı.
Malkoçoğlu Macaristan seferine çıkmıştı. Çok sevdiği doru atına binip, kılıcını, zırhını kuşanıp, bu yaşına rağmen usta bir savaşçı oluvermişti. Mısır’a vali olduğunda, saraya hapsedilmiş hissediyordu kendinsini. Savaş alanlarının hür ve acımasız hayatı, sınır boylarının gizemli ufkunu her zaman saraylara tercih etmişti.. Malkoçoğlu’nun sevdası “Şehit” olmaktı...o kahraman , o Yavuz Osmanlı paşa’sı serhat boylarında şehadet şerbeti içmenin peşindeydi...Allah’ta onun bu samimi isteğini yerine getirme fırsatı vermişti, Malkoçoğlu bu hür ve aydınlık ufuklarda hayata gözlerini yumdu, gene bir sınır boyunda şehit oldu. Makoçoglu’nun yetiştirdiği akıncı ve serdengeçtiler komutanlarını hem yaşattı, hem de yüzünü hiç kara çıkarmadılar.
Ahmet Han büyük annesi Safiye Sultan’ı Topkapı Sarayı'ndan çıkartıp, eski saraya göndermişti.. Böylece Safiye Sultan’ın, Mehmet Han’ın saltanatı boyunca kazandığı siyasi etkinliğinden kurtulmuş oldu...buyruk yürütmek ve baş olmak şehvetinin tutkusuna esir olan Valide Safiye Sultan bundan böyle vezir ve paşalara emir verip, hüküm yürütemedi.
Padişah Sultan Ahmet Han’ın tahta culusünün üstünden daha birkaç hafta geçmişti. Sultan Ahmet Han her zaman olduğu gibi gene Lalası ve Hocası Mustafa Efendiyi saraya çağırmıştı. Saray gelenekleri, devletin işleyişindeki sistem ve kurumlar hakkında bilgi istemişti.
Hoca Mustafa Efendi Yeniçeri Ocağı’ndan başladı anlatmaya;
Çandarlı (Cendereli) Kara Halil ile Karamanlı Kara Rüstem kafa kafaya verip Sultan Murat Hüdavendigar’a şöyle bir önerileride bulundular;
-devletin elinde muntazam, eğitimli, işi yalnız savaşmak olan bir ordusu olmasını ister misiz?
-kim istemez ki böyle hayırlı bir orduyu. demiş.
- bize izin ruhsat bahşedin kuralım, demişler.
Padişah,
-bir odu kuracak kadar adamı nereden bulacaksız? Diye sormuş,
-devşireceğiz, Rum elinden, Balkandan, Hıristiyan ailelerden devşireceğiz sultanım, demişler.
Sultan Murat Hüdavendigar,
-bu nasul devşirmedür ki hemi dini dinime uymaz, Hıristiyandır dersiz, hemi kanı kanıma uymaz, Balkan balasıdır…siz bu âdemden Osmanlı Ordusu mu kuracaksız? Bunu nasıl düşünürsüz, nasul edersüz bir diyesüz bakak…
-Sultanum, bizim düşüncemiz şudur: Balkanlardan devşirilecek olan sabiler daha akıl baliğ olmamışdur, onlar sabilerdür. Yaşlaru 4-5 en çok 6 yaşında küçük çocuklar olacak. Her sabi İslam fıtratı üzerine doğmaz mı? Doğar tabîy…Biz İslam fıtratı üzerine doğmuş olan bu sabileri ailelerinden, kendi rızalaru üzere toplayacak, en böyük hocalardan ders okutacak, eyü bir Müslüman ve imanı bütün bir mü’min olmasını temin ederük,
Sultan Murat Han,
-Türklük gururunu nasul vereceksüz?
Kara Halil İle Kara Rüstem, Hüdavendigar’ın bu sorusuna cevap bulamamışlardı. Çünkü bu soruyu kendileri de sormuştu bir birlerine de, tatmin edici cevap bulamamışlardı. Gene de cevapsız bırakmadılar.
-kimesnenün kanını değiştiremezük. Amma kafasını, beynini, kalbini kazandık mı, kanını da bizim içün akıtırık siz meraklanman Sultanımuz. Türk olmasa b ile kendinü “Türk” hissedeceklerdür.
-kurun nasıl kuracaksaz diyerek “olur” vermişti.
Ahmet Han devşirilme hikayesini ilk defa bu kadar detaylı dinlemiş, Atası Sultan Murat Hüdavendigara bir kere daha hayran olmuştu.
Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Kara Rüstem, atlı ve yaya sınıfları bulunan Kapıkulu ocaklarını kurumuş oldular. Bu ocaklar adı “yeniçeri” olan Osmanlı Ordusunu, devletin itici gücünü oluşturdu. Yeniçeri ocakları Bektaşiliğe ısmarlanarak başları da manevi bir makama bağlanmıştı. Yeniçeri Ocağı’nın piri Hacı Bektaş Veli olarak kabul edilmişti. Yeniçeri gülbangı şöyle ifade ediliyordu:
“Allah, Allah! İllallah! Baş uryan, sine püryan, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan! Kulluğumuz padişaha ayan! “…. Oniki imam, oniki tarik cümlesin dedik beli, Üçler yediler kırklar, Gülbangı Muhammedi, Nur’u Nebi, Kerem’i Ali, Sultanımız Hacı Bektaşi Veli”….Savaşa da böyle başlıyorlardı.

Ocağın kaynağı Balkanlardaki hıristiyan ailelerdi. Doğuştan vazifeye yatkın bir ruha sahip, Balkan milletlerinin çocuklarıydı. Asırlar boyu hep birilerine hizmet etmişler, hiç hizmet almamışlar. Hep üzerlerinden ordular geçmiş, onlar hiç bir ülkeyi işgal etmemişler. Kendilerine sahip çıkıp, eğitim ve yetki verilince önü alınamayan bir güç oluşturmuşlardı.

Gerek devletteki yeri, gerek toplumda kazandığı itibar ve şereften dolayı Hıristiyan aileler evlatlarını ocağa vermeyi bir nimet saymışlardı. Devşirilen çocuklar İstanbulda bulunan “Acemi Oğlanları” mektebine alınırlardı. Burada önce İslamiyeti öğretilir, dini yaşayış veTürklük şuuru verilir, daha sonra sıkı bir asker olarak eğitilirlerdi.
Bosna taraflarından devşirilen, Refik adını alan bir devşirme Osmanlı ülkesinde ilk defa gördüklerini, yaşadıklarını yıllarca unutamamıştı. Refik ilk defa “hamam” a gitmişti, Acemi Oğlanları Mektebinde. Hamamda suyun kurnadan akışına, hatta kurnaların birinden sıcak, birinden soğuk su aktığını görmüş şaşmıştı. Yüzlerce çocuğun cıvıl cıvıl oyun oynaması, eğitilmesi, güçlenmesi, yarışması, başarılı olanların ödüllendirilmesi, takdir ve tebrik edilmesini asla unutamıyordu. Zeki ve kabiliyetli çocuklar Enderu’a gönderilirlerdi.
Yeniçeri yüz yıllar boyu düşmanın korktuğu, dostun güvendiği bir güç olarak, sınır boylarında at koşturmuş, sayısız fetihler kazanmıştı.
Hoca Mustafa Efendi,
-Sultanım, Hân’ım, yeniçeri ocağında dikkat edilmesi gereken en önemli konulardan birincisi devşirme usullerine riayet edilerek devşirme yazmaktur. Diyerek ocağa yazılmanın önemini vurgulamıştı. Yeniçeri olmak çok zor ve çok şerefli bir hizmetti, padişahlar da bunu titizlikle takip ediyorlardı. Ocakta çok iyi eğitiliyorlardı. Keçeye kılıç sallar, at üstünde gürz kullanır, oklarıyla üçyüz-beş yüz metre mesafedeki nişan taşını vururlardı. Her gün yağlı elleri ile mermer tokatlayıp idman yaparlardı. Böylelikle elleri sağlamlaşır, beton gibi olurdu. Mermeri tokatlayarak kıramayan yeniçeri savaşa götürmezlerdi. Savaşta gürz-kılıç kullanmayıp, düşman askerlerinin beyinlerini bir tokatla, “Osmanlı tokadı ile” patlatan tokatçı yeniçeriler vardı. Düşmanın moralini bozmak için savaşa ordunun önünde silahsız olarak katılırlardı. Hatta düşman askeri atıyla geliyorsa, tokatçı yeniçeri bir tokatta atın kafasını, bacağını kırıp, atın üstündeki askeri yere yuvarlayıp, bir tokatta öldürürdü.
Yavuz Sultan Selim Han zamanında devlete ödünç para veren bir tüccar, alacağından vaz geçip, alacağının yerine oğlunun yeniçeri ocağına kaydedilmesini istemişti. Yavuz Selim bu teklife şiddetle karşı çıkmış,
"-para ile asker yazılmaz ve kanunu kadim bozulmaz. Tiz parasu gerü verülsün” diye bu isteği reddetmişti.
Zigetvar seferinde Kanuni’nin atının gümüş üzengisi kopmuş, bir yeniçeri hemen orada tamir etmişti. Kanuni buna fena halde kızmış,
“-ocağa esnaf karuşmuş,” demiş, o yeniçeriyi defterden sildirmişti.
İşin önemine vakıf hükümdarlar bu ocağın, devletin en hasas kurumu olduğunun farkındaydı. Bu ocak öyle bir ocaktı ki; bir dedikodu, bir yalan veya bir gerçekle galeyana gelip, ya bendini aşar önüne geleni ezer geçer veya zaptedilip, yönlendirilip ülkeler feth eder zaferler kazanırlardı. Padişahların tahttan indirilişi veya tahta çıkışı esnasında, gereksiz yere yeniçeriler kullanımış, sonunda da isyana katılan yeniçeri ağaları idam edilmiş, yahutta padişahlar askerin kuklası olmuştu.
Yeniçeriliğin kuruluş felsefesinde Bektaşiliğin sunduğu maneviyat zevkine ulaşarak Kelimetullah (Allahın adı) uğruna kılıç kuşanması sağlanmış, bu coşkun ruh ile üç kıta üstünde kanatlanıp uçmuştu. Bu tekke-kışla terbiye düzeni içinde savaşta kahramanlık, barışta itaatten ayrılmamış, ulufesini alırken bile erenler meydanına çıkar gibi edep ve saygıyla çıkmıştı.
Hoca Mustafa Efendi bazı ocak törenlerini de şöyle anlatıyordu:
-Devletlü Sultanum, üç ayda bir tekrarlanan ulufe merasimleri, yeniçeriyi hükümdara bağlayan muhteşem gösterilerdi. Birinci ağa bölüğünde, babası ile kendi adı okunan padişah, mehteran bölüğünün nameleri arasında sarı meşin ulufe kesesine koyulmuş olan yeniçeri maaşını alır, üzerine birkaç kuruş daha ilave edip, askere dağıtlmak üzere, Çuhadar Ağa’ ya geri verirdi.
Baklava alayları da tatlı bir yeniçeri nostaljisi olarak yaşanırdı. Baklava Orta Asya kökenli bir tatlıdır. Çok katlı yufkaların yağlanarak fırında kızartılıp, balla şerbetlendirilmesi ile oluşur. Hanedan mensupları ve üst rütbeli görevliler bayram günleri ve ramazanın on beşinci günü en az her on yeniçeriye bir tepsi düşecek şekilde baklava ikram edilirmiş. Yeniçerilerin baklavası Hırka’i Şerif ziyaretinin ardından, Çorbacıbaşı komutasındaki yeniçerilere okunan dualarla teslim edilir, kışlaya gönderilirdi.
Yeniçeri subaylarının en büyüğü bölük kumandanı olan Çorbacı (binbaşı) idi. Çorbacıya Bölük başı ismi de verilirdi. Sekban bölükleri, cemâat ortalarının altmış beşinci bölüğünü teşkil ettiği için onlar da cemâat ortalarından sayılmışlardı, onlara Subaşı da denilirdi. Bundan sonra bölük subayı olarak yayalarda Oda Kethüdası ve ağa bölüklerinde Oda Başı, ondan sonra Vekilharç, Bayrakdar, Başeski, Usta veya Aşçıbaşı gelirdi. Ocağın en büyük subayı olan İstanbul Ağası’ndan (general) sonra Kethüda gelirdi; ocağın bütün disiplininden Kethüda sorumluydu. Kethüdadan sonra gelen büyük subay Çavuş’tu.
Yeniçeri ocağında en önemli ve îtibarlı vazifelerden biri de “Yeniçeri Efendiliği” denilen yeniçeri ocağı kâtipliği idi. Bunun emrinde bir kalem heyeti bulunurdu. Yeniçerilerin maaş defterlerini yazarlardı. Ayrıca Ocak Katipliğinin sorumluluğunda kütük denilen ana defter ile acemi ocağı defteri (kimin, nereden, ne zaman, nasıl devşirildiği nin kaydedildiği defterler) bulunurdu. Bu defterlere ancak Yeniçeri Efendisi bakabilir yahut onun kontrolünde kullanılabilirdi. Yeniçeri Efendisini Vezir-i Azam tayin ederdi.
Yeniçeri Ocağının bozulması; devşirme prensiplerinden uzaklaşmaya, ocak defterine rast gele âdem yazılmasıyla başlamıştır.
Genç Padişah, “ocağın bozulması” ifadesine üzülmüştü.
-hangi zamanda vaki olmuştur hocam?
-Muhterem Böyük Atanuz,Üçüncü Sultan Murat Han, oglu Mehmet Han’a dillere destan olan bir sünnet düğünü yaptırmıştı. Bu düğünden sonra Osmanlı tarihinin en talihsiz olayı yaşanmıştı. Sünnet düğününde gösteri yapan okkabaz, perendebaz, canbaz, düzenbaz gibi ne kadar sivil eğlence erbabı varsa, padişahtan ocağa yazılmalarını talep etmişlerdi. Padişah Murat Han da, Yeniçeri Ağası Ferhat Ağa’ya,
“-tiz deftere yazasuz, diye emir vermiş. Ferhat Ağa,
“-iki yüz altmış şu kadar yılluk ocak tarihinde böyle iş görülmemiştür. Ben dahi bunlaru kayıt yapamam” demişti. Bunun üzerine Ferhat Ağa görevden alınmış, yerine atanan Yusuf Ağa Yeniçeri ağası olmuş, eğlence erbabını ve daha nicelerini “ ağa çırağı” olarak ocak defterine künyelerini yazmışt
Ocağın başındaki yöneticiler bozulmuştu. Çavuştan Çorbacıya, Yeniçeri Ağasına, her kademede yetersiz, idealsiz ve paraya düşkün insanlar yönetiyordu Ocağı. Ocağın adet ve gelenekleri birilerinin hatırı için rahatça bozulabiliyor, ocağın çıkarları, askerin istekleri önemsenmiyordu, adil davranılmıyor, haksızlıklar askerin ocaktan soğumasına, kopmasına, ayrılmasına sebep oluyordu. Daha kötüsü Ocakta eğitim savsamış, disiplin bozulmuştu. Ocağa girip çıkan belli değildi, kimin ne yaptığına bakan yoktu. Hatta ocağın kütük defteri ile, ocaktan maaş alanlar birbirini tutmaz olmuştu.
Giderek işleyişinden eğitimine, bir çok eksiklik ve hatalar yaşanmış, her hata ve bozulma ordunun güçsüzleşmesine, savaş kaybetmesine, ve ülke sınırlarının gerilemesine mal olmuştu. Ocağa kaydolan, asker olamayan unsurlar, Pir den uzaklaşmalar, sikkenin düşürülmesi (enflasyon) ocağın bozulmasına, askerin bendini aşmasına, padişahlarını bile asmasına, kazan kaldırmasına, kazanı devirip, ocağı söndürmesine sebep olmuştur.
-Sultanım bu Sekban Refik , ocakta yetişmiş iyi bir askerdi. Sekbanlığa yükselmişti. SekbanYeniçeri ocağının atlı sınıfıydı. Altmış beşinci ortasında bulunuyordu. Padişahın av merasimlerine de çıkarlardı. Savaşta da önde yer alır, bozulan düşmanı kovalardı. Sekbanlık önemli bir sınıftı, yeniçeri ocağının zeki, cesur ve görkemli oğlanları sekbanlığa ayrılırlardı. Refik acemi oğlanları okulundan itibaren sekbanlığa seçilmiş altmış beşinci ortanın ileri gelenlerinden olmuş, daha sonra da sekban başı olmuştu.
Yeniçeri Ağası İstanbulda yokken ona vekalet eder, Şehrin inzibatından, asyış ve düzeninden ve ocağın güvenliğinden sorumlu olurdu.
Sekban Refik Yeniçeri Ağasına vekalet ettiği bir sırada, İstanbulun çeşitli yerlerinde niza çıkartıp, usulsüz işler yapan birkaç bölük subayını nezarete almış, kadınlara sarkıntılık eden bir bölük subayına da şeraitin uygun gördüğü cezayı vermiş, falakaya yıkıp,
- altmış değnek urun, demişti.
Cezalandırılan bölük ağasının sarayda önemli tanıdıkları varmış. İşi büyütüp, saraya taşımış, saraydaki yandaşları ortalığı iyice kızıştırmış, hatta vezirlerden biri Refik’i saraya çağırmış,
-sen ki ocağa kast itmişün, Sen kimesnesün ki şerefli bir bölük subayını falakaya yaturursun? Ben dahi senü falakaya yaturur, rütbelerün sökerüm..demiş, Yeniçeri Ağasına da, bir dahi bu âdeme vekâlet virülmeye, diye bir usulsüzlük emretmişti.
Bu olay RefiK’in gururunu kırmış, ocakta da yankı yapmıştı. Sekbanlar dahi Refik’le alay etmeye başlamıştı. Bir komutan olarak sırf görevini yaptığı için bu kadar ağır itham ve hakarete uğraması Refik’i çok üzmüştü. Refik kimsenin yüzüne bakamaz olmuştu. Kişilk sahibi, haysiyetli biri olarak, haksız yere bu kadar hırpalanmış olmaktan dolayı epey hayıflanmıştı. Hatta fırsatını bulursa ocaktan bile kaçmayı aklına koymuştu. Tavil Ahmet adında celali olmuş eski bir sekban bu olayı duymuş, Refik’e habe göndermış
“-gelesün, başum üstünde yerin vardur”, demişt.
Onyedinci asırdan itibaren yöneticiler kendi çıkarları için sistemleri sulandırmaya, bozmaya başlamıştı. Yeniçerinin, askerin gücünden faydalanmak için başta Yeniçeri Ağası olmak üzere giderek daha aşağı rütbelerden subayları bile yanlarına alan haksız ve hukuksuz fakat paralı, çoğu Türk olmayan hainler türemişti. Yeniçeri'nin yoldan çıkmasına, asli vazifesi olan " ülkeyi korumak ve kollamak" yerine, kazan kaldırmak, dilediği şehzadeyi padişah yapmak, istemediği yönetici hatta padişahı azletmek gibi " Felaket Ocağı " olmuştu. Savaşta; disiplinsiz, isteksiz ve yüreksizdi, normal yaşamda da iteatsizdi.




Yeniçeri

3. 4. AKINA UÇANLAR

Türkler'in Avrupa’da altı yüz yıl gibi uzun bir süre hüküm sürmesini sağlayan sebeplerden biri de yeni fethedilen yerlere, önemli şehir ve kasabalara; Orta Asya'dan Anadolu’ya göç eden Türkmen göçmenleri yerleştirmek olmuştu. Bunlar İslam'ın güzel ahlakı ile bezenmiş ailelerdi, alperenler, dervişler, ahîlerdi. Yerli halk bunların yaşayışını bizzat izleyerek İslamiyet'i tanıdı. Kendi yaşayışları ile Müslümanların yaşayışları arasındaki farkı görerek severek müslümanlığı seçenler oldu. Bunlar devletin gönüllü savunucuları idi. Zaten feth edilen toprakların ekserisi mîrî mülk (hazine arazisi) ve vakıf yapılmıştı. Bu arazilerbilimsel ve sosyal çalışmalar yapan kuruluşlara tahsis edilmişti. Bu isabetli siyaset Rumeli'de o kadar beceri ile uygulanmıştı ki, yerli halk yeni komşularını yadırgamak bir yana bu dayanışma ve hoşgörü içinde kaynaşmış birlikte mutlu olmuşlardı.
*”Osmanlıların hoşgörüsü ister siyaset, ister insaniyet, isterse İslamiyet'in verdiği bir anlayıştan meydana gelmiş olsun, doğrusu şu ki Osmanlı, milliyetlerini oluştururken din özgürlüğü ilkesini temel taşı olarak almış bir devletti. Dünyanın şahit olduğu, Yahudilere zulmeden ve engizisyona çanak tutma lekesini taşıyan Avrupalı ve Hıristiyanlık, Müslümanlar’la tanıştıktan sonra ahenk ve barış içerisinde yaşamıştı.” Osman lı Asırları.1 S.Ayverdi.
Türkler Rumeli'de işgal ettikleri geniş ülkeleri bir avuç kuvvetle elde tutmuşlar ve bu sayede Timur'un saldırısıyla Osmanlı devleti Anadolu'da parçalandığı halde Rumeli'de dimdik ayakta kalmıştı.
Onbeşinci yüz yılda Rumeli'yi gezenler Türklerle Balkan milletlerinin sosyal yaşamlarını karşılaştırdıklarında, Türklerin her konuda Avrupalılardan üstün olduklarını görmüşlerdir. Broquiere adlı gezgin şunları yazmış:
"Gerek şehirde, gerek köyde Türkler kendilerinden emin, kuvvetli, cengâver, kanaatkar, namuslu tüccar, sadık arkadaş ve himaye edici efendilerdi. Kısaca, dürüs ve samimi insanlardı.”
Oğuzların Üç Ok boyundan Boğaç’ın oğlu Yağmurla, Bayböri’nin oğlu Yağız ve kardeşi Alper atlarına bindi, sürdüler günbatımına. Oğuzların Kayı Boyundan bir boy, Rum ili diye günbatımında bir yerde büyük devlet kurmuş. Otlakları çokmuş, etrafı küffarla çevriliymiş, çokcva şavaşırlarmış. Osmanlı koymuşlar Devletin adını.. Oraya varıp, Onlara yardım ederiz, düşmanları ile savaşırız, hayvan alır, otlaklarında otlatırız, diye akıllarına koyup, sürdü gittiler.

Asya steplerinde nice medeniyetler kurmuş olan bu asil ırk İslam’ın gönüllerini ve beyinlerini dolduran ışıltısıyla batıya akmaya böylece devam etti. Türk’ün ikinci yurdu olan Anadolu’ya göç hiç kesilmedi.

Yağmur, Yağız ve Alper Bursa’ya geldiler. Bursa da Gazi Dervişler Tekkesinde misafir oldu, bir süre konakladılar. Bu üç yiğit ne yer, ne yar istiyordu. Sevdaları batı illerini titreten Türk Devleti’nin neferi olmaktı.
Bursa’da kendilerini dinleyecek, isteklerine cevap verecek kimseyi bulamadılar. Bunun için daha batıya, İstanbul’la, pây’i tahta gitmelerini önerdiler. Onlar da atlarına binip pây’i tahta vardılar. Padişah orada, vezirler orada, yeniçeri ocağı orada, asker oradaydı.Yüreği cenk aşkıyla coşan bu Türkmen yiğitlerinin de orada olması gerekiyordu. Saraya kadar ulaştılar. Vezir Sinan Paşa çıktı karşılarına.
-dileyün benden ne dilersiz?
-ülke sınırlarını koruyabilme şerefi dileriz. Dedi Yağız.
-öyleyse sizi Bosna Beylerbeyi Bıyıklı Mehmet Paşa’ya havale ettüm getti. Diyerk yerliyerince, hersin gönlünce tayinlerini yaptı.
Bıyıklı Mehmet Paşa bu Üç Yiğit Türkmen Savaşçı’yı savaşın hiç bitmeyen yeri olan sınır boyuna, akıncı birliğine yolladı. Akıncıların, Osmanlı’nın ileri karakolu vazifesi gören bu gözü pek yiğitlerin hudutları, köyleri kasabaları, kale yahut hisarları yoktu. Kolları bütün hududu kavrayacak kadar uzundu. Bu serhat akıncıları öyle gözü pek, öyle serden ve yardan geçmiş savaşçılardı ki, her biri bir orduya bedeldi.
Akıncılar düşman üzerine akın yapmalarının yanında, düşmanın durumu ve kuvveti, çevre, yollar hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esasa bağlayan kanunları vardı. Akıncılık, Türklere has askeri bir sınıftı.

Akıncılar harp zamanında düşman arazisine girer, orduya yol açar, kurulması muhtemel pusuları ani ve süratli hareketleri ile bozarlardı. Bundan başka ordunun yolu üzerindeki ekili arazileri ve ekinleri muhafaza eder, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında bilgi toplar; köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutarlardı. Akıncılar ordunun önünde vuruşurlardı. Bazen de ordunun arkasını sağlama almak için arkada kalırlardı. Barışta ise guruplar halinde bir memlekete akın edip, derinlemesine dalarlardı.

Akıncı birlikleri şu şekilde yönetilirdi: On akıncıya “onbaşı”, yüz akıncıya “subaşı”, bin akıncıya da “binbaşı” kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan “Akıncı Beyi” tamamlardı. Akınlara Akıncı Beyi’nin katılması ve ya Akıncı Beyi’nin talimatı gerekirdi; aksi takdirde bu harekata akın denmezdi.
Akıncılar, serhat boylarında ocaklar halinde teşkilatlanırlardı. Her bölgenin kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensub oldukları kumandanların sülale isimleriyle anılırlardı. Osmanlı Devletinde ilk akıncı beyi Evranos Beydir. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncılarıdır.

Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu; malları mülkleri, paraları köleleri olmamıştı, akınlarda elde ettkleri ganimetlerle yetinirlerdi. Elde ettikleri ganimetin beşte birini hazineye ( Pençik) verdikten sonra, kalanla geçimlerini sağlarlardı. Sefere çıkarlarken düşman sınırına kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi.

Akıncıların kullandıkları silahlar en çok kullandıkları silahlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Akıncıların zırh kullananlarının sayısı oldukça azdı.
Genel olarak üç, yedi ve kırk kişilik guruplar haline hareket ederlerdi. Küçük mekanlarda en etkıli vuruşu üç kişilik birlikleriyle yaparlardı. Büyük akınları bin atlı akıncılarla gerçekleştirirlerdi. Aslında akıncı tek kişilik orduydu. Deliydi akıncı, kanı da kendi de deli, birkaç müfrezenin başındaki akıncıya Deli Baş, Serhat Kulu gibi adlar da verilirdi.
Başlarında samur yahut kaplan postundan, önleri altın teller yahut turna tüyleri ile süslü kalpakları, kıymetli taşlarla süslenmiş mintanlarının üstünde kadife cepkenleri, çuhadan sırmalı ve işlemeli şalvarları, geniş kuşakları, ceylan derisinden çizmeleri, kaplan kuyruğundan kamçıları ile bulut gibi süzülen küheylanları üstünde, koltuklarının altına bağlanmış karakuş kanatları, doludizgin giderken açılır, bir ejderha gibi süzülürdü. Akan binlerce atlı geçtiği yerlere dehşet, korku bırakır, insanları ürkütürdü. Avrupa’lının yüreğine “Türkler geliyor kaçın” korkusunu böyle koymuşlardı...

Kılık kıyafetleri, kılıç ve kalkanlarının şakırtısı etraflarına dehşet saçıp, “gökten inen bela” gibi düşmana göz dağı verirlerdi. Kaleden kaleye uçan, dur durak tanımayan bu cenk sevdalısı yiğitlerin sıcak döşeklerinde ecel şerbeti içtikleri hemen hemen görülmemiştir. Yani ecelden korkuları yoktu. Günlerini sazlı sözlü eğlenceli yerlerde geçirirlerdi. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen ve şakrak yaşarlardı.
Bisburg hanında Avustuaryalı hancı Vitali, öğrenmek zorunda kaldığı kırık dökük Türkçesiyle Türk akıncılarına hizmet veriyordu. Hancı Vitali’nin, (akıncılar Ona müslüman olana kadar "İt Ali" derlerdi, müslüman olduktan sonra sadece "Ali" diye çağırıyorlardı.) Sofiya adında ki kızı ile Sara adında ki karısı da akıncılara hizmet etmekten zevk alıyorlardı. Akıncılar buraya bazen birkaç saatliğine ugrardı, bazen de haftalarca takıldıkları olurdu.
Yağız akıncıların en yakışıklısı en ağırbaslı ve en akıllısıydı. Savaşta panter yırtıcılığı, handa hamamda kuzu uysallığıyla dikkat çekerdi. Sözü sobeti dinlenir, hatırı sayılırdı. İslam’ın iç (mistik) duygularını, tasavvufi yönünü daha çok benimsemişti.
Yağmur deli-dolu, çok atılgan, çok gözü kara, çok haşin, hiçbir zorluktan yılmayan bir savaşçıydı. Şarabın yıllanmışını, atın huysuzuna benzetirdi, ikisini de çok severdi. Serhat boyları tam ona göre bir yerdi. Yüzünden tebessümü, gözünden ışıltısı eksik olmazdı. Dostlarının arasında hayatını gönlünce yaşıyordu.
Alper dindardı. İslami motiflere bayılırdı. Narasından kederine her duygusunda Müslüman ifadeler vardı. Her işe besmeleyle başlar, Her fırsatta namazını kılar, orucunu tutar, İslamı yaşamaktan zevk alırdı. Savaşırken Hz. Ali’yi örnek alırdı. Kılıcını küffara “Allah’ü Ekber” siz vurmazdı.

Üç Türkmen yiğidi de Hacı Betaşi Veli dergahındandı.

Han’a gelen beş şövalye sahanda yumurtalarını yemiş, şaraplarını yudumlarken hancının karısı Sara’ya, sonra da kızı Sofiya’ya sarkıntılık etmeye başlamışlardı. Kadınlar hizmet etmek istemedikleri halde zorla kadehlerini doldurmalarını ve kendilerıni eğlendirmelerini istiyorlardı. Bir köşede tek başına demlenen Yağmur,
-höst hööööst, diye dikleşti. Silahşörün biri sesin geldiği tarafa yönelip, kılıncına davranmasıyla bileğine Yağmur’un kamasını yemesi bir oldu. Hepsi ayaklanmıştı. Yağmur sırtını duvara verip, kılıcını sıyırdı. Dört silahşörün kılıcı bir Yağmur etmiyordu. Yağmur’un her hamlesi bir rahmet gibi ışıldıyordu hanın loş havasında. Silahşörler kirli tahta masaların altına üstüne birer birer düşüyordu. Sofiya telaş içinde öteki Türkmen yiğitlerin odasının kapısını yumruklamaya başlamıştı. Kapıyı açan Yağız,
-bu telaş nedir Sofiya diye sordu, Sofiya’nın nefes nefese kalmış, cevabını beklemeden aşağı fırladı, yerde yatan beş silahşörün üzerindan atlayıp, Yağmur’a,
-niçün gene tek başına gaza edersin, bize haber iletmezsin? Bu nasıl kardaşlıktır Yağmur’um?
Yağmur her zamanki şirinliğine biraz da öğünme katarak,
-beş on küffar içün etrafı velveleye virmeğe ne hacet vardır ? Sen olsan “ durun hele kardaşlarım gelsinler de ondan sonra vuruşalım mı derdin?
Yağız,
-gazân mübarek olsun, dedi, boynuna sarıldı .
Bir köşede Sofia burnunu çeke çeke hala ağlıyordu. Yağız elinden tutup kaldırdı, işaret parmağı ile çenesini dokunarak yüzüne baktı.
-Biz burada iken ne size ne de bu hana bir kötülük bir uğursuzluk olamaz. Biz Türkler hatunların ağlamasına da dayanamazık. Sen susmazsan şimdı ben de ağlarım, dedi. Sofiya ıslanmış mas mavi gözlerini, gülen yüzünün çukurlaşmış gamzelerini, yüzüne sarkan sarı saçları ile örterek, nazlı nazlı,
-sizi kim ağlatabilir ki…kimse ağlatamaz…siz Türkler asla ağlamazsız bilmez miyim…
-Dışımızdan ağlamasak bile içimiz ağlar Sofiya deyip başını gögsüne yaslaslayıp alnından öptü. Sofiya bir kedi uysallığı içinde Yağız’ın gögsünde huzur bulup, iki eliyle tuttuğu Yağızı’n elini yalar gibi ıslak ıslak öpmeye doyamıyordu…O’nun yiğitliğine mi, olgunluğuna mı, yakışıklılığına mı, Türklüğüne mi?...yoksa bu seçkin özelliklerin hepsinin bir vücutta bulunuşuna mı, vurgundu bilemiyordu ama sevdadan öte bir tutku ile bağlıydı Ona. Yağız da bunun farkındaydı ama bir akıncının sevgilisi, aşkı ve ailesi olmazdı. Bunun için O’na ümit vermek te istemiyordu. Oysa Yağız’ın da içine sıcak duygular akıyor, Sofiya’nın mavi gözlerine dalıyor, orada huzur buluyor, sarı saçlarının arasında gezinen parmakları O’na savaşmanın dışında başka zevklerin de olduğunu yaşatıyordu. Sofiya Yağız’ın elini gögsüne bastırdı. Yirmili yaşın diri vücudu Yagız’ın beyninde kamçı gibi şaklayıp, umulmadık bir anda umulmadık duyguların girdabına soktu. Elini yüzünü ateşbastı, kanı dellendi. Elleriyle Sofiya’ya çivilenmiş gibi orada kala kaldı. Neden sonra kendisini süzen Yağmur’un başının masaya düştüğünü fark etti. Sofiya’nın kıskacından kurtulup, Yağmur’un başını kaldırdı.

Yağmur kendinde degildi. Daha doğrusu Yağmur Sofiya’nın Yağız’a davaranışına dayanamamış kendinden geçmişti. Yağmur Sofiya’ya öyle yatkın, öyle tutkundu ki; Ona kimsenin bakmasına, dokunmasına ve Onu sevmesine dayanamıyordu. Sanki hancı Vitali’nin karısı Onu Yağmur için doğurmuştu. Şimdi gözünün önünde Sofiya’nın Yağıza sarılmasına, Yağız’ın Ona sarılıp öpmesine nasıl dayanabilir di? Hem de Yağız, canı ciğeri olan Yagız dı...çaresizdi başı masaya düşecekti ve o başı Yağız'dan başkası kaldıramayacaktı. İşin en acımasız yanı da Yağız’ın, Yağmur’a Sofia arasında böylesine derin bir duygusallık yaşadığını aklına bile getirememesi idi. Yağız Yağmur’un saatlerdir içtiği şaraptan çarpıldığını düşünerek O’nu kaldırıp yatırmak istemişti. İki eliyle Yağmur’un başını kaldırıp, şefkat ve sevgiyle,
-bu akşamlık bu kadar yeter, iyi demlenmişsin, gayri yatman gerekir, diyip, koltuğuna girip yukarı taşımak istedi, Yağmur direnmedi, kalkmak ta istemedi, bir süre öyle kaldılar. Sofia’nın,
-çok içiyorsun ama...demesi, Yağmur’un tepesini attırmış, silkinip, Yağız’dan kurtulmuş, elindeki kupayı masaya „güm“ diye vurarak
-doldur...demişti... zihninin derinliklerinde çakan bir şimşek vardı "erkeğin kılıcı ve atı kadar avradı da özeldir." Yağmur başını döndüren bir alçak gönül içkisiyle sarhoştu...
Macaristan’da bir kaya kitlesi üzerinde kartal yuvasına benzeyen Filek Kalesi denilen bir kale vardı. Akıncı Başı Demirbaş Hasan Pehlivan, Yağmur, Yağız Alper ve kahraman kırk yiğit arkadaşı ile bu kaleyi düşürmeğe gittiler. Gece kalenin bir mazgal deliğine merdiven dayamışlar, Demirbaş Hasan Pehlivan Merdivene tırmanmıştı. Önce bu deliği kapayan 80 kantarlık bir topa göğsünü vererek itmiş, sonra başını koyup ikinci hamlede topu içeriye atmış, kaleye dalmıştı. Peşinden yağız, Yağmur ve Alper, daha sonra onları takip eden öteki Akıncılar yalın kılıç kaleye girmişlerdi. Sessizce nöbetçileri hallettikten sonra kaledeki askerlerle vuruşma başlamıştı. Yağmur kendisini karşılayan üç Nemçelü'nün işini bitirmiş, güneş doğduğunda Filek Kaşlesi bir Osmanlı kalesi olmuştu. Ancak Yağmur'un sol eli karnındaydı. Parmaklarının arasından kan damlıyor, barsakları sarkıyordu. Yağız bunu görmüştü,
-kan revan içindesün Yağmurum. Yat hele şuraya da bir bakak,
-yok bi şey karındaşım, küçük bir sıyrık aldım.
Yağız gördüğüne inanamamıştı
-amma sıyırmışın görmez miyim...barsaklarun yerlerdedir.
Yağmurun barsakları avucuna sığmıyordu yerlere dökülmüştü.
Yağız, Yağmurun kesilen karnından dökülen barsaklarını içeri tepip, börkünde taşıdığı iğne iplikle karnını dikerken, Alper'de Yağmur'a moral vermeğe çalışıyordu,
-Yağmur Ağam ne uzun barsağın varmış, tep tep bitiremedi Yağız Ağam. Sen bu barsakları doldurmak içün sabahtan akşama, akşamdan sabaha şarap içersün hemi?
-var get başımdan Alp, bir şişe şarap bul gel heman, daha durur musun? kop get hadi..Yağmur'un terslemesiyle Alper kalenin dehlizlerinden iki şişe şarabı kapmış, getirmişti, ne var ki Yağmur karnı dikilene kadar çoktan baylmış, sızmış kalmıştı.











4.MEKTEBİ ALI OSMAN’İ ENDERUN

Hoca Mustafa Efendi Sultan Ahmet Han’a gene önemli gördüğü saray âdetleri ve devletin çeşitli kurumları hakkında bilgi veriyordu.
-hocam bugün bana şu bizim her şeyimizi emanet ettiğimiz Enderun u Hümâyun’dan bahser misiz? Gerçi Enderun’un ne olduğunu bilir ve ne yaptığını görürürm, amma gene de benüm göremediğüm ve dahi senün diyeceklerün vardur.
-helbet bahsederüm Yüce Hân’ım.
Enderunu Humâyun devşirilen çocukların zeki ve kabiliyetli olanlarının Acemi Oğlanları eğitiminden sonra ve Anadoludaki sancaklara veya önemli kişilerin yanlarına verilen devşirmelerden de uygun görülenlerin alındığı, Osmanlı’nın yüksek rütbeli komutan ve paşaların, idarecilerinin, sanatçılarını, bilim adamlarının yetiştiği yüksek dereceli okulu idi. Bunlardan daha önemlisi de Enderunda odalar yükseldikçe padişaha yakınlık artıyordu. Has Odaya kadar yükselebilen otuz dokuz kişi olurdu, kırkıcı kişi de padişahtı. Bu odada bulunanlar asker ise Paşa (general), sivil ise Ağa rütbesi alır, ordu kumandanlığı, sancak beyliği gibi yüksek görevlerde bulunurlardı, valiler, şehreminleri hatta vezirliğe tayin edilenler bile vardı.
Enderu'unu Hümayun’un eğitim kalıbı devşirme çocuklarına Osmanlı hanedanlığına hizmet aşkı aşılamaktı. Yönetici sınıfının sosyal ve politik temelini oluştururdu. Hem erkek hem de kadınlar için ana hedeflerinden biri hükümdar ve hanedana sadakatin aşılanmasıydı. Padişah Enderundan çıkan her adamını hiç bir tereddüt duymadan, tam bir güvenle vezir, serdar yapabiliyordu. Sadakatin odağında sadece padişahın kendisi değil, aynı zamanda sultan hanesinin kadınları, yani bir bütün olarak hanedan ailesi vardı. Bu sayede Hükümdara ve Hanedana yaklaşabilmek hedefti. Hiyerarşik olarak Harem Ağalığına kadar giden bu hizmetten amaç hükümdara yaklaşabilmekti.
Enderun Ağalığının birincisi Kapıağası idi. Sonraları Bâbüssaâde Ağası ünvânını alan bu makam, topyekün Enderûn memûriyetinin âmiri olurdu. Emrinde Padişahın hizmetini gören Has Odaya kadar yükselmiş Kapıoğlanları bulunurdu. Bunlardan; Miftâh(anahtar) Ağası, Peşkir Ağası, Şerbet Ağası, İbrik Ağası en büyüklerindendi ve doğrudan baş ağanın maiyeti sayılırlardı. Kapıağası her zaman pâdişâhın yakınında bulunurdu. Yalnız pâdişâh seferde ve avda buluduğu zaman yanında bulunmaz, sarayın muhâfazası ve hizmetini îfâ ederdi.
Ahmet Han,
-Sinan Ağa gibin mi?
-beliğ Hân’ım, Sinan Ağa gibin..
Enderun Ağalarının ikincisi Hasodabaşı idi. Pâdişahın en yakın hizmetini görenler bunun emrindeydi. Emri altında Hasoda Gılmanı ismi verilen İçoğlanları vardı. Hasodabaşı da dâimâ pâdişahla berâber bulunurdu. Saraydaki emânet-i mukaddesenin muhâfazası da Hasodaya âitti. Ayrıca Hırka-i saâdetin bulunduğu yerde Kur’ân-ı kerîm okurlardı.
Hasoda Ağalarının ikincisi Silahtar Ağa,. Sarayda pâdişaha âit kılıç, tüfenk, ok, yay, zırh gibi eşyâları bu ağa muhâfaza ederdi. Bu oda ağalarından Çuhâdâr Ağa, alaylarda ata binerek pâdişahın gerisinde gider ve yağmurluğunu taşırdı. Rikâbdâr Ağa padişah atla bir yere gideceği zama ata biniş ve inişinde üzengileri tutmak suretile ata binmesine yardımcı olur. Tülbend Gulâmı da pâdişâhın husûsî eşyâyarını taşımak ve hizmetini görmekti. Bu ağalar ve emrindekiler üzerlerine düşen hizmetleri görürlerken, eğitimlerini de aksatmadan devâm ettirirlerdi. Bu ağalar saray içi terfilerde sıraya göre birbirilerinin yerine terfi ederler, saray dışına çıktıklarında da vezir pâyesini alırlardı.
Enderûn Ağalarının üçüncüsü aynı zamanda hazîne-i hümâyûn görevlilerinin başı olan Hazînedârbaşı idi.
Enderûn Ağalarının dördüncüsü Kilercibaşı idi. Pâdişah yemek yerken hizmet-i hümâyûnda bulunur, kilercilere nezâretlerle berâber sofra araç-gerecini muhâfaza ederdi.
Enderun ağalarının Beşincisi Saray Ağası idi. Saray Ağası, Enderûn-ı Hümâyûn adını alan, has oda, hazîne, kiler ve seferci odası, doğancı koğuşu ile büyük ve küçük odaların muhâfazasına nezâret ederdi. Maiyetinde kırk ağala bulunurdu.
Enderunda bütün bu hiyerarşinin yanında en çok öneme haiz olan “samimiyet” idi. Yani bu hizmet erbabı önce çok samimi olmak zorundaydı. Hizmeti içinden gelerek, isteyerek, severek yapmalıydı. Çünkü hizmet verdiği makam padişahtı. Devletin başıydı. En ufak bir ihmal veya ihanet saltanata zarar verebilirdi.
Bu yüzden enderûnda çok sıkı bir düzen vardı. Kıdemli olmak büyük bir meziyet teşkil ederdi ve her ağa kendinden eski olana hürmet etmek mecbûriyetinde idi. Kurallar küçük bir ihmâlkârlığa bile yer vermeden uygulanır, en küçük bir disiplinsizliği görülen derhâl saray dışına çıkarılırdı.
Enderûn halkı gün doğmadan önce kalkar, abdest alıp topluca sabah namazını kılardı. Pâdişah Efendilerimiz de ekseriyâ sabah namazını Enderûn Câmiinde edâ ederdi.
Enderûnluların elbiseleri Hünkâr tarafından tedârik edilirdi. Ağalar, başlarına som sırma takke ve takkenin altına iç fesi giyerlerdi. İki kollarının yanından enlice siyâh kadifeden zülüf denen uzun birer alâmet sallandırırlardı. Üstlerine, mevsime göre kaftan ve altlarına entâri giyer, bellerine ağır sırma işlemeli, kapaklı kemer takarlardı. Pâdişahla dışarı çıktıklarında kalıp işi denilin kavuk giyerler ve bellerine lâhûrî şal sararlardı. Eskiler mücevherli bıçak ve hançer takarlardı.
Kuruluş ve devletin yükselme devrelerinde Enderun gerçek bir eğitim-öğretim yeri olmuştu. Enderûn’dan, yüze yakın sadrâzam, onlarca şeyhülislâm, kaptan paşa, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi, kazasker ve diğer yöneticiler yetişti. Osmanlıyı sırtına aldı götüre bildiği yere kadar götürdü. Gücü yetmediği yerde arkasından gelen Enderunlu bayragı kaptı yoluna devam etti. Üç kıtaya böylece yayılıp, sayısız zaferler kazandırdılar, hepsi Osmanlı sevdalısı yöneticilerdi...
Enderun’u Humayundan yetişen Veziri Azamlardan en önemlilerin başında Cennet Mekan Koca Veziri Azam Sokullu Mehmet Paşamız gelir.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryalığı ve gene Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Selim ve Üçüncü Murat devirlerinde toplam 14 yıl, 3 ay, 17 gün Osmanlı İmparatorluğu'nun Veziri Azamlığını yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. Kanuni Sultan Süleyman'ın son vezir-i azamı olmuştur. Hem Osmanlı İmparatorluğu'nun zirvede bulunduğu dönemi simgelemesi itibariyle hem de icraatları, projeleri ve kişiliği nedenleriyle en büyük Osmanlı sadrazamlarından biri kabul edilir
Bosna'nın Rudo kasabasının Sokoloviçi köyünde doğmuştur. Devşirme sistemi ile çocuk yaşta Edirne Sarayına getirilmiş, Mehmet adı verilerek Türk ve Müslüman kültürü ile yetiştirilmiştir. Ardından İstanbul'a gönderilmiş. Topkapı Sarayı'nın Enderun Bölümünde çeşitli görevlerde bulunmuştu. Kapıcıbaşılığa yükselmiş. Daha sonra Kaptan-ı Derya olmuştu. Trablusgarp Seferi'ne katılmış, İstanbul Tersanesini genişletmiş. Daha sonra vezirliğe yükselerek Rumeli Beylerbeyliğine atanmıştı.

Sokollu Mehmed Paşa, Kanuni'nin oğulları arasındaki mücadeleler sırasında da hep Selim'in yanında olmuştu. Hürrem Sultan’ın baskısından kurtulamadığı için mi, yoksa Sultan Selim’in iyi bir tahsil almış olmasından mı bilinmez. Yaşı hayli ilerlemiş olan Kanuni çok güvendiği Sokullu'ya geniş yetkiler vermişti. Üçüncü vezir iken Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu ve Sultan İkinci Selim'in kızı Esmehan Sultan ile evlendi.
15 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun idaresini fiilen elinde tuttu. Kanuni Sultan Süleyman'ın son seferi olan Zigetvar kalesi fethini, padişah öldükten sonra o idare etti. Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümünü askerden İkinci Selim geliceye kadar saklayarak onu tahta çıkarmayı başardı. İkinci Selim döneminde sürekli sadrazamlıkta kaldı ve devlet işlerini idare etti.
Skullu Mehmet Paşa Hint Okyanusu'nda Portekiz’in artan etkiniğine karşın Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi'ndeki Osmanlı gemilerinin sayılarını attırdı. Hindistan ve Endonezya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Sokollu ayrıca Tunus'u Osmanlı himayesi altına sokarak,Kuzey Afrika'yı da denetlemek istiyordu. Kıbrıs'ın alınmasını sağladı.

Don ve İdil ırmakları arasında bir kanal açarak Osmanlı donanmasına Hazar Denizi yolunu açma, Süveyş Kanalı'nı açma, İzmit Körfezi-Sapanca Gölü-Sakarya Nehri üzerinden Karadeniz'e alternatif bir boğaz açma gibi çağının ötesinde projeleri vardı. Don-İdil kanalı için gerekli işgücü seferber edildi, ancak hava şartları nedeniyle çalışmalar sürdürülemedi. Süveyş Kanalı düşüncesiyle ön adım olarak Sudan zaptedildi. Ancak bu proje de sonuca ulaşamadı. Devlet teşkilatı içinde de önemli düzenlemeler yapmıştır.
Üçüncü Murat döneminde de sadrazamlığını sürdürdü. Fakat artık eski gücü yoktu çünkü padişah da artık onun karşıtlarıyla işbirliği halindeydi. Sokullu yine de bazı siyasal başarılara imza attı. Fas'ı Portekiz akınlarından kurtardı, Avusturya'nın saray içine dönük oyunlarını etkisiz hale getirdi. Fakat baskılar artık iyice artmıştı, amcasının oğlu Budin Beylerbeyi Mustafa Paşa sudan bir nedenle idam ettirildi. 1579 yılında ise 3. Murat' ın eşi Safiye Sultan tarafından tutulan ve derviş kılığına girmiş bir yeniçeri tarafından hançerlenerek öldürüldü.
Padişah, hocasına;
-Lala, maalesef cennet mekan Sokullu Mehmet Paşamıza ulaşamadım. Keşke bizim zamanımıza kadar yaşasaydı da tecrübesinden feyz alsayduk. Demiş, hocası da
-hakkı aliniz vardur sultanum. Koca veziri azam heç boş işlerle iştigal itmedü. Diyerek tasdik etmiş ve anlatmaya devam etmişti.
Vezirlikten katipliğe kadar; gözü gönlü açık, üstün devlet anlayışına sahip, adil, hak ve hukuku gözeten, devlet malına sahip çıkan, rüşvet ve irtikaba bulaşmamış, kendisini Osmanlı’ya adamış, dini bütün yöneticiler devleti büyütmüş, sınırları kıtaları aşmış, halkını mutlu etmişti.

Hoca Mustafa Efendi, burada önemli bir konuya dikkat çekmek istemiş ve,
-Yüce Hanım, Enderunu Hümayunda öz be öz Türk çocuklaruna yok sayılacak kadar az raslanmıştur. Bunlardan biri, şu anda sizin hizmeti alinizde bulunan Kara Mehmet Paşadur.
Kara Mehmet Paşa’ya, Öküz Kara Mehmet Paşa derler. Kara Hasan yahut Kara Hüseyin adında bir öküz nalbandının oğludur. Bundan dolayı Öküz Mehmet Paşa diye şöhret bulmuştur. Aslen TÜRK'tür. Bir yolunu bulup enderunda yetişerek orada iyi tahsil görmüş Hasoda Ağalarından olarak silâhdarlığa kadar çıkmış vezirlikle Mısır valisi olup deniz yoluyla iskenderiye'ye gitmiştir
Mısır valiliği zamanında gerek Mekke'de ve gerek Hicaz ve Şam yollarında sular temini, kaleler tamiri ve diğer icraatı vardır. Devlet hizmetlerinde doğruluğu, hakşinaslığı, cesareti ve cömertliği ile tanınmıştır. Vakur ve ciddî olup. Mısır'daki icraat ve ıslahatı ile meşhurdur.
Bir mecliste bulunduğu sırada dışarıda bir öküzün bağırması esnasında meclisçe bir gülüşme olduğunu görünce:
-"Cinsinden başkası ile niçin ahbabplık, arkadaşlık edersün diye öküz beni azarlıyor " sözleriyle oradakileri mahcub etmiştir
Türk asıllı ender vezirlerden biridir. Ancak belki de Türk asıllı olduğu içinm hem isim olarak hem de yaptığı hizmetlerde ciddiye alınmamışrır.
Çevresindekiler gizliden gizliye "Öküz" olarak adlandırılmış olan Mehmet Paşa'nın komuta ettiği ve İran'a karşı düzenlenen bir seferde, ordu komuta heyeti kışlak çadırında toplanmış taarruz planlarını gözden geçirirlerken, birliklerin iaşesi ve taşıma işleri icin getirilmiş öküzlerden biri çadırın aralığından kafasını uzatıp gözlerini Öküz Mehmet Paşa'ya dikmiş. Çevresindekiler gülmemek icin kendilerini zor tutmuşlar, biraz tebessüm ederlerken, ökuz gitmiş. Ancak bir süre sonra tekrar gelip, başını yine içeri uzatmış ve yine uzun uzun Öküz Mehmet Paşa'yı süzmüş. Bu sefer çevresindekiler artık kendilerini tutamayıp kahkahaları basmışlar. Herkes gülmekten kırılırken, Ökuz Mehmet Paşa,
"Buhayvan bana ne diyor biliyor musunuz?" diye sormuş.
“Hadi senin kim olduğunu anladım da, bu yanındaki eşekler neyin nesi?' diye soruyor."demiş.
Padişah,
-Bizce de Türk çocuklarının Enderun girememesi bir eksikliktür. Hocam sen Kara Mehmet Paşayı bize hatırlat, layık olduğu makam ve mansıba getürelüm, demişti.
-Sultanım, el an sizin hizmetkarlarınuzdan, Enderunu Hümayundan yetişen bir sadık kulunuzdanbahsetmekisterim.
-kimdür,namınedür?
-ÇağalazâdeYusufSinanPaşa,
- Helbet duymuşluğum vardur. Amma nicedür sen kadar bilemem, hakkında ne bilirsen anlat, mutlak bir faidesi olur.
-Çağalazâde Yusuf Sinan Paşa Mesinalı kaptan Cacala (Çagala) nın oğludur adı Don Sıpion'dır. Kaptan Çağala, 12 yaşında bulunan oğlu Don SİPİON ile Mesina'dan İspanya'ya giderken Türk leventleri tarafından yakalanarak Kanuni Sultan Süleyman'a takdim edilmiş ve Sipion saraya alınarak Yusuf Sinan adı verilmiş, sarayda yetiştirilmiştir. Babası Çağala da İstanbul'da kendini zehirlemek suretiyle ölmüştür.
Yusuf Sinan sarayda yetiştikten sonra yeniçeri ağalığıyla enderundan çıkmış, sonra Van’da, Bağdat’ta beylerbeyliklerinde bulunmuştur. Van beylerbeyi iken Özdemiroğlu Osman Paşa ile İran seferinde Tebriz'i zabtetmişti.
Çağalazade bundan sonra Bağdat valiliğine gönderilmiş ve oradan Erzurum valiliğine tayin edilerek Uluç Hasan Paşa'nın ansızın vefatı üzerine kaptan paşa olmuştur. Yusuf Sinan Paşa sonra kubbe vezirliğine getirilmiştir.
Allahın takdirinde Muhterem Pederiniz, cennet mekan Sultan üçüncü Mehmet’e –yüce Tanrı’nın rahmeti üzerinde olsun-. Padişah hazretleri ordusuyla birlikte Macaristan seferine çıktı. Macaristan'ın kuzeyinde kuşatılan Eğri Kalesi Osmanlıların eline geçti. Kalesi'nin ele geçmesinden sonra Osmanlı birlikleri ilerleyerek Haçova'da Avrupa ordusuyla karşılaştı. Bu orduda Avusturya ve Erdel kuvvetlerinin yanısıra Alman, İspanyol, Fransız, Çek ve Leh kuvvetleri de vardı. Avusturya Arşidükü Maximilien komutasındaki Avrupa kuvvetleri ile yapılan savaşta Osmanlı birlikleri, düşman birliklerinin tüfek atışlarına maruz kaldı. Yeniçeriler çok sayıda kayıp verdi.
Padişahımız savaş meydanından geri çekildi. Ancak bu gelişmelerden haberi olmayan Çağalazade Sinan Paşa, ordunun sağ kol kumandanı idi. Yaptığı taarruzlarla yarım saatte düşmanın yirmi bin kişilik kuvvetini imha ederek, kaybedilmek üzere olan Haçova savaşının kazanılmasına sebep olmuştu. Yalnızca bu akıncı birliklerinin mücadelesi bile Avrupa ordusunun dağılmasına yetti ve Osmanlılar kaybedilmek üzere olan savaşı beklenmedik bir şekilde kazandılar.
Eğri Kalesinin fethi dolayısıyla Çağal-zâde şu tarihi düşmüştür.
“Nemseden Sultan Mehmed aldı Eğre Kalesin (1005)”
Çağalazade Sinan Paşa, Hoca Sadeddin Efendi ile kapıağası Gazanfer Ağa'nın tavsiyeleriyle Damat İbrahim Paşa'nın yerine vezir-i âzamlığa getirilmiştir. Çağalazade Sinan Paşa, meydan muharebesinden sonra askeri yoklatarak (yoklama yaparak) savaş alanından kaçmış olan tımar ve zeamet sahipleriyle kapıkulu ocaklarından otuz bin kişinin dirliklerini (gelirlerini) kesip ele geçenleri ve bu arada bazı günahsızları da katlettirmişti. Bu olaylar aleyhinde dedikoduya sebep olmuş, sadarete gelişinden 45 gün sonra makamında gözü olanların da etkisiyle Pâdişâhın itimadını kaybetmiş, azledilmiştir. (Vezir-i Azamlıktan alınmış)
Yusuf Sinan Paşa, azlinden sonra bir müddet Akşehir'de oturtulup sonra Şam valiliğine tayin edilmiş, sonra ikinci defa kaptan-ı deryalığa getirilmiştir. Çağalazâde Sinan Paşa bu defaki kaptanlığında validesini Mesina'dan İstanbul'a getirmiştir.
İki defada 10 sene süren kaptan paşalığında tecrübeli denizcilerle görüşerek iş görmüş, kadırgalara iyi kürekçi yetiştirip her küreğe üçer forsa (esir kürekçi) ile üçer Türk kürekçisi koymak suretiyle forsaların isyan çıkarmalarını önlemeye muvaffak olmuştur.
Çağalazade Sinan Paşa gayretli, cesur fakat kimseden haksız bir şey kabul etmez, asabi ve aynı zamanda haşin görünüşlü ve mağrur biridir.
-Cağal oğlu Yusuf Sinan kulumuz bize çok gereklidür. Onun cesaret ve tecrübesinden mutlak faidelenmemiz gerekür. Demişti Ahmet Han.
Veziri Azamlar önemli olduğu kadar da güvenli olmak zorundaydılar. Padişah’ın mührünü taşıyorlardı. Yönetimin başıydılar. Büyük bir çoğunluğu devşirme idi. Bu en yükse rütbeli devlet adamları, devleti “devlet adamı” gibi yönetselerdi, kuruluştan Zatı Alilerinize kadar gelen padişahlarımız yirmi veziri boğdurtup öldürtmezlerdi. Hiçbir hükümdar sırtını döndüğü, mühürünü emanet ettiği ve hizmetinden memnun kaldığı en yakınındaki kulunu, kendi vezirini boğdurtur mu?
-haklısız hocam…bu mevzu pıçak sırtı gibi keskündür. O tarafa da olur, bu trafa da düşer, Allah devletimizi beterinden korusun.
-Yüce Hanım, zatı devletlilerinize, bu dediklerimin afaki olmadığını isbat idecek, devletimizi yıllarca nafile yere uğraştırmış, yüzlerce Müslüman kanının akıtılmasına sebep olmuş bir veziri azamdan bahsetmek isterüm.
-seni dinlerim hocam, buyurun anlatasuz. Siz anlattıkca zihnimde insanlar ve olaylar şeküllenür.
-Yemişçi Hasan Paşa* duymuş musuz?
-duymaz olur muyuk, Arnavutluk devşirmesü Paşa...
-Sarayın Zülüf Baltacılar Ocağı'ndan yetişerek çaşnigir (sofracı) olmuş, kısa sürede kapıcılar kethüdalığına(sofra hizmetleri) yükselmiştir. İki defa yeniçeri ağası (general) olmuş ve vezirlik rütbesi ile Şirvan valisi, daha sonra kubbe vezirliğine getirilmiştir. Vezir-i âzam Damat İbrahim Paşa’nın serdarlıkla Avusturya seferine gitmesi üzerine sadaret kaymakamı olmuştur. İbrahim Paşa’nın vefatı üzerine de Valide Safiye Sultanın tavsiyesiyle vezir-i âzam tayin edilmiştir. Damat İbrahim paşa’dan dul kalan, Sultan Murat Han’dan olan Safiye Sultan’ın kızı Ayşe Sultan’la evlenmiştir.
-ne hazindür ki hocam bu işlerün altından hep hâtun parmaklaru çıkar,
-hakku âlinüz var Sultanum. Hem de kökü, yedi yabandan gelme valide sultanlar…İşte Damat İbrahim Paşa’nın hem makamına, hem de karısına göz koymuş olan Yemişçi Hasan Paşa, Safiye Sultan sayesinde ikisini de elde etmişti.
Eski şeyhülislam Sun’ullah Efendi başta olmak üzere sipahi subayları, padişahtan, halkın nefretini kazanan ve Almanya cephesinde bulunan Yemişçi’nin azledilmesini talep etmişlerdi.
Yemişçi Hasan Paşa Serdar olarak Macaristan seferine çıkmış, bu harekatta düşman eline düşmüş olan İstuni Belgrat’ı alamamış, mağlûp olarak Belgrat’a dönmüştü. Bu sırada İstanbul’da kendi aleyhine tertibat alındığını duyup kendisini himaye eden Valide Safiye Sultan’ın çağırması üzerine acele İstanbul’a geldi. Aleyhindeki harekâtın sadaret kaymakamı Mahmud Paşa tarafından tertip edildiğini ve bu hususta sipahilerin (kapıkulu süvarilerinin) kullanıldığını gördü;
Damadı Yemişçi’yi şiddetle savunan Valide Safiye Sultan sadrazamın azledilmemesi için oğlu Sultan Mehmet Han’ı ikna etti. İstanbulda Yemişçiye vekalet eden ve onun adamı olarak tanınan sadaret kaymakamı vezir Saatçi Hasan Paşa azledildi. Yerine Yemişçinin muhalifi olarak bilinen Güzelce Mahmut Paşa kaymakam oldu. Sun’ullah Efendi de şeyhülislam oldu. Ancak sipahiler Yemişçinin azlinde israr ettiler. Yemişçinin zulmünü padişahın yüzüne karşı anlatmak için “Ayak Divanı” istediler. Ayak Divanı Türklerde Müslümanlıktan önce hakanların yüzüne karşı şikayetleri dinledikleri bir gelenekti. Türklerde her vatandaş Hakana şahsen şikayette bulunma hakkına sahipti.
Sultan Mehmet Han Topkapı Sarayının avlusuna altın tahtını kurdurdu ve zorba elebaşları olan Sipahi subaylarını huzuruna kabul ederek dinledi..Subaylardan Hüseyin Halife Padişah’ın yüzüne karşı devlet idaresinin aksaklıklarını ve Yemişçi’nin zulümlerini bir hükümdara karşı ağır sayılacak tabirlerle anlattı. Hatta padişahın anasının Yemişçi gibi hainleri müdafa ettiğini söylemekten çekinmedi. Poyraz Osman ve Katip Cezmi de söz alıp, zalim vezirlerin ve beylerbeyinin Anadolu halkına reva gördükleri zulümlerden misaller verdiler. Babüssade ağası Macar Gazanfer Ağa ile Darüssaade Ağası Habeş Osman Ağanın rüşvetle mevki ve rütbe sattıklarını anlattılar. Sultan Mehmet Han her iki ağanın derhal idam edilmelerini irade etti. Bununüzerine asiler padişah lehinde tezahürayt yaparak saraydan ayrıldılar.
Bundan sonra cesaret bulan Sun’ullah Efendi Sadrazam Damat Yemişçi Hasan Paşa’nın katlinin caiz olduğuna fetva verdi. Fetvayı her iki kazaskere de imzalattı (Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri) Bunu haber alan Yemişçi İstanbula yetmiş iki bin akçe göndererek, yeniçeri ocağının ileri gelen subaylarına dağıttırdı. Birkaç gün sonra da kendisi İstanbula gelerek At Meydanında ki Ayşe Sultana Ait olan İbrahim Paşa sarayına indi. Sipahilerin fetva hükmünü uygulamak üzere sarayı basmaları üzerine arka kapıdan kaçarak, Yeniçeri Ocağına sığındı. Yeniçerilerden başka Topçu, Cebeci, Sekban gibi diger Kapıkulu Ocakları’nı, hatta Tersane Leventlerini ayaklandırmak için harekete geçti. Bu arada padişaha bir arz göndererek Sun’ullah efendinin hilafet makamına göz diktiği iftirasını bulundu.
Sultan Mehmet Han sipahilerin azınlıkta kaldığını anlayınca Sun’ullah efendiyi azletti. Yemişçi Yeniçerileri,cebecileri, topçuları, toparabacılarını, lağımcıları, leventleri, acemi oğlanlarını, bostancıları, sipahiler dışında tüm askeri kışkırttı, şuursuz bir şekilde sipahilerin karargahı olan Kurşunlu Han’ı bastırdı. Binlerce sipahi, bu barada Poyraz Osman, Hüseyin Halife, Burnaz Mehmet, Kazaz Ali gibi asi subaylar öldürüldü. Sun’ullah Efendi Rodos’a sürüldü.
Yemişçi Hasan Paşa bu suretle vaziyetini kurtardı. Artık Pâdişâhı hiçe sayarcasına sorumsuzca hareket etmeğe başladı, etrafı hırpalayarak bir çok adamı katletti; hattâ dostlarını dahi kırdı. Gösterdiği şiddet ve hazinenin darlığı dolayısıyla koyduğu bazı vergiler halkı bezdirdi. Hakkında ki şikayetler ayyuka çıktı. Sonunda karşı çıkanların baskıları üzerine görevden alındı.
Yemişçi ne serdarlığında ne de vezirliğinde hiç bir başarı elde etmemişti. Giderek yeniçeriyi paraya doyuramadığı, Safiye Sultan’ın da bunca rezalete, haksızlık ve ihanete direnmesi yetmediği için Yemişçi’yi kurtaramadı sonunda Sütlücedeki malikanesine üç bostancıyla, bostancıbaşı gönderildi. Bostancılar Yemişçi’yi malikanesinde temiz topraklar pis kanı ile kirlenmesin diye, kementle boğup bırakrılar..
* Y.Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi.
İşte Sultanım, Yüce Hân’ım, Enderunu Hümâyun da giderek bozulma başlamıştı. Kurt girmişti her bir şeyin içine. Başta Vezir-i Azamlar taşıdıkları mühr-ü Hümayun’u, rüşvetin, haksızlık ve ihanetin üstüne üstüne basmışlardı. Tüm Vezir vüzera, Yeniçeri Ağaları, Beylerbeyi, Şeyh-ül İslam, Kadı ve en küçük katibe kadar devleti yönetenlerin külli azamisi kokuşmuş, Enderun bozulmuştu. Eğitim süresince Türklük gururu ve İslam şuuru gereği gibi işlenmemişti. Artık Enderundan ülkücü, yürekli ve sevdalı yöneticiler yetişmez olmuştu.
Halk ; haksızlıklar, isyanyalar, sefalet, kan, göz yaşı ve acılar içinde kıvranıyor. Devlet günden güne zayıflıyor, her şey durdu. Asker zafer kazanmıyor. Maazallah sınır boylarındaki kaleler teker teker düşecek. Devlet toprak kaybetmeye, millet kan kaybetmeye başladı mı bunun önü sonu gelmez. İmparatorluğun nimetlerinden faydalanan ve bu nimetleri salyalarını akıta akıta yağma eden bu devşirmeler; dinini ve milliyetini benimseyemediği Osmanlı’nın çöküşüne sebep olabilirler. Bağışlayın beni haddimi aşıyorum..

5.ŞEYHLER VE TEKKELER

Sultan Ahmet Han Şeyhi, Şeyh Aziz Mahmut Hüdâi Efendi’ye,

-Aziz Şeyhim, memleketimizde şeyhler, tekkeler ve daha nice tarikatlar faaliyet gösterirler. Bu müesseseler hangi vazifeleri ifa ederler bunları görürüz, duyarız. Amma bir de zatınızın bu mevzularda ki engin bilginizden istifade etmek isterim. Bizden esirgemezsez memnun olurum.

-Sultanım, siz isteyin, biz vermeğe her daim hazırız, deyip, anlatmaya başlamıştı.

”Şeyhler; Tek olan gerçeğin yani Allah'ın sırlarını keşfetmeye çalışan, Allah'ın insanlara şah damarından daha yakın olduğunu ve insanın en gizli düşüncelerini bildiğine inanan, hayata sevgiden başka hiçbir şeyi gözetmeden bağlanan, dinin mistik, tasavvufi, bir bakıma gizliliklerine gömülen düşünürlerdir. Halktan kişilerdir. İslamiyetin halk arasında yayılmasında etkili olmuşlardır. Temel ilkeleri inancı kin yaratmadan yaymaktır.

Tekkeler; Islami düşünceye nüfuz ederek; ibadette, kültürde, sohbette, ahlakta, edebitatta ve felsefede etkili olmuşlardır. Şiir, müzik, sema ve güzel sanatları günlük hayatın içinde değerlendiren birer rehber ve zikrin merkezleri olmuşlardır. Devletin kuruluşunda tekkeler toplumun önünde olmuşlar, sosyal hayatı yönetmişlerdi. Esnaf ve sanatkar da bu örgütün içinde, sivil toplum örgütleri olarak yaşarlar. Tekkeler yeniçeri ocağının kurulmasından önce devletin askeri örgütlenme yeriydi. Bursada kurulan bu tekkelere “Gazi Dervişler Tekkesi” adı verilmişti. Tekkelerin önemli işlevlerinden biri de fakir fukaraya ve yolculara, misafir ve gariplere aş vermekti.

Bir tekkede şeyh veya halifesi ile çeşitli mertebelerde bulunan müridleri (öğrencileri) vardı. Bunlara "derviş"te denirdi. Dervişler desrlerinin yanında, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işleri de görürlerdi. Ayrıca Tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezaret eden yöneticiler vardı. Buraların düzenli biçimde çalışması ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar, bir çeşit yöntemler koymuşlardı.

Osmanlı'nın kuruluşunda ve İslamiyet'in yayılmasında Şeyhler ve Tekkeler her zaman devletin ve ordunun önünde olmuşlardı. Feth edilecek yerlere önce Şeyhler dervişlerini gönderir. Dervişler halkla iyi ilişkiler kurar, onlardan biri gibi oraya yerleşir, insanlara sevgi ve saygı temelinde, ürkütmeden, horlamadan islamiyeti yaşayarak anlatmaya çalışır, dinin yayılmasını sağlarlardı. Peşinden ordu gider o ülkeyi Osmanlı topraklarına katardı.
Sultan Ahmet Han
-Medreseler ne işlerdi? Oralarda da ayni hizmetler görmez mi idi?
-Hayır Sultanım, Medreselerin hizmeti biraz daha farklıdır. Medreseler ilim ve irfanın merkezidirler. Medreselere “İlmiye Kurumları” da deyilir... Medreselerin amacı şeriati öğretmek ve uygulamaktı. Selçuklu ve Osmanlılar'da medrese egitimi hemen hemen devletin kuruluşu ile başlamıştı. Osmanlıda ilk medreseyi İznik’te Orhan Gazi kurmuştu. Ulûm-i Aâliye denilen Kur'an ilimleri ile hadis ve Islâm hukuku (fıkıh) gibi ilimler okutulurdu.
Daha sonraki Osmanlı padişahları önemli medreseler kurmuştu.
Fatih Sultan Mehmed'in Istanbul'da Sahn-i Semân Medreselerini kurmuştu. Dâruş-şifa olmakla beraber henüz tıp ve matematik fakülteleri yoktu.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde kurulmuş olan Süleymaniye Medreseleri Osmanlı'nın en önemli medreselerindendir. Kanunî devri, her sahada olduğu gibi medrese teşkilâtinda da zirveye çıkmıştı. Süleymaniye medreselerinde tefsir, hadis, kelâm ve edebiyat gibi derslerin yanında tıp, matematik, geometri, astronomi gibi dersler de veriliyordu.

Devletin kurumları şeriat hükümlerine göre düzenleniyordu. Bu kurumun başı Şeyh-ül İslam idi. Derecesi Vezir-i Azama eşitti. Divan üyesi değildi ama manevi bakımdan vezirlerin üzerindeydi. Verdiği Fetvalar kanun sayılırdı, padişah dahil olmak üzere tüm Osmanlı halkı uyar ve Osmanlı topraklarında uygulanırdı. Şeyhül İslam’dan sonra gelen makam Kazaskerdi. Rumeli kazaskerliği Şeyhül İslamlık namzetiydi. Osmanlı yönetiminde Kadılık Makamı önemli bir vazife ifa eder. Kadılık makamı medereseden mezun olan Danişmendler (medrese bitiren kimseye verilen addır) imtihana girerler. İmtihanı kazanan danişmend “Kadı” olarak Sancaklara tayin edilirler. Kadı Efendi tayin edildiği sancağın en yetkili yöneticisidir. Vakıflara bakar, vergileri toplar, kale dizdarını, şehreminini teftiş eder. Hem dinin hem de adaletin temsilcisidir.
Tekke şeriat hükümlerine çoğunlukla karşı çıktığı için genel teşkilatın dışında kalmıştı. Bu yüzden Osmanlı Devletinde şeriata dayanan İlmiye kurumlarıyla, tasavvufa bağlı Tekke arasında çıkan uyumsuzluk sürüp gitti. Arada bir yapılan ağır baskılara, yasaklamalara, idamlara, rağmen tekke iç işlerinde bağımsız olarak varlığını sürdürdü.
Anadoluda, Türk yerleşim birimlerinde Şeyh ve Derviş’lerin sayıları ve etkileri giderek çoğalmaya başlamıştı. Her Tarikat kendi tasavvufi eğilimine göre yüksek yönetim çevrelerinden, ulema ve tüccardan, esnaf ve köylülerden taraftar bulmuştu. Şeyhler kendilerine bağlı olan çevrede çok büyük nüfuz ve etkiye sahipti... Toplumu istedikleri gibi yönlendire biliyorlardı.
Türkler Müslüman olduktan sonra Orta Asyada da İslami fikirler yayılmaya İslamla Türk düşüncesi gelişmeye başlamıştı. Bunun için bir çok medrese açılmış, büyük bilim adamları yetişmişti. Bu düşünürlerden biri de Ahmet Yesevî idi. Ahmet Yesevî düşüncelerini anlatmak için, o dönemde ki geleneği bozarak, Arapça veya Farsça’yı deiğil, Türkçe’yi kullanmıştı. Hece vezniyle yazdıgı şiirlerle görüşleri hızla yayılmıştı . Yesevi’nin “Hikmet” olarak adlandırılan ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, kutsal bir kitap olarak elden ele dolaşmıştı.
Ahmet Yesevî Hocamızın,
Benim hikmetlerim hadis hazinesidir
Kişi pay görmese, bil habistir.
Benim hikmetlerim Süphan'ın fermanı
Okuyup bilsen, hepsi Kur'an'ın anlamı,

diye başlayan şiirini bilirdiz he m i? Diye sormuştu Ahmet Han’a
-beliğ şeyhim helbette biliriz, deyü cevap verdi Padişah…
Şeyh Hüdai Efendi anlatgmaya devam etti, Ahmet Yesevî Hocamız da öteki mutasavvuflar gibi, âlemi ve âlemde var olan herşeyi ilâhi aşkın eseri olarak gördüğü içindir ki, her şeyi gönülden sevmektedir ve ancak bu sevgi ile Allah'a ulaşılabileceğini söylemektedir. O'na göre Aşk'sız, Mevlâyı anlamak mümkün değildir. Çünkü; Aşk'sız kişi gerçek insan değildir.

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın
Aşk'sız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin
Gönlünüzde Aşk olursa, bana ağlayın
Ağlayanlara gerçek Aşk'ımı hediye eğledim.

Aşk'sızların hem canı yok, hem imânı,
Resûlullah sözün dedim mânâ hani.
Diyen Yesevî, Hikmet adlı eserinde, ilâhi aşk hakkındaki görüşlerini,insanın samimi inancı ile bağlantılıyarak şöyle anlatır.
Aşk davasını bana kılma, sahte aşık,
Aşık olsan, bağrın içinde göz kanı yok,
Muhabbetin şevki ile can vermese,
Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok.
…………………………
Kul Hoca Ahmet, candan geçip yola gir,
Ondan sonra erenlerin yolunu sor,
Allah diyerek, Hakk'ın yolunda canını ver,
Bu yollarda can vermesen, imkânı yok.
"İlâhi Aşk" Allah'dır ve bu Aşk'a düşen kişi, bencillik, gösteriş, iki yüzlülük, kişisel çıkar gibi küçük hesapları düşünmemek gerekir. " diyen Yesevî, bir hikmetinde:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol,
Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol,
Mahşer günü dergâhına yakın ol,
Ben - benlik güden kişilerden kaçtım ben işte.
……………………….
Demektedir.
Bütün hikmetlerinde yer alan bir gerçek vardır ki o da insana verilen büyük değerdi. İslâm tasavvufunda insan, kâinatın özü alarak kabul edilir. Herşey insan içindir. O halde insana düşen, "Kamil İnsan" olmaya çalışmaktır. Ahlakın kemaline ulaşmıya gayret etmektir. Bunun da bir yolu yaratılmışları sevmek, incitmemek ve incinmemektir. Alçak gönüllü olan insanlar, her hususta samimi olan kişilerdir.
Yesevî, asıl kavgasını, sahte şeyhler ve mollalara karşı verir. Bunlara karşı,
"Talibim" deyip söylerler vallah, billah insafsız
Namahreme bakarlar, gözlerinde yok insaf;
Kişi malını yiyerler, çünkü gönülleri değil saf
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.
Zâkirim deyip ağlar, Çıkmaz gözünden yaşı;
Gönüllerinde gamı yok, her an ağrıya başı;
Oyun-hile kılarlar, malûm Hüda'ya işi,
Arslan Baba'nın sözlerini işittiniz teberrük.
…………………………….. der
Yesevî, ilim üzerinde çok durmuş, inananların aydın kişiler olduğunu, bunların bilgisizlikten ve bilgisizlerden kısaca cahillikten uzak durduklarını anlatmıştır. Ayrıca bir başka Hikmet'inde: " Bilgisizlik her kötülüğün kaynağıdır. " demiştir. Bir başka Hikmet'inde ise
İlim, iki inci, beden ve cana rehberdir
Can âlimi Hazret'ine yakındır
Muhabbetin şarabından içer
Öyle âlim, gerçek âlim olur dostlarım,
demiştir.
Özetle, Yesevî okulunun ana ilkelerini:
1. Allahın varlığına ve tekliğine inanmak,
2. Kur'ana uymak,
3. İslâm'a dayalı yolda yürümek,
4. İnsanın kendisini disipline etmesi,
5. Belli zamanlarda benlik muhasebesi yapmak
olarak özetliyebiliriz.

Ahmet Yesevî Türk dünyasında ilk tarikatı kuran bir fikir ve düşünce adamıdır. 12. yüzyılın başlarında yalnız Türkistan'da değil, bütün İslâm Asyası'nda fikirleri yayılmış, şiirleri ağızdan ağıza dolaşmıştır. Bilinen ilk mutasavvıfımızdır. Türklerin dinî ve edebî tarihinde bu kadar geniş bir çevreye tesir etmiş başka bir şair ve mutasavvıf yoktur.
İslam’ın değerlerini Türk kültürünün değerleri ile kaynaştıran Yesevi’nin görüşleri, özellikle bozkırlarda yaşayan Türk boylarının İslamiyet’i benimsemesini kolaylaştırmıştı.

Ahmet Yesevi, görüşlerini “Dört Kapı” olarak bilinen şu ilkeler üzerine kurmuştu: “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat” Dört Kapı’yı, İslamiyet’ten önceki kutsal sayılanTürk inançlarıyla bağdaştırmıştı. Bunlar Doğu, Batı, Kuzey ve Güney yönleridir, dört renk; Mavi, Beyaz, Siyah, Kızıl ve dört kutsal varlık; Ağaç, Demir, Su ve Ateş ile simgeleştirilmişti. Eski Türk inancına göre, evrenin ve insanın özünü oluşturan dört öge de: Adalet, Kudret, Akıl ve Uyum dur.
Dört Kapı ilkesi Hacı Bektaş Veli’nin görüşlerinin de temelini oluşturmuştu. Hacı Bektaşi Veli her bir kapıya onar makam eklemiş ve “Dört Kapı, Kırk Makam” olarak adlandırılan ilkeler bütününü ortaya çıkmıştı.
Bu şeriat güç olur
Tarikat yokuş olur
Ma’rifet sarplık durur
Hakikattir yücesi
Dört Kapıdır Kırk Makam
Yüz altmış menzili var
………………..
Erenlere velayet derecesini açan Dört Kapı Kırk Makam, Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaş Veli’ye uzanan çizginin somut örnegidir.
“Kul Tanrı’ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur” der.
Hacı Bektaş Veli, eski Horasan topraklarının merkezi sayılan Nişabur’da doğmuş ve yetişmişti. Sufiler olarak adlandırılan bu zümre, İslam inancının dış anlamlarının değil, özünün ya da iç anlamının önemli olduğunu ve bu iç anlama yalnızca bilgi yoluyla ulaşılamayacağını, insanoğlunun gerçek bilgiye sezgi yoluyla erişebileceğini savunmuştu. Bunun için de islamiyet’i sadece katı kurallardan ve bu kuralların dış anlamlarından oluşan bir inanç sistemi olarak değil, iç anlamlarına erişilmesi gereken bir inanç sistemi olarak görmüştü.
Hacı Bektaşi Veli “makam”ları şöyle anlatır:
Tarikatın, tasavvuf yolunun ilk makamıdır. Bir alime canı gönülden bağlanıp, tövbe etmektir. Tövbe, canı gönülden olan pişmanlıktır ve mutlaka yapılmalıdır. Tövbe ederken gözyaşı dökmelidir. Tövbeyi kabul edecek Allahü Tealadır. Tövbe ettikten sonra O'na tevekkül etmelidir.
İkinci makamı, talebe olmaktır.
Üçüncü makamı, mücahede, nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Dördüncü makamı, hocaya hizmettir.
Beşinci makamı, korkudur.
Altıncı makamı, ümitli olmaktır.
Yedinci makamı, şevktir ve fakirliktir.
Marifetin,
birinci makamı edep,
ikinci makamı, korkudur.
Üçüncü makamı, az yemektir.
Dördüncü makamı, sabır ve kanattır.
Beşinci bakamı, utanmaktır.
Altıncı makamı, cömertliktir.
Yedinci makamı, ilimdir.
Sekizinci makamı, marifettir.
Dokuzuncu makamı, kendi nefsini bilmektir."

Hacı Bektaşi Veli’nin temsil ettiği hoşgörü anlayışı ile din, dil, ırk farklılıklarını çatışma aracı olmaktan çıkaran yaklaşımı, Anadolu’daki herkesi kucaklamaya başlamıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişme yıllarında Osmanlı Padişahları ile Hacı Bektaş Veli’ye gönül verenler arasında yakın bir işbirliğinin kurulduğu görülmürştü. Bu işbirliği, daha çok “Savaşçı Gazi Dervişler” olarak belirmişlerdi. Düşman üzerine atılan korkusuz evliya hüviyetli bu dervişler Orhangazi zamanında tekkeden ayrılarak gazalara katılmak üzere Osmanlı topraklarının genişlemesine katkıda bulunmuşlar, hatta Bursa’nın fethinde ön saflarda cenk etmişlerdi.Yeniçeri teşkilatının Bektaşi kültürüne bağlılığı da buradan kaynaklanmaktaydı.
Osmanlı ordusunun çekirdeğini teşkil eden yeniçeri askerinin Hacı Bektaş Veli görüşlerinin manevi niteliklerini taşıması istenmiş ve bunun için de dönemin postnişi, yani bektaşiliği temsil eden Şeyh, Hacı Bektaş Veli adına kutsanmış ve eğitilmişti..
Ahmet Han
-Aziz Şeyhim, Hacı Bektaşi Hazretlerinin, yeniçeri ocağında ezberletilen öğütlerinini bize ezberletmişlerdi.
-Sultanım, bazı öğütleri akızda kalmış mıdur? Say gelsün,

• Doğruluk dost kapısıdır.
• Düşmanızın bile, insan olduğunu unutma.
• Düşünce, davranış ve sevgiyi, Allah lezzeti olarak tadın.
• Edeb elbisesini, sırtızdan ölünceye kadar çıkartmayasuz.
• Elden gelen her iyiliği, herkese yapasuz.
• Eline, diline, beline sahip ol.
• Hakikatın ilk makamı, toprak olacağımızın bilinmesidür.
• Hamı pişiremezsen bari, pişmişi ham etmesün.
• Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayasuz.
• Hükümdar (idareci), ancak adâleti ile muaffak olur.
• İçi murdar kimseyi ne kadar dıştan yıkasaz arınmaz.
• İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktur.
• Îmanın kemâli, âhlak güzelliğidür.
• İncinsen de, incitme. İnsan dilinin arkasında gizlidür.
• Nefsine ağır geleni, kimseye tatbik etmesün.
• Oturduğun yeri pâk et, kazandığun lokmayı hak et.
• Özünde ve sözünde temiz olmayanların, îmanı tam değildür.
• Sevgi ve acıma, insanlık; hiddet ve şehvet ise hayvanlık vasfıdur.
-sultanum, tarikatlarla ilgili bazı rivayetler vardur. Doğruluğu tartışılur, amma gene de bilip, rivayet olduğu, akıldan çıkarılmamalı.
-meraklandım Şeyhim, ne imiş bu rivayetler?
-şöyle derler: “ Hacı Bektaşi Veli tarikatına girmeyi kabul eden her dervişin kulağına delik açılarak bir küpe takıldığı, bu küpeye Menkuş dendiği, Yavuz Sultan Selim Han’ın kulağındaki küpenin de aynı tarikatın sembolü olduğu rivayet edilir. Gene rivayete göre tarikatın şartlarından biri de hiç evlenmemekti. Eger biri gizlice evlenirse, bu da duyulursa Pir Balım Sultan küpeyi çekerek alır, müridin kulağı yırtılırdı. Yırtık kulaklılara da « Kulağı Kesik » denirdi.”
Osmanlı Devletinin kuruluşunda beylikle yakın ilişkisi olan, hatta Osman Beyle kızını evlendiren Ahi şeyhlerinden Şeyh Edebali ve onun dervişleri olan Kumral Dede, Geyikli Baba, Somuncu Baba ve diğer Rum Abdalları bu yolla da Hacı Bektaş Veli’nin görüşlerini benimsenmişlerdi..
Ahi Şeyhliği'nin Şeyh Edebali’den sonra kime geçtiği bilinmemekle beraber daha sonra Sultan Murad Hüdavendigar’a geçtiği tesbit edilmiş; Sultan Murad Hüdavendigar bir icazetname ve vakıfname ile Ahi Şeyhliğini Gelibolu’daki Ahî reislerinden Ahî Musa’ya vermişti.
-”. ahilerimden kuşanduğum kuşağı Ahî Musa’ya kendü elümle kuşadup Malkarada ahî diktim ve bu Ahî Musa veya evlâdlarından kimesneyi ihtiyar idüp ya akrabalarından veya güğeygülerinden ahilik icazetin virüp bizden sonra yerümüze ahî sen ol diyeler ki bunlar fevt olduktan sonra şerhle sabit ve zahir ola....” kaydı buıunmaktadır.

*Hacı Bektaş Veli’nin öğrencileri arasında Taptuk Emre’nin de önemli bir yeri vardır. Söyleyişe göre, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre’yi yetiştirme görevini Taptuk Emre’ye vermiş.
En büyük tasavvuf erlerinden ve Türk dili ve edebiyatı tarihinin en büyük şairlerinden biri olan Yunus Emre'nin hayatı ve kimliğine dair hemen hemen hiçbir şey kesin olarak bilinmemektedir. Yunus'un bazı mısralarından ve kendisine ait olan, Risalet-ün-Nushiyye adlı eserini 1241 yılında yazmış olması ve 1321 tarihinde vefat ettiği bilinmektedir.
Yunus Emre kültürümüzün en değerli yapı taşlarındandır. Zira Yunus Emre, sadece yaşadığı devrin değil, çağımız ve gelecek yüzyılların da ışık kaynağıdır. Allah'ı ve cümle yaradılmışı içine alan sonsuz sevgisinden kaynaklanan fikirleri, dünya üzerinde insanlık var oldukça değerini koruyacaktir
Yunus Emre'nin, Yunus Emre oluşu şöyle anlatılır: Yunus adında, rençberlikle geçinir, çok fakir bir adam vardı. Bir yıl kıtlık oldu.Yunus'un fakirliği büsbütün arttı. Nihayet birçok keramet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip yardım istemeyi düşündü. Sarığının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) toplayıp dergaha gitti. Pirin ayağına yüz sürerken hediyesini verdi; bir miktar buğday istedi. Hacı Bektaş ona lütufla muamele ederek, bir kaç gün dergahta misafir etti. Yunus geri dönmek için acele ediyordu. Dervişler Pir'e Yunus'un acelesini anlattılar. O da: "Buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi?" diye haber gönderdi. O buğday istedi. Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: "İsterse o alıcın her tanesince nefes edeyim!" dedi.
Yunus:
-buğday isterim, diye ısrar ediyordu.Hacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi:
-İsterse o alıcın her çekirdeği sayısınca himmet edeyim" dedi.Yunus yine
-buğday istiyorum, diye ısrar edince; Veli emretti, buğdayı verdiler. Yunus dergahtan uzaklaştı. Yolda yaptığı kusurun büyüklüğünü anladı. Pişman oldu. Geri dönerek kusurunu itiraf etti.
O vakit Hacı Bektaşi Veli,
-onun kilidi Taptuk Emre'ye verildi. İsterse ona gider, dedi. Yunus bu cevabı alır almaz hemen Taptuk Emre'nin dergahına koşarak kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı.
Salihli kazası civarında "Emre" adlı, yetmiş evlik bir köyde. taştan bir türbenin içinde,
Taptuk Emre ve çocukları ile torunları yatmaktadır. Türbenin eşiğinde de, bir başka mezar vardır. Bu,Yunus'un bir çok mezarlarından biridir. Yunus Emre kapı eşiğine kendisinin gömülmesini vasiyet etmiş...Şeyhini ziyaret edecekler, kendi mezarını
Babam, Kabe’yi yaptı,Taşı aldı Dünya’dan.
Ben geldim, Gönül yaptım, Kapısı Bütün İnsan.
Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük düşünürlerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sisteminden, görüşlerinden kısa bir iki örnek:
"Bu inanç sisteminde tek varlık Allah'dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur. Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir. Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket, iş, oluş onun güzel isimlerinden birinin belirişidir.

Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez

Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur.

Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden,
Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım."
"Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım,
Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım."

* 3.gazi.edu.tr

Yıldırım Beyazıt ile Emir Sultan arasında da çok olumlu bir ilişki vardır. Horasan Erenlerinden olan Emir Sultan, Bursa’ya yerleşmiş,. Beyazıt kendisine gönül vermiş ve yoldaş olmuşlar. Emir Sultan’a Yıldırım tekke inşa edmiş, bu da Osmanlıda padişahın bir şeyhe yaptırdığı ilk tekkedir. Yıldırım Beyazıt’a “yıldırım” lakabının Emir Sultan tarafından verildiği söylenir.
Mevlana Celalettini Rumi’nin kurduğu “Mevlevilik” ölümümden kısa bir süre sonra “Tarikat” olarak ortaya çıkmıştır. Mevlana Muhyiddini Arabi’nin “Vahdeti Vücut” anlayışını benimsemişti (çoklukta teklik). Mevlana, İnsanları sevmenin Allah’ı sevmek olduğunu, sevginin temel kurallarının da hoşgörü ve bağışlamak olduğunu ifade etmiştir. Mevlana Şemsi Tebrizi’den etkilenmiş, Mevlevilik te sünni bir tarikat olarak daha çok aydın çevrelerin ilgisini çekmişti. Padişahlarımızın bile bir çoğu Mevlevi tarikatındandı.
Osmanlı Ülkesinde, Orta Asya’da, Buhara’da sünni çevrelerce Mogol Prens’lerine tepki olarak doğmuş olan Nakşibendi’lik Osmanlı Sultanları’nın da iltifat ettiği bir tarikat olarak yaşıyor.
Sultan Ahmet Han, Şeyhin sözünü keserek,
-Aziz Şeyhim benim yüreğimi yakan, acısını hep içimde hissettiğim Alevilik, Kızılbaşlık yani Ehli Beyte yapılan haksızlıklar İslam tarihinin en talihsiz olayıdır bilirsiz.
-Çok haklısız Yüce Sultânım. Alevilik olayı İslam Aleminin acı bir kaderidir. Taa altıncı asırda, daha Türkler Müslüman olmadan önce, Hz. Ali ile Hz Muaviye’nin “hilafet” sırası ve tercihleri üzerine, Mekke’de Haşimi ve Emevi kabilelerinin görünmez rekabeti, boy ölçüşmesi ve Sıffin savaşı ile müslümanlığın kaderi olarak su yüzüne çıkmış, Emevi Müslümanlığı bu ayrılığı derinleştirmiştir.
Sultan Ahmet Han Şeyhinden,
-Şeyhim bu meseleyi senden ilk kez duyarum. Sizin gibin ilim irfan sahibi, ufku geniş şeyh Hazretlerimin bakışı, görüşü, deyişi bencileyin çok mühimdür. Biraz daha teferruatlı bahseder misiz?
-Sultanum, “Türkler’in islamiyeti kabul edişlerinde Ehli Beyt sevgisine dayalı akımlar daha etkili olmuştu. Bir başka deyişle, Türkler islamiyeti Ehli Beyt yaklaşımı doğrultusunda ortaya çıkan tasavvufi akımlar aracılığıyla tanımış, benimsemiş, kopuzla terennüm etmişti. Buna rağmen Müslüman Türklerin çoğunluğu Sünni idi. Ancak kimesne ne Sünnilik iddiasında bulunmuş, ne de Aleviliği reddetmişti. Türkler sadece Müslüman olmuşlardı. Bu nedenle İslamın yüceliğini içlerine sindirmeleri kolay olmuştu. Selçuklu döneminin sonlarına kadar Şiilik’e pek rastlanmamıştı. Müslüman Türkler Hz. Peygamberin Ehli Beyt’ine (ev halkına, yani Hz. Fatıma, Hz.Ali, Hz.Hasan ve Hz. Hüseyin’e) özel bir yakınlık duymuş, Onların şehit edilmesine, haksızlığa uğramış olmalarına gönülleri asla razı olmamıştı.
Safevi devletinin kurucusu Türk asıllı Şah İsmail, Osmanlı yönetimden hoşnut olmayan, fakir konar-göçer Türk köylülerini koruyordu. Onların Ehli Beyt’e karşı olan saygı ve sevgilerini, Hz.Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, on iki imam, Kerbela matemi gibi motiflerleri işliyordu. Halife denilen adamlarını Anadolu’ya salarak, eski dinleri olan Şaman’lıktan kalma inançları ile de süsleyerek, dünyada mutlu bir hayat, ahirette de cenneti müjdeliyordu. Giderek Halifeler baskı ve telkinlerini artırmış, Aleviler süni topluma ve merkezi yönetime karşı olmuş, bu karşı oluş zamanla düşmanlığa dönüşmüştü.
Bu olayda Osmanlı yönetiminin de hataları vardı. Osnamlılar Hıristiyan, Yahudi ve diğer gayri Müslimlere tanıdıkları tolerans ve hoşgörüyü Alevilere göstermemişlerdi. Kendi soyundan gelen bu asil ırkın çocuklarını bir takım sapık emelli şahısların istismarına terk etmiş, sonra da sırf Alevi oldukları için hem aşağılamış, hem de toplumdan tecrit olmalarına sebep olmuşlardı. Zaman zaman meydana gelen isyanlar kanla bastırılmış, böylece Alevi denilen Müslüman Türk ile sünni denilen Müslüman Türk arasına kan girmiş, düşmanlık girmiş, din ve mezhep davası yerine kan davası güdülür olmuştu… her şeye rağmen Osmanlıda Aleviler üstüne şiddet baskı hiçbir zaman devlet politikası olmamıştı.
Ehli Sünnet peygamberin yolundan gitmektir. Bu manada hiç bir Alevi Peygamberin yolunu (Ehli sünneti, yani sünniliği) inkar etmemiştir, Aslında Aleviler’de ehli sünnete bağlıydılar.
Yezitliğe gelince; Yezit, Kerbela'da Hz Hüseyin'i şehit ettiren ve Hz Hüseyin'in kafasını kestiren Emevi hükümdarı dır. Peygamberimize ve ilk Müslümanlara büyük işkenceler yapan Ebu Süfyan ile Hz Hamza’nın ciğerini kemiren Hind’in torunudur. Onun Ehli Beyt’e karşı işlediği kötülüğü, yüklendiği günahı hiçbir müslüman asla affetmez. Aleviler’in Sünni dedikleri müslümanlar en az Aleviler kadar “Yezit” ten nefret ederler.
Alevilerin de Kitabı, Kuran’ı kerim, peygamberi Hz. Muhammet’ir, Sünnilerin ki de.
Türk Alevilerle, Türk Sünniler hem ırk olarak, hem din olarak birdirler. Aralarında, görünürde hiçbir ayrım yoktur. Ama Türk birliğini parçalamak isteyen bozguncuların kışkırtmaları sonucu, birbirleri ile asla anlaşamayacak gibi görünen iki mezhep oluşmuştur. Bu konuda tamamen suçsuz olmalarına rağmen en çok zararı "Türk"ler görmüş ve hala görmektedirler. Aynı Allah’a, aynı Peygambere ve aynı Kitaba inanan, Hz. Ali’yi, Ehli Beyt’i canı kadar seven, Kerbela’yı matem edinen, Yezidi lanetleyen tüm Sünni ve Alevi Türkler kardeştirler. Kardeşliklerini unutmayıp, aradaki bozguncuların maskelerini düşürmelerinin zamanı çoktan gelmiş ve geçmiştir. Gerçekten kendini Türk sayan ve Türklüğüyle mutlu olan her kesin aramıza nifak tohumu eken bu bozguncuları tanıyıp, kendi nifak denizlerinde boğulup yok olmalarını sağlamalıdırlar.
Sonuç olarak Sultanum, bugün Alevilik bir Türkmen yorumudur. Ahmet yesevî, Hacı Bektaşi Velî ve Yunus Emreler bu yorumun yetiştirdiği birer abidedirler. Onlar İslamın ruhuna ulaşıp, dünyaya oradan bakmış, oradan bizlere imanın zevkine varıp, sevgi ile yaşamayı öğütlemişlerdir.
Başka bir ifade ile, sonradan monte edilen bazı saçmalıklarını saymazsaz, Kitap ve Sünnetten ödün vermeyen, bir Türk yorumu olmuştur.
Şimdi yapılması gereken en mühim iş, Alevileri horlamadan, katiyyen ayırım yapmadan en az gayri Müslimlere reva görülen tolerans ve hoşgörüyle bakmalıyız.. İnançların Allah ile kul arasında olduğunu unutmayup, kimesnenün bizim gibin düşünmek zorunda olamayacağını bilmeliyiz.
“Türk hükümeti”, “Türk ordusu”, “Türk ülkesi” deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. Çünkü, Osmanlılarda “Türklük ve millyetçilik” gib kavramlarla alevi türkmenleri kastediliyordu. Osmanlı’yı idare eden bu devşirme yöneticiler kendilerini asla devletin sahibi görmüyor, devletin asıl sahibi olan, küçümseyip horladıkları Türkmenleri kendileri için ciddi bir tehlike sayıyorlardı.
Oysa Türkler hiçbir zaman beraber yaşadıkları ırk kavim ve şahısları kendilerinden ayırmamış, Onları soyutlamamış, azınlık gibi bile görmemişlerdir.